6 Kasım 2019 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER, BÖLÜM 7

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÜN DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER,  BÖLÜM 7



CİLT IV. ATATÜRK’ÜN TAMİM TELGRAF VE BEYANNAMELERİ : 

1964 yılında 649 sayfa olarak yayınlanan bu yapıt, Atatürk’ün 1917 yılında Osmanlı Devleti henüz savaştan çekilmeden Başbakan ve İçişleri Bakanı olan Talat Paşa’ya ve Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı olan Enver Paşa’ya ayrı ayrı gönderilen genel değerlendirme raporuyla başlar. Yapıt, 1938 Eylül ayında Hatay’ın anavatana katılmasından önce bağımsız devlet konumunu kazandığı 
kısa bir süre içinde başa gelen yeni yöneticilere kutlama telgraflarıyla son bulur. Atatürk’ün kronolojik bir sıralama içinde derlenmiş resmi yazışmalar, telgraflar, raporlar ve genelgelerdeki imzaları bile bu yapıta Atatürk araştırmacılığı açısından özel bir kimlik kazandırmaktadır. 

Şöyle ki kitapta Atatürk’ün ilk imzaları Yedinci Kolordu Komutanı Mir-i Liva Mustafa Kemal’dir. İlerleyen tarihler içinde, görev ve sorumluluklarına göre Fahri Yaver Hazreti Şehriyari Yıldırım Orduları Kıtaatı Kumandanı, 9. Ordu Müfettişi, Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal imzalı yazıları, 7 Temmuz’da askerlikten istifasıyla sadece Mustafa Kemal’e dönüşür. Erzurum Kongresinde Heyeti Temsiliye’nin kurulmasından sonra Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliye azası olarak imzaladığı yazıları, Sivas’ta Kongre Reisi, sonra Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi namına, 1920’de TBMM’nin açılışından sonra, 24 Nisan’dan başlayarak Büyük Millet Meclisi Reisi unvanıyla imzalanmıştır. 9 Ağustos 1921 (1337)den 4 Ocak 1923’e kadar 
Başkumandan sözü de eklenmek üzere, kimi zaman da sadece Başkumandan olarak imzalanmış yazışmalar, bu tarihten sonra Gazi Mustafa Kemal, 1 Kasım 1923’ten sonra Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, soyadı yasası çıktıktan sonra da 2 Aralık 1935’den başlayarak Kemal Atatürk olarak imzalamaktadır. Atatürk’ün bu yapıtın belgelerindeki unvanları bile Birinci Dünya Savaşı bitiminden ölümüne kadar olan zaman diliminin akışını izlemek açısından işlevseldir. 

Kitapta ilk belge olan yukarıda değindiğimiz raporda Atatürk, savaş sona ermek üzereyken ülkedeki durumu “evlerinde kalan ahali…ya kadınlardan, ya acizlerden veya firarilerden ibaret….cihanın en müşkül işlerini görmek üzere bin mevcutlu taburlarla bana gönderilen 59. fırkanın ellisi ayakta durmaya mecalsiz zuafadan ibaret olduğundan tefrik edilmiş ve sağlam kalan efrat 17/20 yaşındaki 
neşvünemasız çocuklarla 45/55 yaşındaki amelimandalar” “…harp devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike her taraftan çürüyen binayı muazzamı saltanatın birgün dahilen birdenbire ve hep birden çökmesi ihtimalidir” “..Bu muhtasar nazari umumiden neticei istidlalim….imkanı halas ve hayat mevcut olup ancak tedabiri saibeyi bulmak”37 sözleriyle anlatmaktadır. Bu bilgi, savaş biterken Osmanlı’nın yüz yüze kaldığı kara tabloyu çizerken, dikkatli bir bakışla görüleceği gibi, çok kısa bir süre sonra başlayacak olan Kurtuluş Savaşı’nın insan gücünü de ortaya koymaktadır. 

Değindiği güçsüzlük içinde bile umutsuzluk sözünü ağzına almayan Atatürk, işte burada söz ettiği halkı örgütleyecektir. Raporun geri kalan ekinde bir iki ayrıntı daha vardır: “Falkenhayn (Kumandası altında bulunduğu Alman General) her vesilede herkese karşı.. Alman menfaatini en ziyade düşüneceğini söyleyecek kadar ne askerî ne siyasi Falkenhayn’a asla itimadım yoktur… Hakikatte ideali bütün Arabistanı Alman idaresine almak idi... 
Araplar Türklere düşmandır… 
Bu halde takviyei hükûmet ve memleket şartı şöyle dursun memleket kamilen bizim elimizden çıkarak bir Alman müstemlekesi haline girmiş olacaktır. 

Bu devirde memleketin hiçbir köşesinin herhangi bir ecnebi tahtı nüfuz ve idaresine verilmesi hayatı saltanatı katiyen ihlal ve iptal eder.” Bu durumda ya Sina’nın tek kumandanı olmak veya 7’nci ordu kumandasının kendisinden alınmasını istemektedir. 

Bu belge, Atatürk’ün askerî ve politik bilgisine olduğu kadar özgüvenine de çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. 

Mondros’un Karadeniz’de uygulanmasını sağlamakla görevlendirilerek için padişah tarafından Anadolu’ya gönderilen Atatürk’ün amacının ulusal Kurtuluş Savaşı örgütlemek olduğunun anlaşılması üzerine geri çağırılması, onunsa askerlikten istifa etmesi, Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul’un baskısını üzerinde hissetmeden örgütlemesine ortam oluşturacaktır. Ancak, istifa dilekçesindeki “Bundan sonra gayei mukaddesei millîyemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere sinei millette bir ferdi mücahit suretile bulunmakta olduğumu tamimen arz ve ilan eylerim.”38 sözleri, dolambaçlı yola sapmayarak amacını ortaya koymasıdır. Üniformasını giydiği devlete karşı tavır almayı içine sindiremeyerek resmi bağlantılarını kestiğini de gösteren bu istifa mektubunun benzeri, aynı mücadeleye katılan Rauf Bey tarafından da yazılmıştır. Şu farkla ki Rauf Bey istifasında “hilafet ve saltanat kurtarılana kadar” sözünü kullanmıştır. Kısacası, söz konusu dilekçe, daha millî mücadelenin ilk adımında bu mücadelenin önde gelen isimleri arasında ülkü birliği olmadığını belli eden önemli bir belgedir. 

Sivas Kongresi’nde Mondros’tan sonra işgale uğrayan bölgeleri savunmak için oluşturulan bütün kuruluşların birleşerek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulduğunu Sivas Valiliğine bildiren 11 Eylül tarihli dilekçe ve ekli beyanname, Atatürk’ün yasallık olgusuna bağlılığının çok önemli bir göstergesidir. Dünyanın Anadolu’daki harekete bir ihtilal, düzene başkaldırı olarak baktığı günlerde O, askerlikten istifa etmiş bir ihtilal lideri olarak her hangi bir makama bağlı olmadan hareket edebilecek durumdayken ülkenin 
yasaları çerçevesinde hareket etmekle, bir bakıma ülkü birliğinde olduğu kimselere kurulacak yeni Türk devletinin yasaları önde tutan bir hukuk devleti olacağını anlatmaktadır.39 Stratejik işgal altındaki İstanbul’da Sivas Kongresi ile toplanması sağlanan Meclisi Mebusanın sağlıklı bir çalışma yapamayacağını bilerek Meclis çalışmalarını daha yakından izlemek üzere Heyeti Temisliye ile Ankara’ya gelmesi uzak görüşünün, Ankara’daki meclisi de ancak İstanbul’un resmen işgal edilmesi üzerine toplamasıysa devlet saygısının göstergeleridir. 
Anadolu’daki harekete katılmak isteyen İstanbul’dan kaçan mebuslar, gazeteciler ve Veliahd Yusuf İzzet Paşa ile ilgili bilgilendirme yazışmalarının her biri, Atatürk’ün ulusal egemenliği her kavramın önünde tuttuğunun ve sarsılmasına asla razı gelmeyeceğinin ifadeleridir.40 

Millî Mücadele kadrosunu idam cezasına çarptırarak halkı olumsuz yönde etkilemeye çalışan İstanbul hükûmetine aynı silahla karşılık verip Ankara Müftüsüne millî mücadeleye katılmanın caiz olduğu fetvası verdirmesi 41, halkın psikolojisini çok iyi bildiğinin göstergesi sayılabilir. 

Cumhuriyetin duyurulmasından sonra bu yapıttaki belgeler de öbürleri gibi hem sayıca azalmakta hem içerik olarak değişik boyutlara dökülmektedir. 1930’lu yılların ortalarındaki belgelerde öztürkçe kelimeler günümüzdekinden daha katı biçimde kullanılmış olması (11 Aralık 1935 Mülkiye Kuruluş Yıldönümü yazısındaki gibi,) yine dil devriminin gelişmesini anlatmaktadır. 42

CİLT V : Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Tamim ve Telgrafları Cilt V olarak 1972 yılında Dr. Utkan Kocatürk ve Sadi Borak tarafından yayınlanan 223 sayfalık yapıt, adından da anlaşılacağı gibi hem söylevleri ve demeçleri hem de telgraf ve genelgeleri kapsar. Bunlar, ilk dört cilt yayınlandıktan sonraki araştırmalarda karşılaşılan yeni saptamalardır. V. Cildin içeriği, ilk dört cildin her birinin türlerini sıralayarak hazırlanmıştır. Şöyle ki, ilk bölümü TBMM konuşmaları, ikincisi yurt gezileri ve Meclis dışı konuşmaları, üçüncüsü genellikle yerli ve yabancı gazetecilerle söyleşiler ve demeçler ve dördüncü bölümü telgraflar ve genelgeleri içermektedir. Bu yapıt, Sivas Kongresi’nin bitiminden sonra, 13 Eylül tarihinde Tasvir-i Efkar muhabiri ile söyleşiyle başlayarak 1938 yılı Ekim ayına kadar uzanan bir zaman dilimini içermektedir. Gerek Büyük Millet Meclisi’nin açılışından gerek Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından ve Cumhuriyetin 
duyurulmasından sonra yeni devleti tanıyan ülkelerin sayısı çoğaldıkça bu ülkelerin Ankara’da büyükelçiliklerinin açılması biribirini izlemektedir. Büyükelçiler itimatnamelerini sunduklarında Atatürk, her birini Kurtuluş Savaşı’nın yoğun günlerine rastlasalar bile, zarif teşekkürlerle yanıtlamak tadır.43 Gerek büyükelçilere verilen yanıtlar, gerekse büyükelçilerin Atatürk tarafından kabul edildiklerinde verdikleri söylevlere yanıtlar, öbür ciltlerde olmayan yeniliklerdir. 

Bu yanıtlar, her birinde Türk dış politikasına egemen barış ilkesinin işlenmesi kadar Türkiye’yi resmen tanımaları sıralamasını da göstermektedir İçlerinde 6 Ağustos 1925 tarihi ile Yunan Sefiri’ne verilen yanıttaki son cümle 

“Bu mesainizde hüsn-i muvaffakiyetinizi diler ve Yunanistan’ın saadet ve refahı hakkındaki temennilerimi beyan eylerim” yıllarca süren Türk-Yunan çarpışmalarının acılarını silmek isteğini yansıtırken Atatürk’ün bir kez daha barışçı kimliğini ortaya koyan bir anlatımdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin 
Türkiye’yi resmen tanımadaki gecikmesi de bu belgeler arasında ilginç bir noktayı hatırlatmaktadır. 
Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinden kendisini ön plana çıkarmak sevdasında bir kimse olmadığını anlamaktayız. Bu ciltte 1922 yılı Ocak ayında Vakit Gazetesi Başyazarı ile söyleşisinde ailesini ve kendini anlatması türünün ender karşılaşılan örneklerindendir.44 ''
Her cildi Kurtuluş Savaşın’dan Atatürk’ün ölümüne kadar bir tarih dilimini aydınlarıcı belgeler olan Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, tarihsel olaylara ışık tutmak kadar Atatürk’ün özelliklerini de anlatan bir dizi olarak Türkiye Cumhuriyeti Tarihi çalışmalrında kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken yapıtlardır. Ne var ki, dil açısından günümüz Türkçesine çok uzak içeriği, özellikle genç kuşakların bu yapıtlardan gereği gibi yararlanmasını engellemektedir. 
Bu yapıtların günümüz Türkçesinde yeniden yayınlanmasını sağlamak, Atatürk ve yakın tarihimizle ilgili kurumların önde gelen uğraşılarından olmalıdır. 

Türkiye’yi içinde bulunduğu üzücü durumdan kurtarmak ve tekrar ezilen ülkelere çağdaş uygarlık yolunda ilerlemede model olan ülke haline getirebilmek, yetişecek kuşakların Atatürk’ün getirdiği aydınlanmanın bilinciyle yetişmesini sağlamak ve bunu yürütecek özgüvene kavuşturmakla sağlanabilir. Bunun için de özellikle ülke yöneticilerinin ve eğiticilerin Atatürk’le ilgili bu yapıtları anlayarak okumaları, ondan sonra da okutmaları, anlatmaları, öğretmeleri gerekir. 

Bu yapıtlarda okunanları anlamak ve değerlendirmenin, okuyanı aydınlığa ulaştıracağı hiç tartışma götürmeyen bir gerçektir. 
Bu yapıldığında Türkiye’nin bir zamanlar üstlendiği aydınlatıcı görevi yeniden üstlenmemesi ve yerine getirmemesi için bir neden kalmayacaktır. 

DİPNOTLAR;

37 Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Cilt IV s. 1-7, 11-12. 
38 İbid, s. 49 
39 İbid, s. 59, 60 
40 İbid, S. 259, 273, 277, 288. 
41 İbid, s. 298. 
42 İbid, s. 575. 
43 Söylev ve Demeçler, Cilt V, Ank. 1972, s28, 29, 31, 35 v.s.. 
44 İbid, s. 84-95 



ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA: ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 

Yrd. Doç. Dr. Gülseren AKALIN 

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli atılımlar, devrimler gerçekleştirilmiştir. 
Gündelik hayattan eğitim ve bilime, ekonomiden tarım ve sanayiye kadar pek çok alanda yapılan çalışmalarla çağdaş bir cumhuriyet kurulmuştur. Elbette, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında sanat alanında atılan adımlar da çok önemli bir yere sahiptir. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilmesi Geleneksel Türk sanatının yanı sıra çağdaş sanatlarla da ilgili çalışmalar yapılması için ortamın oluşturulması, yeni kurumlar kurulması, bu kurumlara ve kişilere imkânlar sağlanması gerekiyordu. 

Ülkemizde klasik Batı müziği, opera, bale gibi sanat dallarının sahnelenmesi ve icra edilmesi de Cumhuriyet ile birlikte yaygınlaşmıştır. Osmanlı döneminde İtalyan gruplarının İstanbul’da sahnelediği operalarla Türk toplumu bu sanatla tanışmıştı ancak Türk toplumu birtakım girişimler olsa da uzun süre kendi dilinde operasını yazamamış, besteleyememiş ve sahneleyememişti. İlk Türk operasının librettosunun yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi Cumhuriyet döneminde mümkün olmuştur. Yazılan bestelenen ve sahnelenen ilk Türk operası Özsoy’dur. Özsoy, Türk opera tarihinin başlangıcıdır, Türk müzik tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ancak Özsoy, Türk opera ve müzik tarihinin önemli bir eseri ve bir ilk olma özelliğinin yanı sıra Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasını şekillendiren bir düşüncenin aracı ve Atatürk’ün dehasının bir sonucudur. 

Bir opera, Türk dış politikasını şekillendirmede nasıl aracı olabilir? Bir opera eseri, müzik sanatı ve müzik tarihi dışında dış politika alanında nasıl önem kazanır sorusu, ancak Atatürk’ün dehası ile açıklanabilir. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası Özsoy, Atatürk’ün isteği ile yirmi yedi günde hazırlanarak İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında sahnelenmiştir. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 1934 yılı Haziranında Türkiye’ye yapacağı resmî ziyarete Atatürk büyük önem veriyordu. Çünkü XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Türkiye ve İran toprakları başta İngiltere ve Rusya olmak üzere birçok devletin çıkar çatışmasına hedef olmuştu. Özellikle İngiltere ve Rusya, zaman zaman bölgeyle ilgili emellerinde birbirlerini karşılarına almamak için aralarında üstünlük paylaşımı diyebileceğimiz antlaşmalar yapmışlardı. Dünya tarihini ve Türk tarihini çok iyi bilen ve olayları çok iyi değerlendirme yetisine sahip olan Atatürk, geçmişte 
benzer gelişmeleri yaşamış ve XX. yüzyılın başlarında bağımsızlıklarını elde etmiş bölge ülkelerinin gelecekte de aynı tehlikeleri yaşamamaları için bağımsızlıklarını korumaları düşüncesindeydi. 

“Devrimler ve düşünceler sanatla yayılır” ilkesini benimsemiş olan Atatürk, 1934 yılında İran Şahı’nın ziyareti sırasında dış politikadaki düşüncelerini Özsoy operası adı altında Şah’a anlatmayı tercih etmiştir. Bu düşünce, istenilen sonuca ulaşmayı sağlamış ve aralarında bazı anlaşmazlıklar olan İran, Irak, Afganistan ve Türkiye’nin 1935’te hazırladıkları ancak iki yıl sonra imzaladıkları Sadabad Paktı, Atatürk’ün büyük dehası sonucu gerçekleştirilmiştir. 

Sadabad Paktı’nın kurulmasıyla ilgili birçok sebep gösterilebilir. Ancak bu sebeplerin arasında Atatürk’ün konusunu bizzat kendisinin seçtiği, kurgusunu tasarladığı ve Türk – İran dostluğunu vurguladığı Özsoy Operası da önemli bir yer tutar. Özsoy’un yalnızca Şah’ın Türkiye’yi ziyareti sırasında yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi de bu düşüncenin doğruluğunu ortaya koymaktadır. 

İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti ile ilgili hazırlıklar aylar öncesinden başlamıştı. Şah, daha Türkiye’ye gelmeden gerek Türkiye’de gerek İran’da gerek bölge ülkelerinde ve dış dünyada, yapılacak bu ziyaret önemli yankılar bırakıyordu. İran Şahı’nı sınırda karşılamak üzere Üçüncü Ordu Müfettişi Ali Sait Paşa başkanlığında bir heyet de görevlendirilmişti (Hâkimiyet-i Millîye, 10.06.1934: 1). Türkiye’deki gazeteler de İran’ın önemi, tarihte Türk – İran ilişkileri, iki ülkenin iş birliği sonucunda bölgede meydana gelebilecek olumlu gelişmeler üzerine yazılar yayımlamaya başlamıştı.1 

Durum İran’da da farklı değildi. İran Başbakanı Sadık Han, Millî Şûra’da yaptığı konuşmada İran ve Türkiye arasında geçmişten gelen ve yüzyıllarca süren anlaşmazlıklar bulunduğunu belirtmiş, bu anlaşmazlıkların her iki tarafa da zarar verdiğine dikkat çekmiştir. 

Yeni İran ile yeni Türkiye’nin başına gelişme ve yükselme yollarında öncülük eden görgü ve bilgi sahibi kişiler geldiğini, her iki önderin de kişisel arzu ve isteklerini bir yana bırakarak yalnızca ülkelerinin ve uluslarının selametini düşünüp İran ile Türkiye arasında dostluk bağlarını geliştirme düşüncesinde olduklarını söylemiştir. 

İşte böyle bir ortamda Şah’ın Türkiye gezisi 3 Haziran 1934 Pazartesi günü Tahran’dan hareketiyle başlar. Doğu illerimizden başlayıp Karadeniz’den Ankara’ya oradan da İzmir’e, İstanbul’a ve pek çok il ve ilçeye gidecek olan Şah’ın ziyareti, bölgede yeni bir ittifak kurulması düşüncesindeki Atatürk için önemli bir fırsattı. Bu nedenle, bu resmî ziyaretin anısını yaşatmak için çeşitli çalışmalar da yapılmıştı. Bunlardan biri de Darphane’de basılan 150 adet madalya olmuştur. Madalyaların bir tarafında Şah’ın diğer tarafında da 
Atatürk’ün resimleri vardır. Resimlerin altında şu cümle yazılmıştır: “İran Şehinşahı Alâ Hazreti Hümayun Rıza Şah Pehlevi Hazretlerinin Türkiye Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini ziyaretleri hatırası” (Hâkimiyet-i Millîye 3.06.1934: 1) 

Türkiye’ye girişinden itibaren Rıza Pehlevi’ye tarihten gelen Türk-İran kardeşliğini göstermek ve bu kardeşliği somut iş birliği adımlarına dönüştürmek isteyen Atatürk, konuğunun Türkiye’nin çeşitli şehirlerini, bu şehirlerdeki tarihî mekânları, fabrikaları, askerî birlikleri ve çeşitli bölgeleri ziyaret etmesini istiyordu. Ama Atatürk’ün bir düşüncesi daha vardı: İki komşu ülke halkının kardeşliğini İran Şahı’na edebî bir üslupla ve bir sahne sanatıyla anlatmak… Böylece Rıza Pehlevi’nin duygularına hitap ederek onu etki altında bırakmak istiyordu. 
Bunun için bir sanat eserine ihtiyacı vardı Atatürk’ün. Bu sanat dalı opera olacaktı… Önce, Türk – İran kardeşliğini ortaya koyacak, binlerce yıl 
öncesinden başlayan, Millî Mücadele’yi ve İran’ın yakın zamanda yaşadığı gelişmeleri konu alacak bir librettonun yazılmasına gerek vardı (Altar 1993: 308).1. 
O günün gazetelerinde İran Şahı’nın gezisi ile ilgili her gün bir habere rastlamak mümkündü. 

Operanın konusunu Atatürk Şahname’den yararlanarak belirler. Hakan Feridun’un Tur, İraç ve Selm adında üç çocuğu vardır (Altar 1993: 309). Atatürk, öyküde üçüncü kardeş Selm’e yer vermeyerek Tur ve İraç’ın ikiz kardeş olarak dünyaya gelişini, tanrıların bebekleri kutsamalarını ancak daha sonra şeytanın yani Ahriman’ın gazabına uğrayarak birbirlerinden ayrı düşmelerini, kayboluşlarını işlemektedir. 
Tanrılar tarafından kutsanmaları bebeklere ölümsüzlüğü kazandırmıştır (Saygun 1987: 39). Öykünün sonunda iki kardeş birbirine kavuşacak ve bir araya geleceklerdir (Kahramankaptan 2005: 8). Ana hatlarıyla konuyu böylece çizen ve konuyu bizzat kendisi veren Atatürk (Refiğ 1997: 24), istediği gibi konuyu en mükemmel bir biçimde kimin işleyip librettoyu yazabileceğini araştırır. Pek çok 
kişiye danıştığı gibi Halkevleri Başkanı Küçükağa Necip Ali Bey’e de sorar. Necip Ali Bey’in aklına Halkevlerinde çalışan Münir Hayri Bey gelir. Sonradan Egeli soyadını alacak olan Münir Hayri Bey’e librettoyu yazma görevi verilir (Kahramankaptan 2005: 9). 

Münir Hayri Bey, Atatürk’ün de görüşlerini ve önerilerini de alarak üç perdeden oluşan librettoyu yazmaya başlar. Ancak bu arada operayı kimin besteleyeceği sorunu gündeme gelmiştir. O günlerde Ankara’da birkaç genç kompozitör vardır. Atatürk hepsini çeşitli vesilelerle dener, ancak hiçbirinden de memnun kalmaz. Öte yandan Şah’ın ziyaret günü de yaklaşmaktadır. Librettoyu yazan Münir 
Hayri Bey’in aklına Ahmet Adnan gelir. Türk müzik tarihinin ünlü bestecilerinden olacak ve daha sonra Saygun soyadını alacak olan Ahmet Adnan’ın kapısını çalar Münir Hayri Bey. Konuyu anlatır ve Necip Ali Bey’in bu konuda kendisiyle konuşmak istediğini söyler. 

Birlikte Necip Ali Bey’e giderler. Ahmet Adnan Bey operayı besteleme görevini üstlenir ama solistlerin bulunması, koronun ve orkestranın kurulması, operanın sahnelenmesi de gerekmektedir. Bu görev de Ahmet Adnan Bey’e düşmektedir. Oysa o günlerin Ankara’sında Musiki Muallim Mektebi dışında hiçbir şey yoktur. 

Ahmet Adnan Bey, operayı besteleme işine girişmişti ama en önemlisi provaların yapılması ve eserin sahnelenmesiydi. Ayşim rolü için İstanbul’dan Semiha (Berksoy) getirtilir (Refiğ 1997: 25). 

Ahriman rolü için de Ziraat Mektebi kütüphanesinde çalışan bir kişi seçilir. Provalar sırasında yetersiz görülen bu kişi kadrodan çıkarılacaktır ama 
gösteri yaklaştığı için önceden basılan program kitapçığında bu kişinin resmi kalacaktır (Kahramankaptan 2005: 11) 

Bu yoklukların yanı sıra kişisel çatışmalar, mesleki kıskançlıklar da işin içerisine girmiştir. O zamanki adıyla Riyaseti Cumhur Orkestrası Şefi Zeki Bey 
(Üngör) çalışmalarda gereken yardımı göstermiyordu (Refiğ 1997: 24). Ahmet Adnan Bey’in yeni bir orkestra kurma girişimi üzerine Zeki Bey işi daha 
da ileri götürmüş ve yakın dostu Hasan Rıza Bey’e (Soyak): “Buraya böyle bir orkestra kurmak için onunla çalışmak için İstanbul’dan orkestra getirtmek 
istiyorlar. Hâlbuki onların içinde Rum var, Ermeni var, muhtelif milletlerden insanlar var. Buraya Atatürk gelecek, İran Şahı gelecek, bunlar suikast 
yapabilirler.” demiştir (Kahramankaptan 2005: 14). Provaları yakından takip eden Atatürk, Halkevindeki locasından Zeki Bey’in Ahmet Adnan Bey’e çıkardığı zorlukları görünce öfkelenecek ve “Bu bir devrim hareketidir!” diyerek Zeki Bey’i orkestranın başından uzaklaştıracak, şefliğe de genç Ahmet Adnan Bey’i getirecektir (Refiğ 1997: 25). 

Bütün olanaksızlıklara, güçlüklere karşın Özsoy operası yirmi altıncı günün sonunda tamamlanır ve yirmi yedinci gün, 19 Haziran 1934 günü saat 16.00’da sahnelenmeye hazır hâle gelir. 

Bu arada Rıza Pehlevi ve beraberindekiler Azerbaycan yoluyla gelerek 10 Haziran 1934 Pazar günü Gürcübulak sınır kapısından geçerler. Sınırda yapılan törenle Şah’ın Türkiye’yi resmî ziyareti başlamıştır. Beyazıt, Iğdır, Kağızman yoluyla Kars’a ulaşan Şah’a Atatürk’ün gönderdiği telgraf iletilir. Bunun üzerine Şah da Atatürk’e cevabi bir telgraf gönderir. Yolculuğuna Erzurum, Bayburt, Gümüşhane üzerinden karayoluyla devam eden ve Trabzon’a ulaşan Rıza Pehlevi geçtiği her yerde halkın büyük ilgisi ile karşılanıyordu (Ayın Tarihi Temmuz 1934: 8-14). 

1) Heyet, Samsun’a 15 Haziran günü ulaşır. Buradan yolculuğunu demiryoluyla sürdüren Şah ve beraberindekiler 16 Haziran 1934 günü Ankara’ya varırlar (Hâkimiyet-i Millîye 17.06.1934: 1). Ankara Garı’nda Şah için büyük bir tören düzenlenmiştir. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere Meclis Başkanı Kâzım, Başbakan İsmet ve Erkânıharbiye Reisi Fevzi Paşalar İran Şahı’nı törenle karşılamışlardır. Gar’dan hareket eden iki devlet adamı ve beraberindekiler doğruca Halkevine gelirler. Halkevine giden yol binlerce insanla doludur. Birkaç gün sonra Özsoy operasının sahneleneceği Halkevinin balkonunda sohbet eden iki devlet adamı daha sonra Gazi Köşküne geçerler. Böylece Şah’ın Ankara programı başlamış olur. 

Ankara’da bulunduğu süre içerisinde Rıza Pehlevi Türkiye Büyük Millet Meclisini, Kız Enstitüsünü, Ticaret Lisesini, Müzeyi ve daha pek çok yeri ziyaret etmiştir. Nihayet Özsoy operasının sahneleneceği 19 Haziran günü gelir. O gün saat 16.00’ya doğru Atatürk ile birlikte Şah Rıza Pehlevi Halkevine gelirler (Cumhuriyet 20.06.1934: 1). 

Halkevinin izleyici koltukları bakanlar, milletvekilleri, devlet erkânı ve eşleriyle dolmuştur. Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi, başta Meclis Başkanı Kâzım ve Başbakan İsmet Paşalar olmak üzere bakanlar, İran Dışişleri Bakanı ve Büyükelçisi ile beraberindekiler locada yerlerini alırlar. Günlerdir sahnelenme hazırlığı sürdürülen Özsoy operası Üvertür ile başlar. Üvertürün ardından, tarihsel olayları hikâye edecek olan Özozan sahneye gelir ve şu sözlerle kendisini tanıtır: 

Alnımda çizgilerle süzerek adım adım 
Gönlümü büyük dünle damla damla suladım 
Ey beni dinleyenler, ey karşıdaki erler, 
Tanır mısınız beni? Bana Özozan derler. 
Benim sesim haykırır, ama sazım ağlamaz, 
Gönlüm doğruyu duyar, boşa umut bağlamaz. 
Tarih diyor ki bize: 
Uygarlıklar.2 Irmağı Brakisefal soyda buldu özlü kaynağı 
Bu soy Asya’dan çıktı, dört bir yana yayıldı, 
Bu tarih, yükselişin başlangıcı sayıldı. 
Avrupa, Anadolu, İran ve Orta Yayla 
Uygarlığa.3 girdi, 
Bakın, bu büyük soyla 
Zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma 
Duran düşer, ilerden başkasına.4 inanma. 
Yüzyıllar.5 geçti böyle, tarih önünde boy boy 
Bakın size söyleyeyim nasıl doğdu büyük soy 
Gözünüzü yumunuz, gönlüm sizi kavrasın, 
Kırk bin yıl eskideyiz… 
Gözlerinizi açın. (Refiğ 1997: 60-62) 

Operanın bu bölümündeki dizelerde, o yıllarda gündemde olan Türk Tarihi Tezine göndermeler de bulunmaktadır. Özozan kendisini Homeros, Firdevsi gibi tarihteki kişilerle; anlattıklarını da Kalavela gibi destanlarla kıyaslamaktadır. Özozan’ın bu etkileyici girişinden sonra gözlerini açanlar kırk bin yıl öncesine giderler. Operanın ilk perdesinde insanlığın doğuşu, buna bağlı olarak iki karşıt öge karanlıkla aydınlığın savaşı ve bu savaşın sonucunda karanlığın yenilgisi anlatılmaktadır. İran mitolojisine göre Karanlık Dahhâk’tır, Aydınlık 
ise İran mitolojisine göre Gâve, Türk mitolojisine göre Bozkurt’tur. Aydınlığa kavuşan insanlar başlarına hakan olarak Feridun’u seçerler. 
Halkı temsil eden korolar, Feridun’un baba olması için Tanrı’ya yakarmaktadır. 

Üçüncü tabloda ise Feridun’un eşinin doğumu beklenmektedir. Ülkenin dört bir yanından beyler, bu amaçla bir araya gelmiştir. Halkın ve beylerin dileği, Hakan Feridun’un bir oğul sahibi olması içindir. Hakan Feridun’un danışmanı Başşaman ve beyler arasında İran mitolojisindeki Dahhak ile Feridun’u karşılaştıran sözlerin yer aldığı konuşmalar geçer. 

Bu sırada burçlardan yükselen boru sesleri Hakan’ın gelişini haber verir. 

Feridun’u karşılayan beyler ve halk birlikte dua eder. Gelen haberci Hatun’un ikiz çocuk doğurduğunu müjdeler. 

Bir sonraki tabloda felekler gelir. Feridun, çocuklarına adlarını şu dizelerle verir. 

Feridun – Sen ey nur topu çocuk Senin adın Tur olsun Kutlu rengin mavi, eşin ay Yoldaşın kurt olsun Sen ey sevgili çocuk Senin de adın İraç olsun Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın Yoldaşın arslan olsun Ve her ikiniz de, cesaretin, erliğin rengi al ile Temizliğin paklığın rengi beyaza birlikte sarılın. Haydi şölen başlasın Kutlayalım bu anı… (Refiğ 1997: 63) 

Ad verme töreninde kullanılan simgeler son derece dikkat çekicidir. Tur Turan halkının, İraç İran halkının atasını temsil etmektedir. 
Tur’un kutlu rengi mavi, eşi aydır. Burada Türk bayrağındaki hilale göndermede bulunulmaktadır. Tur’un yoldaşı kurt ise Türk destanlarında gördüğümüz bozkurttur. İraç’ın rengi yeşil, eşi güneştir. Yoldaşı ise aslandır. Bunlar da İran mitolojisinin simgeleridir. Her iki çocuğun da cesaretin rengi kırmızıya, temizliğin rengi beyaza birlikte sarılması da anlamlıdır. Bilindiği gibi bu iki renk de Türk bayrağında yer almaktadır. Atatürk, Şah’ı etkilemek, böylece Türk – İran ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmak için Tur ve İraç’ı ikiz kardeş olarak canlandırtmıştır. 

Feridun’un çocuklarına ad koymasından sonra yedi felek, Tur ve İraç ile ilgili iyi dileklerini belirtirler. Bu bölümün ardından şölen başlar. Tur ve İraç’ın doğumları kutlanır. Son tabloda sahnede yalnızca Hatun vardır. Kötülüğün timsali, karanlıklar tanrısı Ahriman sahneye çıkar. Şölene çağrılmadığı için çok kızgın olan Ahriman, Hatun’un yalvarmasına aldırmadan bebeklerin iki kuşak sonrası birbirlerini unutup sonsuza dek ayrı kalmaları için bir lanet okur. 

 Perde, koronun Hatun’a okuduğu iyi dilek parçası ile kapanır. 

Özsoy’un ikinci ve üçüncü sahneleri yakın dönem olaylarını konu almaktadır. Türklerin yurdu düşman işgaline uğramış verilen Millî Mücadele ile ülke bağımsızlığını kazanmıştır. İran’da da yaşanan olaylar sonucunda yeni bir dönem başlamıştır. 

Son bölümde operanın tüm kadrosu sahnededir. Sanki kırk bin yıllık tarihteki bütün kahramanlar sahnede yerini almıştır. Böylece yüzyıllar boyunca ayrı kalan Türklerin ve İranlıların bir araya gelmesiyle Tur ve İraç’ın birbirine kavuştuğu anlatılmaktadır. Oyunun bütün kahramanları sahnededir ama Tur ve İraç yoktur. Hakan Feridun Özozan’a sorar: “Oğullarım Tur ile İraç’ı göremiyorum? 
Tur ve İraç nerededir?” 

Özozan sahnenin ortasına doğru ilerler ve locada oyunu izlemekte olan Atatürk ile Rıza Pehlevi’yi işaret ederek herkesin dikkatinin locaya yönelmesini sağlar ve Atatürk’ü göstererek “İşte Tur!” der. Sonra Rıza Pehlevi’yi göstererek “İşte İraç!” der ve sözlerine devam eder: 

“Her Türk bir Tur, her İranlı bir İraç’tır.” 

Bu etkileyici sahne karşısında Rıza Pehlevi kendisini tutamaz ve ayağa kalkıp Atatürk’e “Kardeşim!” diyerek sarılır. Atatürk, bu sahnede Rıza Pehlevi ile kendisinin âdeta operanın oyuncusu olarak rol almasını sağlamıştır. Opera, âdeta Atatürk ile Şah’ın bulunduğu ortamda oynanmak için sahnelenmiştir. Nitekim daha sonra Atatürk, “Bu opera bir daha oynanmaz!” diyerek Özsoy’un özel bir amaç doğrultusunda sahnelendiğini ifade etmiştir. 

İki ülkenin millî marşlarının çalınmasıyla opera sona erer. Atatürk ve Şah, alkışlar arasında Halkevinden ayrılırlar. Atatürk’ün dehası kendisini bir kez daha göstermiş ve Özsoy operası amacına ulaşmıştır. İran Şahı Ankara’dan İstanbul’a gider (Millîyet 20.06.1934: 1) ve daha sonra ziyaretini tamamlayıp Türkiye’den büyük bir memnuniyetle 6 Temmuz 1934 günü Gürcü bulak sınır kapısından çıkarak ülkesine döner. 

Bu ziyaretten sonra İran Şahı, Türkiyenin girişimiyle Irak ve Afganistan’ı da içine alan bir pakt oluşturulması yolunda üzerine düşen görevi yapmıştır. Dört ülkenin imzalarını taşıyan pakt antlaşması 


ÖZSOY OPERASINDAN SADABAD PAKTINA:ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA DEHASI 81 

GÜLSEREN AKALIN, 

Şah’ın ev sahipliğinde 8 Temmuz 1937’de imzalanmıştır. 

Böylece bölgede İkinci Dünya Savaşı öncesinde yeni bir ittifak oluşturulmuştur. 

Paktı imzalayan Türkiye dışındaki üç devletin günümüzdeki durumlarını göz önüne aldığımızda Atatürk’ün bu girişiminin ne kadar önemli olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar. 

Bu paktı imzalayan ülkelerden Irak ve Afganistan bugün büyük bir karmaşa içerisindedir. Son günlerdeki gelişmelere bakanlar İran’da da durumun farklı olmayacağını söylemektedir. Bugün süper güçlerin çeşitli adlarla büyük politika diye tanımladıkları Orta Doğu ve Asya’daki ülkeleri işgal ederek kendi çıkarları doğrultusunda sözde demokrasiler kurmaya çalışması, bu ülkelerin haritalarını değiştirme çabalarına girişmesi karşısında Atatürk’ün politikası her ülkenin bağımsızlığını koruyarak komşu ülkelerle ortaklık oluşturulması temelinde şekillenmektedir. İşte Sadabad Paktı da bu düşüncenin bir sonucudur. 

Elbette Sadabad Paktının temelinde yalnızca Özsoy operası yoktur. 
Atatürk, bu opera ile bir yandan Türkiye’de çağdaş müzik sanatının gelişmesini başlatırken öte yandan o günkü koşullarda Türk – İran ilişkilerinin gelişerek Doğu ülkelerinden bazılarını da içine alacak bir güvenlik ve dayanışma paktına doğru gidişte Özsoy’u önemli bir çıkış noktası olarak görmüştür. Peki, Özsoy operası daha sonra ne olmuştur? Şah’ın gezisi sürerken Özsoy operası iki kez Ankara’da halk için sahnelenmiş sonra da unutulmaya terk edilmiştir. Atatürk’ün 100. doğum yıl dönümü dolayısıyla Özsoy’un yeniden sahnelenmesi gündeme  gelmiştir. Ancak, operanın librettosu ve notaları saklanmadığından kaybolmuş tur. Adnan Saygun bestelenişinden neredeyse elli yıl sonra Özsoy’u yeniden hazırlamıştır. İlk yazılışında üç perde olarak sahnelenen eserin yalnızca ilk perdesini yazan Saygun, böylece bu önemli operayı tamamen kaybolmaktan kurtarmıştır (Kahramankaptan 2005: 27-36). Böylece Özsoy, Atatürk’ün yüzüncü doğum yıl dönümü etkinlikleri kapsamında yeniden sahnelenebilmiştir. Elimizdeki bütün kayıtlar ve libretto işte Adnan Saygun’un 1981’de yeniden bestelediği Özsoy’a aittir. 

Atatürk’ün 125. doğum yıl dönümünü kutladığımız bugünlerde Özsoy operasıyla ilgili bu bildiriyi sunarak hem bu tarihî operayı yeniden bilim ve sanat 
dünyasının gündemine getirmeyi hem de Atatürk’ün dehasını bir kez daha ortaya koymayı amaçladık. Özsoy’un yazılmasını, bestelenmesini sağlayan yüce Atatürk’ü bir kere daha saygı ve rahmetle anıyoruz. Librettoyu yazan Münir Hayri Egeli ile Özsoy’u besteleyen Adnan Saygun’a ve emeği geçen bütün sanatçılara da Tanrı’dan rahmet diliyoruz. 

Kaynaklar 

Altar, Cevad Memduh (1993), Opera Tarihi, C. IV, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara. 
Ayın Tarihi (1934), Matbuat Umum Müdürlüğü yayını, Ankara 
Kahramankaptan, Şefik (2005), Atatürk, Saygun ve Özsoy 
Operası, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı yayını, Ankara. 
Refiğ, Gülper (1997), Atatürk ve Adnan Saygun, Özsoy Operası, 
Boyut yayınları, İstanbul. 
Saygun, A. Adnan (1987), Atatürk ve Musıki, O’nunla Birlikte 
O’ndan Sonra, 2. baskı, Ankara. 

Gazeteler; 
Cumhuriyet. 
Hâkimiyet-i Millîye. 
Millîyet. 


.....................

DİPNOTLAR;

1 İran Şahı, 14 Haziran 1934 günü Trabzon’dan Yavuz zırhlısıyla Samsun’a      doğru   hareket eder.           (Hâkimiyet-i Millîye 14.06.1934: 
2 1934’teki librettoda “medeniyet” 
3 1934’teki librettoda “medeniyete” 
4 1934’teki librettoda “gayrısına” 
5 1934’teki librettoda “asırlar” 


8.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder