Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz
New World Immigration System: A Modern Analysis Focused on Europe
Fatih ÇAM1
1 Araştırmacı-Yazar, İstanbul,
fatihsib@hotmail.com
Giriş
Göç kritik bir ifade ile coğrafi mekân değiştirmektir. Ancak insanlar, doğup büyüdükleri toprakları farklı sebeplerle terk etmektedirler. Göç kararı alan bireylerin, daha iyi yaşam koşullarına sahip olduğuna inandıkları yerlere (Avrupa Birliği, Kuzey Amerika gibi) gitmek için yaşadığı bölgeyi terk edebileceği gerçeği, yine dünya üzerinde bu bölgelerin en çok göç alan bölgeler olması sonucunu doğurmuştur. Göç olgusu, yalnızca tek bir boyutuyla değerlen dirilemeyecek derecede “indirgenemez komplekslik” te bir yapı olduğundan, meselenin açıklanmaya çalışılan üç temel boyutunun üzerinde durulmasında fayda vardır. Anılan temel üç boyut için, iktisadi, siyasi-hukuki, sosyal ve kültürel boyut şeklinde bir ayırıma gitmek mümkündür. Başta refah seviyesinin yüksekliği ve bunun yarattığı özgürlükler penceresi bakımından Avrupa ve Kuzey Amerika, Az Gelişmiş Ülkeler’de yaşayan insanlar açısından birer cazibe merkezi konumundadırlar. Bu merkezilik; Dünyanın ve Avrupa’nın güvenlik politikalarını, küreselleşmenin etkisiyle özellikle son yıllarda tekrar gözden geçirmek zorunda bırakmıştır.
Yeni Dünya Göç Sistemi’nde insani gelişim ve göç bağlantılı politikaların, insan güvenliği yaklaşımından ayrı düşünülmesi olanaksızdır. Bu çalışmada küresel
ölçekli savaşların bitmesinden ve iki kutuplu yapının şekil değiştirmesinin ardından tartışılmaya başlanan insan güvenliği konusunun devletler bazında
hukuki ve sosyo-ekonomik boyutları da ele alınmaya çalışılmıştır. Yine, insan güvenliği ile uzlaşmış politik yaklaşımlarla birlikte göç olgusunun yeniden
düşünülmesi gerektiğini de savunan çalışmada göç teorileri ve göçe neden olan faktörler incelenmiştir. Ayrıca farklı paradigmalar üzerinden Yeni Dünya Göç Sistemi içerisinde insan hakları ve etnisite kavramları değerlendirilmiştir. Mevcut politikaların tarihsel analizini yapabilmenin gerekli koşulu olarak yakınçağ göç hareketleri ve devletler bazında ilk uygulamalar içerisinden örnekler seçilmiştir. Son dönemde yüksek sesle dikkat çekilmeye çalışılan etnopolitik çatışma alanları ve göç bağlantıları ayrıca ele alınmıştır. Esasında ekonomik gerekçelere bir tepki olarak gözüken kısıtlayıcı göç politikaları, gittikçe ekonomik açıklamalardan bağımsız hale gelmektedir. Bu yönüyle bu iddia göç olgusunu ideolojik ve milliyetçi politik bağlamlarla yakın ilişkili konuma getirmektedir. Dini, etnik, politik baskılar, aşırı nüfus ve açlık gibi nedenler insanları bir başka yerde yaşamaya zorlamaktadır.
Sosyo-politik sebeplerle meydana gelen göç, günümüzde mülteci ve iltica kavramlarını gündeme getirmektedir. Dünya üzerinde ekonomik gerekçeler
yüzünden göç edenlerin yanı sıra büyük oranda sığınmacı olarak göç etmek zorunda olan insanlar da vardır. I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra Avrupa, Asya ve Afrika’da bir çok sınır değişmiştir. Bu ülkelerdeki insanlar yeni sınırlar sebebiyle bir ülkeden diğer ülkeye göç etmek zorunda kalmışlar ya da yaşadıkları yerde bir anda azınlık durumuna düşmüşlerdir.
İktisadi, Hukuki ve Sosyolojik Boyut
Üretim faktörleri arasında en önemlilerinden biri olarak kabul edilen işgücü ihtiyacı, göç konusunun da temel belirleyicisidir. Kolonyel eğilimli ülkelerdeki
işçi ihtiyacı, başlangıçta Afrika üzerinden kölelik düzeneğiyle karşılanarak, tarım işçisi ve hizmet alanlarında kullanılmaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte işgücü
ihtiyacı şekil değiştirmeye başlamıştır. Değişikliğin sonuçlarından birisi de, daha nitelikli işçi grupları tarafından oluşturulan örgütlü yapılardır.
Bu durumda devletler; ücretler, işçilerin serbest dolaşımı ve göç konularında, kolonileşme sonrası alışkanlıklarını terk ederek yeni kontrol mekanizmaları
geliştirmeye başlamışlardır.
Özellikle Batı Yarımkürede yaklaşık ikiyüz yıl önce başlayan endüstri atılımlarının ardından ekonomik faaliyetler süratle tarım dışına kaymıştır. İşletmeler ve
fabrika sahipleri yığınlar halinde işçi istihdam etmeye ve onlara düzenli olarak ödemeler yapmaya başlamıştır. Kalabalıklaşan nüfusun ihtiyaçlarını karşılaya
mayan tarım kesimi bu kalabalıkların bir kısmını dışarı atmak zorunda kalmıştır.
Bununla birlikte taşrada tarımsal ürünlerin fiyatları da düşmeye başlamıştır. Tam tersine, şehirlerde hizmet veya endüstri sektörlerinde çalışanlar düzenli
gelire sahip olmanın garantisi altında yaşamaya başlamışlardır (USAK 2008, 263). Artan ekonomik yatırımların büyük oranlarda kentlerde yapılması hem
kentlerin büyümesinde etkili olmuş hem de tarım faaliyetleriyle uğraşan kesimin verimliliğini dolaylı olarak düşürmüştür. Tarım verimliliğinin gerilemesi ve
kentleşme arasındaki bu ters orantı diğer kamusal alanlarda da kendini göstermiştir. Eğitim, sağlık ve altyapı hizmetleri gibi hizmetlerin de kentli insana daha yakın olması, yatırım politikalarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Gelişen teknolojiyle birlikte tarımda kullanılan eski usul uygulamaların yerini almaya başlamıştır. Bununla birlikte tarım alanındaki işgücü fazlası meydana gelmiştir.
“Endüstrileşme ve tarım dışı üretim faktörleri, göç konusundaki gerekli ekonomik altyapıyı hazırlamıştır. Ayrıca, fakirlik, işsizlik ve hatta politik baskılar
göç potansiyelini belirlemekte yeterli değildir” (Yılmaz-Başçeri 1998, 495). 20. yüzyılda küresel göç hareketlerini belirleyen en önemli dinamikler bir taraftan
dünyanın fakir bölgelerinde meydana gelen yoksulluk ve işsizlik gibi sebeplerden kaynaklanan göçmen arzı iken diğer yandan gelişmiş bölgelerdeki işgücü
açığını göçmenlerin ucuz işgücü emeğiyle kapatmaya dayalı ekonomik yaklaşım olmuştur (ORSAM 2012, 10). Son yıllarda, dünya üzerinde düzensiz göç
konusunda izlenen göç politikaları sonucunda oluşturulmuş sınırların denetimi ve güvenlikleştirme uygulamaları sığınmacı kabulünü giderek azaltmaktadır.
Sığınma talebiyle başvuran insanların bu politikalar neticesinde yasal yolları terkederek başka alternatif yollara yöneldiği tespit edilmiştir. “Örneğin, 2007
yılında iltica başvuruları Fransa’da % 9,7, Almanya’da % 9 oranında düşerken, buna paralel olarak İngiltere’de de son 14 yılın en düşük seviyesine inmiştir”.
Uluslararası hukukta iltica konularında sığınma ve sığınmacılarla ilgili olarak 28 Temmuz 1951 tarihli “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi” ve bu sözleşmenin 31 Ocak 1967 tarihli Protokolü temel belge olarak kabul edilmektedir (ORSAM 2012, 19).
“Mülteci sorununun uluslararası boyutunun büyümesi ve sığınmacının ülkesini terk ederek, kaybettiği haklardan dolayı içine düşeceği hukuksuz
ortamın kaldırılması gereği, sığınmacıların durumunun uluslararası hukukta düzenlenmesi ihtiyacını doğurmuştur. Bu düzenleme yapılırken Birleşmiş
Milletler’in İnsan Hakları Beyannamesi temel olarak alınmış, insanlık onuruna aykırı durumlarla karşılaşan ve bu yüzden göç etmek zorunda kalan
sığınmacılara, bu temel hakları göç ettikleri ülkelerin sağlaması gerektiği Birleşmiş Milletler’de kabul edilmiştir” (Sönmezoğlu 1998, 498).
Tablo 1. İnsani Gelişim ve Göç Bağlantıları
Kaynak: Paola Pagliani; “Mobility and Human Development in National and Regional Human Development Reports” IDP 2010, 22
Pagliani, insani gelişim konularında IOM’a sunduğu 2010 yılı raporunda; “uzun, sağlıklı, yaratıcı yaşamlar ve insanların özgürlüklerinin genişlemesi için
sürdürülebilir aktif kalkınma şekillerine” ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Rapor, benzer ya da farklı gerekçelerle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların
uğradığı hak kayıpları neticesinde meydana gelen boşlukları doldurmak amacıyla yapılacak olan yasal çalışmalar ve küresel göç politikalarına yön vermesi
amacıyla oluşturulmuştur.
Raporda, uluslararası göç olgusunun tüm boyutları ile insan yaşamına etki eden yönleri ele alınmıştır. Ayrıca finansman, küresel boyutlar ve
insan güvenliği konularının yanı sıra, küreselleşme, insan hakları, demokrasi ve adli konular başlıklar halinde sıralanmıştır (Pagliani 2010). Pagliani’nin sunduğu
raporda, Birleşmiş Milletler’in belirlediği kriterlerin uluslararası göç politikalarının oluşturulmasında resmi çerçeveye destek olarak kullanılan veriler içermektedir.
Lee (1969) tarafından geliştirilen push and pull (itme-çekme) teorisi, göç olgusunun temel karakteristiklerini açıklamak amacıyla ortaya atılmıştır. İtici faktörler, genellikle kaynak ülkelerin göç konusunda yürüttükleri olumsuz politikaları neticesinde meydana gelen işgücü göçü olarak tanımlamak mümkündür. Bu politikalara, düşük ücretler, işsizlik, yüksek vergiler örnek olarak gösterilebilir. Çekici faktörler ise hedef ülkelerdeki refah, yüksek işgücü ihtiyacı, dini ve politik özgürlüklerle nispeten iyi çevre algısı olarak özetlenebilir.
Şekil 1: Lee’nin İtme-Çekme Teorisi
Kaynak: Wei Li, Osvaldo Muniz ve Yvonne Schleicher. AAG Center For Global Geography
Education “Why do people move to work in another place or country?” Based on Migration Conceptual
Framework Lee, http://cgge.aag.org/Migration1e/conceptualFramework_Jan10
Lee’nin itme-çekme teorisi Şekil 1’de, pozitif ve negatif unsurlar bu faktörlere delalet etmektedir. İki kutup arasındaki engellerin dağ şeklinde temsili
fiziksel olarak algılanmamalıdır. Örneğin; kısıtlayıcı göç kanunları muhtemel göç için zorlu bir bariyer olabilir. Göçe karar vermek, göç edilen yerde kalıcı olmak
göçmenin ilk düşündüğü engeller olarak tanımlanır. İtme-çekme teorisinin mantığı hedef (+) çeker, kaynak (-) iter gibi görünse de, her iki noktada karşı
motivasyonları içerebilmektedir.
Uluslararası Göç Ve Yasadışı Göçe Neden Olan Faktörler
1978’te Alejandro Portes, Meksikalıların ABD’ye yasadışı göçü hakkında bir problem olarak değil probleme bir çözüm olarak baktığını ifade etmiştir (Portes
1978, 470). İlgili beyanatta Birleşik Devletler otoritelerinin göç politikasıyla ülkenin işgücü piyasası ihtiyaçlarını yönetme konusundaki kabiliyetsizliğinden
veya isteksizliğinden bahsetmiştir. Ekonomik ihtiyaç ve hükümet politikası arasındaki benzer bir uyumsuzluk, Batı dünyası ve özellikle Avrupa’da da gözlenmiştir.
1974’te politik tartışma adeta donmuştur. Öyle ki; devlet etkili bir göç yönetimi ile ulusal işgücü kıtlığına çözüm bulma kapasitesini kaybetmişti. Ortada
bir göç krizi olduğuna dair popüler bir algı oluşmaya başlamıştı. Oysa ki, bu göç akımlarının yönetiminden çok, göçmenlere verilecek politik tepki kriziydi
(Baldwin-Edwards 1994, 1-16).
Afoloyan, göçün sebeplerini; nüfus artışı ve nüfus yoğunluğu, ekonomik kırılganlık ve borç, sosyokültürel meseleler, ekolojik felaketler, sosyal ağlar,
hükümetlerin göç politikaları ve bölgesel ekonomik entegrasyon şekillerinde açıklar (Afoloyan 2001, 10). Afrika örneğinde Adepojou, göç faktölerini;
işgücü artışı, ekonomik düşüş ve borç, etnopolitik çatışmalar, ekolojik bozulmalar başlıkları altında toplar. Bu bağlamda göç, bireyler ve aileler için bir
hayatta kalma stratejisi olarak görülebilir (Adepojou 2004, 65).
Göç üzerine çok daha eski literatür, bazı çağdaş demografik literatürle birlikte nüfus artışının göç eğilimi ile direk bağlantısı olduğunu varsaymaktadır
(Ravenstein 1885, 167-227). Başka bir deyişle; yüksek doğum oranı yüksek göçe yol açarken düşük nüfus artışı dışarıdan göçe ihtiyacı doğurabilir.
Ancak, bunların arasında küresel olarak hiçbir bağlantı olmadığını gösteren yeterli ampirik kanıtla birlikte göç üzerine bu yaklaşım terk edilmiştir.
Gelişen dünyanın çoğunu kapsayan yüksek verimlilik oranlarına sahip ülkeler için önemli olan ekonomilerinin yeni işgücünü absorbe edebilme kapasitesidir.
Gelecekteki göç baskıları için hayati belirleyiciler, basit nüfus artışlarından ziyade istihdam yaratımı olacaktır.
Son çalışmalar gönüllü uluslararası göçü bir gelişim seviyesi olarak görme eğilimindedir. Bu seviye çok düşük bir gelişmişlik seviyesinden “orta-üzeri” gelir
düzeyine geçişi göstermektedir. Bu görüşe göre göç gelişmemişlikten değil, ge-lişimin kendisinden ortaya çıkmaktadır. Genellikle; dünyanın ana işgücü
ihracatçıları Kuzey Afrika veya Filipinler gibi orta ve orta-üzeri gelir düzeyine sahip ülkelerdir (Haas 2005, 678). Olesen, bu düşük ve orta gelir düzeyine ve
yüksek göç oranına sahip ülkeleri “göç toplulukları” olarak adlandırmaktadır. Bu ülkelerin bir üst seviyesindeki ülkelerden itibaren göç, azalmaya başlar.
Olesen, göç alan ve göç veren ülkeler arasındaki bu gelir seviyesini açıklarken (Amerikan doları alım paritesi ölçü birimi kabul edilerek) değişim oranlarını
1/3’ten 1/4.5’e kadar varsayar (Olesen 2002, 125-150). Yasadışı göçle mücadele ve düzenleme programlarının varlığına rağmen, yasadışı yabancı sayılarının durağan ya da artan miktarlarda olduğu tüm dünyada kolaylıkla görülebilmektedir. Örneğin; yasadışı göç olgusu, başta Meksikalılar olmak üzere, ABD içinde azalmaksızın devam etmektedir. 2006 yılında Amerikan ekonomisinde 11 milyon yasadışı çalışan yabancı olduğu tahmin edilmektedir (Martin 2003, 6).
Avrupa’da ise yasadışı göç konusunun son durumu gerçekte tahmin edilenden de fazladır. Deniz bağlantılı ulaşım yolları ile İspanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs
ve Malta, Doğu Akdeniz sınırında büyük oranlarda gerçekleşmektedir. 1990’ların sonunda küçük ölçeklerde başlayan ve botlarla gerçekleşen kaçak Afrikalı
göçmen girişleri İspanya ve İtalya’da büyük insanlık trajedilerine yol açmıştır. Özellikle 2000’li yılların sonlarına doğru son haddine ulaşmıştır. Bölgedeki tüm
yasadışı ulaşım (bilindiği kadarıyla) küçük deniz araçlarıyla, son derece olumsuz koşullar altında küçük adalar üzerinden (Lempedusa, Fuerleventura; İtalya),
(Kanarya; İspanya), (Samos; Yunanistan) gerçekleştirilmektedir. Bu husus ilgili ülkeler için büyük problem teşkil etmektedir. Ayrıca kıyıya varabilenlerin
%10’undan fazlasının denizde öldüğü tahmin edilmektedir (Adepojou 2004, 67).
Yeni Dünya Göç Sistemi
Douglas Massey, Yeni Dünya Göç Sisteminin birçok karekteristiğini şöyle tanımlamaktadır. Birinci olarak çoğu göçmenler sınırlı sermayesi olan, düşük iş
imkânları oranları ve elverişsiz işgücü rezervi olan ülkelerden gelmektedirler. Gelişen dünyadaki işgücü kaynağı ve talepteki dengesizlik Avrupa’nın
sanayileşmesi sürecindekinden çok daha kötüdür. İkinci olarak göç ülkeleri, geçmişte olduğundan çok daha fazla “sermaye-yoğun” ve çok daha az “emek-yoğun” dur.
Uluslararası göçmenler artık yüksek segmentli işgücü piyasalarındaki marjinal boşlukları doldurmaktadırlar. Üçüncüsü göçmenlerin bu ekonomik marjinalleşmesi, onların hizmetine olan kalıcı talebe rağmen artık göçmenlere ihtiyaç olma-dığına dair sosyopolitik bir algıya yol açmıştır. Ortaya konulan son karekteristik ise dünyada beş göç sisteminin var olduğudur; Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Asya-Pasifik, Körfez Bölgesi ve Güney Amerika. Bu bölgeleri besleyen göç ülkeleri; tarihi bağlar, ticaret, politika ve kültürle şekillenmektedir. Buna rağmen bu ülkeler sömürülmüş, fakir ve görece güneylidir (Pellegrino ve Taylor 1998, 5).
Emek göçmenlerinin yarıdan fazlası, mültecilerin ise bundan daha yüksek bir oranı Asya, Afrika ve Latin Amerika menşeilidir. Dünyanın geçen yüzyılının
seksenli yıllarının sonundan itibaren değişen siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısı, eski sosyalist ülkelerin nüfuslarını da gelişmiş kapitalist ülkelerin kullanımına hazır bir işgücü rezervuarı haline getirmiştir. Küresel göç nüfusunun büyük çoğunluğu yeryüzünün güney bölgelerinden Batı Avrupa, ABD ve Kanada olmak üzere Kuzey bölgelerine göç etmek zorunda kalan insanların göç hareketleri sonucunda meydana gelmektedir. Bu nüfusun daha küçük bir kısmı ise coğrafi olarak olmasa da sosyo-ekonomik gelişmişlik ve kültürel “kimlik” açısından Kuzey ülkesi sayabileceğimiz Avustralya’ya; yine başka bir kısmı ise petrol ihraç eden Ortadoğu ülkelerine göç edenlerden oluşmaktadır (Massey 1988, 233).
İnsan Hakları, Etnisite ve Azınlıklar
Yenidünya sistemi içerisinde göç olgusu, sebepleri ve sonuçlarıyla araştırmacıların ilgi alanında bulunmaya devam etmektedir. Göç süreçlerinin her kademesinde sıkça karşılaşılan İnsan Hakları, Etnisite ve Azınlıklar kavramları da çalışmanın sebep ve sonuç içerikli alanlarında birçok kez kullanılmıştır. Kaynak
ülkelerde kimi zaman bu kavramlara bağlı sorunlar göç etme kararının alınmasında büyük rol oynamaktadır. Bazen de aynı kavramlar, hedef ülkede yeni sorunların tanım alanına girmektedirler. Göçmen, yeni yaşam alanında hak ihlalleriyle karşılaşabilmekte ya da kendisini etnisiteye veya azınlıklara karşı yeterli hoşgörünün bulunmadığı hedef ya da transit yaşam alanlarında bulabilmektedir.
Tarihsel olarak insan haklarının ilk önemli belgelerinden Magna Carta şartı, 1215 yılında İngiliz göçmenlerin krala karşı hak ve hukuklarını kabul ettirdikleri
bir belge olarak bilinmektedir. Diğer önemli iki tarihi belge de yine İngiltere’de Habeas Corpus (1679) ve Bill of Rights (1689)’ta yayınlanmış deklerasyonlardır.
Bu belgelerin bugünkü insan haklarının temelini oluşturduklarına inanılmaktadır. Modern anlamda ise Birleşmiş Milletler, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni yayınlayarak insan haklarının korunması konusunda uluslararası ve yasal bir zemin sağlamıştır. Göç olgusunun merkezinde bulunan insanın yaşam hakkı, düşünce, ifade, eşitlik, özel yaşam, güvenlik gibi temel hakları ve hukuku bu şekilde garanti altına alınmıştır. 1990’lardan ve özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra insan hakları kavramı nitelik ve nicelik olarak zenginleşmiştir.
Özgür ve demokratik rejimlerde yaşama hakkı, insani suçlar, gıda güvenliği, çevre sorunları, tedavi hakkı gibi konularla ilgili kavramlar uluslararası
mahkemelerin, örgütlerin ve yenidünya sisteminin hassas konusu haline gelmiştir (Çakmak 2012, 9-12).
Göç hususunda sebep-sonuç problematiğine değinen bir diğer kavram da etnisite’dir. Etnisite; ya da bir başka deyişle etnik grup kavramı, sosyolojide belirsiz olarak tanımlanmaktadır. Irk terimine karşı etnisite biraz daha geniş bir kavram olarak kabul edilebilir. Bir sosyal oluşumdaki özellikleri, grubun bireylerinin o oluşumla özdeşleşmesini, siyasi, kültürel ya da ırk bağlarıyla aidiyeti açıklamak üzere ortaya çıkmış bir kavramdır (Glazer ve Moynihan 1975, 55).
Yukarıda verilen Marksist ve İlkçi sosyolojik görüşle birlikte kültürel görüş te etnisiteyi bireyin iradesinden bağımsız olarak ele almaktadır. Bir başka ifadeyle,
etnik aidiyet doğuştan, verili ve tarif edilemez niteliklerle kuşatılmıştır. Bütün toplumlarda var olan irrasyonel bağlılıklar, kan, ırk, lisan, bölge ve benzeri
unsurlara dayanır. Sadece üçüncü dünya ülkelerinde değil, modern devletlerde de etnik gruplar veya toplumlar, ilksel gerçeklikler üzerine inşa edilirler.
Etnisite kavramı, günümüz siyasal ve toplumsal hayatında belirleyici olan önemli kavramlardan biridir. Bu kavramı değerlendirmeden yeni etnik oluşumları
değerlendirmek mümkün değildir (Taştan 2010, 199).
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder