ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 6
..Bugün Türk Cumhuriyetini kurmuş olan Türk milletini mütalaa ederken bulduğumuz şartları tekrar gözden geçirelim:
A) Siyasi varlığımızın haricinde başka ellerde başka siyasi zümrelerle isteyerek yada istemeyerek teşrik-i mukadderat etmiş bizimle dil, ırk, menşe birliğine malik ve hatta yakın uzak tarih ve ahlak yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır. Tarihin bin bir hadisesinin neticesi olan bu hal Türk milleti için elim bir hatıradır, fakat Türk milletinin tarihen ve ilmen teşekkülündeki asaleti, tesanüdü asla haleldar edemez.
B) Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlanmız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler- birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden maada-hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hâsıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Ayrı ve kesretli cemiyetlere mâlik olduklarını iddia etmiş ve bu yüzden Türklerle birleşip bir millet teşkil etmemiş olan Araplar- hem de dinlerini kabul ettiğimiz halde- acaba bugünkü esaretlerinden memnun mudurlar?
C) Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar mukadderat ve talilerini Türk millîyetine vicdani arzularıyla rabt ettikten sonra kendilerine yan gözle yabancı nazarıyla bakılmak Türk milletinin asil, medenî ahlakından beklenebilir mi? Bundan sonra müşterek millî fikrin ahlâkın hissin heyecanın hatıra ve ananelerin efradında meydan gelmesini ve kökleşmesini temin eden müşterek mazinin birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren müşterek dilin milletlerin teşekkülünde en mühim âmiller olduğunu bir defa daha kaybettikten sonra millet hakkında ikinci derece unsurları kale almayarak mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tarifi bizde alalım:
A) Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan;
B) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan;
C) Ve sahip olunan mirasın muhafazasının beraber devamı hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir...
Tespit ettiğimiz tariften mülhem olarak diyebiliriz ki millîyet meselesi ferdî ve müşterek hürriyet meselesidir.”.53
21 Haziran 1934 Tarihinde Çanakkale’de bazı Yahudilerin dövülmesi ve evlerinin yağmalanması ile başlayan olaylar 1500 kadar Yahudi’nin İstanbul’a sığınmasına yol açtı. 25-26 Haziran’da bölgeye İran şahı Pehlevi ile gelen Atatürk, Deli Salamon adlı bir Yahudi’nin kendilerine halkın kendileri istemedikleri şikayeti üzerine kim istemiyor? Polisler mi memurlar mı ? diye sormuştu. Yahudi’nin buna verdiği cevap halk istemiyor olunca, Atatürk halk istemezse beni de kovar şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra Atatürk olayı inceleyerek ve yetkililere Yahudilerin korunması emrini vermiştir.54
Mustafa Kemal Paşa, Lazları, Kürtleri ve Çerkezleri Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe, ahlâka, hukuka sahip bulunmaları ve Hıristiyan ve Musevileri’de mukadderat ve talihlerini Türk Milletine bağlamaları ile Türk Milleti kavramı içine yerleştirerek oldukça pragmatik, ırkçı olmayan, gayrimüslimleri dışlamayan, birleştirici bir millet tanımı yapmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre azınlık
kavramı içine yalnızca Müslüman olmayanlar yani gayrimüslimler girmektedir. O’nun bu konudaki görüşleri yeni Türk devletinin azınlık, vatandaşlık ve millet siyasetinin esaslarını belirlemiştir. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın millet anlayışı aynı coğrafyada yaşayan, ortak tarih ve menfaat birliğine sahip, dil ve kültür bütünlüğü içinde beraber yaşama arzusu taşıyan bireylerin, kanun önünde eşitliği esasına dayanmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın bu millet ve vatandaşlık anlayışı hem tarihî süreç, hem de Osmanlı Devlet tecrübesi ve herhalde en çokta reel-politiğin meydana getirdiği gerçekçi, çağdaş ve insanî bir yaklaşımdır. Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra birleştirici unsur olarak din eksenli bir kimlik yerine yavaş yavaş millet eksenli bir kimlik ortaya koyacak ve bunu kitlelere mal edecektir. Mustafa Kemal Atatürk’ün vatandaş ve millet anlayışında önemli gördüğü diğer bir unsurda din devletlerin de görülen çok hukuklu sistemin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü çok hukuklu devletlerde azınlıklar için ayrıcalıklar bulunduğu gibi, aynı zamanda sosyal, siyasi ve hukukî kısıtlamalar bulunmaktadır.
Yani çok hukuklu sistemde kanun önünde eşitlik ilkesi yoktur.
Halbuki demokrasin birinci şartı kanun önünde eşitliktir. Yapılan hukuk inkılapları sayesinde ülkede cins, ırk, inanç, sınıf ayrımı yapılmaksızın kanun önünde herkes eşitlenmiştir.55 Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nde ayırımsız, eşit, saygın ve çağdaş bir vatandaşlık anlayışının inşa edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Mustafa Kemal, Türk Milleti’ne mensup olmak için yalnız Türk soyundan gelmiş
olmayı yeterli bulmamaktadır. Bu nedenle millet ve vatandaşlık anlayışını Ne Mutlu Türküm Diyene sözüyle çok güzel formüle etmiştir.
Sonuç
Millî Mücadele sonunda Cumhuriyet idaresini kuran Türkiye’nin bugün Birleşmiş Milletlerin öngördüğü hükümlerinin ruhuna bağlı düzenlemeleri daha 1920’lerden itibaren azınlıklara uygulanmaya başladığı unutulmamalıdır. Türkiye’de laik ve demokratik bir idarenin kurulması ile azınlıklar kanun önünde hiçbir ayrıma tabi tutulmadan, Türk vatandaşlarının sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerden
eşit şekilde yararlanarak huzur ve refah içinde yaşamaktadırlar. Azınlıklar, kiliselerinde ve sinagoglarında özgürce ibadet etmekte, okullarında kendi dillerinde eğitim görmekte, yayın yapmakta, derneklerinde sosyal ve kültürel faaliyetlerini sürdürmektedirler. Günümüzde Atatürk’ün hayranı olduğu Türk kimliği bazı çevreler tarafından yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda Türk kimliği yerine hiçbir alt kimliği dışlamadığı iddia edilen Türkiye Halkları kavramının bir diğer ifade şekli Türkiyeli! Türkiyelilik üst kimliği teklif edilmektedir. Alt kimlik, bireyin içinde doğduğu objektif olmayan bir kimlik olarak tanımlanmakta, üst kimlik ise devletin vatandaşına empoze ettiği bir anlamda, vatandaşlığı ifade eden bir kimlik olarak tanımlanmaya çalışılmakta dır.56 Türkiyeli veya Türkiyelilik yaklaşımı Osmanlı Devletini kurtarmaya yönelik kullanılan başarısız olmuş din, dil, ırk ve mezhep farkı gözetmeyen Osmanlıcılık
anlayışına benzemektedir. Bu şekilde gönüllü vatandaşlık olgusunun yerleşeceği ni düşünenler Türkiyeli yaklaşımıyla aslında Neo-Osmanlıcılığı önermektedir ler. Millî devletlerin oluştuğu bir çağda Osmanlı Devleti’ne gönüllü vatandaşlar kazandırmayı hedefleyen bütünleştirici Osmanlıcılık yaklaşımının başarılı olamadığı bir tarihî deneyimden sonra, bu gün küreselleşme karşısında erozyona uğradığı düşünülen millîyetçilik düşüncesinin yerine daha az dışlayıcı neo-Osmanlıcılığın/ Türkiyeliliğin önerilmesinin ne kadar başarılı olacağı tartışılabilir. Belki de Avrupa Birliği bağlamında benzeri tarihi deneyimlerin tartışılması öğretici de olabilir.
Bazı araştırmacılar ise, alt ve üst kimlik kavramına farklı yaklaşmaktadır.
Bu yaklaşıma göre; bir devleti kuran, dili, kültürü ve düşünce sistemiyle onu temsil eden topluma standart toplum ve egemen toplum denilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türklük bir üst kimlik değil standart kültürdür. Çünkü devleti kuran ve nüfusun yüzde sekseninden fazlasını temsil etmektedir. Standart toplumdan farklı ve sayıca az olan unsurlarsa yan kültür alanını oluşturur. Ancak Türkiye’de egemen veya standart toplum olan Türklerin tarihi tecrübesi yan kültür unsurlarını öteki olarak değil, kuşatan, anlayan ve bütüncül bir özelliğe sahiptir. Bu görüş Avrupa ülkeleri ve ABD içinde geçerlidir. Hiç kimse bir Almanı Ben Almanım, bir Fransızı Ben Fransızım, bir İngilizi ben İngilizim demekten uzaklaştırmaz.57
ABD toplumu iki yüz elli etnik guruptan oluşmaktadır. Fakat bu devleti kuranlar beyaz Anglosakson-Protestan kökenli unsurlardır.
Ötekiler bu standart toplum veya kültürde yaşamak durumundadır. Azınlık hakları içinde her etnik gurubun ayrı bir federe devlet dahi kurma hakkı yoktur. Böyle bir hakkın varlığını iddia etmek, demokrasi fikriyle de bağdaşmaz. Bir ülkede özel haklara sahip bazı bölgeler kurulacaksa, bunun gerekçesi o bölgede yaşayan etnik veya dini azınlığın bulunması değildir. Çünkü millî bir uzlaşma ile kurulmuş bir devletin yapısı, yine millî bir uzlaşma ile bozulabilir. Nitekim Dünya İnsan Hakları Konferansı, 1993 yılında yayınladığı Viyana bildirgesinde kendi kaderini tayin hakkının, eşit haklar ilkesine uygun olarak ırk, din ve renk ayırımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükûmete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen veya tamamen parçalayacak herhangi bir eylemin desteklenmesi veya bu eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanmayacağını açıklamıştır.
Burada dünya üzerindeki altı binden fazla farklı dil konuşan toplulukların hepsinin kendi kaderini tayin hakkı kullanmalarının dünyayı yaşanılır bir yer yapıp yapmayacağını takdirlerinize bırakıyorum.
Ne yazık ki Türk toplumu dilde, duyguda, kültür ve inanç sistemlerinde ortak bir paydada birleşerek ulus-devlet olgusunu tamamlayamadan bütün ulus devletler gibi küreselleşme olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Aslında Kemalist sistem kendini bulmayı veya kendine dönmeyi hedefleyen bir Türkleşme serüveni değil, aksine yitirilen Türk kimliğini yeniden inşa sürecidir.58 Hiç şüphesiz uluslaşma
sürecindeki gecikmede varisi olduğu Osmanlı Devleti’nde uygulanan çok kültürlü yapının da önemli bir payı vardır. Ancak bir süre için dezavantaj gibi görünen bu durum farklılıkları yüzyıllarca bir arada yaşatmayı başarmış Türk topluluğu için, küreselleşme karşısında tarihi tecrübesine dayanarak yeni avantajlara dönüştürülebilir.
Gelinen bu süreçte Türk aydınları farklılıkları zenginlik sayan bir anlayış içinde yeni azınlıklar veya ötekiler yaratarak çatışma alanları oluşturma yerine devlet ve toplumun hafızasında yer etmiş birbirine güvensizlik ve şüpheciliğin ortadan kaldırılmasına çalışmalıdır.
Ayrıca toplumdaki farklılıklar, renklilik ve kültürel zenginlik sayılarak Türk kimliği ile ahenkli bir denge ve işbirliği kurarak varlığını barışçı, modern ve demokratik bir şekilde devam ettirebilir. Bu konuda Atatürk, 24 Mart 1933 tarihinde verdiği demeçte; gelecekte sömürgecilik ve emperyalizmin yeryüzünde bir gün yok olacağını ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen
yeni bir ahenk ve işbirliği çağının hâkim olacağını söyleyerek dünya üzerindeki farklılık oluşturan unsurların ve görüşlerin öneminin kalmayacağına işaret etmektedir.59
Umarız, aydınlarımız için Türkiye ve Türklere saldırının çok yaygın olduğu bir dönemde Atatürk’ün azınlıklar konusuna nasıl baktığının yeniden hatırlatılması faydalı olacaktır.
EK-I
Lozan Antlaşması’nda azınlıkların durumunun ele alındığı maddeler şöyledir:
Madde 37: Türkiye, 38.maddeden 44.maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiç bir kanunun, hiç bir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiç bir resmî işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiç bir kanun, hiç bir yönetmelik (tüzük) ve hiç bir resmî işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.
Madde 38: Türk Hükûmeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma (millîyet, nationalite), dil soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.
Türkiye’de oturan herkes, her inancın dinin ya da mezhebin kamu düzeni ve ahlâk kurallarıyla çatışmayan gereklerini ister açıkta isterse özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır.
Müslüman olmayan azınlıklar bütün Türk uyruklarına uygulanan ve Türk hükûmetince ulusal savunma amacıyla ya da kamu düzeninin korunması için ülkenin tümü ya da bir parçası üzerinde alınabilecek tedbirler saklı kalmak şartıyla dolaşım ve göç etme özgürlüklerinden tam olarak yararlanacaklardır.
Madde 39: Müslüman-olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır.
Türkiye’de oturan herkes din ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacaktır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı hiç bir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla (medeni haklarla) siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.
Herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.
Devletin resmî dili bulunmasına rağmen Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımın dan uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.
7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder