Ordunun Tarihi Vazifesi :
1960 darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin 6 nolu bildirisinden iki tarihi cümle:
“ Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife ile karşı karşıya bulunuyor. Bu vazife, dahilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır. ”
Damarlarına kadar nüfuz eden doktrin darbecileri kurucu iradenin mütemmim cüzü haline getirdiğinden ve halk “kurucu iradeye” hissedar olmadığından, sadece kendileri kurucu, kurtarıcı, halaskar, kollayıcı olduğundan siyasetçiler de zaten memleketi “buhran ve felakete sürükleyen hırslı kimseler” olduklarından devlete onlar el koymalı ve devleti kurtarmalıdırlar. Herkesten çok vatanı sevmişler, herkesten çok devlete sadakat göstermişlerdir. Değil mi ki varlıklarını vatana, millete, devlete ‘armağan’ etmişlerdir.
Türkiye’de darbelerle yüzleşmek tarihle yüzleşmeyi, devlet toplum ilişkilerini derinlemesine analiz etmeyi ve yerli yerine oturtmayı gerektiriyor. Ulaşılacak sonuçların çok karmaşık olduğunu sanmak ise bir yanılgıdır. Komisyon çalışmalarımız esnasındaki dinlemelerimiz ve okumalarımız da göstermiştir ki, doğru soru sorulduğunda karşınızda cevap verecek kimse bulunmasa, gerçeğin üzerindeki örtü kalkmamış olsa bile doğru cevaba ulaşılıyor.
İşkence/Yüzleşme/Tanıklık
Hiç kuşkusuz darbeler toplumsal psikoloji üzerinde psikolojik savaş yöntemleri uyguladıkları gibi, bireyler üzerinde de psikolojik savaş yöntemlerini tatbik etmişler ve sonuç almışlardır.
Toplumu korkutmuşlardır, korkuyla taraftar devşirmişlerdir ve üretilmiş korkularla demokratik iklimi, sosyal barış ve huzuru zehirlemişlerdir.
Geriye doğru darbeleri araştırırken, sorgularken şunu gördük: Aynı mağduriyeti yaşayan insanların, siyasetçilerin, mesela aynı işkencelere maruz kalan insanların aynı tecrübelerden aynı sonuçları çıkarmamış olmaları son derece çarpıcı ve sarsıcıydı. Türkiye 1971 darbesine giderken gençlik liderleri -Deniz Gezmiş ve arkadaşları- idam edilecek olan sol örgütlerin 27 Mayısçılarca aldatılmışlığı üzerine önemli notlar komisyonumuzun zabıtlarına dercedilmiştir.
Fiili ve psikolojik işkence darbecilerin sakınmadığı ve belki de en iyi bildiği bir yöntem. Darbeciler kendi kurgu ve projelerine uygun örgütler, cemaatler, dernekler kurmaktan ya da onları yaftalamaktan da sakınca görmemişlerdir. İşkenceyle bir cemaate, gruba mensubiyeti yahut yakınlığı, duygudaşlığı olanlara örgüt mensubu olduklarını söyletmiş “itiraf” ettirmişlerdir.
İrtica Geliyor
28 Şubat sonrası Malatya örneğinde olduğu gibi, bir askerin Rektörlüğüne getirildiği İnönü Üniversitesi yönetimi öncülüğünde önce bütün şehri terörize ederek, yüzlerce insana zorla, şiddet uygulayarak, fiziki ve psikolojik işkencelerden insanları geçirerek sivil toplum faaliyetlerini, vakıf hizmetlerini, hemşeri dayanışmasını örgüt kapsamına alacak kadar kolluk kuvveti eliyle ağır işkenceler sonucu olmayan bir örgütü var kılmış, şehirde büyük bir tedhiş ortamı oluşturmuşlardır.
Var dedikleri örgüte bir ad bulamamışlar polis ve mahkeme kayıtlarına dört beş ismi bir arada kaydederek Malatyalılar, Şafak, Talebe, İslami Hareket, İslami Hareket Malatya Şubesi gibi uydurma örgüt adlarını resmi kayıtlara birlikte yazarak, dergi aboneliklerini örgüt listesi, abone olarak ödenen paraları örgüt aidatı, fakirlere yapılan yardımları ekonomik kaynak sayarak 28 Şubat’ın kurguladığı “İrtica geliyor” zehirli propagandasına uygun işlemlere imza atmışlardır.
Ankara’dan talimatla giden müfettiş raporlarıyla da var kıldıkları örgütün dergi aboneliklerini tespit ederek “adı yok, yeterli delil yok, hemşeri dayanışması gibi, bugün değilse de yarın teokratik bir devlet kurmak için örgütlenebilirler” gibi akıl dışı polis ve talimatla rapor yazan müfettiş iddialarıyla gönüllü bir yardımlaşma vakfı yaşanan olaylardan örgüt diye tescillenmiştir. İşkenceciler emir komuta zinciri içinde yasaların kendilerine verdiği görevi yapmışlardır.
Komisyonumuz çarpıcı sarsıcı yüzleşmelere tanıklık etmiştir. Çalışmalarımız esnasında işkence eden ile işkenceye maruz kalan insanların yüzleşmesine tanık olmak daha önce örneği yaşanmamış bir tecrübeydi. Bu yüzleşme tecrübesini TBMM çatısı altına yaşamış olmak ise ayrıca manidardı. İşkence ettiği söylenen kimse Komisyondan kimse ile göz temas kuramıyordu. İşkenceye maruz kalan ise şimdi bir Milletvekiliydi ve maruz kaldığı tüyler ürperten işkenceleri, TBMM çatısı altında işkencecisinin yüzüne bir bir anlatıyordu.
Keza, 13 sene önce milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın gece yarısı evini basan 28 Şubat’ın otoriter ara rejimiyle özdeşleşen ünlü savcısı Nuh Mete Yüksel’in oturduğu koltukta, Milletvekili olarak yemin etmek için geldiği TBMM’den derdest edilip uzaklaştırıldığı Meclis çatısı altında dinlemek bütün anlattıklarıyla ve yaşattıklarıyla son derce çarpıcıydı.
Aynı şekilde Mamak Kafesinde işkence gören Komisyon üyelerimizin 30 yıl sonra, 12 Eylül’deki işkencecileriyle bir huzur evinde yüzleşmeleri de evvelce yaşan mamış bir ilkti.
Demokrasi ve parlamento tarihimizden daha eski bir darbe geleneğimiz olduğuna göre demokrasimizin bağışıklık düzeni sadece darbeciler eliyle bozulmuyor. Devlet eksenli ekonomik düzenimiz, devletten nemalanan sermaye ve iş dünyamız, devlete bağlı entelektüel, akademisyen ve yazarımız ile devletten özerkleşmeyen medyamız, doğru zamanda yanlışa yanlış diyecek aydından, iş adamından, bağımsız medyadan Türkiye’yi mahrum bırakıyor.
12 Eylül darbesini müteakiben 5 binin üzerinde siyasetçi ve bürokrat Danışma Meclisinde rol almak için bizzat cunta yönetimine başvurmuş. Medya - Elbet istisnaları kaydederek- her darbe döneminde tam mesai cuntacıların önüne yağ damlayan sofralar kurdu. Darbe dönemlerinde manşetleri generallerin belirlediği, Komisyon çalışmaları esnasında sayısız uzmanca ifade edildi. Keza, gazete manşetlerini belirleyen generallerin isimleri bile söylendi.
Sivil Toplum Sivil Olmalı:
Militarizme karşı güçlü bir sivil toplum yapımızın olmayışı da darbeler karşısında toplumu güçsüz ve dirençsiz bırakan en önemli hususlardan biri. Türkiye’de sivil toplum dahi devlete bağlı olunca, yani sivil toplum sivil olmayınca darbeciler sivil organize güçleri ‘silahsız kuvvet’ olarak darbe zamanlarında yedeklerine alıyor ve sivil toplumu topluma karşı bir silah olarak kullanabiliyorlar.
Siyasi partilerin ve siyaset kurumunun bir geleneği olmasına izin vermeyen darbeler sivil toplum örgütlerimizin, sendika, vakıf ve derneklerimizin demokrasiye güç kaynağı olacak bir gelenek kurmasına izin vermemişlerdir.
Odaklanılması gereken hususlardan biri de, darbeleri tasarlayan, kurgulayan ve gerçekleştiren kadroların; devleti, devletlerarası ilişkileri, toplumu hangi zihni ve kültürel kodlar ile nasıl algıladıklarıdır. Geçmişi yeniden inşa edemeyiz ama ülke olarak, millet olarak geleceğe güçlü bir demokrasiyle emniyet içinde yürüyebilmek için geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Bu yüzleşmenin büyük bir sağalmayı beraberinde getireceği muhakkaktır. Zira darbe geleneği, darbe kültürü sadece darbe dönemlerini değil normalleşmemize izin vermeyecek şekilde bütün zamanlarımızı zehirliyor.
Türkiye’nin darbeleri birbirini doğurmuştur. Bütün veriler göstermektedir ki her darbe bir öncekinin rahminde büyümüştür, her darbenin tohumu bir öncekin dedir ve aralarındaki illiyet, güçlü bir doku birliği ispatlanmıştır. Darbe ve darbecilerin dünya algıları, devlet felsefeleri ile mantık örgüleri birbirinin aynıdır. Demokrasiye, siyasete, sivil topluma, medyaya hep yetişme süreçlerinde tükettikleri doktrin gözünden bakarlar ve bütün fenalıkların, kötülüklerin kurucu resmi ideoloji’den sapmadan kaynaklandığı vehmin dedirler.
Darbeler konusunda öğretici bir sonuca gidebilmek için bir tespitimiz de şudur: Çok açık ve aşikârdır ki, darbecilerle iş tutanlar, onlar adına servis yapanlar, onların mesajlarını, ürettikleri korkuları topluma taşıyanlar darbecilerden daha çok üzerinde durulmayı hak ediyorlar. Suça azmettirenler ile suçu işleyenler gibi.
Darbecilerin az düşündükleri, diyaloga ve kendi içlerine kapalı oldukları, psikolojilerinin sorunlu olduğu, düşman algısıyla büyüdükleri kesindir. Provokasyonlar için seçtikleri mekânlar, toplumu tahrik yöntemleri ve toplumu ayrıştırıcı örnekleri bile birbirine benzerdir. Dar pencerelerinden tespit ettikleri zaaf alanları üzerinde toplumsal mühendislik faaliyetleri yaptıkları muhakkaktır. Zihinleri daha çok geriye dönük ve sürekli “Şunlar şunlar dün yoktu, bugün niye var ” şeklinde işlemektedir.
İç Hizmet Kanunu ile MGK’da Düşünmek
Darbeci için aslolan darbedir. Gerekçeler gerektiğinde üretilir, yapılacak iş ve işlemin mevzuatta yeri yoksa mevzuat yaptırılır.
27 Mayıs darbesinin ürünü olan 211 Sayılı İç Hizmet Kanununun Umumi Vazifeler başlıklı 35. maddesi “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır” ifadesiyle her türlü müdahale ve darbeye açık kapı bırakmıştır.
Cumhuriyetin ve Türk yurdunun ‘korunma’ ve ‘kollanma” ihtiyacının Cumhur/Halk ve siyaset kurumu tarafından karşılanmadığına inanıldığı ve bu tehlike öteden beri zaten üretilmiş bir tehlike olarak her zaman var olduğu için Devletin, Cumhuriyetin başı dara girdiğinde onu kurtarmak ve kollamak askerlerin birincil misyonudur.
Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun dönüşmesiyle 1961 Anayasasında sisteme dâhil olan ve vesayeti en üst düzeyde kurumsallaştıran Milli Güvenlik Kurulunun yapısı önemli ölçüde değiştiği halde bu kurumun dün ve bugünkü sorunlu yapısı Komisyonumuzun araştırma sürecinde en çok gündeme getirilen hususların başında gelmiş ve etraflıca sorgulanmıştır. Gündeme gelen en yaygın sorulardan biri de Türkiye’de “bir daha darbe yaşanmaz diyebilir miyiz” sorusu oldu.
Bu soruya çok net olarak “hayır, asla yaşanmaz” demeyi çok arzuladığımız muhakkaktır. Ancak, “Darbe olur mu” sorusunun bugün hala soruluyor olması bile yeterince rahatsız edicidir. Ne var ki, hukuku dizayn eden darbelerin anayasal zemini henüz tam olarak kalkmadığına ve demokrasimizin çıtası henüz o eşiği aşamadığına göre 27 Nisan Muhtırası’ndan sonra hükümetin temsil ettiği millet iradesi adına karşı duruşuyla tarihe gömüldüğü kabul edilen darbe ihtimalinin sıfırlandığını söylemek mümkün olsa da imkansızlaştığını söylemek zordur.
Bir daha olmasın, bir daha yaşanmasın diyen herkesin odaklanması gereken hususlardan biri darbecilerden çok darbelerin mayalandığı zemindir. Türkiye’nin demokrasi yolunda büyük mesafeler aldığı bugün güvenle söyleyebiliriz ki, eşyanın tabiatı, tarihin akışı, gelişen demokratik kültür, insan hak ve özgülükler alanında kat ettiğimiz mesafe hiçbir toplumsal mühendisliğe, hiçbir balans ayarına izin vermez. Bundan son derece memnunuz ama, darbeleri yeşerten zeminin tedavülden kalktığını söylemek için biraz daha zamana ve kolektif
irade oluşumuna ihtiyacımız var.
Düşman üreterek birleşme ve bütünleşme anlayışı tepeden inmeci zihniyetlerin çoğu zaman bildiği tek yöntemdir ve Türkiye’de bu yanlış, arkaik zihniyetin ne yazık ki henüz bir zemini vardır.
“Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır” diyecek bir darbe bildirisi elbette artık okunamayacaktır. Türkiye elbette bir daha içine kapanmayacak, meşru hükümetini cuntalara teslim etmeyecektir. Kesin olarak söylemeliyiz ki, Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” dedirtecek ayıplı günler de artık geride kaldı ama esas olan darbe dönemlerini, darbe kurumlarının vesayetini unutturacak kadar demokrasi yolunda mesafe almaktır. Ama artık Türkiye içeride ve dışarıda kimsenin himayesine, vesayetine girmeksizin, kendi özgür tercihiyle AB kriterlerini benimseyen, dünya ile birlikte yol alan, demokrasi, hukuk ve adaleti halktan esirgemeyen ve normalleşen yeni bir Türkiye’dir.
Devlet İktidarı ve Devlet Dili :
Darbe ve muhtıraların dili ve terminolojisi darbelerin bıraktığı izi sürmek açsından son derece etkili ve manidardır. Bugün bile, gündelik siyaset ve medya dili darbelerin ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, çatışmacı, buyurgan, tahakkümcü, otoriter, savaşçı, ötekileştiren dilinden kurtulamamıştır.
Darbe bildirilerinde açıkça “devlet iktidarı” ile demokrasi, parlamento, siyasi iktidar açıkça birbirinden ayrılmış, devletin sahibinin kim ve hangi kurumlar olduğu, devlet iktidarının kimlerden oluştuğu çok aşikâr olarak belirtilmiştir. “Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde ve emirle ülke yönetimine el koydu” cümlesi tek başına devlet iktidarını ilanı açısından yeter. Keza yasama ve yürütme yetkilerini birlikte kullanan Milli Güvenlik Konseyi de devlet iktidarının hukukun üstünde olduğunu gösterir. Milli Birlik adına Kuvvet komutanlarının gücünü derleyen bu anlayışta vatanın ev sahibi onlardır, vatan onlarındır, vatandaşlar ise kiracıdır...
12 Eylül bildirilerinden iki cümle: “Siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu
tedbirleri almamışlardır. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince ülke iç harbin eşiğine getirilmiştir.”
“Ülke bütünlüğünün korunması” hiç kuşkusuz “eşsiz kahramanlık ve fedakârlık” gerektirir ve bu “şerefli sorumluluğu” sadece Türk Silahlı Kuvvetleri yerine getirir.
“Asil kanı” o temsil eder, “sınırsız yurt ve vatan sevgisi” ondadır, “hain saldırılara,” “dış ve iç düşman tahriklerine” onlar karşı koyar, “sapık ideolojik fikirleri” sadece askerlerin fikir, bildiri, muhtıra ve uygulamaları tedavülden kaldırabilir. Yine bildiri diliyle devam edersek “anarşiyi”, “terörü”, “bölücülüğü”, “irticayı”, “komünist, faşist ve fanatik dinselliği” sadece askerler durdurabilir. “Emniyeti, asayişi, huzuru” sadece onlar sağlayabilir.
Darbecilere göre, demokrasi vatan hainlerini, mürtecileri şımartmıştır. Bu yüzden bir Batı Çalışma Grubunu kuran dönemin Deniz Kuvvetleri komutanı fişlediğini açık ettiği bir bakanın yüzüne “sen de irticacı imişsin, ağabeylerinin hangi cemaatlere mensup olduğunu biliyorum” demiş ve gerçekte hangi cemaatlere mensup olduklarını da söylemiştir. İstenen netice alınamayınca ise o bakan ikinci kez askere alınmış, Batı Çalışma Grubu fiş bilgileri doğrultusunda ikinci vatani görevi için Doğubayazıt’a gönderilmiştir.
Darbeye Yardım ve Yataklık
Dün darbelere yardım ve yataklık yapanların, darbe sürecine damga vuran önemli aktörlerin önemli bir kısmının darbe üzerinde o kadar zaman geçmesine rağmen darbeciler kadar bile bir özeleştiriye kendilerini tabi tutmamış olmalarını görmek bu araştırma sürecinde en hayretimizi mucip olan durumlardan biri olmuştur. Hiçbir vicdan muhasebesi yapmadan eski argümanlarla, eski yerlerinde olduğu gibi duruyor ve eski yaklaşımlarını sürdürüyorlar.
“Bugün darbe olsa medya aynı şekilde destekler” tespitini komisyonumuzda dile getiren kişi yarım asır medyanın en önemli isimleri arasında yer almıştır. Kısaca, darbeciler her zaman görünen cuntalar değildir. Taşeronlar, fırsatçılar da en az darbeciler kadar bu talihsiz dönemlerde rol almışlardır.
“Devlet içindeki devlet” ve “derin devlet” üzerine önemli bir toplumsal duyarlılık biriktiği, faili meçhul cinayetler başta olmak üzere birçok karanlık nokta o derinliklerde olduğu halde bu netameli alanda alınan mesafeyi yeterli gördüğümüzü ve yeterince aydınlandığımızı söyleyemeyiz. Faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı dönemin Başbakanı Tansu Çiller de doğru muhataplarına Demirel’e ve Teoman Koman’a herkesin dilindeki sırları, Jitem’i, devlet içi çeteleri, derin devletin mahiyetini sormuş ama “yok öyle bir şey”den başka cevap alamamış.
Fiili darbe dönemleri dışında Türkiye’nin en karanlık günlerinden biri faili meçhul cinayetlerin art arda işlendiği 1990’lı yılların birinci yarısıdır. Devlet için kurşun atanın da kurşun yiyenin de kutsandığı bu karanlık dönemde işlenecek faili meçhul cinayetlerin listeleri elden ele dolaşmıştır. Dönemin Başbakanı Çiller 4 Kasım 1993’ tarihinde “Terör örgütü PKK’nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz ve hesap soracağız” dedikten sonra TBMM Susurluk Dosyası Raporu’nu yazan Kutlu Savaş’ın raporuna göre devletin hukuk sınırları içinde hareket etmediği bir dönemin başladığı ve söz konusu listeden bir Kürt iş adamının infaz edildiğini söylemiştir. Sonra bu faili meçhul ama
listelenmiş infazlar devam etmiştir.
Hiç şüphesiz kesintisiz bir aydınlık, tam bir demokrasi ve hukuk devleti için, devlet ile millet arasındaki ihtilaf alanlarının tamamen bertaraf edilmesi için; değil devlet içinde devlet, havalandırılmamış tek bir karanlık oda kalmamalıdır.
Karanlık Odalar
Araştırmamız göstermiştir ki, karanlık ikna odaları sadece askeriyede değil, siyaseti rehin alan sivil mekânlarda da, üniversite koridorlarında da, yüksek mahkemelerde de, medya plazalarında da, seçkin sermaye grupları arasında, meslek odalarında da vardır. Sahici bir yüzleşme için bütün bu alanlardaki odaların da havalandırılması zorunludur.
Türkiye’de artık ne üniversiteli gençlerimizin sorgulandığı, ne milletvekillerinin şantajla tehdit yahut transfer edildiği, TBMM’ye gitmelerinin bile engellendiği “ikna odaları” olsun ne de toplumun mahremiyetiyle fişlendiği “kozmik odalar” olsun!
Darbeler sadece maliyet ödeyenlerce değil topluma o ağır maliyeti ödetenlerce de ele alınmalıdır. Darbelerin tasfiye ettiği kurumlar, darbelerin inşa ettiği vesayet kurumları darbelerin maliyeti asla hesap edilemeyecek büyüklükte bir zarardır ve bu zararı bütün millet ödemiştir, halen de ödemektedir. Millete ödetilen bedel konusu sadece maddi, parasal bir bedel olarak anlaşılmamalıdır.
Boşaltılacak bankalara darbeden hemen sonra emekli olup yönetim kurulu üyesi olmak sadece kuvvet komutanlarımız ve generallerimizin kişisel tarihleri açısından değil güvenliğimiz açısından da son derece önemlidir. Tıpkı fişleme faaliyetinin toplumsal düzenle alakalı hiçbir misyonu olmayan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde gerçekleşmesi gibi.
Komisyonumuzun araştırma ve dinlemeleri esnasında duyduğumuz en çarpıcı cümlelerden biri şu oldu: “Bir tek yanlışlık yaptım, banka aldım…” Evet, bu pişmanlık cümlesini bir kez değil, çok kez duyduk. Peki sorarız, insan yanlışlıkla bir bankayı nasıl alır?
Belki de kesin sonuca varabilmek için darbe dönemlerinde yanlışlıkla alınan bankalara, edinilen servetlere çok daha yakından, çok daha sorgulayıcı bir gözle bakmak gerek. Çok açıklayıcı olacağı muhakkaktır. Yine de servet değişimleri konusunda Komisyonumuzun tutanaklarında çok önemli bilgiler var.
Mesela eski bakanlardan iş adamı Cavit Çağlar’ın şu cümlesi de çarpıcıydı: “Teoman Koman benim çok yakın arkadaşım, dostum. Emekli olduktan sonra gel bankamızın yönetim kuruluna gir dedim. O da geldi, girdi. Vural Beyazıt ise ben ayrıldıktan sonra girdi yönetime.” Araştırma raporumuzda darbelerin ekonomiye maliyeti ile ilgili son derece dikkate değer veriler var. Sonuçta sadece 28 Şubat sürecinde 21 banka battı. 2001 Ekonomik Krizi, Türkiye’nin bütün varlıklarını yuttu.
Darbeler, Provokasyonlar
Darbelerin tarihi aynı zamanda provokasyonların tarihidir. Dini değerler, milli ve manevi değerler, etnik ve kültürel farklılıklar provokatörlerin en çok kullandıkları alanlardır.
6-7 Eylül’de olaylarında halkı galeyana getirmek ve işlenecek suça ortak kılmak için “Yunanlılar Atatürk’ün evini bombaladı” yalanıyla iş gördükleri gibi, provokatörler Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükledikleri dönemde ‘Sağ’-‘Sol’, ‘Alevi’-‘Sünni’ kutuplaşmasını kurgularken de toplum vicdanının en hassas noktalarına mızrak saplamaktan geri kalmamışlardır. Maraş olaylarında aynı karanlık el “cami bombalandı” diye halkı galeyana getirmiş ve büyük acılar yaşanmasına yol açmıştır. Darbeciler her darbe öncesi ve sonrası yüksek bir gerilim stratejisi planlamış, uygulamışlardır. İç düşman önceliklerini belirleme, medyayı psikolojik savaşa hazırlama, düşman algısı oluşturma ve bu üretilmiş algıyı besleme, toplumu kategorize etme, kamplara ayırma, gerilim ve çatışma noktaları belirleme, psikolojik harekâtın yürütüleceği odakları, merkezleri, şehirleri tayin etme, sivil toplum örgütlerini kullanma, “Anayasal kurumları” siyasi iktidar üzerinde baskı unsuru olarak kullanma, “Niyet okuma” yöntemiyle potansiyel suçluları tespit etme, Darbeye karşı koyma ihtimali olan insanlara, gruplara, örgüt ve cemaatlere dönük eylem planları hazırlama, İtibarsız laştırılacak siyasetçi ve toplumsal aktörlerin yerine yenilerini belirleme ve topluma takdim etme, Bürokrasi, Yargı ve Üniversite başta olmak üzere önem sırasına göre toplumu “fişleme”, tasfiye edilecek kadrolar ve kurumlar ile ikame edilecek kadro ve kurumlar gibi devleti yeniden dizayn edecek stratejiyi belirleme planlama, tasarlama ve kurgulama darbecilerin işidir.
Darbeci Siyasetçiyi İtibarsızlaştırır
Büyük bir tasarım, büyük bir projedir darbe. Şartlar olgunlaşmadan ya da yanlış zamanlamayla deşifre olursa darbecinin canı yanar. Gerçekleşirse topyekûn milletin. 1960’tan 1997’ye dört kez toplumun canı yanmıştır. 27 Nisan’da ise ilk kez, millet iradesinin meşru temsilcisi olan Hükümet, verilen gece yarısı bildirisini aynı gün tarihin çöp sepetine atmıştır.
Darbeciler toplumsal mühendislik görevlerini darbe sonrası ince ayarlarla yürütmüş herkesin zekasına hakaret ederek idam ettikleri Başbakan Menderes’i “bizi darbeye zorladı” diye ayrıca suçlamışlardır. 27 Mayıs Cuntasının liderliğine getirilen Cemal Gürsel’in “Menderes’in memlekete en büyük kötülüğü orduyu ihtilale zorlamaktır” cümlesi işlenen cürmün/cinayetin kime yıkılacağının da tasarlandığını gösterir.
Darbeci toplumu sıra dayağından geçirmiştir ama onu suça azmettiren siyasetçidir. İşte itibarsızlaştırılması gereken siyasetçidir. Darbeleri Araştırma Komisyonunun çalışmaları esnasında, özellikle 28 Şubat darbesinin en önemli mağduru olan merhum Başbakan Necmettin Erbakan’a öyle çok hayırhah atıflarda bulunuldu ve öyle çok övüldü ki, hayattayken maruz bırakıldığı durumlar kayıtlarda olmasa hayatında hiçbir haksızlığa muhatap kalmamış bir siyasetçi zannederdik. Samimi duygularını ifade edenlerin yanı sıra günah çıkarmak isteyenler de, darbecilerin yanında yer aldıkları, devrin Başbakanını tahkir ve tezyif ettikleri için bugün pişmanlığını dile getirmek isteyenler de Erbakan’ın darbe sürecindeki duruşunu sadece takdir etmediler ona adeta hayranlıklarını belirttiler. Bilindiği üzere muhatap olduğu “darbenin bin yıl yaşayacağı” söylendiğinde merhum Erbakan “ 28 Şubat tarihte bir nokta bile değildir ” demişti.
KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU
Dönem: 24
Türkiye Büyük Millet Meclisi Demokrasiye Girişi
Kasım 2012 S. Sayısı: 37
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376)
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder