ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISIYLA AZINLIKLAR BÖLÜM 1
Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU*
* Marmara Üniversitesi Fen - Edebiyat Faküldesi Öğrenim Üyesi
Azınlık kavramı genel anlamıyla, içinde yaşanılan toplumda din, dil, soy veya kültürel farklılığın yanı sıra hâkim topluluğa oranla sayısal açıdan da az olma durumunu olarak anlaşılabilir. Azınlık kavramı literatürde XVI. Yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır.
Azınlıkların tanınmasına paralel olarak yaşadıkları toplumda sosyo-ekonomik, hukuki, kültürel ve siyasal haklar verilmesi süreci gündeme getirmiştir. Batı’da daha önce herhangi bir azınlık kimliğinden veya haklarından bahsetmek mümkün olmadığı gibi, genel olarak azınlıklar yabancı, hatta düşman şeklinde anlaşıldı.1 Azınlıkların bir ülke içindeki varlıkları ve bu varlıklarını devam ettirme istekleri doğal olarak beraberinde kültürel ve siyasal talepleri de ifade etmektedir. Bu durum özellikle ulus devlet ilkesi üzerine kurulmuş millî sınırlar içerisinde tek millet kabul eden anlayışlarla çatıştığı zaman ciddi problemler ortaya çıkartmaktadır. Mesela İslam kültüründe azınlık alanı sadece dinle belirlenen bir alandır. Başka bir yerde bu ırk veya dil olabilir. İslam kültürü içerisinde azınlıkların varlığı bir tehdit unsuru olmaktan öte bir vakıa olarak kabullenilmiş ve aynı çatı altında beraberce yaşamaya yönelik esaslar geliştirilmeye çalışılmıştır.2
Osmanlı Devleti’nin kurucu unsuru Türklerdi. Ancak devletin fetihlerle genişlemesiyle beraber birçok din, dil ve ırklara mensup insan topluluklarının birlikte uyum ve karşılıklı anlayış içinde yaşadığı bir imparatorluk oluştu. Bu imparatorlukta tebaa İslam hukuku ve Türk örfüne uygun olarak Müslüman ve gayrimüslim olarak ayrı ayrı statülerdeydi. Böylece farklı dini topluluklar aynı zamanda kendi dini ve kültürel farklılıklarını koruyabilme ve geliştirebilme imkânına da sahip olmuşlardı. Beraberce yaşamanın temininde asıl sorumluluk ve yük daha çok Müslümanların üzerine düşüyordu.
Ülke güvenliğinin temini ve askerlik gibi daha çok fedakârlık gerektiren görevler onlara kalıyordu. Gayrimüslimler ise birtakım vergiler ödeyerek bu gibi sorumluluklardan kurtuluyorlardı ki, böyle bir paylaşım, bir ayırım olmaktan ziyade bir ayrıcalık durumuna dönüşüyordu. Çünkü idarî veya güvenlik gibi yükümlülükleri olmayan azınlıklar bütün enerjilerini ticaret, sanat ve eğitim gibi alanlara yoğunlaştırdılar. XIX. Yüzyılda azınlıklar konusu devletlerarası ilişkilerde bir koz olarak kullanılmış, herhangi bir ülkede yaşayan bir guruba duyulan yakınlık dolayısıyla bir devletin veya devletler topluluğunun bu gurubu koruması sorunu gündeme gelmiştir. Osmanlı Devleti’ndeki Katolikler Fransa, İtalya ve Avusturya; Protestanlar İngiltere, Almanya ve A.B.D; Ortodokslar da Rusya tarafından himaye ediliyorlardı. Osmanlı Devleti, bu yüzyılda etnik kimliklerin ön plana çıkmasına karşılık, Müslüman, gayrimüslim ayrımını ortadan kaldıran hukuki ve siyasal düzenlemeler yaptı. Böylece gecikmiş ve dünyadaki uluslaşma sürecine aykırı da olsa farklılıkları zenginlik sayan bir Osmanlı vatandaşlık anlayışı inşa etmeye çalıştı. Kapitülasyon ve uluslararası anlaşmalarla kazanmış oldukları ayrıcalıklarla gayrimüslimler Müslümanlara nazaran daha avantajlı konuma yükseldi. Nitekim onların bu avantajlı durumu giderek Müslümanlarla
gayrimüslimlerin arasında uçurumlar oluşturdu ve nihayet devletin parçalanmasına ciddi katkılarda bulundu. Osmanlı Devleti, dağılışı ve yıkılışını durdurabilmek için siyasi, askerî ve sosyo-ekonomik önlemler almaya çalıştı. XIX. Yüzyıla gelindiğinde İmparatorluk bünyesinde yaşayan millîyetçilikle tanışmış azınlıklar, büyük devletlerin himaye ve kışkırtmalarıyla isyan etmişler ve bağımsızlıklarını kazanmışlardı.3
XX. Yüzyılın başından itibaren de azınlık kavramı yeni bir mahiyet kazanmış, artık konu bir azınlık sorunu olmaktan çok insan hakları boyutunda
ele alınmaya başlanmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı Azınlıkları Hakkındaki Düşünceleri
Osmanlı Devleti’nin büyük bir parçalanma sürecine girdiği XX. Yüzyılın başında genç bir subay olan Mustafa Kemal, devletin kötü gidişini durdurmak için yakın arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy’a 1907 tarihinde düşüncelerini şöyle ifade etmişti4:
“ Nüfusunun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına yükletilmiş, Hıristiyan azınlıklar ise, yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyorlar, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsatı kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka olan
unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmakmı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî bir sınıra çekilerek burasını savunmak aaha doğru ve hayırlı olacak? Ben, selâmeti ikinci fikrin tatbik edilmesinde görüyorum.”
Mustafa Kemal bu sözleriyle ne kadar geniş bir uzak görüş sahibi olduğunu göstermektedir. Dünyanın ve Osmanlı Devleti’nin gidişatını yıllar önce görerek, ulus devletlerin ortaya çıktığı bir ortamda, Türk unsurunun yoğun olarak yaşadığı coğrafyada bir ulus devletin kurulmasını öngörmekteydi. Devlete yük olmaktan ve zarar vermekten başka bir faydası olmayan hoşnutsuz azınlıklara ise kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyarak Türklerin millî sınırlarına kendi inisiyatifiyle çekilmesini öneriyordu. Böylece Türk unsuru hem bu büyük coğrafyayı savunmak zorunda kalıp daha fazla güç kaybetmeyecek, hem de bu azınlıklar millî sınırlar dışında kalan Türklerle mübadele edilerek sömürgeci devletlerin Osmanlı Devleti’ni içerden parçalama emellerine karşı bir önlem alınmış olacaktı.
Mustafa Kemal aynı tarihlerde Manastırlı Avukat ve Türkolog İvan Manolov’e
“ Bir gün gelecek, ben hayal zan ettiğiniz, bütün bu inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Düşündüklerim bir demagoji mahsulü değildir... Devlet yapısı, mütecanis bir unsura dayanmalıdır...” demiştir.5
Mustafa Kemal, Türk Milletini zalim olmakla suçlayanlara verdiği cevapta; “Efendiler, hiçbir millet, milletimizden ziyade ecnebî unsurların itikâdât ve adâtına riâyet etmemiştir. Hatta denilebilir ki edyân-ı saire erbabının dinine ve millîyetine riayetkar olan yegâne millet bizim milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve millî teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hıristiyan rüesa-yı diniye haiz-i imtiyaz oldu. Kendilerine her türlü serbesti bahşedildi. İstanbul’un fethinden beri, gayrimüslimlerin
mahzar bulundukları bu imtiyazatı vasia, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en bariz delildir. Milletimize bu isnadatta bulunan muarızlar insaf etsinler de, dünyanın en büyük ve medeni milleti olduğunu iddia edenlerden, din-i İslamı suret-i resmiyede tanımayan, İslamları Pazar gününü yevm-i tatil ve mübarek suretinde tanımağa icbar eden ve İslamların yevm-i mahsusu olan Cuma gününü resmen tanımayan milletler olduğunu unutmasınlar. Memleketimizde yaşayan anasır-ı gayrimüsliminin başına ne gelmiş ise, kendilerinin ecnebi entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını suiistimal ederek suret-i vahşiyanede takip ettikleri iftirak siyaseti neticesidir.”6
Osmanlı İmparaluğu içinde yaşayan gayrimüslim topluluklar, daima himaye altında tutulmuştur. Bunlara kendi dini inançlarını yaşayabilmeleri, okullarında ve ibadet hanelerinde kendi dilleri ile eğitim ve ibadet yapabilmeleri, toplumsal hayatlarını kendi örf ve ananeleri doğrultusunda yürütebilmeleri için her türlü imkân vermiştir. Müslüman olmayanların başına ne gelmişse ecnebi oyunlarına kanarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak acımasız bir şekilde takip edilen ayrılık siyasetinin sonucu olduğu açıklanmaktadır. Ancak azınlıkları devlete ve millete karşı kışkırtan başka milletler Mustafa Kemal’e göre kendi ülkelerindeki Müslümanlara aynı hoşgörü ve anlayışla yaklaşmıyorlardı.
Mustafa Kemal, Osmanlı toplumundaki gayrimüslimlere adeta Müslümanlar aleyhine verilen ayrıcalıkların devlete nasıl zarar verdiğini, bu unsurların başka devletler tarafından nasıl kullanıldığını ve Osmanlı Devleti’nin bu konuda acizliğini çarpıcı bir şekilde analiz ederek ortaya koymaktadır7: “Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi. Memleket dâhilinde bütün Hıristiyan unsurlar, esas unsurun üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip. Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü hususi teşkilata sahip
ve haricin daima teşvik ve himayesine mahzar devlet ve hükûmet ise bunu menetmekten âciz. Çünkü bütün bu imhakâr teşebbüslerin dayanak noktası hariçte bir takım kuvvetli devletler idi. Hariçteki devletler hem bir taraftan dâhildeki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve bir takım ihtilaller meydana getirmeye teşvik ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı Devleti’nin hiçbir kıymet ve fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet haysiyeti namına hiçbir şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, adeta himaye ve vesayet adı altında bir toplum gibi farz olunuyordu.”
Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta; Osmanlı Devleti’nin eski anlaşmalar adı altında bir takım kapitülasyonların esiri olduğunu, Hıristiyan unsurların birçok ayrıcalık ve istisnalara sahip olduklarını, devletin ecnebileri yargılayamadığı ve onlardan vergi alamadığını, devletin hayatını kemiren unsurlar hakkında önlem almasının bile mümkün olmadığını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır.
Yabancıların müdahalesi yüzünden Osmanlı Devleti’nin asıl kurucu unsuru olan Türk milletinin insanca yaşamasını sağlayacak önlemler alamadığını, memleketi imar edemediğini, demiryolu yapamadığını, hatta okul bile yapamadığını ifade etmektedir. Mustafa Kemal’e göre; Osmanlı Devleti, Hıristiyan unsurlara verdiği ayrıcalıklarla adeta egemenlik ve bağımsızlığını kaybetmiş; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanamaz bir durumdaydı. Ayrıca devletin kurucu unsuru olan Türk milleti ihmal edilmişti.8
Mustafa Kemal, Osmanlılığın artık Devleti yıkılmaktan kurtaramayacağım, yaşadıkları yerlerde çoğunluk oluşturan milletlerin kendi kaderini tayin etme isteklerinin önünde durulamayacağını kavramıştı. Mustafa Kemal’in millîyetçiliği dil, kültür ve ideal birliğine bağlı bir anlayıştı. Bu millîyetçilik hâkimiyet-i millîye temeline dayanıyordu. Millî egemenlik, özgür ve bağımsız yaşamayı ifade ile
kalmıyor, milletin kendi kendini idare etmesini hedefliyordu. Mustafa Kemal ülkenin düşmanlardan temizlenmesini ve milletin kendi geleceğinde söz sahibi olmasını istiyordu.9 “Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna tecavüz yoktur.
Ancak hakkımızı, hayatımızı memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz. Şimdiki medeniyetin devletlerarası münasebetlerde ortaya attığı ve en yüce, temiz emel ve düşüncelerin bir özeti olan her milletin kendi mukadderatına kendisini hâkim olması hakkını biz yeryüzünde yaşayan milletlerin hepsi için tanıyoruz, bizim de bu hakkımızın kayıtsız şartsız tanınmasını istiyoruz”. Mustafa Kemal bu sözleriyle de evrensel bir değer olan şelf determinasyon hakkının bütün milletlerce kullanılmasını haklı ve meşru bir talep olarak nitelemektedir.
Bu bağlamda Türk Milleti’nin verdiği Millî Mücadele’nin de tanınması ve böyle algılanmasını gerektiğini ifade etmektedir.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder