ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 5
Yine Resmi istatistiklere göre İstanbul’da 1924 yılında 280.000 Rum var iken, 1927’de Türkiye Cumhuriyeti uyruklu 90.000 Rum ve Yunan uyruklu 26.000 Rum, 1934’de ise 73.000 Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Rum 30.000’de Yunan uyruklu Rum bulunmaktaydı.48 Bütün bu azalmaların sebebi olarak Türk Rum nüfus mübadelesi ve azınlıklara karşı yürütülen politikaları sayabiliriz. Türkiye’de Ermenice konuşan nüfus ise 1927 sayımında 67.745, 1935 sayımında 67.381 olarak tespit edilmiştir. Bir Ermeni kaynağı ise 1927 yılı için 52.576’sı
İstanbul’da olmak üzere bütün Türkiye’de 80.286 Ermeni’nin yaşadığını kaydetmektedir.49
Azınlıklardan TBMM’ye giren ilk kişi 1923’te II. Dönem Van milletvekili Münip Boya (Ermeni asıllı)dır. Yine bu dönemde Ermeniler’den 5-6-7. Dönem Afyonkarahisar milletvekili Berç Keresteciyan Türker (1934-1942 Bağımsız milletvekili Afyonkarahisar)olmuştur. İlk Rum milletvekili ise, 1930’da V. Dönem Ankara milletvekili Nikolas Taspas olmuştur. Daha sonra Mihail Kayaoğlu
(Ankara Vll.dönem), İstamat Zihni Özdamar (Eskişehir 1935-1946), Vasil Konos (İstanbul VIII. Dönem), Nikola Fakacelli (İstanbul VIII. dönem ara seçim) TBMM’ye girmişlerdir. 1935’de ilk kez TBMM seçimlerinde Yahudi adaylar da katıldı. CHP listesinden ilk Yahudi milletvekili Abravaya Marmaralı (Niğde 1935-1943)dır. Azınlık milletvekilleri yaptıkları propaganda ve meclis çalışmalarında hiçbir zaman etnik kimliklerini öne çıkarmadan sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği ile hareket etmişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa bu konudaki düşüncelerini Lozan Barış Antlaşmasından sonra da sürdürmüştür. Hatta bu zorakî kabullenişi, Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, Fransız muharriri Maurice Pernot’a verdiği demeçte Fransız mekteplerini örnek göstererek şöyle beyan ettirmiştir. Yabancı okulların Türk milletinin gelişiminde büyük katkıda bulunduklarını, ancak bazen vazife hudutlarını aştıklarını, gayri fenni propaganda gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarını hedeflediklerini ifade ederek; “Fransız
mekteplerinin çoğu rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir.
Şu halde, mesleki bir niteliği vardır. Binaenaleyh, dini bir propagandada bulunduklarından endişe edebiliriz Mamafih, istiyoruz ki mektepleriniz kalsın. Fakat, Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile sahip olamadıkları ayrıcalığa ecnebi mekteplerinin sahip olmasının kabulü mümkün değildir. Kurumlarınız, aynı sınıfta Türk kurumları için konulan kanun ve nizamlara uydukları sürece kalabilir. Zaten bu konu Ankara temsilcileri ile Fransız temsilcileri arasında görüşülmüş ve esaslı prensipler üzerinde uzlaşma olmuştur” demiştir.50
Bu sözlerinden Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı okullara tamamen karşı olduğu fikri çıkarılmamalıdır. O, ülkenin tam bağımsızlığını zedeleyecek, siyasi emeller peşinde koşarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmaya yönelik faaliyetler içinde bulunacak kurumlara karşıdır. Yoksa Türk milletine ilim ve irfan yuvası olarak faydası olacak, ülkenin ileri gitmesini sağlayacak dost kurum ve kuruluşlara
ne ticari ne de eğitim alanında karşıdır. Nitekim Fransız gazetecinin Fransız okullarına bu yönde bir suçlamanın olmadığını hatırlatması üzerine; yabancı okulların Türk kanun ve nizamlarına aykırı olmamak şartıyla ülkemizde kalabileceklerini açıkça ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal Paşa’nın azınlıklara karşı diğer siyasal olaylarda ortaya koyduğu gibi son derece gerçekçi bir şekilde yaklaştığı, tam bağımsızlık ilkelerinden taviz vermeden davrandığı, ortaya çıkan durumlarda mütekabiliyet esasını ve medeni ülkelerde tatbik edilen hukuku esas aldığı söylenmelidir.
Yine Hilafetin kaldırılmasından sonra Atatürk, azınlıklar ve yabancı kuruluşlar hakkında 4 Mayıs 1924 tarihinde şu demeci vermiştir.51:
“Hilafetle beraber Türkiye’de jis 4 mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patriklikler asırlardan beri ruhani daire-i salâhiyetleri haricinde muazzam imtiyazat topladılar. Halkın mütalâasına müsteniden bahşedilen hukuk haricinde imtiyâzât ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabil değildir. Mazide
bilhassa Abdülhamit’in hal’inden sonra Kanun-i Esasimizi ve Meşrutiyet kavanînimizi Garbın medeniyet makinesine imtisalen tadil etmeye çok çalıştık. Fakat bu teşebbüsümüz akim kaldı. Zira her hatvede patrikhaneler ve hilâfet gibi siyasi, dini müessesatın hukuku ile karşı karşıya geldik.
Asırlarca evvel Türk-Müslüman ecdadımız bu memlekette hükümran olduğu zamanlarda siyasi, dini salahiyeti haiz rüesa tarafından idare edilmekte olan cemaatler buldular. O devirde itikadat-ı diniyelerî fatihlerin itikadatından farklı olan anasır-ı mahkûme ile telif-i beyn lüzumu hissedilmişti. Bu sebeple bu ilk fatihler, zir-î hâkimiyetine aldıkları muhtelif millîyetleri kendi mutat reis-i dinileri
vasıtasıyle idare etmeyi münasip buldular ve bu reislere -dini reislere- büyük bir salâhiyet verdiler.
Halifenin ve patriklerin bu imtiyazatı kavaninimizin. esasını teşkil etmişti. Bu nizamat vaktinde müdebbirane bile olsaydı yine bir tehdit teşkil eylerdi. Zira terakkiyatımızı tehir ve işkâl eyledi ve bu sebeple yalnız Türkiye, Avrupa’da komşusu olan bütün milletler arasında geride kaldı. Hükûmeti işlemiyordu. Patrikhanelerin veya hilâfetin itirazatına maruz olmaksızın hiç bir ıslâhat veya terakkiperver fıkr-i usul idaremize ithal edilemiyordu. Mamafih usullerimizden bazılarının tebdili zamanı geldi ve o vakit hilâfette bütün tebeddülata karşı şedit bir husumet keşfettik. Patriklerin hiddetini tahrik etmeden usul-i tedrisimiz tebdil edilemezdi. Bunlar muavenet maksadıyla daima ecnebi hükûmetlere müracaat ediyorlardı.
Asırlardan beri Rusya, İstanbul Rum Patrikliği üzerindeki hegemonyası sayesinde İşlerimiz üzerinde muzır bir nüfuz sahibi oldu. Rum, Ortodoks ve Ermeni patrikhaneleri vasıtasıyla idare usulümüz, diğer kilise idareleri ihdasını elzem kıldı. O vakit Rum-Katolik patriğini ve Yahudilerin hahambaşlarmm tasdike mecbur olduk.
Protestanlık zuhur ettiği zaman, İstanbul’da bir Protestan kilisesi mümessilinin bulunması kabul zarureti karşısında kaldık ve Rum Patrikhanesinin imtiyazatına müşabih imtiyazlar verdik.
Son zamana kadar vergiler kiliseler vasıtasıyla tahsil edilirdi. Yani hükûmet, servetleri üzerine vergi vazetmekle beraber, vergilerin tahsilini her mıntıkada hususî reis-i ruhanîlere terk ederdi.
Tabir-i diğerle meselâ beş yüz Protestandan mürekkep bir cemaatten bir kütle halinde vergi alınır ve bu vergilerin tevzi ve tahsili hakkında bir söz söylenemezdi. Sermaye vergileri de aynı suretle toplanmak lazım gelirdi.
Patrikhanelerin ve hilâfetin imtiyazatına tevfikan, hükûmet tedrisat usulünü ıslah edemezdi. Türkiye’de yerleşmiş olan her cemaat, ister resmen salâhiyet almış bulunsun, ister bulunmasın, kendi dini mekteplerine ve liselerine mâlikti, imparatorluk hududu dahilinde de her millet kendi lisanını ve dinini talim ederdi. Fakat bu mektepler ihanet projelerine hizmet ettiler. Ermeniler Türk hâkimiyeti altında, açıkça müstakil bir kraliyet lehinde çalışıyor, ecnebi anasırın fiili muavenetiyle hayallerini hiz-i fiile îsal için mütemadiyen entrikalarda
bulunuyorlardı.
Bizimle dört yüz sene yaşamış olan yerli kavimler, günün birinde kendilerini gayr-i müstahlâs addederek Türklerin boyunduruğundan kurtulacakları günü düşünmeye başladılar. Mekteplerinde kendi lisanlarını ve dinlerini talim ettiler ve taht-ı hâkimiyetinde yaşadıktan hükûmeti yabancı saydılar.
Diğer milletlerle aynı hal vaki oldu. Türkiye’de mektepler ve kiliseler tahrikatın ocağı idi. Gayrimüslim anasır, hatta imparatorluk hududu dahilindeki Müslüman Araplar, aynı maksatla mekteplerinde Türk lisanının talimini ihmal ettiler. Böyle bir vaziyete İngiltere, Fransa, Amerika veya her hangi bir milletin ne kadar zaman tahammül edebileceklerini sorarız.”
20 Nisan 1924 kabul edilip Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun uygulanan anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunun 88. Maddesi
“Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür”.52
Bu anayasada herhangi bir ırk, din ve kültüre bakılarak Türk vatandaşlığı belirlenmemiştir.
Buradaki Türk kavramı yalnızca Türk soyluları tanımlamak için de kullanılma mıştır.
Çünkü anayasanın bu maddesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesi kucaklayan bir yaklaşımdır.
Nitekim 1931 yılında Atatürk, Türk Milleti ve millîyet anlayışını şöyle ifade etmektedir: “Türk Milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabii
ve tarihi vakalar şunlardır:
A) Siyasi varlıkta birlik
B) Dil birliği
C)Yurt birliği
D) Irk ve Menşe birliği
E) Tarihî karabet (Yakınlık)
F) Ahlakî karabet.
Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde kamilen yok gibidir. Daha umumi bir tarif yapabilmek için diyelim ki bir cemiyete millet diyebilmek için bu şartlar kamilen veya kısmen bir arada bulunmak lazımdır. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi diğer her millet ayrı olarak mütalaa edilmedikçe
millîyet fikrini umumi ve fenni olarak tarif etmek güçtür. Çünkü tespit ettiğimiz şartlar insanları millet halinde teşekkülüne umumiyetle yardım etmişlerdir. Fakat bu tarz teşekkülden başka, adeta bu şartların tesirini kale aldırmayan millet teşekkülü de vardır. Mesela, İngilizler ile Amerikalılar aynı lisanı konuştukları halde ayrı ayrı milletlerdir, sonra İsviçre de lisanları menşeleri başka başka üç unsur vardır. Alman, Fransız, İtalyan bunlar İsviçreli namı altında bir millet itibar edilmektedir. Cemahir-i müttehide de beyaz ırkla kırmızı derili insanlar dirsek dirseğe yaşayan Amerikalıdırlar. Bugün asri milletler olan Fransızların,İngilizlerin muhtelif ırkların tesalübü neticesi olduğu malumdur.
6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder