İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2017 Perşembe

İNSAN HAKLARININ KORUNMASI VE GELİŞTİRİLMESİ ALANINDA ATILAN ADIMLAR, BÖLÜM 2


   İNSAN HAKLARININ KORUNMASI VE GELİŞTİRİLMESİ ALANINDA ATILAN ADIMLAR, BÖLÜM 2


<  Ülkemizde geçmişteki antidemokratik ve içe kapanmacı uygulamalardan toplumun diğer kesimleri gibi cemaat vakıfları da olumsuz etkilenmiştir. 
Bu uygulamalarla azınlıklara ait cemaatlerin dini özgürlükleri ve mülkiyet hakları daraltılmıştır.   >

Farklı inanç gruplarına mensup vatandaşların korunması ve kendilerine saygı gösterilmesinin teşvik edilmesi konusunda 2010 yılında çıkarılan bir Başbakanlık Genelgesi ile; farklı inanç gruplarına mensup vatandaşların Türkiye’nin ayrılmaz parçası oldukları vurgulanarak, kanunlar gereği bu vatandaşların kamu kurumları önündeki iş ve işlemlerinde kendilerine güçlük çıkarılmaması ve haklarına halel getirilmemesi gerektiği tüm devlet kurumlarına hatırlatılmıştır. 

Cemaat vakıflarına taşınmaz iadesi yapılmasının yanı sıra yine ibadet özgürlüğü kapsamında, farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarımız tarafından kullanılan ibadethanelerin restorasyonu işlemlerine hız verilmiştir. Bu bağlamda, Diyarbakır’da restorasyon çalışmaları tamamlanan Surp Giragos Kilisesi, Ekim 2011’de ibadete açılmıştır. Kumkapı Meryemana Kilisesi ve Mektebi Vakfı’na ait olan Vortvoks Vorodman Kilisesi de restorasyon çalışmalarının ardından Aralık 2011’de gerçekleştirilen törenle ibadete açılmıştır. 

Farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarımızın eğitim hakkının geliştirilmesi amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ermenice ders kitapları hazırlanarak, 2010-2011 öğretim yılından itibaren Ermeni okullarında ücretsiz dağıtılmaya başlanmıştır. 

Ayrıca 2012 yılı içerisinde kabul edilen Basın İlan Kurumu Genel Kurulu Kararı ile azınlıklara ait gazetelerin resmi reklam yayımlayabilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Söz konusu gelişme, azınlık gazetelerinin ekonomik durumunu güçlendirmeye yönelik önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Nitekim yaklaşık elli yıllık bir aradan sonra 4 Haziran 2012 tarihinde bir Rum yayınevi faaliyete başlamıştır. 

Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel Başvuru Hakkı Getirilmesi 

2010 Anayasa değişikliği ile kabul edilen Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, iç hukukta yeni bir hak arama yolu oluşturmasının yanı sıra Türkiye’den AİHM’ye yapılacak başvuruları azaltacak önleyici bir tedbir olarak da düşünülmüştür. Nitekim bireysel başvuru hakkı kapsamında yer alan haklara ilişkin kataloga bakıldığında bunu daha rahat biçimde söylemek mümkündür. 

< Bireysel başvuru hakkının kabulü, insan haklarına ilişkin hassasiyetin bir tezahürüdür. Nitekim bu yol sayesinde, mağdur olduğunu düşünenler hakkınıelde edebilmek ve karşılaştığı mağduriyetleri kaldırmak için kanun yollarını tükettikten sonra Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilecektir.   > 

2010 Anayasa değişikliğinde yer alan hükme göre, “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir ” (m.148/3).

Ardından çıkartılan yasal ve diğer alt düzenlemelerle 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren bu yol fiilen işlemeye başlamıştır.Bireysel başvuru hakkının kabulü, insan haklarına ilişkin hassasiyetin bir tezahürüdür. Nitekim bu yol sayesinde, mağdur olduğunu düşünenler hakkını elde edebilmek ve karşılaştığı mağduriyet leri kaldırmak için kanun yollarını tükettikten sonra Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilecektir.

Yargısal Denetim Kısıtlamalarının Kaldırılması 

Hukuk devletinin tesisi açısından anayasal düzeyde Türkiye’de var olan önemli sorunlardan biri, kişilerin temel haklarının kullanımını ve kişisel çıkarlarının hukuk mercileri önünde korunmasını engelleyen  bazı yargısal denetim kısıtlamalarının öngörülmüş olmasıdır. Bu nedenle uygulamada çok ciddi mağduriyetler yaşanabilmektedir. 

Bunların anayasadan kaynaklanması ise önemli bir sorundur. Bu kapsamdaki mağduriyetler özellikle adli ve askeri teşkilat mensuplarının mesleki şartları ve özlük haklarına yönelik düzenlemelere karşı yargı yoluna gidebilme imkanının tanınmamasından doğmaktadır. 

2010 Anayasa değişikliği ile bu konuda olumlu adımlar atılmıştır. Bu bağlamda YAŞ kararlarından terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararları ve HSYK’nın meslekten çıkarma kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır. Bunun yanında memurların uyarma ve kınama cezalarına karşı da yargı yoluna başvurma imkanı sağlanmıştır. 

Siyasi Partilerin ve Milletvekilliğinin Daha Güvenceli Hale Getirilmesi 

Türkiye sadece 1990’lı yıllarda 20 kadar siyasi partinin olur olmaz sebeplerle Anayasa Mahkemesi kararları ile kapatıldığı ve adeta bir siyasi parti mezarlığı görünümü veren bir ülkeydi. Demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından olan siyasi partilerin bu kadar kolaylıkla kapatılabilmesi, demokrasimizin kurumsallaşmasının önündeki en önemli engellerden biriydi. 

2002 yılı içerisinde çıkarılan İkinci AB Uyum Paketi çerçevesinde, Siyasi Partiler Kanunu’nda değişiklikler yapılmış; siyasi partilerin kapatılması seçeneğine
alternatif olarak “Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılma ” seçeneğine yer verilmiştir. Ayrıca siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştırmak
amacıyla “ Odak olma kıstası ” getirilmiştir. 2010 Anayasa değişikliği ile siyasi parti özgürlüğü noktasında iki önemli yenilik gerçekleştirilmiştir.

<  2010 Anayasa değişikliği ile siyasi parti özgürlüğü noktasında iki önemli yenilik gerçekleştirilmiştir. İlk olarak, kapatma kararı verilmesi üzerine partisinin kapatılmasına sebebiyet veren milletvekilinin vekilliğinin düşmesi artık söz konusu olmayacaktır. İkinci olarak, Anayasa Mahkemesi’nin siyasi partilerin 
kapatılmasına ya da devlet yardımından yoksun bırakılmasına karar verilebilmesi için toplantıya katılan üyelerin üçte iki oy çokluğu şartı aranacaktır. >


İlk olarak, kapatma kararı verilmesi üzerine partisinin kapatılmasına sebebiyet veren milletvekilinin vekilliğinin düşmesi artık söz konusu olmayacaktır. 
İkinci olarak, Anayasa Mahkemesi’nin siyasi partilerin kapatılmasına ya da devlet yardımından yoksun bırakılmasına karar verilebilmesi için toplantıya katılan üyelerin üçte iki oy çokluğu şartı aranacaktır. Önceki durumda söz konusu çoğunluk beşte üç iken bunun üçte ikiye yükseltilmesi siyasi parti özgürlüğü açısından daha güvenceli bir durum oluşturmuştur. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin sıklıkla siyasi partilere yönelik yaptırım uygulanmasına karar verdiği düşünüldüğünde, bu yeniliğin partiler açısından önemi daha rahat 
anlaşılabilecektir. 

Kamu Denetçiliği Kurumu’nun Kurulması 

Günümüz demokrasilerinde hukuk devletinin, bireyi devletin karşısında koruması ve kişinin sahip olduğu hak ve özgürlükleri güvence altına almasına yönelik önemli uygulamalardan biri de “ Kamu Denetçiliği” uygulamasıdır. Bu amaçla ilk olarak 2006 yılında çıkarılan bir kanunla TBMM’ye bağlı olarak Kamu Denetçiliği Kurumu kurulmuştu. Ancak söz konusu kanun, Anayasa Mahkemesi tarafından, TBMM’nin yetkilerininsayıldığı Anayasanın 87. maddesine aykırı bulunarak iptal edilmişti. Bunun üzerine 2010 Anayasa değişikliği ile bu konu, Anayasanın 74. Maddesine “ Kamu Denetçisine Başvurma Hakkı ” başlığı eklenerek düzenlenmiş tir. 
Bu çerçevede, hukuk devleti ve iyi yönetişim ilkelerinin yerleşmesi ve birey haklarının korunması doğrultusunda önemli bir adım olarak Kamu Denetçiliği Kurumu kurulmuştur. Kurum, 29 Mart 2013 tarihinden itibaren başvuruları almaya başlamıştır. 

<  Gelişmiş Batı demokrasilerinde var olan Kamu Denetçiliği Kurumu, kamu hizmetlerinin işleyişinde bağımsız ve etkin bir şikâyet mekanizması oluşturmak suretiyle idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek,araştırmak ve önerilerde bulunmak üzere TBMM Başkanlığına bağlı olarak faaliyet yürütmektedir.   >  

Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun Kurulması 

Ülkemizin ileri demokrasi yolculuğunda insan hakları alanındaki kazanımlarının pekiştirilmesi ve kurumsallaştırılması için gerekli yetkilerle donatılmış, bağımsız bir insan hakları mekanizmasına ihtiyaç duyulmaktaydı. 

Bu ihtiyacın bir sonucu olarak, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda çalışmalar yapmak üzere 2012 yılında Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulmuştur. Bu kurum, insan haklarının korunmasına, geliştirilmesine ve ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak, işkence ve kötü muamele ile mücadele etmek, şikâyet ve başvuruları incelemek ve bunların sonuçlarını takip etmek, sorunların çözüme kavuşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunmak, bu amaçla eğitim faaliyetlerini yürütmek, insan hakları alanındaki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek amacıyla araştırma ve incelemeler yapmakla yetkilendirilmiştir. 

Türkiye İnsan Hakları Kurumu’ndan önce Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Başkanlığı ile il ve ilçelerde İnsan Hakları Kurulları yer almaktaydı. 
Bu kurullar, insan hakları konusunda duyarlılığın sağlanmasında ve insan hakları ihlalleri ile ilgili şikayetlerin incelenmesinde belli ölçüde etkili olmakla birlikte yetersiz kalıyordu. Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun, bundan sonraki süreçte Türkiye’nin insan hakları ile ilgili sorunlarının çözümüne önemli katkılar sağlaması beklenmektedir. 

Çocuk Haklarının Güçlendirilmesi 

Geçmişte yürürlükte olan mevzuata göre; çocukluk yaşı 18 değil, 15 yaş olarak kabul edilmekteydi. Hatta çocuklar Çocuk Mahkemelerinde değil, ilgili kapsama giren suçlarda DGM’lerde yargılanıyorlardı. 

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi doğrultusunda “18 yaşını bitirmemiş herkesin çocuk sayılması” düzenlemesi getirilmiş ve Çocuk Mahkemelerinin görev alanı ile ilgili istisna kaldırılarak, çocukların bu mahkemeler dışında yargılanmasının önüne geçilmiştir. 

Çocuk Mahkemeleri Kanununda yapılan değişiklikle nüfusu 100.000’i aşan tüm illerde çocuk mahkemeleri kurulması hükme bağlanmıştır. Ayrıca yapılan yasal değişikliklerle kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak bilinen ve şiddet olaylarına karışan çoğunlukla 18 yaşın altındaki suça itilmiş çocukların Terörle Mücadele Kanunu kapsamında özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde değil, çocuk mahkemelerinde yargılanmaları imkanı getirilmiştir. 

Kadın Haklarının Güçlendirilmesi 

Kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, kadına karşı şiddet gibi konularda mevzuat ımızdaki düzenlemelerin yetersiz olduğu, yakın dönemde sıklıkla dile getirilen hususlardandı. 

Son on yıllık dönemde, kadın hakları alanında mevzuat gözden geçirilerek; çeşitli yasal düzenlemeler yapılmış ve kadın-erkek eşitliğinin sağlanması yolunda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu çerçevede ilk olarak, 2003 yılında Altıncı AB Uyum Paketi kapsamında Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, “namus için çocuk öldürme” suçunun failine verilen cezalar ağırlaştırılmış ve “töre cinayetleri” olarak bilinen durumlarda failin cezasında indirim yapılmasını içeren madde yürürlükten kaldırılmıştır. Yine 2003 yılında, Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek Protokoller arasında yer alan “İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine, Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol” onaylanmıştır. 

2004 yılında yürürlüğe giren anayasa değişiklikleri kapsamında, Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” konulu 10. maddesinde yapılan düzenlemeyle, “kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu ve devletin, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlü olduğu” hüküm altına alınmıştır. Ardından, 2010 yılında aynı maddeye eklenen “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” hükmü ile kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık daha açık biçimde ifade edilmiştir. 

Kadına karşı şiddetin önlenmesi konusundaki duyarlılık ve hassasiyet yaklaşımıyla bağlantılı olarak 2005 yılında, TBMM bünyesinde “Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi” amacıyla bir araştırma komisyonu kurulmuştur. Komisyon’un çalışmaları sonucunda ortaya çıkan raporu takiben “Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler” konulu Başbakanlık Genelgesi yürürlüğe   girmiştir. 2009 yılında “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Kanunu” çıkarılmıştır. Kanunla; kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik olarak ülkemizde ve uluslararası alandaki gelişmelerin izlenmesi, gelişmeler konusunda TBMM’nin bilgilendirilmesi ve gerektiğinde görüş sunmak üzere TBMM’de “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” kurulmuştur. 

2012 yılında “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” çıkarılmıştır. Kanun’un amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir. Ayrıca Belediye Kanunu’nda yapılan değişiklikle, şiddete uğrayan kadınlara hizmet vermek üzere belediyeler de yetkili kılınmıştır. 

Bu Kanun’la büyükşehir Belediyelerine ve nüfusu 50.000’i geçen belediyelere kadınlar ve çocuklar için koruma evleri açma görevi verilmiştir.

Türkiye, “ Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin hazırlıklarına öncülük etmiş ve Sözleşme’yi 8 Mart 2012 tarihi itibariyla onaylayan ilk ülke olmuştur. 

Söz konusu Sözleşme; Fiziksel, Cinsel, Psikolojik şiddetin yanı sıra zorla evlendirme ve farklı şiddet türlerini tanımlayarak bunlara yaptırımlar getirmektedir.

Orantısız Güç Kullanımının Cezasının Artırılması 

Kolluk güçlerinin müdahale ettikleri olaylarda orantısız güç kullanmalarından doğan hak ihlalleri, mağduriyetler ve buna ilişkin yeterince caydırıcı bir yaptırımın bulunmaması, karşı karşıya olduğumuz sıkıntılardan biriydi. 

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ile; zor kullanma yetkisine sahip kamu görevlisinin, görevini yaptığı sırada, kişilere karşı görevinin gerektirdiği 
ölçünün dışında kuvvet kullanması halinde, kasten yaralama suçuna ilişkin hükümlerin uygulanması öngörülmüştür. Böylelikle alt sınırı üç ay olan cezada artırıma gidilmiştir. 

Gözaltı Koşullarının (Şüpheli Haklarının) İyileştirilmesi 

Geçmişte nezarethane ve ifade alma odalarının gerek fiziksel koşullarının kötülüğü gerekse buralarda vatandaşlarımızın maruz kaldıkları hak ihlali 
iddiaları haklı şikayetlere yol açmakta ve bu konu uluslararası alanda da ülkemizin aleyhine sonuçlar doğurmaktaydı. Ayrıca bu şikayetler AİHM 
tarafından da ülkemizin mahkum edilmesine yol açmaktaydı. 

2005 yılında yeni bir “Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği” çıkarılarak gözaltına alma yetkisi, yakınlarına haber verme, nezarethane 
işlemleri gibi temel hak ve özgürlükler bağlamında öngörülen güvencelerin uygulama şekil ve şartları ayrıntılı bir şekilde yeniden düzenlenmiştir. 
Böylelikle kişi hak ve hürriyetlerini doğrudan ilgilendiren bu konuda koruma düzeyi yükseltilmiş ve kişi hakları güvenceleri etkinleştirilmiştir. Ayrıca nezarethanelerin fiziksel şartları iyileştirilmiş ve ifade alma odaları, insan hakları normlarına uygun hale getirilmiştir. 

BM ve Avrupa Konseyi Standartlarını Karşılamayan Cezaevlerinin Kapatılması 

Geçmişte ülke sathına yayılmış çok sayıdaki irili ufaklı cezaevlerinin bir çoğu personel ve fiziksel yeterlilik standartlarını karşılamaktan uzaktı. 
Bu durum hükümlü ve tutukluların şikayetlerine, kaynak ve personel israfına yol açmaktaydı. Bu bağlamda, son on yılda BM ve Avrupa Konseyi standartlarını karşılamayan 208 ceza infaz kurumu kapatılmıştır. Yine aynı dönemde standartlara uygun 14509 kişi kapasiteli, 68 ceza infaz kurumu açılmıştır. 2012 yılı içerisinde ise toplam 13 yeni ceza infaz kurumu açılmış, 7 ek binanın yapımı tamamlanmıştır. 

Tutuklu ve Hükümlülere Yakınlarının Cenazesine Katılma ve Ağır Hastalık Durumlarında Ziyaret İmkanı Getirilmesi 

Tutuklu ve hükümlülerin, ağır hastalık durumunda yakınlarını ziyaret edememeleri ve ölüm durumunda yakınlarının cenazelerine katılamamaları 
nedeniyle insani açıdan ciddi mağduriyetler yaşanmaktaydı. 

2012 yılında yapılan değişikliklerle, tutuklu ve hükümlülerin ikinci derece dahil kan veya kayın hısımlarından birinin ya da eşinin ölümü nedeniyle cenazesine katılması için yol süresi hariç iki gün, birinci derecede yakınların ağır hastalık durumlarında ise ziyaret için yol süresi hariç bir gün izin verilmesi imkanı sağlanmıştır. 


***

İNSAN HAKLARININ KORUNMASI VE GELİŞTİRİLMESİ ALANINDA ATILAN ADIMLAR, BÖLÜM 1


   İNSAN HAKLARININ KORUNMASI VE GELİŞTİRİLMESİ ALANINDA ATILAN ADIMLAR, BÖLÜM 1



Bilindiği üzere insan hakları II. Dünya Savaşı’ndan itibaren uluslararası alanda gittikçe daha fazla önem kazanmaya başlamıştır. Günümüzde insan hakları, sadece devletlerin iç sorunu olarak görülmekten çıkmıştır. Bu çerçevede devletler uluslararası insan hakları sözleşmelerine taraf olmuşlar; iç hukuk bu sözleşmelere uygun hale getirmek için gerekli adımları atmışlar ve uluslararası denetim mekanizmalarına bireysel başvuruyukabul etmişlerdir.

İnsan hakları konusunda dünyada bu gelişmeler olurken 2000’li yıllar öncesinde Türkiye’nin insan hakları görünümünün çok iyi olduğu söylenemez. 
Bu yıllarda sistematik işkence iddiaları, insan hakları ihlalleri konusunda AİHM’ye yapılan başvuru sıralamasın da Türkiye’nin hep ön sıralarda yer alması, yaşam hakkı ihlallerinin fazlalığı, cezaevlerinde ve karakollarda karşılaşılan kötü muameleler ve bu yerlerin kötü fiziki koşulları ülke gündemini oluşturan başlıca
olumsuzluklar arasında yer almaktaydı.

 < İnsan hakları konusunda dünyada bu gelişmeler olurken 2000’li yıllar öncesinde Türkiye’nin insan hakları görünümünün çok iyi olduğu söylenemez. Bu yıllardasistematik işkence iddiaları, insan hakları ihlalleri konusunda AİHM’ye yapılan başvuru sıralamasında Türkiye’nin hep ön sıralarda yer alması, yaşam hakkıihlallerinin fazlalığı, cezaevlerinde ve karakollarda karşılaşılan kötü muameleler ve bu yerlerin kötü fiziki koşulları ülke gündemini oluşturan başlıca olumsuzluklararasında yer almaktaydı.   >

Son on yıllık süreçte Türkiye’de de özellikle AİHS’nin yargısal denetim organı olan AİHM kararlarının gereğini yerine getirme amacıyla mevzuatta önemli değişiklikler yapılmış ve insan haklarının korunması ve geliştirilmesi alanında ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir. Kaydedilen bu ilerlemelerin yanı sıra Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının da işlerlik kazanmasıyla AİHM’ye Türkiye’den yapılan başvurularda azalma gözlenecektir. 

Belirtilen kapsamda; “işkenceye sıfır tolerans” politikası başarıyla hayata geçirilmiştir. Faili meçhuller ve yaşam hakkı ihlalleri ülke gündeminden 
çıkarılmıştır. 
Gözaltı koşulları iyileştirilmiş ve kolluk merkezleri modernleştirilmiştir. AİHM kararlarına dayalı olarak yargılamanın yenilenmesi yolu açılmıştır. Temel haklara ilişkin uluslararası andlaşmalar, iç hukuk sisteminde üstün bir konuma taşınmış tır. AB ilerleme sürecinde gerçekleştirilen reformların uygulanmasını desteklemek amacıyla Reform İzleme Grubu oluşturulmuştur. Şeffaf bir 
yönetim için bilgi edinme hakkı getirilmiştir. “İkiz Sözleşmeler” olarak bilinen ve insan hakları alanında evrensel nitelikteki en önemli düzenlemelerden olan “Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” ile “Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” onaylan-mıştır. Ölüm cezası kaldırılmıştır. Dernek kurmanın, vakıfların mülk edinmelerinin kolaylaştırılması, toplantı ve gösteri yapma hakkınıngenişletilmesi gibi düzenlemelerle AİHS’ne uygun olarak siyasal ve 
sosyal alandaki örgütlenme ve hak arama özgürlüğünün sınırları genişletilmiştir. Çağdaş bir basın kanunu çıkarılarak, yayınevlerinin kapatılmasına ve baskı araçlarına el konulmasına neden olan uygulamalar kaldırılmıştır. Gazetecilerin haber kaynaklarının korunması güvence altına alınmıştır. Getirilen kanuni düzenlemelerle çağdaş bir ceza adaleti sisteminin altyapısı oluşturulmuştur. 


Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı getirilmiştir. Devlet memurlarının yargıya başvuru hakları genişletilmiş ve yargısal denetim kısıtlamaları kaldırılmış tır. Memurların sendikal hakları güçlendirilmiş ve kamu görevlilerine toplu sözleşme imkanı getirilmiştir. 
Çocuk hakları güçlendirilmiştir. Onsekiz yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemelerinde yargılanması sağlanmıştır. 
Siyasi parti özgürlüğü daha güvenceli hale getirilmiştir. Kamu Denetçiliği Kurumu ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulmuştur. 
Farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarımızın ibadet yerlerine ilişkin özgürlükleri genişletilmiş ve ibadethanelerinin onarılması sağlanmıştır. Azınlıklara ait cemaat vakıflarının mülk edinmeleri kolaylaştırılmış ve önceki yıllarda el konulan çok sayıda taşınmaz, başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedilmiştir. Azınlıklara ait gazetelerin resmi reklam yayımlayabilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Yurtdışına çıkış yasağının kapsamı daraltılarak seyahat özgürlüğü genişletilmiştir. Kişisel verilerin korunması ilkesi, anayasal 
güvenceye kavuşturulmuştur. İfade özgürlüğünün güçlendirilmesine yönelik yasal önlemler bağlamında TCK’nın 301. maddesinde değişikliğe gidilerek, soruşturma başlatılabilmesi Adalet Bakanı’nın iznine bağlanmış ve cezanın üst sınırı da düşürülmüştür. 

“İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı BM Sözleşmesine Ek İhtiyari Protokol” ile “Terörizmin Önlenmesine Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” onaylan-mıştır. BM ve Avrupa Konseyi standartlarını karşılamayan cezaevleri kapatılmaya başlanmıştır. Tutuklu ve hükümlülerin, yakınlarının cenazesine katılmalarına ve ağır hastalık durumlarında ziyaret edebilmelerine imkan tanınmıştır. Özel öğretim kurumlarında yabancı uyruklu misafir öğrencilerin de öğrenim görebilmelerine olanak sağlanmıştır. Kadın hakları güçlendirilmiştir. “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. 

“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ne ve “ Çocukların Cinsel Sömürü ve 
İstismara Karşı Korunması Konusundaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi”ne taraf olunmuştur. Çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara 
bilinçli ve etkili bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla Çocuk Hakları İzleme ve Değerlendirme Kurulu ve Çocuk İzlem Merkezleri kurulmuştur. 

Çalışmanın envanter bölümünde kronolojik olarak detaylı bir şekilde sıralanan bu adımlardan başlıcaları aşağıda açıklanmıştır: 

İşkenceye Sıfır Tolerans Politikası 

Geçmişte Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı insan hakları ihlali suçlamalarının en önemlilerinden biri, işkence ve kötü muamele iddialarının yeterince soruşturul mamasıydı. Aynı zamanda, bu tür suçlara verilen cezalar çoğu zaman yetersiz kalıyor veya erteleniyordu. Vatandaşların devlete güveninin azalmasının en önemli nedenlerinden birini, işkenceyle etkili bir şekilde ve doğru yöntemlerle mücadele edilmemesi oluşturuyordu. Bunun sonucu olarak Türkiye 1990’lı yıllarda işkence ve kötü muamele iddiaları ile birlikte anılan, soruşturulmayan 
ve cezasız kalan işkence olayları nedeniyle AİHM tarafından mahkum edilen bir ülke görünümündeydi. Ayrıca bu yıllarda insanımız, kolluk merkezlerine mağdur ve şikayetçi olarak bile gitmeye çekinmekteydi. Yine karakolların çok ciddi temizlik ve çevre düzeni sorunları söz konusuydu. 

Türkiye’nin insan hakları karnesinde önceleri önemli bir sorun alanı oluşturan işkenceyle mücadele konusunda bugün geldiği nokta son derece olumludur. Son on yıllık dönemde hükümetler bu konuda özel bir hassasiyet göstermişler ve “işkenceye sıfır tolerans” yaklaşımıyla önemli adımlar atmışlardır. 

Belirtilen çerçevede ilk olarak kolluk görevlilerinin eğitimine özel önem verilmiş ve yetiştirilmelerinde insan hakları eğitimi daha fazla ön plana çıkarılmıştır. Bu kapsamda İçişleri Bakanlığı bünyesinde Jandarma İnsan Hakları İhlallerini İnceleme ve Değerlendirme Merkezi kurulmuştur. Ayrıca 2002 yılında çıkarılan İkinci AB Uyum Paketi kapsamındaki düzenlemeyle, AİHM tarafından işkence ve kötü muamele suçları nedeniyle verilen kararlar sonucunda devletçe 
ödenen tazminatların sorumlu personele rücu edilmesi kuralı getirilmiştir. 

2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Kanunu ile işkence suçuna yönelik cezaların arttırılması, işkence ve kötü muamele dolayısıyla verilen cezaların ertelenmesi veya tecilinin önlenmesi, caydırıcılığı sağlamaya yönelik önemli adımlardır. Bu doğrultuda ayrıca son on yıllık dönemde Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi ile etkin bir işbirliği yapılmıştır. Bunun sonucunda gözaltı ve cezaevlerindeki koşullar Komite’nin tavsiyelerine uygun hale getirilmiştir. Ayrıca bu kapsamda İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi’ne Ek İhtiyari Protokol de onaylanmıştır. Böylece işkence ve kötü muameleyle mücadelenin denetim ve önleme boyutlarının güçlendirilmesi yolunda önemli bir adım daha atılmıştır. 

Öte yandan nezarethaneler ve kolluk görevlilerinin görev yaptığı benzeri yerlerde fiziksel ve teknolojik olarak önemli iyileştirmeler yapılmış; vatandaşların güvenlik birimleri ile ilk temas noktası olan polis merkezleri ve karakollar, insan hakları normlarına uygun hale getirilmiştir. 

Faili Meçhul Cinayetler Dönemine Son Verilmesi 

Geçmiş dönemlerde, özellikle 1990’lı yıllarda yoğunlaşan faili meçhul cinayetler, toplumda kaos ve güvensizlik ortamı oluşturmak isteyen kirli odakların demokrasi karşıtı hedeflerine ulaşmak için kullandıkları en önemli silahlardan biri olmuştu. 

Demokratikleşme ve insan hakları alanının genişletilmesi çabaları çerçevesinde yargısız infazlar ve faili meçhul cinayetler gibi yaşam hakkı ihlalleri, ülke gündeminden çıkarılmıştır. Bu tür gayrımeşru işlere kalkışan kamu görevlileri hakkında da adli makamlarca gerekli yasal süreçler başlatılmıştır. Böylece geçmişin üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, karanlık olayların aydınlatılması ve suçluların yakalanmasında büyük ilerleme kaydedilmiştir. 

Mafya ve Çetelerin Ülke Gündeminden Çıkarılması 

Türkiye, 2002 öncesi dönemde kamuoyunda mafya ve çete olarak bilinen organize suç örgütlerinin yoğun faaliyet gösterdiği bir ülke konumundaydı. 
Bu dönemde organize suç örgütlerinin bu denli aktif olmalarında; ülkedeki hukuki, sosyo - ekonomik, teknolojik ve diğer değişimlerin ortaya çıkardığı siyasal ve yönetsel alandaki kontrolsüz alanlar ile ekonomik istikrarsızlıkların etkisi yadsınamaz. 2002 öncesi dönemde; cinayet, adam öldürme, yaralama, adam kaçırma, uyuşturucu madde kaçakçılığı, silah ve mühimmat kaçakçılığı, göçmen kaçakçılığı, çek senet tahsilatı, haraç ve fidye alma, zorla senet imzalatma, kadın ticareti, kıymetli evrak sahteciliği, kamu arazilerinin yağmalanması gibi pek çok suç türü ile iştigal eden organize suç örgütlerinin faaliyetleri, toplumda sosyal çözülmelere, merkezi ve yerel kamu yönetimlerinin zayıflamasına, ceza adalet sisteminin etkisiz kalmasına, yolsuzluğun yaygınlaşmasına ve en önemlisi de siyasal otorite, güvenlik bürokrasisi ve yargıya olan güvenin azalmasına neden olmuştur. 

Organize suç örgütleriyle mücadelede, 2002-2012 döneminde uygulanan kararlı güvenlik politikalarıyla önemli başarılar elde edilmiştir. 

Bu dönemde, organize suç örgütlerine yönelik projeli çalışmalar neticesinde düzenlenen operasyonlarla ülke genelinde faaliyet gösteren organize suç örgütlerinin tamamı çökertilmiştir. Kamuoyuna farklı isimler altında yansıyan operasyonlarla toplumsal huzuru derinden etkileyerek bozan mafya ve benzeri suç örgütleri etkisiz hale getirilmiştir. Türkiye’deki sosyo-ekonomik gelişme, istikrar ve yapılan bu operasyonlar sayesinde, mafya ve çeteler ülke gündeminden çıkmıştır. 

Ölüm Cezasının Kaldırılması 

Cezai yaptırımlar, suçluyu rehabilite etmeyi ve topluma tekrar kazandırmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla bağdaşmayan ve ceza hukukumuzda var olmasına rağmen 1984’ten bu yana ülkemizde uygulanmayan ölüm cezası, 2002 yılı içerisinde çıkarılan Üçüncü AB Uyum Paketi’nde yapılan düzenleme ile AİHS’ye Ek 6 No.lu Protokol’e uygun olarak “savaş, yakın savaş tehlikesi ve terör suçları hariç olmak üzere” kaldırılmıştır. Ardından 2003 tarihli Yedinci AB Uyum Paketi kapsamında ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin AİHS’ye Ek 6 No’lu Protokol onaylanmıştır. 2004 yılı içerisinde çıkarılan Sekizinci AB Uyum Paketi ile de, ölüm cezasının anayasadan tamamen çıkarılmasına uyum sağlanması amacıyla, bu müeyyideye atıf yapan ilgili tüm maddelerde değişiklik yapılmıştır. 

Devam eden süreçte de, mevzuatın Avrupa standartları ile bütünleşmesi yönünde önemli sözleşmelere imza atılmıştır. Bu kapsamda; BM Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye Ek Birinci İhtiyari Protokol ve ölüm cezasının kaldırılmasını amaçlayan İkinci İhtiyari Protokol onaylanmıştır. Ölüm cezasını her koşulda kaldıran 13 No.lu Protokol’ün onay işlemleri de Şubat 2006’da tamamlanmış ve söz konusu Protokol ülkemiz açısından yürürlüğe girmiştir. 

Ölüm cezasının mevzuatımızdan çıkarılması, hükümlünün ıslahı ile topluma yeniden kazandırılması bakış açısının hukukumuzda güçlenmesini sağlamıştır. Yine benzer şekilde suç işlemiş de olsa bir kişinin hayatına son verebilme yetkisinin devlete verilmemesi önemli bir gelişmedir. Ayrıca böylelikle AB uyum taahhütlerimizden biri daha yerine getirilmiştir. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Dayalı Olarak Yargılamanın Yenilenmesi Yolunun Açılması 

2002 yılına kadar AİHM’nin Türkiye aleyhine vermiş olduğu ihlal kararları, iç hukukta yargılamanın yenilenmesi nedenleri arasında yer almıyordu. 
İnsan hakkı ihlalinin varlığı dolayısıyla Türkiye’nin tazminata mahkum edilmesi sonrasında ilgili kişiler hakkında yetkili mahkemelerde yeni bir karar alınmaması, mağduriyetlerin tam olarak giderilememesine neden oluyordu. 

Bu kapsamda ilk olarak 2002 yılında çıkarılan Üçüncü AB Uyum Paketi kapsamında, AİHM’nin Türkiye aleyhine verdiği ihlal kararları, hukuk ve ceza davalarında yeniden yargılama nedeni olarak kabul edilmiştir. Ardından 2003 yılında söz konusu düzenleme, idari davaları da kapsayacak şekilde genişletilmiş tir. Böylece artık mevzua-tımızda AİHM’nin Türkiye aleyhine verdiği ihlal kararları İdari Yargılama Usul Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre yeniden yargılama nedeni 
olarak kabul edilmektedir. 

Temel Haklara İlişkin Uluslararası Andlaşmaların İç Hukuka Üstünlüğünün Kabulü 

Türkiye’nin onayladığı insan hakları sözleşmelerinin yargı organlarınca gerektiği şekilde dikkate alınmaması ve iç hukuk hükümlerinin özgürlükleri daraltıcı bir şekilde yorumlanması, karşı karşıya olduğumuz önemli sorunlardan biriydi. 

İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi alanındaki bir diğer önemli yenilik, 1982 Anayasası’nın 90. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklikle getirilmiş tir. Bu çerçevede, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı kabul edilmiştir. Bu değişiklikle birlikte, temel hak ve özgürlüklere ilişkin andlaşmaların normatif değeri konusunda yaşanan 
belirsizlik ortadan kaldırılmıştır. Yargı organlarının bu düzenlemeyi hayata geçirmeleri durumunda, insan haklarına aykırı düzenleme ve uygulamalar, iç hukukta kanun koyucunun müdahalesine gerek kalmaksızın daha kolay ve hızlı bir şekilde ortadan kaldırılabilecektir. 

Bilgi Edinme Hakkının Kabulü 

Yakın döneme kadar Türkiye kamu yönetiminde geleneksel gizlilik ve devlet sırrı anlayışının egemen olduğu bir ülkeydi. Devletin resmi uygulamaları pek çok yerde “hikmet-i hükümet”, “devlet sırrı” gibi gerekçelerle bir giz perdesiyle örtülmekte ve kişilerin kendileriyle veya kamu çıkarıyla doğrudan veya 
dolaylı olarak ilgili olan hususlarda kamu kurumlarından bilgi almaları mümkün olmamaktaydı. 

Demokratik yönetimin güçlendirilmesi açısından büyük önem taşıyan bilgi edinme hakkı, 2003 yılında mevzuatımıza girmiştir. Bu düzenlemeyle tüm kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında demokratik ve şeffaf yönetimin gereği olan eşitlik, tarafsızlık ve açıklık ilkelerine uygun biçimde kişilerin bilgi edinme hakkını kullanmaları amaçlanmış ve bunun gereği olan hususlar düzenlenmiştir. Bu çerçevede idarenin bilgi edinme başvurusunda bulunan kişiye ilke olarak bilgi verme yükümlülüğü getirilmiş, bilgi edinme başvurusuyla ilgili yapılacak itirazları sonuçlandırmak üzere Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kurulu oluşturulmuştur. 
Bilgi edinme hakkı, 2010 Anayasa değişikliği ile anayasal güvenceye de kavuşturulmuştur. Getirilen bu düzenlemelerle idarenin, bireylerin talepleri karşısında kayıtsız kalmasının önüne geçilmek istenmiştir. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Uygun Bir Örgütlenme Özgürlüğünün Sağlanması 

12 Eylül askeri darbe ideolojisinin ürünü olan eski Dernekler Kanunu’nda örgütlü toplum kontrol altında tutulması gereken potansiyel bir “ Tehlike ” olarak görülmekteydi. 

Demokratik yönetimin yerleşmesi, sivil toplum alanının genişletilmesi ve örgütlenme özgürlüğünün güçlendirilmesi amacıyla 2004 yılında yeni bir Dernekler Kanunu yürürlüğe konulmuş; gerek bu kanun gerekse daha sonra yapılan değişikliklerle dernek kurma hakkına getirilen kısıtlamalar kaldırılarak AİHS’ne uygun bir örgütlenme özgürlüğü sağlanmıştır. Bu kapsamda dernek kurucusu olmaya ve dernek faaliyetlerinde kullanılabilecek dillere ilişkin yasaklar ve sınırlamalar kaldırılmış, derneklerin kurulmasında izin sisteminden bildirim sistemine geçilmiştir. 
Ayrıca kamu görevlileri ve öğrencilerin dernek üyesi olabilmelerinin önündeki engeller kaldırılmış ve kanunda belirtilen yasaklara uyulmaması halinde öngörülen hapis cezası, para cezasına dönüştürülmüştür. 

2012 yılında ise, işçi ve işveren arasındaki ilişkileri yeni bir bakış açısıyla ele alan yeni bir “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu” çıkarılmıştır. İşçi ve işveren sendikaları ile konfederasyonlarının kuruluşu, yönetimi, işleyişi, denetlenmesi, çalışma ve örgütlenmesine ilişkin usul ve esasları içeren düzenlemede; işçilerin ve işverenlerin karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını belirlemek üzere toplu iş sözleşmesi yapmalarına, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemelerine, grev ve lokavta başvurmalarına 
ilişkin hükümler yer almaktadır. 

Toplantı ve Gösteri Hakkının Kullanılması İmkanlarının Genişletilmesi 

Geçmiş dönemlerde Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu çerçevesinde toplantı ve gösteriler kolaylıkla ve keyfi bir biçimde yasaklanabiliyordu. 
İlgili kanunda yapılan değişikliklerle barışçıl amaçlarla toplanma ve gösteri hakkını güçlendirmeye ve daha demokratik temele dayandırmaya yönelik önemli iyileştirmeler yapılmıştır. Bu kapsamda; toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin ertelenme süreleri kısaltılmış, yasak fiillerle ilgili cezalar yeniden düzenlenmiş ve yabancıların Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılmaları ve etkinliklerde yer almaları kolaylaştırılmıştır. Bu bağlamda toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında “fiil ehliyetine sahip olmak ve 18 yaşını doldurmuş olmak” yeterli hale getirilmiştir. 

Azınlıklara Ait Cemaat Vakıflarının Mülk Edinmelerinin Kolaylaştırılması ve Özgürlük Alanlarının Genişletilmesi 

Ülkemizde geçmişteki antidemokratik ve içe kapanmacı uygulamalardan toplumun diğer kesimleri gibi cemaat vakıfları da olumsuzetkilenmiştir. Bu uygulamalarla azınlıklara ait cemaatlerin dini özgürlükleri ve mülkiyet hakları daraltılmıştır.

Söz konusu sorunların çözümü bağlamında, Vakıflar Kanunu’nda ve ilgili yönetmelikte yapılan değişikliklerle azınlıklara ait cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunmaları konusunda önemli iyileştirmeler ve kolaylıklar sağlanmıştır. 

Bu kapsamda, taşınmaz malların vakıf adına tescili için Bakanlar Kurulu’ndan izin alınması şartı kaldırılmış ve cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunduğu
belirlenen taşınmaz malların vakıf adına tescili için yapılacak başvurular bakımından öngörülen 6 aylık süre 18 aya çıkarılmıştır.

2008 yılında çıkarılan yeni Vakıflar Kanunu ile de çok sayıda taşınmaz, başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedilmiştir.3

DİPNOT;
3- Mülkiyet haklarına ilişkin olarak, 2008 yılında yürürlüğe giren Vakıflar Kanunu’nun Geçici 7. maddesi uyarınca 181 taşınmaz, başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedilmiştir. 29 Kasım 2010 tarihinde Büyükada Rum Yetimhanesi, AİHM kararına uygun olarak Fener Rum Patrikhanesine devredilmiştir. 

Ayrıca 27 Ağustos 2011 tarihinde, Vakıflar Kanunu’na eklenen Geçici 11. madde kapsamında, farklı inanç grubuna mensup vatandaşların mensubu olduğu 
cemaat vakıflarının çeşitli sebeplerle daha önce el konulan vakıf mülklerinin iade edilebilmesinin yolu açılmıştır. 1 Ekim 2011 tarihinde Geçici 11. maddenin 
uygulanmasına ilişkin olarak bir yönetmelik yayımlanmış ve cemaat vakıflarının taşınmaz iadesi başvuruları 27 Ağustos 2012 tarihine kadar alınmıştır. 
Bu kapsamda, toplam 116 cemaat vakfı tarafından 1560 adet taşınmaz için başvuru yapılmıştır. 
Yapılan başvurulara ilişkin Vakıflar Meclisinin değerlendirmeleri sonucunda, 111 taşınmaz, ilgili vakıf adına tescil edilmiş ve 15 taşınmaz için ilgili vakfa tazminat ödenmesi kararı alınmıştır. 

1220 taşınmaza ilişkin Vakıflar Meclisi tarafından yapılan değerlendirmeler ise devam etmektedir. Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra okul 
vasıflı 17 taşınmazın, gelir getirici mülke dönüştürülmesine izin verilmiştir. Geçici 11. madde dışında, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi tarafından, İzmir Musevi Cemaati, “İzmir Musevi Cemaati Vakfı” adıyla, Surp Haç Tıbrevank Lisesine “Surp Haç Tıbrevank Lisesi Vakfı” adıyla, Beyoğlu Merkez Rum Kız Mektebine “Beyoğlu Merkez Rum Kız Mektebi Vakfı” adıyla vakıf statüsü tanınmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

9 Temmuz 2017 Pazar

TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SERÜVENİ


TÜRKİYE’NİN YAKIN DÖNEM DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI SERÜVENİ 



2002-2012 DÖNEMİ DEMOKRATİKLEŞME SÜREÇLERİ,

1961 ve 1982 Anayasaları 

Türkiye’de demokrasiye geçiş, çok partili siyasi hayata geçişle aynı zamana denk gelmektedir. Çok partili siyasi hayata geçişin önemli nedenlerinden birinin, II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası alanda yaşanan gelişmeler olduğu bilinen bir husustur. Ancak çok partili siyasi hayat sonrası demokratik düzen çok uzun sürmemiş; kısa bir süre sonra gerçekleştirilen askeri darbe ile sekteye uğratılmış tır. Darbe sonrasında devlet yeniden kurgulanmış ve yapılandırılmıştır. Bir yandan askeri/sivil bürokraside ve üniversitelerde geniş kapsamlı tasfiyeler yapılırken, diğer yandan yeni Anayasa ile çok titiz biçimde bu yeni kurguya uygun bir devlet yapılanması oluşturulmuştur. 

Çok partili siyasal hayata geçildikten sonra kabul edilen 1961 ve 1982 Anayasaları, her ne kadar Cumhuriyetin nitelikleri arasında “insan hakları”, “hukuk devleti” ve “demokratik devlet” gibi ilkelere yer vermişse de; bu bağlamda kendine özgü bir yaklaşım benimsemiştir. 

Bunun sonucu olarak her iki anayasa dönemi uygulamalarında anayasadan kaynaklanan nedenlerle insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri ile çelişen önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. 

1961 Anayasası’nda ilk kez Cumhuriyetin nitelikleri arasında insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerine ve bu ilkelerin gereği olan kurum ve kurullara yer verilmiştir. 1961 sonrasında yargısal denetim etkinliğini sağlayacak mekanizmalar olarak Anayasa Mahkemesi ve Danıştay oluşturulmuş, ayrıca yargının bağımsızlığının tesisi amacıyla Yüksek Hakimler Kurulu ve Yüksek Savcılar Kurulu öngörülmüştür. Ancak, ilk bakışta olumlu karşılanabilecek bu yeniliklerin uygulamada farklı sonuçlar doğurduğu, 
Anayasa Mahkemesi örneği başta olmak üzere görülmüştür. Zira Anayasa Mahkemesi göreve başladığı günden itibaren insan hakları ve demokrasi doğrultusunda hareket etmek yerine devleti koruyucu bir yaklaşım geliştirmiş; siyasal hayatın yapı ve işleyişine yönelik kararları sürekli tartışma konusu olmuştur. 

Söz konusu sorunlu yaklaşımın, 1982 Anayasası’nda da devam ettiği görülmektedir. 1982 Anayasası’nın bu noktada 1961 Anayasası’ndan 
en önemli farkı, devletçi/vesayetçi tercihi saklı değil, daha açık biçimde ifade etmiş olmasıdır. Zira 1982 Anayasası’nın gerek başlangıç kısmında ve gerek maddelerin kurgulanmasında, devlet ve devletin kutsallığı çok belirgin biçimde insan haklarının önüne geçirilmiştir. 

Vesayet Sorunu 

Türkiye’de demokrasiye geçiş sonrasında yaşanan gelişmelere ve demokratik rejimin işleyişine bakıldığında göze çarpan önemli bir özelliğin “vesayet” olduğu görülmektedir. Vesayet olgusu, hem askeri darbe ve muhtıralarda hem de 1961 ve 1982 Anayasalarının işleyişinde kendisini göstermektedir. Seçimle göreve gelen iktidarların 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbeler ile devrilmesi ve 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde iktidarları hedef alan muhtıralar, vesayet aktörlerinin gücünü göstermektedir. 
Sahip oldukları güç, vesayet aktörlerinin siyasi iktidarlar karşısında konumlarını pekiştirecek bir anayasal yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. Vesayet bağlamında en önemli kurumlardan birisi Milli Güvenlik Kurulu (MGK) olmuştur. 1961 Anayasası ile anayasal düzeyde bir kurum olarak düzenlenen MGK, milli güvenlik konularında siyasi iktidarlara yardımcı olmak üzere getirilmişti. Ancak 
özellikle askeri yetkililerin kuruldaki ağırlığı dolayısıyla MGK’da alınan kararlar adeta siyasi iktidarlar açısından bağlayıcı olarak algılanmaktaydı. 
Ayrıca milli güvenlik kavramının geniş kapsamlı biçimde tanımlanması nedeniyle, askerler, siyasi iktidarların yetkilerine de müdahale edebilmekteydiler. 

Türkiye’deki vesayet olgusu bağlamında silahlı kuvvetler dışındaki erkler ve bürokratik aktörler de unutulmamalıdır. Bunlar içerisinde yargı özel bir önem taşımaktadır. Zira verdiği kararların bağlayıcı olması ve başka bir kamu erkinin denetimine tabi olmaması dolayısıyla yargı daha farklı bir konumdadır. Yargı kararlarının bağlayıcılığı bir hukuk devletinde yargının, hukuku esas alarak karar vermesi nedeniyledir. Bununla birlikte eğer yargı, hukukun ötesine geçerek karar alıyor ve bu kararlar yine de bağlayıcı oluyorsa, böyle bir durumda 
rejimin işleyişi hukuk devleti ilkesinin tamamen dışında gerçekleşmiş olacaktır. Nitekim Türkiye’de yüksek yargı organlarının, geçmişte Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın bazı kararlarında daha bariz biçimde görüldüğü üzere, söz konusu vesayetçi anlayış doğrultusunda hareket ettikleri ve kararlarını şekillendirdikleri pek çok örnekle karşımıza çıkmaktadır. 

Hukuk Devleti ve Yargı 

Hukuk devleti ilkesinin esası, kamu erkini kullanan tüm kişi ve kurumların hukuka bağlı olmasıdır. Hukuk devletinde yasama ve yürütme ancak hukukun öngördüğü sınırlar dahilinde yetkilerini kullanabilir. Söz konusu erkler hukuka uygun olmayan tasarruflarda bulunduğunda, yargı denetimi zorunlu bir mekanizma olarak devreye girer. Bu nedenle hukuk devletinde yargı denetiminin ve yargı erkinin siyasi sistem içerisinde özel bir konumu bulunmaktadır. Yargı, niteliği gereği hukuku ve insan hakları ilkelerini esas alarak karar vermek durumundadır. Gerçekleştirdiği denetimde dayanacağı kuralların her zaman tam anlamıyla açık olması da mümkün değildir. Bu gibi durumlarda yargı, yapacağı yorumlarda özgürlükçü ve hukukun genel ilkeleri doğrultusunda bir içtihat sergilemelidir. Ancak bu şekilde hareket etmesi durumunda yargı, hukuk devletindeki işlevine uygun bir konuma gelebilir. 

Bununla birlikte Türkiye’de yakın dönemde yargının tam anlamıyla bu işleve uygun biçimde hareket ettiğini söyleyebilmek güçtür. 

Zira özellikle konjonktürel olarak vesayet aktörlerinin etkin olduğu dönemlerde veya vesayetçi anlayışın baskın olduğu durumlarda yargı, hukuk ve özgürlüklerden ziyade devletin tutumu ve ideolojik tercihler doğrultusunda kararlar verebilmektedir. Bunun yanında yargı, ölçüt olarak aldığı hukuk normunun evrensel standartların gerisinde kalması nedeniyle hukukun üstünlüğü ilkesini zedeleyecek kararlara da imza atabilmektedir. Bir diğer önemli husus ise yargı mensuplarının yetiştirilmesi ve birikimi ile ilgilidir. Tüm bu nedenlerle 
Türkiye’de hukuk devletinin hayata geçirilebilmesi ve yargısal vesayetin sonlandırılması noktasında değişik raporlara da konu olan önemli sorunlar ve aksaklıklar kendisini göstermektedir. Sonuçta yargı, hukuk devletinde kendisinden beklenileni tam anlamıyla veremediğinden yapılması gereken reformların önemli bir ayağını oluşturmaktadır. 

Demokrasi Standardının Yükseltilmesi, Vesayetin Aşılması ve Sivilleşme 

2000’li yıllara gelindiğinde iç dinamikler, Türkiye’nin uluslararası hukuk taahhütleri, AB süreci, bölgesel ve küresel gelişmelerin etkisiyle değişim kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu gelişmelere, Türkiye’nin hızlı gelişen dinamik özel sektörü ve büyük genç nüfus kitlesi ile bunların taleplerini de eklemek gerekir. Tüm bu dinamiklerin etkisiyle anayasal ve yasal düzeyde insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standartlarının yükseltilmesi ihtiyacı doğmuştur. 

Demokrasi perspektifinden bakıldığında, 1982 Anayasası’nın öngördüğü hukuki yapının ciddi değişikliklere tabi tutulması gerektiği kolaylıkla fark edilebilir. Ancak bir hukuki düzende yapısal reformların gerçekleştirilmesi için temenniler yetersiz kalmaktadır. Dünya ve Türkiye deneyimlerinin gösterdiği gibi, demokratikleşme dalgası olarak nitelendirilebilecek değişikliklerin gerçekleştirilmesi, güçlü ve kararlı siyasi iktidarları gerektirir. Böyle bir reformun yapılabilmesi için aynı zamanda istikrarlı bir döneme de ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasası döneminde güçlü demokratikleşme girişimleri aynı zamanda istikrarlı hükümetlerin olduğu dönemlere denk gelmektedir. 

1982 Anayasası’nda öngörülen siyasi modelin ihtiyaçlara cevap vermemesi ve bu nedenle anayasal ve yasal reformların yapılması zorunluluğu, yaşanan gelişmelerle de doğrudan ilgilidir. Türkiye’de 1990 sonrasında gittikçe artan biçimde insan hakları ile ilgili bir bilinçlenme oluşmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden (AİHS) kaynaklanan bireysel başvuru hakkının tarafımızdan tanınmasından bugüne kadar, Türkiye’den, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapılan başvuru sayısının giderek artıyor olması ve bu başvuruları azaltabilmek amacıyla iç hukukumuzda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının kabulü, anılan bilinçlenme ile doğrudan ilgilidir. Türkiye’nin önce -1987 yılında- AİHS’deki bireysel başvuru hakkını ve daha sonra -1990 yılında- AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini tanıması sonrasında AİHM’nin Türkiye ile ilgili konularda verdiği kararlar gündemi daha fazla meşgul etmeye başlamıştır. Aynı zamanda verilen kararların bağlayıcı olması ve söz konusukararların icrasının Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından izlenmesi nedeniyle, AİHM kararlarının gereğini yerine getirmek (icrasını mümkün kılmak) için anayasal ve yasal reformlar gündeme gelmiştir. Nitekim 1990’lı yıllardan bugüne kadar yapılan birçok anayasa değişikliği ve yasal reformların aynı zamanda AİHM 
kararlarının gereğini yerine getirmek ve böylelikle icra edilmelerini sağlamak amacı taşıdığı da görülmektedir. AİHM kararlarının da etkisiyle artık ülke içerisinde insan hakları bakımından duyarlılık oluşmaya başlamış ve böylece bireyler, devlete karşı haklarını korumak amacıyla uluslararası başvuru mekanizmalarını sıklıkla kullanmaya başlamışlardır. 

Demokratikleşme sürecinin başlangıç aşamasında dış dinamiklerin çok daha belirleyici olduğu görülmektedir. Bu aşamada iç dinamiklerin çok etkin olmaması, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinde bariz bir özellik olarak görülmektedir. Bununla birlikte 1990’lı yıllardan sonra gerçekleştirilen reformlar ve yaşanan siyasi gelişmelerle birlikte artık iç dinamikler de demokratikleşme sürecine yön vermeye başlamıştır. 

Bu durum 2000’li yıllarda daha açık biçimde fark edilebilmektedir. 

İç dinamiklerin belirginleşmesine katkı sağlayan değişik faktörlerden söz edilebilir. İlk olarak gelişen ekonomi ve özellikle özel sektörün dünyadaki gelişmelere daha hızlı ayak uydurması, siyasal iktidarları bazı yapısal reformları hayata geçirmeye zorlamıştır. Ekonomik standartların yükselmesiyle birlikte değişik toplum kesimlerinin hak ve özgürlükler noktasındaki duyarlılığı artmıştır. Bu duyarlılık nedeniyle yasama ve yürütme organları, insan hakları taleplerine daha fazla eğilmek durumunda kalmışlardır. 

Ayrıca küreselleşme süreçlerinin etkisi, kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler nedeniyle insanlar hem ülke içerisinde hem de uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri daha yakından takip etmeye ve insan hakları ile ilgili gelişmelere daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Özellikle diğer ülke uygulamalarının farkına varan ve Türkiye’deki durumla mukayese etme 
imkanına sahip olan bireyler, her zaman daha iyisini istemeye ve ülkedeki yanlış uygulamaları daha fazla eleştirmeye başlamışlardır. 

Bu durum insan hakları, demokrasi ve hukuk devletinin önündeki engellerin kaldırılması açısından iktidarları daha fazla zorlar hale gelmiştir. 

Bu noktada özellikle 2002-2012 dönemi, sorunların ortaya çıkması ve bunlara yönelik çözüm önerileri bağlamında anayasal ve yasal reformların yapılması 
açısından çok önemli bir dönem olarak görülebilir. Bu dönemde siyasi iktidarların demokratikleşme, sivilleşme, ekonomi, sosyal politika, insan hakları, hukuk 
ve benzeri alanlarda gerçekleştirmeye çalıştıkları reformlara yönelik olarak ortaya konulan statüko kaynaklı dirençler, özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlığı ve çeşitliliği dolayısıyla tüm toplumun gözü önünde cereyan etmiştir. Bu dirençlerin aşılması amacıyla gerçekleştirilen 2007 ve 2010 Anayasa değişiklikleri de yine aynı şekilde herkesin takip ettiği bir süreçte hayata geçirilmiştir. 

Belirtilen dönemde, karşılaşılan vesayet direnci üzerine iki önemli anayasa değişikliği gerçekleştirilmiştir. İlk olarak, 2007 yılında, Anayasa Mahkemesi’nin “367 kararı” 1 sonrasında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile Cumhur başkanının halkın oyu ile seçilmesi esası getirilmiştir. 1982 Anayasası’nın öngördüğü vesayetçi modelin önemli bir aktörü konumundaki Cumhur başkanı’nın halk tarafından seçilmesi esasının getirilmesi ile artık Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 1961 yılından bu yana değişik zamanlarda yaşanan baskı, tehdit, hukuk dışına çıkma, kriz ve benzeri olumsuzluklar da bertaraf edilmiş olacaktır. 

Vesayetin kırılması noktasında 2010 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliğinde ise ağırlıklı olarak yargı vesayeti ile ilgili düzenlemeler 
yer almaktadır. Özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) oluşumuna yönelik getirilen düzenleme ile adli ve idari yargıdaki 
Danıştay ve Yargıtay’ın vesayeti kırılmıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu daha çoğulcu hale getirilmiştir. Bunun yanı sıra, askeri yargı düzeni ile ilgili yenilik de kısmen vesayetin kırılması noktasında olumlu bir katkı sağlayabilecektir. 

1982 Anayasası’nın öngördüğü vesayetçi yapının tasfiyesini sağlayan söz konusu iki değişikliğin de halkoyu ile kabul edilmiş olması, esasen halkın da bu yapısal reformların gerçekleştirilmesi gerektiğine ilişkin bir kanaate sahip olduğunu göstermektedir. Yaşanan bu gelişmelerle birlikte 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye’de tabandan gelen güçlü bir talebin mevcut olduğu, sadece dış dinamiklerin değil, aynı zamanda iç dinamiklerin de artık demokratikleşme adımlarının atılmasında belirleyici olduğu görülmektedir. Nitekim bu gelişmeler sonrasında 2011 genel seçimlerinin ardından, Türk siyasi hayatında ilk kez halkın talebi üzerine TBMM, kendi inisiyatifi ile yeni bir anayasa yapım sürecini başlatmıştır. 2007/45 E, 2007/54 K sayılı ve 1/5/2007 tarihli karar. 

Demokratikleşme Süreçlerinde Avrupa Birliği’nin Rolü 

Demokratikleşme süreçlerinin başlangıç aşamasında, başta AB olmak üzere uluslararası dinamiklerin oldukça önemli etkisi olmuştur. 

Ülkeye hakim olan içe kapanmacı, dünyadan kopuk, milletinden korkan politikaların aşılmasında, evrensel düzeyde bir demokrasi ve insan hakları kabulünün yerleşmesinde AB’nin ve AB uyum sürecinin etkisi yadsınamaz. 

Türkiye’nin AB macerası, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla başlamış ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla devam etmiştir. Cumhuriyet tarihine damga vuran “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefinin en somut projelerinden biri olan üyelik süreci, inişli çıkışlı bir seyir izlemiş ve kimi zaman kopma noktasına gelmiştir. Ancak Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesinde aday ülke olarak kabul edilmesiyle birlikte hız kazanan  AB adaylık sürecinde, özellikle 2002’den itibaren atılan adımlar büyükbir öneme sahiptir. Bu dönemde atılan adımlar ve gerçekleştirilen reformlar sayesinde, 2005 yılında AB ile üyelik müzakerelerine başlanmıştır.

<    Ülkeye hakim olan içe kapanmacı, dünyadan kopuk, milletinden korkan politikaların aşılmasında, evrensel düzeyde bir demokrasi ve insan hakları kabulünün yerleşmesinde AB’nin ve AB uyum sürecinin etkisi yadsınamaz.   > 

  Böylece 1963’de başlayan süreçte önemli bir aşamaya gelinmiş; Türkiye, AB’ye aday ülke statüsünden AB ile katılım müzakereleri yürüten ülke statüsüne 
geçmiştir. 

AB üyeliği hedefi doğrultusunda gerçekleştirilmesi gereken Kopenhag Kriterleri, Türkiye’nin demokratikleşme standardının yükseltilmesine ciddi katkı sağlamıştır. Kopenhag Kriterleri’nin üç önemli başlığı olan “insan hakları standartlarının yükseltilmesi”, “sivil demokrasi” ve “serbest piyasa ekonomisi” esasen Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin olmazsa olmazları olarak da görülebilir. 

AB’ye uyum süreci çerçevesinde 2004 ve 2010 yıllarında gerçekleştirilen kapsamlı anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasası’nın yaklaşık üçte biri değiştirilerek; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi alanlarında önemli mesafe alınmıştır. 

AB Uyum Paketleri kapsamında hayata geçirilen bu değişiklikler, bir yandan demokrasiyi ve hukuk devletini güçlendirmiş, diğer yandan da Türkiye’nin daha özgür bir ortama kavuşmasını sağlamıştır. Bu değişimlerin, toplumun tüm kesimleri tarafından sahiplenilmiş olması, bu adımların sadece AB tarafından istendiği için değil, aynı zamanda toplumsal taleplere karşılık geldiği için atıldığının bir göstergesidir. 

DİPNOT;
1-  2007/45 E, 2007/54 K sayılı ve 1/5/2007 tarihli karar

***