Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950)
Mehmet Ali ÇAKMAK, 1
Hayati ADALAR, 2
1 Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, cakmakmali1963@gmail.com
2 Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, adalarhayati@gmail.com
GİRİŞ
II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Demokrasi Patlaması “ olarak ifade edilen süreçte Türkiye, uluslararası ortamdan nasibini almış ve iç politikada karar alma
mekanizmaları üzerinde bu etkileri değerlendirerek bir takım uygulamalar gerçekleştirmiştir.
1946 yılında iç nedenlerin yanında daha çok dış nedenlerle Türkiye’de çok partili hayata geçildiği söylenebilir. Savaş sonu konjonktürü içinde
Batı dünyasına yanaşmak zorunda kalan Türkiye’ye dış baskılar gelmeye başlamıştır.
Kaldı ki Türkiye’nin 1945’lerdeki iktisadî durumunun parlak olmayışı, yöneticileri -başta ABD olmak üzere- Batılı demokrasilerin “anlayış”ına muhtaç
hâle getirmiştir. Buna bir de Sovyetler Birliği’nin Boğazların statüsünde söz hakkı ve ülkemizin doğusundan toprak talebinde bulunmasını eklersek, durumun
ağırlaştığı daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Türkiye’nin önce kendi “evinin içini” düzeltmeye başlaması, bu doğrultuda bazı adımlar atması kaçınılmaz
hale gelmiştir (Büyükkalay, 2011: 87).
Türkiye’nin savaş süresince, savaştan kaçınmak uğruna güttüğü tarafsızlık politikası, savaş sonrasında dünyada oluşan yeni siyasi düzende yalnız kalması
tehlikesini doğurmuştur. Gerek bu yalnızlık ihtimali gerekse demokratik ideolojinin zaferi ve tek partili otoriter rejimlere karşı duyulan kuşkunun motive
edici etkisi ile Türk yöneticileri, başta ABD olmak üzere demokrasi idealini öne çıkaran ülkelere yakınlaşma durumunda kalmıştır. Dönemin şartları
Türkiye için böyle bir politikayı adeta zorunlu kılmıştır (Kirman, 2006: 59).
Çok partili siyasi hayata geçişin, siyasal muhalefetin oluşumu ve demokrasi açısından önemi, muhalefet kurumunun resmi olarak ve bir daha vaz geçilemeyecek bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Bu ortaya çıkışı, 1945’lerin iç ve dış koşulları birlikte hazırlamıştır. Uluslararası ilişkilerde bloklaşma politikasının gündeme gelmesi ve bu arada Sovyetler Birliği’nin boğazlarla ilgili olarak Türkiye’ye nota vermesi, Türkiye’yi Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki Batıya yaklaştırırken, bu blokta geçerli olan rejimin, yani demokrasinin esas alınmasını zorunlu kılmıştır. İç ilişkiler alanında ise, toplumsal güçlerde meydana gelen gelişmeler ve geniş kitlelerin içinde bulunduğu ekonomik durum, etkisini siyasal düzeyde göstermekte gecikmemiştir (Turgut, 1986: 443).
Savaş sonrası bir süper güç olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki emelleri ve bunlara yönelik ileri sürdüğü istekler, Türkiye’yi yönetenlerin Batı ittifakı içinde yer almasını zorunlu kılmıştır. Ekonomik ve askeri yönden Sovyetler Birliği karsısında oldukça güçsüz bir durumda bulunan Türkiye’nin, Batının desteğini sağlayabilmesi için siyasal yapısını demokratik leştirmesi, çok partili hayata geçiş sürecinde bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır (Kirman, 2006: 56).
Türkiye, dış gelişmeler ve özellikle Sovyet tehditleri karşısında Batı demokrasilerinin desteğini kazanmak için cumhuriyetin ilanından beri tek parti ile yürüttüğü göreceli demokrasiden çok partili demokrasiye geçmeye karar vermiştir.
Bu kararı etkileyen dış gelişmeler arasında, Batı kamuoyunun tek parti rejimlerine karşı o tarihlerde duyduğu antipati önemli rol oynamıştır
(Büyükkalay, 2011: 71).
Türkiye’nin demokratik ülkelere yakınlaşma çabasında güvenlik endişesinin tek sebep olduğunu söylemek doğru ve yeterli gerekçe değildir. Zira Cumhuriyet’in
ilk yıllarından itibaren ekonomik, siyasi ve sosyal nedenlerle bozulan yönetici elit ile halk arasındaki irtibatsızlığın giderilmesi amacıyla zaman zaman
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi teşebbüslerle çok partili hayata geçiş denemeleri yapılsa da çok üzücü sonuçların yaşanması üzerine bu adımlardan vazgeçilmek durumunda kalınmıştır. Başarısızlıkla sonuçlanan bu denemelerden sonra tek partili yılların biriktirdiği sorunların altında bunalan Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın ülke içinde oluşturduğu yeni toplumsal talep ve düzen arayışı üzerine çok partili siyasal hayata geçişi adeta bir zorunluluk olarak görmüş ve bu istikamette kararlı adımlar atmaya başlamıştır.
Tercihini Batı’dan yana kullanan Türkiye, kapitalizmin uluslararası kurumlarına üye olmuş ve bu yolda hem ekonomik hem de siyasal alanda yeni düzenleme lere başvurmuştur. Gerek çok partili rejime geçiş gerek Türkiye’nin ekonomik liberalizasyonu ancak bu gelişmelerin ışığında anlaşılabilir. Türkiye’nin uluslararası kapitalizm cephesine tam entegrasyonu, onun Nisan 1945.te San Fransisco Konferansına kurucu üye olarak katılması ve BM antlaşmasını imzalayarak “demokratik idealler” için sözler vermesiyle başlamıştır. Uluslararası kapitalizme eklemlenme sürecinde İsmet İnönü entegrasyonun aşamalı ve tedrici olmasını tercih etmiş; rejimin, cumhuriyetin kurucusu asker sivil bürokrasinin denetimi altında ve süreç içinde liberalize edilmesine özel bir önem vermişti. İnönü’nün 1945 yılında Türkiye’de çok partili hayata geçişin kararını, zamanını, biçimini ve geçişte rol oynayacak siyasal kadroları seçtiği ya da en azından onayından geçirdiğini belirtmek gerekir (Koçak, 2009: 141).
ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batılı ülkelerin askeri ve ekonomik yardımlarını sağlamanın, iç siyasi açılımlara bağlı olduğunu iyi bilen İnönü, bunun için savaştan hemen sonra Batılı ülkelerin önderliğinde toplanan San Francisco Konferansı’na Hasan Saka liderliğinde bir Türk heyetini göndermiştir. İnönü, Hasan Saka’ya ABD’li yetkililerin sorması halinde “Türkiye’nin çok partili siyasal rejime en kısa zamanda geçebileceği” konusunda bilgi vermesini istemiştir.
Böylece II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle kurulan yenidünya düzeninde, Sovyetler Birliği’nin askeri baskısıyla başlayan süreç, Batı’nın talepleri ile de örtüşen
toplumsal ve siyasal ihtiyaç ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, ülkenin içinde bulunduğu koşulları dikkate alması nedeniyle, Türkiye çok partili siyasal hayata
geçmiştir (Seyhanlıoğlu, 2009: 119).
Türkiye’nin tek partili yönetimden çok partili yönetime geçiş ortamını, siyasal, sosyal ve ekonomik iç dinamikler ile dış dinamikler hazırlamıştır. Ülke içindeki
siyasal sistemin monolitik yapısının, sorunları çözmede yetersiz kalması, sosyal yapının etkileri ve ekonomik durumun bozulması ile ortaya çıkan toplumsal
muhalefetin zorlaması, çok partili hayata geçişte iç etkenleri oluşturmuştur. Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın imzalanması, II Dünya Savaşı’nı demokratik
cepheyi oluşturan ülkelerin kazanması ve dünyada demokratik ideolojilerin egemen olması ülkenin iç siyasal yapısını bu yeni duruma göre düzenleme
zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir (Kirman, 2006: 45).
A. ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE GEÇİŞTE DIŞ DİNAMİKLERİN ETKİLERİ
Türkiye’de çok partili rejime geçme kararının verilişine dış etkenler açısından bakıldığında, kararın o dönemdeki uluslar arası koşulların etki ve baskısı
ile ve Türkiye’nin uygulamakta olduğu dış politikanın gerekleri doğrultusunda alındığı söylenebilir. Bu dönemde demokrasi seslerinin daha yüksek bir perdeden dillendirilmesinde rol oynayan en önemli etkenin II. Dünya Savaşı ve sonrası ortaya çıkan konjonktürün oluşturmuş olduğu ulusal ve uluslar arası sosyal ve ekonomik gelişmelerdir. Demokrat Parti 7 ocak 1946’da kurulmuştu ama DP’nin ortaya çıkışına zemin hazırlayan etkenler daha savaş yıllarında kendini hissettirmeye başlamıştı. II. Dünya Savaşı başında, Türkiye’de özellikle totaliter rejimlerin iktisadi ve ideolojik etkileri ağır basarken, savaşın son yılları
faşizmin ezildiği ve demokrasilerin zafere ulaştığı yıllar olmuştur (Timur, 2003: 12).
II. Dünya Savaşının son günlerinde batı bloğu ülkeleri, Türkiye’den daha demokratik bir yapılanmaya gitmesini istemişlerdir. Gerek bu istek ve gerekse
savaşın getirdiği sosyo-ekonomik sıkıntılar, Türkiye’de yönetimi elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı, hem parti içerisinden hem de parti dışından birtakım muhalefet hareketlerinin başlamasına neden olmuştur. Parti yönetimine karşı memnuniyetsizliklerini dile getirmeye başlayan bazı milletvekilleri zamanla Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılmış veya uzaklaştırılmışlardır. 1945 yılının sonu ile 1946 yılının ilk yarısı bu muhalefet hareketlerinin en yoğun olduğu zaman dilimidir (Benhür, 2008: 30).
Çok genel bir anlamda, II. Dünya Savaşı’nda Mihver güçlerinin yenilgisi kendi içinde demokratik değerlerin bir zaferiydi. Çoğulcu, kapitalist bir demokrasi
olan Amerika Birleşik Devletleri, savaştan egemen dünya gücü olarak çıkmış ve onun sunduğu örnek dünya ülkelerinin ekseriyetinde olduğu gibi Türkiye’de
de birçoklarını etkilemişti. Nisan 1945’te Türkiye, San Francisco Konferansı’na kurucu üye olarak katılıp Birleşmiş Milletler antlaşmasını imzalayarak demokratik idealler için kesin söz vermiş oldu. Ancak, Türk hükümetinin kendisini Batı’ya, bilhassa da Amerika Birleşik Devletleri’ne yakınlaşmaya mecbur hissetmesinin daha doğrudan nedenleri vardır (Zürcher, 2013: 306). Bir taraftan savaş sonrasında artan Rus tehdidi karşısında Türkiye’nin batılı devletlerle yakınlaşma isteği, diğer taraftan ülkenin ekonomik anlamda ilerlemesini sağlamak ve toplumsal ihtiyaçlara daha etkin cevaplar verebilmek amacıyla Truman Doktrini ve Marshall Planı ile siyasi ve ekonomik anlamda Amerika’nın desteğini alma girişimleri bu sürece yön veren önemli parametreler olmuştur.
A. II. Dünya Savaşı Sonrasında Artan Rus Tehdidi ve Türkiye’nin Batılı Devletlerle Yakınlaşma İsteği
Dünyayı büyük bir savaşa sürükleyen Hitler karsısında savaş koşullarının müttefikleri, doğasına aykırı olarak müttefikti. Savaş sonrasının koşullarında, uzlaşmaz çelişkiler ortaya çıktı. Savaşın ve dünyanın kaderini belirleyen Sovyetler Birliği ve ABD, birbirine karşıt iki sistemin, sosyalizmin ve kapitalizmin
temsilcileri olarak iki kutuplu dünyada karşı karşıya kaldılar. Sovyetler Birliği, savaş sonrasında Doğu Avrupa’da sistemini egemen kılarak önemli bir güç
elde etti (Acar, 2008: 32).
Soğuk Savaş’ın ortaya koyduğu uluslararası sistem iki “süper güç” ve onların etrafında kümelenmiş diğer marjinal güçlerin oluşturdukları ittifaklardan
meydana gelmektedir. Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü yıllar, her bir “süper” gücün diğeri aleyhine uyguladığı ekonomik ve psikolojik baskı, propaganda,
silahlanma, kendine yandaş toplama ve saygınlık kazanma, diğeri hakkında istihbarat elde etme, vb. faaliyetlerin yoğun olarak kullanılması şeklinde
süregelmiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç kendisini haklı, diğerini saldırgan olarak ilân etmiştir (Büyükkalay, 2011: 65).
Sovyetler Birliği, savaş sonrası dünyada elde ettiği siyasal nüfuz ve askeri gücüne dayanarak, Yalta Konferansı’nı takiben 19 Mart 1945’de bitecek olan 17
Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı yenilemek istemediğini bildirmiştir3. Bu notayı aldığında savaş süresince izlediği tarafsızlık
politikası nedeniyle yalnızlık içinde bulunan Türk Hükümeti, ilk olarak anlaşma zeminini aramıştır. Süresi sona ermekte olan 1925 Antlaşması’nın yerine
yeni ve daha kapsamlı bir antlaşma yapmak yönündeki tekliflere olumlu baktığını bildirmiştir (Gönlübol ve Ülman, 1982: 150).
Sovyetlerin bu tutumu karşısında Türk hükümeti, iki ülke arasındaki ilişkileri daha fazla bozmamak ve Rus idarecilerin bu isteklerini belki geri almasına
zemin hazırlamak amacıyla, daha çok susmak yolunu seçmiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin baskısı azalacağına daha da artmıştır. Özellikle, Türkiye’yi uluslar
arası alanda zor durumda bırakmak için, Sovyet radyosu sürekli Türkiye’nin demokrasiden uzak, faşist ilkelerle yönetildiğini vurgulamakta, bu rejimin mutlaka değişmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Sovyetler Birliği, Türk hükümetinin notasına verdiği cevapta, önceki görüşlerini tekrarlayarak Türkiye’nin açıklamalarını yeterli bulmadıklarını ve II. Dünya Savaşı sırasında Boğazların güvenliğinin sağlanamadığını ve düşman gemilerinin geçişine engel olunamadığını belirtmiştir. Rus yönetiminin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’nin Batı bloğuna girme ve bunun ön şartı olarak da çok partili siyasete geçme kararını hızlandırmıştır (Ekinci, 1997: 265).
3 Bu sorun ilk kez 19Mart 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in Rus Büyükelçisi Molotov ile görüşmesi üzerine ortaya çıkmıştır.
Bu görüşmede Sarper’e, 17 Eylül 1925 Tarihli Türk-Sovyet Anlaşması’nın yenilenmeyeceği bildirilmiştir. Molotov, savaşın getirdiği gerçekler ve değişikliklerle bağdaşmadığını öne sürerek antlaşmanın yeni koşullara göre kökten bir değişime tabi tutulması gerektiğini söylemiştir. 7 Haziran 1945’te Moskova Büyükelçisi Sarper, Molotov ile yeniden görüşmüştür. Bu görüşme sırasında Sarper’e ikinci sözlü nota verilmiştir. Bu notanın sıraladığı istekler şunlardır:
1.Türkiye’nin Doğu sınırında Kars ve Ardahan Sovyetlere bırakılacaktı.
2.Türkiye boğazları tek başına savunamayacağını kanıtlamıştı. Burada Sovyetlerle ortak üsler kurulacaktı. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Selim DERİNGİL, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1994, s.251-252.
Sovyet istekleri, özellikle boğazların ortak savunulması teklifi Türkiye’nin egemenlik haklarına yönelik bir hareket olarak yorumlanmıştır. Türk-Sovyet ilişkilerinin geldiği bu kritik noktada ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonu işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Potsdam Konferansında görüşülen en önemli meselelerden biri de Türk Boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta, Sovyetler Birliği Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren iki taraflı bir mesele olduğunu belirterek, Boğazlarda askeri üsler istemiştir. Bu gelişmeler üzerine Avrupa’daki olayların da etkisiyle Sovyetler’e karşı tavrını netleştiren İngiltere ve ABD, Türkiye’nin yanında yer alarak karşı notalarla Sovyetler Birliği’ni uyarmayı çıkarlarına uygun gördüler. Böyle bir ortamda Türk hükümeti, 22 Ağustos 1946 tarihli bir karşı nota ile Sovyetler Birliği’ne “Türkiye’nin egemenlik ve güvenliğini bir başka devletle paylaşmayacağını ve her şekilde tehditleri karşılayacak yapıda” olduğunu bildirerek, onurlu bir direnç gösterip Batılı Devletlerin de takdirini kazanmıştır. Sovyetler, bu istekleri öne sürerken, Doğu Avrupa ülkelerini birer ikişer kendine bağlıyor, savaş yorgunu olan İngiltere ve ABD buna kayıtsız kalıyordu. Türkiye savaş sonrası yer alacağı dünyayı belirlemiş ve 1945’de San Francisco Konferansına da katılarak Birleşmiş Milletlere üye olmuştur (Dinç, 2008: 4-6).
Sovyet yönetiminin, savaş biter bitmez, bir yandan İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde baskı uygulamaya başlaması ve öte yandan da işgali altındaki Avrupa
ülkelerinde komünist rejimleri baskı ve tehdit metotları ile kurması, bilhassa Birleşik Amerika’nın Sovyetler Birliği ile uluslararası barış konusunda işbirliği
yapabileceği hususundaki ümitlerinin çabucak kaybolmasına neden oldu. Amerika, Bu defa I. Dünya Savaşı sonrası çıkan anlaşmazlıklar karşısında takındığı tavrı bir yana bırakarak Monroe Doktrini4’ne (kabuğuna çekilme politikası) dönmek şöyle dursun, Sovyet Rusya’nın yaratmaya başladığı tehlike ve tehdide mukabil tedbir almaya başladı. Bundan dolayı, 1947 Martında Truman Doktrini’ni ve 1947 Haziranında da Marshall Plânı’nı ortaya attı. Truman Doktrini, Amerika’nın Sovyet tehdidine maruz kalan ülkeleri destekleme kararını, Marshall Plânı da
4 ABD Başkanı James Monroe 2 Aralık 1823’te Kongre’ye gönderdiği mesajda ABD’nin Avrupa’nın sorunlarına karışmaya niyetli olmadığını, aynı şekilde
Avrupa’nın da Amerika’ya karışmaması gerektiğini bildirmiştir. Bu mesaj tarihe Monroe Doktrini olarak geçmiştir. hür Avrupa’yı ekonomik bakımından
kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu (Doğan, 2004: 3).
2. Türk-Amerikan İlişkileri ve Türkiye’de Demokrasiye Geçişte ABD’nin Rolü (Truman Doktrini ve Marshall Planı)
II. Dünya Savaşı yıllarında izlediği tarafsızlık politikasının sonucu olarak Türkiye, 1945’e “yalnız” girmesine karşın, bitmek üzere olan savaşta galiplerin
telkinine uygun bir şekilde karşı cepheye savaş ilan ederek (Şubat 1945) tercihini yapmış bulunuyordu. Savaş yıllarında gerginleşen Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, dışarıda bir Sovyet tehlikesi oluştururken, içeride de “tehlike” arz eden bir sol hareket, başını ABD’nin çektiği kapitalist blok içinde yer almak için iyi bir gerekçeydi. Öte yandan ABD’nin Sovyetler’e karşı yürüttüğü çevreleme politikası nedeniyle Sovyetler’in güney kanadında bir “ileri karakol”a ihtiyacı vardı. Bu koşullar altında Büyükelçi Münir Ertegün’ün naaşını getiren Amerikan zırhlısı Missouri, bir kurtarıcı gibi karşılandı. Truman Doktirini ve Marshall yardımıyla Türkiye’nin kapıları ardına kadar ABD’ye açıldı. Türkiye’nin, başını ABD’nin çektiği kapitalist sisteme eklemlenme sürecindeki siyasi ve ekonomik reçetelerin getirdiği yapısal değişiklikler, kültürel boyutta da yaşandı. Türkiye adeta kabuk değiştiriyordu. Amerika’nın Türkiye’deki etkisini artırmasının bir sonucu olarak çok partili sürece geçildi. “Amerikan patentli demokrasi” yirmi yedi yıllık tek parti iktidarının da sonunun getirdi (Akalın, 2003: 214).
Gazeteci-yazar Ahmet Oktay, dönüm noktası olarak aldığı 1946 yılındaki gelişmeleri söyle sıralamaktadır: “7 Ocak’ta Demokrat Parti kuruldu, 5 Nisan’da
Missouri geldi, 11 Nisan’da ABD’den 500 milyon borç istendi, 7 Eylül’de lira devalüe edildi, 13 Aralık’ta komünistler tutuklandı, 16 Aralık’ta sosyalist partiler
sendikalar ve bazı dernekler kapatıldı” (Oktay, 2002: 86). Yeni düzene geçmek için gerekli ön hazırlıklar, böylece yapılmış oluyordu. 1946 yılının Türkiye’nin
iç ve dış politikada yeniden yapılandığı yıl olduğunu belirten siyaset bilimci Cüneyt Akalın ise “Türkiye yılın başında başka bir dünyada yaşarken, yılın sonunda bambaşka bir sosyo-politik noktaya geldi” demektedir (Akalın, 2003: 213).
CHP’li Falih Rıfkı Atay ise Ulus’taki yazısında Amerikalılara duyduğu güveni ve Türk milletinin sevgisini söyle dile getirmektedir:
“Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan harpsiz, saldırısız sadece ahlak ve kanunî bağlaşma ve
antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya. Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını da görür.(...) Onlar karaya çıktıklarından ayrılacakları dakikaya kadar, Amerika’nın ne kadar sevildiğini gözlerin bakışında ve yüzlerin neşesinde görecekler..”( Ayın Tarihi, 1946/149: 67).
1947 yılının şubat ayında Princeton Üniversitesi’nde bir konuşma yapan George Marshall, ABD’nin yenidünya düzeninde üstleneceği rolün sinyallerini, “Eğer dünya muvazeneye (denge) ve istihsal (üretim) imkânlarına kavuşacaksa, demokratik usuller bazı memleketlere tekrar yerleşecekse bu hareketin
önderliğini ABD’nin yapması ve hiçbir yardımdan kaçınmaması icap eder (Vatan, 1947: 1)” diyerek vermektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin demokrasiye geçişi esasen yalnızca Türk toplumunun değil, aynı zamanda ABD dış politikasının çıkarlarına da
uygun, reel politik bir durumdu. Türkiye’de demokrasinin ABD reel politiğine uygun olmasının 3 önemli nedeni gösterilebilir. Her şeyden önce, Türkiye’nin
Batı ülkelerinin sahip oldukları bir sisteme, yani demokrasiye geçmesi, Türki-ye’nin Batı dünyasına entegrasyonunu hızlandırmış ve kuvvetlendirmiştir. Bunun yanında Türkiye’de demokrasinin, liberal ekonomik ve siyasi mekanizmanın işlerlik kazanması, sistemin Batı ülkeleriyle bağlantısını ve diyalogunu arttırmış ve onun NATO üyeliğini işlevsel hale getirmiştir. Türkiye gibi stratejik, askeri ve siyasi bakımdan önemli bir ülkenin, gerçek anlamda kazanılmasına yol açmıştır. ABD’nin önderlik ettiği liberal ve demokratik değerlerin geçerli olduğu Batı sistemine entegre olması, Türkiye’nin oynayacağı bölgesel rolü daha da kolay hale getirmiştir. Amerika ve İngiliz hükümetleri II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda, çok partili ve seçimlere dayalı bir rejimin oluşturulması, liberal ilkelere uygun bir ekonomik sistemin kurulması amacıyla Türk hükümetine siyasi, diplomatik ve mali destek yapmışlardır. Bu destekler, Türkiye’nin öncelikle ABD’ye genel olarak NATO sistemine bağlantısını kuvvetlendirmiştir ki, bu durum ABD reel politikasına uygundur. Harry Truman, ismini alan ABD yardımı ile ilgili açıklama yaparken “özgür toplumların kendi geleceklerini kendi iradeleriyle (demokrasi) belirlemelerini sağlamak” amacıyla ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve mali yardım yapacağını, bu yardımın ekonomik istikrar ve düzenli siyasi süreçleri(demokrasiyi) geliştireceğini belirtmişti. Diğer bir deyişle, Truman ABD yardımının Türkiye’de demokrasinin kurulması ve gelişmesine yardımcı olmak amacıyla verildiğini söylüyordu (Çalış, Dağı ve Gözen; 2001: 86-88). Oral Sander’e göre Truman Doktrini’nin amacı, dar anlamda ABD’nin Sovyet tehdidi altında gördüğü iki ülkeye yardım elini uzatması olarak değerlendirilmekle birlikte, Batı Avrupa’nın geleceğini ve güvenliğini teminat altına almak ve Sovyetler’e yönelik çevreleme politikasının sınırlarını Yunanistan ve Türkiye’ye kadar uzatmaktır. Doktrinin temel ve asli amacı, Sovyet genişlemesini dünyanın neresinde olursa olsun çevrelemek ve Amerikan ekonomik ve siyasal anlayışının genişlemesini sağlamaktır. Buna bağlı ikinci amaç ise Sovyet tehdidine karsı özellikle Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmektir
(Sander, 1979: 11-17).
Bu antlaşma çerçevesinde Türkiye, Ekim 1947- Eylül 1948 tarihleri arasında ABD’den 72 milyon 887 bin 405 dolarlık askeri yardım almıştır. Bu yardımın
yaklaşık 5 milyon dolarlık kısmı ise askeri amaçlı yol yapımı gibi çeşitli işlerde kullanılmıştır (Harper and Brothers, 1948’ den akt. Sander 1979: 31). Türkiye ve Yunanistan’a yapılan yardım, bir yıl sürmüş ve 1948’de “Dış Yardım Kanunu” kapsamına alınarak Yunanistan ve Türkiye için 225 milyon dolarlık ikinci bir
ödenek daha ayrılmıştır (Gönlübol ve Ülman, 1982: 227).
Truman Doktrini’nin tamamlayıcısı olarak ortaya çıkan Marshall Planı soğuk savaşın doğmasına ve hem Doğu hem de Batı Avrupa ülkelerinde hükümet
değişikliklerine yol açtı. Truman Doktrini’nin ardından Fransa ve İtalya’da Komünist Partili bakanlar hükümetten çıkarılırken, Doğu Avrupa hükümetlerinde de komünist olmayanlar düşürüldü (Türkkaya, 1968: 276).
Diplomatik ayrıcalıklara ve dokunulmazlıklara sahip Marshall Planı Türkiye Temsilcisi Russell Dorr’un, İstanbul’da Liman Lokantası’nda Tüccar Derneği’ne
verdiği konferans “çok yararlı” bulunmuştur. Dorr, Batı Avrupa devletlerine verilecek destekle, bu devletlerin değişen ekonomik koşullara yeniden uyum
sağlayacaklarını, böylece hürriyetlerini ve demokratik müesseselerini koruyabileceklerini vurgulamıştır. Dorr, Türkiye’nin Avrupa iktisadi birliğindeki yerini ise şöyle açıklamaktadır: “(....) Türkiye ‘demokrasi’ ve ‘hürriyet’ kelimelerinin propaganda manalarıyla değil, hakiki manalarıyla medlüllerini ifade eden bir grubun itimat edilir bir rüknüdür. (....)Batı Avrupa her zaman olduğu gibi şimdi de kendisini beslemekten acizdir. Gıda maddeleri bakımından bütün tarih boyunca Doğu Avrupa’ya ve garp yarım küresine muhtaç olmuştur.(...) Türkiye bugün milli imkânlarını son haddine kadar kullanmak ve Amerikan yardımından istifade etmek suretiyle Avrupa’nın gıda ve hammadde ihtiyaçlarını sağlayacak mühim bir istihsal merkezi olabilir.”(Çakır, 1949: 20).
Türkiye’nin Marshall Planı çerçevesinde ekonomik yardım alması şu gerekçeyle kabul edilmiştir: Savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın gıdaya ve hammaddeye
ihtiyacı vardır. Türkiye aldığı yardımlarla tarımını geliştirecek ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu haline gelecektir. Buna karşılık sanayi mamullerini
Avrupa’dan alacaktır (Avcıoğlu, 1975: 557-558).
Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçişinde rol oynayan dış dinamikler ana hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder