9 Temmuz 2017 Pazar

TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SERÜVENİ


TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SERÜVENİ 



2002-2012 DÖNEMİ DEMOKRATİKLEŞME SÜREÇLERİ,

1961 ve 1982 Anayasaları 

Türkiye’de demokrasiye geçiş, çok partili siyasi hayata geçişle aynı zamana denk gelmektedir. Çok partili siyasi hayata geçişin önemli nedenlerinden birinin, II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda yaşanan gelişmeler olduğu bilinen bir husustur. Ancak çok partili siyasi hayat sonrası demokratik düzen çok uzun sürmemiş; kısa bir süre sonra gerçekleştirilen askeri darbe ile sekteye uğratılmış tır. Darbe sonrasında devlet yeniden kurgulanmış ve yapılandırılmıştır. Bir yandan askeri/sivil bürokraside ve üniversitelerde geniş kapsamlı tasfiyeler yapılırken, diğer yandan yeni Anayasa ile çok titiz biçimde bu yeni kurguya uygun bir devlet yapılanması oluşturulmuştur. 

Çok partili siyasal hayata geçildikten sonra kabul edilen 1961 ve 1982 Anayasaları, her ne kadar Cumhuriyetin nitelikleri arasında “insan hakları”, “hukuk devleti” ve “demokratik devlet” gibi ilkelere yer vermişse de; bu bağlamda kendine özgü bir yaklaşım benimsemiştir. 

Bunun sonucu olarak her iki anayasa dönemi uygulamalarında anayasadan kaynaklanan nedenlerle insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri ile çelişen önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. 

1961 Anayasası’nda ilk kez Cumhuriyetin nitelikleri arasında insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerine ve bu ilkelerin gereği olan kurum ve kurullara yer verilmiştir. 1961 sonrasında yargısal denetim etkinliğini sağlayacak mekanizmalar olarak Anayasa Mahkemesi ve Danıştay oluşturulmuş, ayrıca yargının bağımsızlığının tesisi amacıyla Yüksek Hakimler Kurulu ve Yüksek Savcılar Kurulu öngörülmüştür. Ancak, ilk bakışta olumlu karşılanabilecek bu yeniliklerin uygulamada farklı sonuçlar doğurduğu, 
Anayasa Mahkemesi örneği başta olmak üzere görülmüştür. Zira Anayasa Mahkemesi göreve başladığı günden itibaren insan hakları ve demokrasi doğrultusunda hareket etmek yerine devleti koruyucu bir yaklaşım geliştirmiş; siyasal hayatın yapı ve işleyişine yönelik kararları sürekli tartışma konusu olmuştur. 

Söz konusu sorunlu yaklaşımın, 1982 Anayasası’nda da devam ettiği görülmektedir. 1982 Anayasası’nın bu noktada 1961 Anayasası’ndan 
en önemli farkı, devletçi/vesayetçi tercihi saklı değil, daha açık biçimde ifade etmiş olmasıdır. Zira 1982 Anayasası’nın gerek başlangıç kısmında ve gerek maddelerin kurgulanmasında, devlet ve devletin kutsallığı çok belirgin biçimde insan haklarının önüne geçirilmiştir. 

Vesayet Sorunu 

Türkiye’de demokrasiye geçiş sonrasında yaşanan gelişmelere ve demokratik rejimin işleyişine bakıldığında göze çarpan önemli bir özelliğin “vesayet” olduğu görülmektedir. Vesayet olgusu, hem askeri darbe ve muhtıralarda hem de 1961 ve 1982 Anayasalarının işleyişinde kendisini göstermektedir. Seçimle göreve gelen iktidarların 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbeler ile devrilmesi ve 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde iktidarları hedef alan muhtıralar, vesayet aktörlerinin gücünü göstermektedir. 
Sahip oldukları güç, vesayet aktörlerinin siyasi iktidarlar karşısında konumlarını pekiştirecek bir anayasal yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. Vesayet bağlamında en önemli kurumlardan birisi Milli Güvenlik Kurulu (MGK) olmuştur. 1961 Anayasası ile anayasal düzeyde bir kurum olarak düzenlenen MGK, milli güvenlik konularında siyasi iktidarlara yardımcı olmak üzere getirilmişti. Ancak 
özellikle askeri yetkililerin kuruldaki ağırlığı dolayısıyla MGK’da alınan kararlar adeta siyasi iktidarlar açısından bağlayıcı olarak algılanmaktaydı. 
Ayrıca milli güvenlik kavramının geniş kapsamlı biçimde tanımlanması nedeniyle, askerler, siyasi iktidarların yetkilerine de müdahale edebilmekteydiler. 

Türkiye’deki vesayet olgusu bağlamında silahlı kuvvetler dışındaki erkler ve bürokratik aktörler de unutulmamalıdır. Bunlar içerisinde yargı özel bir önem taşımaktadır. Zira verdiği kararların bağlayıcı olması ve başka bir kamu erkinin denetimine tabi olmaması dolayısıyla yargı daha farklı bir konumdadır. Yargı kararlarının bağlayıcılığı bir hukuk devletinde yargının, hukuku esas alarak karar vermesi nedeniyledir. Bununla birlikte eğer yargı, hukukun ötesine geçerek karar alıyor ve bu kararlar yine de bağlayıcı oluyorsa, böyle bir durumda 
rejimin işleyişi hukuk devleti ilkesinin tamamen dışında gerçekleşmiş olacaktır. Nitekim Türkiye’de yüksek yargı organlarının, geçmişte Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın bazı kararlarında daha bariz biçimde görüldüğü üzere, söz konusu vesayetçi anlayış doğrultusunda hareket ettikleri ve kararlarını şekillendirdikleri pek çok örnekle karşımıza çıkmaktadır. 

Hukuk Devleti ve Yargı 

Hukuk devleti ilkesinin esası, kamu erkini kullanan tüm kişi ve kurumların hukuka bağlı olmasıdır. Hukuk devletinde yasama ve yürütme ancak hukukun öngördüğü sınırlar dahilinde yetkilerini kullanabilir. Söz konusu erkler hukuka uygun olmayan tasarruflarda bulunduğunda, yargı denetimi zorunlu bir mekanizma olarak devreye girer. Bu nedenle hukuk devletinde yargı denetiminin ve yargı erkinin siyasi sistem içerisinde özel bir konumu bulunmaktadır. Yargı, niteliği gereği hukuku ve insan hakları ilkelerini esas alarak karar vermek durumundadır. Gerçekleştirdiği denetimde dayanacağı kuralların her zaman tam anlamıyla açık olması da mümkün değildir. Bu gibi durumlarda yargı, yapacağı yorumlarda özgürlükçü ve hukukun genel ilkeleri doğrultusunda bir içtihat sergilemelidir. Ancak bu şekilde hareket etmesi durumunda yargı, hukuk devletindeki işlevine uygun bir konuma gelebilir. 

Bununla birlikte Türkiye’de yakın dönemde yargının tam anlamıyla bu işleve uygun biçimde hareket ettiğini söyleyebilmek güçtür. 

Zira özellikle konjonktürel olarak vesayet aktörlerinin etkin olduğu dönemlerde veya vesayetçi anlayışın baskın olduğu durumlarda yargı, hukuk ve özgürlüklerden ziyade devletin tutumu ve ideolojik tercihler doğrultusunda kararlar verebilmektedir. Bunun yanında yargı, ölçüt olarak aldığı hukuk normunun evrensel standartların gerisinde kalması nedeniyle hukukun üstünlüğü ilkesini zedeleyecek kararlara da imza atabilmektedir. Bir diğer önemli husus ise yargı mensuplarının yetiştirilmesi ve birikimi ile ilgilidir. Tüm bu nedenlerle 
Türkiye’de hukuk devletinin hayata geçirilebilmesi ve yargısal vesayetin sonlandırılması noktasında değişik raporlara da konu olan önemli sorunlar ve aksaklıklar kendisini göstermektedir. Sonuçta yargı, hukuk devletinde kendisinden beklenileni tam anlamıyla veremediğinden yapılması gereken reformların önemli bir ayağını oluşturmaktadır. 

Demokrasi Standardının Yükseltilmesi, Vesayetin Aşılması ve Sivilleşme 

2000’li yıllara gelindiğinde iç dinamikler, Türkiye’nin uluslararası hukuk taahhütleri, AB süreci, bölgesel ve küresel gelişmelerin etkisiyle değişim kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu gelişmelere, Türkiye’nin hızlı gelişen dinamik özel sektörü ve büyük genç nüfus kitlesi ile bunların taleplerini de eklemek gerekir. Tüm bu dinamiklerin etkisiyle anayasal ve yasal düzeyde insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standartlarının yükseltilmesi ihtiyacı doğmuştur. 

Demokrasi perspektifinden bakıldığında, 1982 Anayasası’nın öngördüğü hukuki yapının ciddi değişikliklere tabi tutulması gerektiği kolaylıkla fark edilebilir. Ancak bir hukuki düzende yapısal reformların gerçekleştirilmesi için temenniler yetersiz kalmaktadır. Dünya ve Türkiye deneyimlerinin gösterdiği gibi, demokratikleşme dalgası olarak nitelendirilebilecek değişikliklerin gerçekleştirilmesi, güçlü ve kararlı siyasi iktidarları gerektirir. Böyle bir reformun yapılabilmesi için aynı zamanda istikrarlı bir döneme de ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasası döneminde güçlü demokratikleşme girişimleri aynı zamanda istikrarlı hükümetlerin olduğu dönemlere denk gelmektedir. 

1982 Anayasası’nda öngörülen siyasi modelin ihtiyaçlara cevap vermemesi ve bu nedenle anayasal ve yasal reformların yapılması zorunluluğu, yaşanan gelişmelerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye’de 1990 sonrasında gittikçe artan biçimde insan hakları ile ilgili bir bilinçlenme oluşmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden (AİHS) kaynaklanan bireysel başvuru hakkının tarafımızdan tanınmasından bugüne kadar, Türkiye’den, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapılan başvuru sayısının giderek artıyor olması ve bu başvuruları azaltabilmek amacıyla iç hukukumuzda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının kabulü, anılan bilinçlenme ile doğrudan ilgilidir. Türkiye’nin önce -1987 yılında- AİHS’deki bireysel başvuru hakkını ve daha sonra -1990 yılında- AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini tanıması sonrasında AİHM’nin Türkiye ile ilgili konularda verdiği kararlar gündemi daha fazla meşgul etmeye başlamıştır. Aynı zamanda verilen kararların bağlayıcı olması ve söz konusukararların icrasının Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından izlenmesi nedeniyle, AİHM kararlarının gereğini yerine getirmek (icrasını mümkün kılmak) için anayasal ve yasal reformlar gündeme gelmiştir. Nitekim 1990’lı yıllardan bugüne kadar yapılan birçok anayasa değişikliği ve yasal reformların aynı zamanda AİHM 
kararlarının gereğini yerine getirmek ve böylelikle icra edilmelerini sağlamak amacı taşıdığı da görülmektedir. AİHM kararlarının da etkisiyle artık ülke içerisinde insan hakları bakımından duyarlılık oluşmaya başlamış ve böylece bireyler, devlete karşı haklarını korumak amacıyla uluslararası başvuru mekanizmalarını sıklıkla kullanmaya başlamışlardır. 

Demokratikleşme sürecinin başlangıç aşamasında dış dinamiklerin çok daha belirleyici olduğu görülmektedir. Bu aşamada iç dinamiklerin çok etkin olmaması, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinde bariz bir özellik olarak görülmektedir. Bununla birlikte 1990’lı yıllardan sonra gerçekleştirilen reformlar ve yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte artık iç dinamikler de demokratikleşme sürecine yön vermeye başlamıştır. 

Bu durum 2000’li yıllarda daha açık biçimde fark edilebilmektedir. 

İç dinamiklerin belirginleşmesine katkı sağlayan değişik faktörlerden söz edilebilir. İlk olarak gelişen ekonomi ve özellikle özel sektörün dünyadaki gelişmelere daha hızlı ayak uydurması, siyasal iktidarları bazı yapısal reformları hayata geçirmeye zorlamıştır. Ekonomik standartların yükselmesiyle birlikte değişik toplum kesimlerinin hak ve özgürlükler noktasındaki duyarlılığı artmıştır. Bu duyarlılık nedeniyle yasama ve yürütme organları, insan hakları taleplerine daha fazla eğilmek durumunda kalmışlardır. 

Ayrıca küreselleşme süreçlerinin etkisi, kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle insanlar hem ülke içerisinde hem de uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri daha yakından takip etmeye ve insan hakları ile ilgili gelişmelere daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Özellikle diğer ülke uygulamalarının farkına varan ve Türkiye’deki durumla mukayese etme 
imkanına sahip olan bireyler, her zaman daha iyisini istemeye ve ülkedeki yanlış uygulamaları daha fazla eleştirmeye başlamışlardır. 

Bu durum insan hakları, demokrasi ve hukuk devletinin önündeki engellerin kaldırılması açısından iktidarları daha fazla zorlar hale gelmiştir. 

Bu noktada özellikle 2002-2012 dönemi, sorunların ortaya çıkması ve bunlara yönelik çözüm önerileri bağlamında anayasal ve yasal reformların yapılması 
açısından çok önemli bir dönem olarak görülebilir. Bu dönemde siyasi iktidarların demokratikleşme, sivilleşme, ekonomi, sosyal politika, insan hakları, hukuk 
ve benzeri alanlarda gerçekleştirmeye çalıştıkları reformlara yönelik olarak ortaya konulan statüko kaynaklı dirençler, özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlığı ve çeşitliliği dolayısıyla tüm toplumun gözü önünde cereyan etmiştir. Bu dirençlerin aşılması amacıyla gerçekleştirilen 2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleri de yine aynı şekilde herkesin takip ettiği bir süreçte hayata geçirilmiştir. 

Belirtilen dönemde, karşılaşılan vesayet direnci üzerine iki önemli anayasa değişikliği gerçekleştirilmiştir. İlk olarak, 2007 yılında, Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı” 1 sonrasında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile Cumhur başkanının halkın oyu ile seçilmesi esası getirilmiştir. 1982 Anayasası’nın öngördüğü vesayetçi modelin önemli bir aktörü konumundaki Cumhur başkanı’nın halk tarafından seçilmesi esasının getirilmesi ile artık Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 1961 yılından bu yana değişik zamanlarda yaşanan baskı, tehdit, hukuk dışına çıkma, kriz ve benzeri olumsuzluklar da bertaraf edilmiş olacaktır. 

Vesayetin kırılması noktasında 2010 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliğinde ise ağırlıklı olarak yargı vesayeti ile ilgili düzenlemeler 
yer almaktadır. Özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) oluşumuna yönelik getirilen düzenleme ile adli ve idari yargıdaki 
Danıştay ve Yargıtay’ın vesayeti kırılmıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu daha çoğulcu hale getirilmiştir. Bunun yanı sıra, askeri yargı düzeni ile ilgili yenilik de kısmen vesayetin kırılması noktasında olumlu bir katkı sağlayabilecektir. 

1982 Anayasası’nın öngördüğü vesayetçi yapının tasfiyesini sağlayan söz konusu iki değişikliğin de halkoyu ile kabul edilmiş olması, esasen halkın da bu yapısal reformların gerçekleştirilmesi gerektiğine ilişkin bir kanaate sahip olduğunu göstermektedir. Yaşanan bu gelişmelerle birlikte 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de tabandan gelen güçlü bir talebin mevcut olduğu, sadece dış dinamiklerin değil, aynı zamanda iç dinamiklerin de artık demokratikleşme adımlarının atılmasında belirleyici olduğu görülmektedir. Nitekim bu gelişmeler sonrasında 2011 genel seçimlerinin ardından, Türk siyasi hayatında ilk kez halkın talebi üzerine TBMM, kendi inisiyatifi ile yeni bir anayasa yapım sürecini başlatmıştır. 2007/45 E, 2007/54 K sayılı ve 1/5/2007 tarihli karar. 

Demokratikleşme Süreçlerinde Avrupa Birliği’nin Rolü 

Demokratikleşme süreçlerinin başlangıç aşamasında, başta AB olmak üzere uluslararası dinamiklerin oldukça önemli etkisi olmuştur. 

Ülkeye hakim olan içe kapanmacı, dünyadan kopuk, milletinden korkan politikaların aşılmasında, evrensel düzeyde bir demokrasi ve insan hakları kabulünün yerleşmesinde AB’nin ve AB uyum sürecinin etkisi yadsınamaz. 

Türkiye’nin AB macerası, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla başlamış ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla devam etmiştir. Cumhuriyet tarihine damga vuran “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefinin en somut projelerinden biri olan üyelik süreci, inişli çıkışlı bir seyir izlemiş ve kimi zaman kopma noktasına gelmiştir. Ancak Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesinde aday ülke olarak kabul edilmesiyle birlikte hız kazanan  AB adaylık sürecinde, özellikle 2002’den itibaren atılan adımlar büyükbir öneme sahiptir. Bu dönemde atılan adımlar ve gerçekleştirilen reformlar sayesinde, 2005 yılında AB ile üyelik müzakerelerine başlanmıştır.

<    Ülkeye hakim olan içe kapanmacı, dünyadan kopuk, milletinden korkan politikaların aşılmasında, evrensel düzeyde bir demokrasi ve insan hakları kabulünün yerleşmesinde AB’nin ve AB uyum sürecinin etkisi yadsınamaz.   > 

  Böylece 1963’de başlayan süreçte önemli bir aşamaya gelinmiş; Türkiye, AB’ye aday ülke statüsünden AB ile katılım müzakereleri yürüten ülke statüsüne 
geçmiştir. 

AB üyeliği hedefi doğrultusunda gerçekleştirilmesi gereken Kopenhag Kriterleri, Türkiye’nin demokratikleşme standardının yükseltilmesine ciddi katkı sağlamıştır. Kopenhag Kriterleri’nin üç önemli başlığı olan “insan hakları standartlarının yükseltilmesi”, “sivil demokrasi” ve “serbest piyasa ekonomisi” esasen Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin olmazsa olmazları olarak da görülebilir. 

AB’ye uyum süreci çerçevesinde 2004 ve 2010 yıllarında gerçekleştirilen kapsamlı anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasası’nın yaklaşık üçte biri değiştirilerek; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi alanlarında önemli mesafe alınmıştır. 

AB Uyum Paketleri kapsamında hayata geçirilen bu değişiklikler, bir yandan demokrasiyi ve hukuk devletini güçlendirmiş, diğer yandan da Türkiye’nin daha özgür bir ortama kavuşmasını sağlamıştır. Bu değişimlerin, toplumun tüm kesimleri tarafından sahiplenilmiş olması, bu adımların sadece AB tarafından istendiği için değil, aynı zamanda toplumsal taleplere karşılık geldiği için atıldığının bir göstergesidir. 

DİPNOT;
1-  2007/45 E, 2007/54 K sayılı ve 1/5/2007 tarihli karar

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder