Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 1
Didem GÜNGÖR FIRAT1
1 Gazi Üniversitesi Siyaset Bilimi Yüksek Lisans Öğrencisi
Bu çalışmanın konusu uluslaşma sürecinin bir sonucu olarak meydana gelen zorunlu göçün toplumlar üzerindeki etkileridir. Modernleşmeyle birlikte ortaya
çıkan ulus-devletlerin en fazla 300 yıllık bir geçmişi olsa da, uluslar yalnızca devletin örgütlenme şeklini değiştirmekle kalmayıp toplumsal ve bireysel yaşamın tümüne yayılan yeni bir bakış açısı sunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından, Türkiye ve Yunanistan da ulus-devlet olma sürecine girmiş ve birbirine birçok yönden benzeyen deneyimler yaşamışlardır. Bu dönemde tek bir doğru olarak algılanan milliyetçi bakış açısıyla uygulanan politikalar, “milletler” yarattığı gibi “düşmanlar” da yaratmış ve zaman zaman toplumsal trajedilere yol açmıştır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, uzun yıllar boyunca aynı yönetim altında var olan iki farklı topluluk olarak “Türkler” ve “Yunanlılar” milli siyasal varlıklarını ve kimliklerini birbirinden arındırmaya uğraşmışlardır. Türk –Yunan Zorunlu Mübadelesi işte böyle bir ayrıştırma/ belirginleşme çabasının sonucudur. 1922-1924 yılları arasında Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1.200.000 Anadolu Rum’unun ve Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400.000 Rumeli Müslüman’ın yerinden yurdundan edilmesi, göç edenler açısından kargaşa ve umutsuzluk kaynağı olmuş, bunun yanı sıra her iki ülkenin toplumsal, kültürel dokusunda ve siyasal ilişkilerinde temelli dönüşümler ortaya çıkarmıştır. Farklı grupların bir arada barış içinde yaşamalarını destekleyecek siyasal ve yasal düzenlemeler hayata geçirmek yerine seçilen bu yöntem dönemin bir gereği olarak savunulsa da, mübadelenin sosyal sonuçları değerlendirilmemiştir. Ünlü bir mübadil yazar olan Dido Sotiriyou, Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı kitabında bu uluslaşma sürecinde yaşanan kanlı çatışmaları ve düşmanlıkları anlatır ve kitabının sonunda “bunlara sebep olanlara lanet olsun” diyerek sözlerini bitirir. Ünlü yazarın bu
tepkisi, mübadele sırasında “belli bir kimliğe ait belli sayıdaki insan” olarak görülen mübadiller için ortak bir serzenişin ifadesidir.. Göç etmek zorunda bırakılanlar bu uygulamalara karşı pasif aktörler olarak değerlendirilmişse de kendilerine has biçimlerle tepkilerini ifade etmişleridir. Toplumsal hafıza bir “var olma biçimi” olarak mübadiller tarafından bir direniş aracı olmuştur İnsanın yaşamını anlamlandıran ve bugunü anlamasını sağlayan “hafıza” topluluklar için de hayati bir önem taşımakta ve ne olursa olsun korunmaktadır. Hafıza pek çok şekilde nesilden nesile aktarılabileceği gibi duyguların coşkulu ve akıcı bir dille anlatımı olan müzik yoluyla da aktarılmıştır. Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak rembetiko böyle bir işlev gömüştür.
Ulus-Devlet ve Ulusun İnşası
Ulusun modern bir kavram ve düşünce olarak bugünkü anlamıyla kullanımına 18.yüzyıldan önceki yazılı kaynaklarda rastlanmamaktadır. 18.yy’dan önce
modern anlamıyla ulus kavramının kullanılmaması ulusun modernleşmeyle birlikte şekillendiği ve ortaya çıktığının bir kanıtı olarak görülebilir. Gellner, ulusun moderniteyle birlikte var olan, modern devletle birlikte oluşan, sanayi toplumuna geçişin nedenlerinden ve bu toplumun kendi nesnel koşullarından
kaynaklanarak şekillenen bir sürecin ifadesi olduğunu söylemektedir.(Gellner,2008) Modernleşme, beraberinde getirdiği ekonomik, kültürel, sosyal değişikliklerle birlikte “devlet”in örgütlenme biçiminde de farklılık yaratmış ve “ulus-devlet”ler ortaya çıkmaya başlamıştır. “Ulus-devlet” modernliğin siyasal tezahürü durumundadır.
Modern ulus kavramı daha çok devletle ilintilendirilir çünkü modernleşmeyle birlikte bu kavram politik bir hal kazanmış ve devletle bütünleşmiştir. Modern
ulus-devletler, Avrupa’da Ortaçağ gibi erken bir dönemde filizlenen ancak Fransız Devrimiyle itici bir güç kazanan belli bir toprak parçasına yerleşmiş olan ayrı halkların tek millete mensup insanlar haline dönüştürülmesi sürecidir. Modernliğin toplumsal yapının tüm katmanlarında oluşturduğu bu köklü ve hızlı değişim var olan tüm kurum ve kavramların da bu yeni düzene uyarlanmasını gerektirmiştir. Modernleşen toplumda “geleneksel” olanın var olma şansı azalırken toplum farklı örgütlenmeler ve yeni kavramlar oluşturmaya başlamıştır. Ulus-devlet ve modern devlet birbirlerine çok kolay adapte olmuş, toplumsal ekonomik ve kültürel modernleşmenin işlevsel yansımaları diğer sistemlerden çok daha fazla uyum kapasitesi göstermiştir. Her şeyden önce toprak çok kıymetli bir konuma yerleşmiştir. Ulus-devletle birlikte devletin “sınır”ları kesin olarak belirlenmiş ve bu belirlenmiş toprak üzerinde yaşayan insanların ortak bir kimliklerinin oluşturulmasına, kimliklerin ise kalıplaşmasına yol açmıştır. Belirli bir toprak parçasında ancak belirli bir kimliğe sahip olanların faydalanabileceği haklar ortaya konmuştur. (Teritoryal devlet) Bu bağlamda ulus-devlet, ortaçağ devletlerinden ve monarşik-oligarşik devletlerden farklı olarak, başlıca yürütme, yasama ve yargı işlevlerinin ulusal bir hükümetin elinde merkezileştiği ve ilke olarak bütün yetkilerin yurttaşların formel eşitliğine dayalı siyasal katılımına olanak tanıyan bir siyasi sistemdir.( Santamaria, 1998) Ulus-devletler, 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlık kazanmıştır.
Dönemin genel siyasi akımları ise kendi ulus-devletini oluşturmak isteyenlerin siyasal bağımsızlık mücadelelerinden oluşmaktadır. Ulusçuluk toplumsal ve
siyasal dünyanın başlıca aktörlerinden biri ve gündelik hayatlarımızın dokusunun asli bir parçası haline gelmiştir.(Özkırımlı, 2008) Bir kaç yüz yıllık geçmişi
olan bu sistem hayatımızın o kadar parçasıdır ki başka bir devlet sisteminin var olabileceğini bile düşünmek şu an için kolay görünmemektedir.
Modernleşme ve ulus-devlet arasındaki tarihsel ilişki modernleşme mi ulusu yaratmıştır yoksa ulus daha önceden var olagelen bir kavram mıdır tartışmasını
beraberinde getirmiştir. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ve kökenlerine dair yapılan tartışmalar, ulusların toplumsal olarak kurgulandığını, suni olarak
oluşturulduğunu çoğunlukla ortaya koymaktadır. Ulusun doğal bir şey olduğu zaman ve mekan içinde insanlık tarihi boyunca bozulmadan devam ettiği,
Tanrı tarafından verilmiş doğal bir insan ırkı bölünmesi olduğu düşüncesi 20.yüzyılın ikinci yarısına kadar popülaritesini korumuştur. Ancak böyle bir durumda ulusların insanlık tarihi boyunca var olması gerekirdi. Uluslar konusunda daha sonra yapılan kapsamlı araştırmalarda ulusların sonradan toplumsal proje olarak üretilen, hayal edilmiş, oluşturulmuş topluluklar olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır.
Ulusların oluşumunu aydınlatacak ve ne zaman nasıl tarih sahnesine çıktığını anlatacak tek bir model yoktur. Ulusların ortaya çıkışı ile temel tartışmalar
iki temel düşünce etrafında gelişmektedir. Bunlardan ilki bir ulusun bağımsız bir devlete dönüşmesini anlatırken, diğeri var olan devletin bir ulusa dönüşme
çabasını anlatmaktadır. İlk durumda devletin varlığı öncesinde ulus zaten varlığını sürdürmekte, ikincisi ise devlet bilinçli olarak vatandaşlarını özel bir
yurttaşlık modeline göre şekillendirmektedir. Devletin bu iki çeşidi ulus-devleti oluşturan iki farklı yolu temsil etmektedir.(Hobsbawn, 1993)
Buradan ulus-devlete giden iki yolu, ideal tiplemelerle ortaya koyacak olursak devlet olmaya başlayan en iyi ulusa örnek İsrail verilebilecekken, Polonya ve
Almanya uygulamaları da bu gruba dahil edilebilir. İkinci oluşuma örnek olabilecek en belirgin örnek ise Fransa’dır.(Durgun, 2005) Fransa bir devletin sistematik bir biçimde ulusu oluşturmasına örnektir. Almanya örneğindeki gibi bir harekette ise, etnokültürel temele vurgu yapılarak ulus-devlet olmaya başlanmış tersi durumda da “ulus inşa etme” mekanizması devreye sokulmuştur.
Ulus-devletlerin şekillendirilmesi “milliyetçilik” ideolojisi ile gerçekleşmiştir. Milliyetçiliğin tanımlarında ortak olarak kullanılan unsur milliyetçiliğin bir
“inşa etme” amacının olduğudur. Modern devlet hükmettiği insanlar arasındaki farklılıkları törpülemeyi ve onlardan bir ulus ve birlik yaratmayı hedefler.
Milliyetçilik bir ulus kurgular ve ulusu oluşturmak için çeşitli mekanizmalardan faydalanır.
Bunun için devletin sınırlarının belirlenmiş olması hem ulusun devlet olmadaki en önemli adımı olmakta hem de kendini ulus olarak tanımlayanların
kendine ait bir toprak parçasında bir devlet kurması gerektiğini söylemektedir. Devletin temelini ise bir ulusun kimliği oluşturmaktadır. Her ulus kendi sınırları
içinde kendi geleceğini tayin edebilecek ve sonsuza dek bu devlet şeklini sürdürecektir. Bir bütün olarak ulus-devleti oluşturmak “ortak kültür” “ortak dil”
,”tarih gelenek”, “etnisite” gibi unsurların “ortaklığı” ve “paylaşımı” ile mümkün olacaktır. Tüm bu unsurlar ulus olmanın ve ortak bir kara parçası ile ortak
bir kaderi paylaşanların aidiyet duygusunu sağlamlaştıracaktır. Kültür, dil, tarih, gelenek etnisite gibi ortak özellikleri çeşitli kamusal mekanizma ve süreçlerde
işleyip bilinçli bir şekilde ulusal kimlik yaratma çabaları ulus oluşturma-inşa olarak adlandırılır.(Erdoğan, 1999) Ulus inşa sürecinin temel koşulu ortak bir kimliğin varlığıdır. Tek bir ulusal kimliğin olmaması ulus-devletin istikrarını sarsarak, uzun vadede başarılı olmasını engelleyecektir. Dağınık şekilde olan toplulukların belirli bir ulusa aidiyetleri sahip oldukları yurttaşlık bilinci ve kimlikleriyle sağlanacaktır.
Birbirine sıkı bağlarla yaklaşmış bu toplumun geleceği için tüm bunları kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtı geliştirilmelidir. Yurttaşlık bağının kurulması, yurttaşı devlete karşı bir takım yükümlülükler altına sokarak, kişiyi devlete ve millete sadakatle, itaatle görevli kılar. Devlet ise kendisine bağlı olan yurttaşı koruma altına alma, adaletli davranma ve refah içinde bir hayat sürmesini sağlamakla görevlidir. Yurttaşlar ulusal kimliğin faydalarını yaşar ve yurttaşlık bilinciyle bu kimliğe sarılırlar. Diğer yandan ise yurttaş kimliğine dahil olmayanlar avantajları yaşayabilmek adına bu kimliğe dahil olmak isterler, bu iki durum da ulusal kimliği güçlendirmektedir. Ortak bir dilin kullanılması, örgün eğitim, zorunlu eğitim, zorunlu askerlik , ortak bir din ..vb gibi unsurlar bu birlikteliği sağlamaya katkıda bulunur.
Özellikle Avrupa örneklerine baktığımızda ulus-inşasında tipik bir süreç yaşanmıştır. Bir topluluk milli aydınlanma yoluna girdiği zaman önce kendi milli
şuurunu idrak etmeye yönelik bir başlangıç aşamasından geçer. Ulus olma isteği ve bilinci devreye girdikten sonra bir kurtuluş mücadelesine girişilir. Ulusal soy
kütükleri oluşturulur. Daha sonra bu “suni” akrabalık ilişkileri dışında kalanlar topluluktan bir şeklide ihraç edilirler. Ulusal ideoloji belli gruba mensup olmakta
başarı göstermeyenleri belirlenen kriterleri yerine getirmeyenleri ötekileştirir. Milli bilinci tehdit eden tüm unsurlar bazen ikna yoluyla bazen sert yöntemler
kullanılarak “unutulmaya” çalışılır bir ulus olma hedefine hizmet eden tüm toplumsal özellikler yüceltilirken, diğerleri görmezden gelinir. Buradan hareketle
milliyetçilik ideolojisi eski gelenekleri ve kimlikleri “hatırlar” , yeniden biçimlendirir ve kimi zaman yeniden yaratır. Ulus-devletlerin oluşumu bu haliyle
değerlendirildiğinde siyasilerin ve entelektüellerin bilinçli gayreti ve hevesli çalışmalarının ürünüdür. Aydınlar millet olma sürecinde çok etkin rol oynamışlardır.
Milliyetçilerin zihinlerini milli vatanın tahayyülü ve oluşumu çok derinden meşgul etmiştir.
Türk ve Yunan milliyetçiliği tipik uluslaşma süreçlerini yaşamış birbirine çok benzeyen ancak ısrarla farklılıkları vurgulanan Umut Özkırımlı’nın deyimiyle
“paralel monologlardır”. Kuruluşlarından bu yana her iki ülke de milliyetçi tahayyüllerinde birbirlerini ötekileştirmiş ve bir tehdit olarak görmüştür.
Bir zamanlar aynı coğrafyayı paylaşmış birkaç yüzyıl kader birliği yapmış ve aynı yönetim altında bulunmuş bu topluluklar iki farklı “halk”a dönüşmüştür.
Yunan ve Türk milliyetçiliği, Avrupa’da esen modernleşme ve uluslaşma rüzgarları içinde Osmanlı topraklarının geniş tebaasının geçirmiş olduğu bir nevi
mecburi değişim süreci sonucunda ortaya çıkmıştır. O dönemde Balkanlar ve Anadolu, etnik toplulukların geçirdiği hızlı kültürel canlanmaya ve milliyetçiliğin
yayılmasına tanık olmuştur. Kurulan yeni dünyada ayakta kalmayı sağlayacak strateji, genellikle uluslaşma şeklinde ortaya çıkmıştır. Bundan sonrası uzun ve
sancılı bir “milli uyanış” dönemine tekabül etmekte, uzun entelektüel ve siyasi tartışmalara konu olmakta ve en nihayetinde ne pahasına olursa olsun
uygulanan bir politikaya dönüşmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, uluslaşma döneminde pek çok etnik kökenden tebayı barındırmaktadır. Yeni dünya düzeni Osmanlı’nın geleneksel siyasetini çökertmiş
Yunanlıların, Sırpların, Ermenilerin, Kürtlerin Arnavutların ve Arapların yaşadığı etnik seferberlik ayrılıkçı eğilimleri beslemiş ve Osmanlı’dan kopmalar
yaşanmıştır. Osmanlı imparatorluğu bu gidişe dur demek amacıyla çeşitli atılımlar yapmıştır. İlk etapta otaya çıkan fikir akımları “İmparatorluk nasıl kurtulur?” sorusu üzerine yoğunlaşmıştır. Bu dönemde etkili olan Osmanlı birliği ya da İslam birliği oluşturma çabaları, daha sonra yeni bir devletin tohumlarını atan Batılı bir Türk Birliği oluşturma fikrine yenik düşmüştür. Türkçülük fikrini benimseyen Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi dönemin aydınları fikirlerin olgunlaşmasında önemli etkiye sahip olmuşlardır. Osmanlının son dönemlerinde filizlenen ve gelişen yeni ulusçuluk akımı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti için temel teşkil etmiştir. Dönemin hakim görüşü çok uluslu, çok kültürlü devletin birliğinin sağlanabilmesi için, merkeziyetçi ve farklılıklara izin vermeyen resmi bir milliyetçi ideoloji geliştirilmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yönetici seçkinler günümüzde bile devletin kontrolünde olan resmi bir milliyetçilik oluşturmuşlardır. “Atatürk milliyetçiliği” adı verilen bu resmi ideoloji, herkesi kucaklayan, “yurttaşı” esas alan, kendini “Türk” olarak gören herkese kapılarını açan bir milliyetçilik görünümündedir. Ancak herkesi kucakladığını söylese de pek çok yazar tarafından da dile getirilen “etnik” yönü baskın “Türk” unsuruna ayrıcalık tanımış ve “Türk” olmayı yüceltmiştir. Çünkü ulusal benliği ayırt edici kılan tam da budur. Ulustan olanları-Türk olanları- merkeze oturturken, “öteki” olmayı da böylece tanımlar. Milliyetçiliğin ötekisi hep olmak zorundadır çünkü ulusal geçmişin yeniden icadını mümkün kılan, ulusun ortak olduğu üstün özellikler kadar ötekinin varlığıdır. Ötekinin oluşumuna zemin hazırlayan bir diğer önemli unsur dindir. Özellikle cumhuriyetin ilanına kadar Müslüman olmak Türk olmakla birlikte sık sık anılmıştır. Bu dönemde Türklerin kendilerini her şeyden önce “Müslüman” olarak tanımlamaları Türk kimliğinin dini kimliği de içinde barındırdığı algısı oluşmuştur.
Türk milliyetçiliği yeni kurulan devlette pek çok uygulama yaparak, Türk olmayı yüceltmiştir. İlk olarak Türk Tarih Tezinin oluşumu ve Türk Tarih Kurumu’nun
kurulması resmi bir tarihin temellerin atmış, bu tarih teziyle Anadolu’nun ilk ve gerçek sahiplerinin Türkler olduğu ortaya konmuştur. Bu tarihi çalışma “Türk” olmaktan gurur duymayı amaçlamıştır. Türk tarih teziyle Anadolu’ya ezeli ve ebedi olarak sahip olan Türklerin bu şanlı geçmişi kanıtlarla ortaya konulmuş ve itibari düzeltilmiştir. Bu tarih tezini içeren kitaplar küçük yaşlardan itibaren okullarda okutulmuştur. Bir ulus olma adına atılması gereken önemli adımlardan biri de dilde birliğin sağlanmasıdır. Osmanlı’dan beri kullanılan dilde Farsça ve Arapça öğeler fazlasıyla yer almaktadır. Resmi dilin bu yabancı unsurlardan temizlenmesi ve ari bir dil oluşumunun sağlanması görevi Türk Dil Kurumuna verilmiştir. 1928 yılında dil inkılabı yapılarak Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmiştir. Reformların gerekçesi Batıya yaklaşmak ve Osmanlı’nın geri kalmış izlerini silmektir. Dil milli bilinci oluşturmada en önemli unsurlardan biri olarak görüldüğü için sıkı tedbirlerle Türkçenin yaygınlaştırılması sağlanmıştır. Türkçenin kamuya açık yerlerde konuşulan tek dil olması İçin çaba harcanmıştır. Bunların yanında Türk olmaktan kaynaklanan bazı karakter özellikleri tanımlanmış, Türk milletinin zeki, çalışkan ve güvenilir olduğu söylenmiştir.
“Damarlarında güç ve kudret hazinesi barındıran olağanüstü bir ırk” olarak üstesinden gelinemeyecek hiçbir zorluk bulunmamaktadır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türklerin karakter analizleri yapılmakta ve Türklerin bağımsızlığına çok önem veren ve milletini çok seven insanlar olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi ulus-inşa süreci ortak bir kimlik oluşturmakta ve bu kimliği yüceltmektedir.
Türk kimliğinin yüceltilmesi daha önce de belirttiğimiz gibi Türk olmayanın dışlanmasına ve düşman algılanmasına yol açmıştır. Buradan yola çıkarak
cumhuriyetin kuruluş döneminde gerçekleşen zoraki göçlerin sebebi anlaşılabilir. Modern Türk toplumunun Türk soyundan gelen Müslümanların çoğunluktan
oluştuğuna dayanan görüş Müslüman olmayan Rumların Anadolu’yu terk etmesini bunun yanında Türkiye topraklarında henüz yaşamayan Müslüman Türklerin de ülkeye taşınmasını öngörmüştür. Lozan Anlaşmasıyla kanunlaşan zorunlu göç, suyun iki yakasından iki milyon insanı doğduğu topraklardan etmiştir.
Yunan milliyetçiliğinin serüveni de Türk milliyetçiliğine paralel özellikler göstermektedir. Osmanlı’nın Avrupa’da yaşanan gelişmelerden dolayı giderek
kan kaybetmesinden faydalanarak kopuş gösteren Yunanistan, Türkiye’den daha önce ulus-devlet olma yoluna girmiştir. Yunan milliyetçiliğinin devlet
kurmadaki temel argümanı, klasik döneme yapılan göndermedir. Buna göre Avrupa’nın bugün geldiği noktaya ilham veren Antik Yunan’ın günümüzdeki
temsilcileri olan Yunanlılar, geçmişin yeniden canlandırılmasıyla ayrıcalıklı bir konuma sahip olacaklardır. Geri kalmış ve Şarklı olarak gördükleri Osmanlı
karşısında kültürel bir üstünlüğe sahip olduklarını düşünmüşler ve Bizanslı geçmişi bile reddetmişlerdir. Helen geçmişine sarılarak uluslaşma serüvenine
girişen entelektüeller Yunanlı olma bilincinin yerleştirilmesi için gereken adımları atmışlardır. Döneme damgasını vuran ünlü tarihçi Konstantinos
Paparrigopoulos Yunan milletinin tarihi ve manevi sürekliliği tezini geliştirmiştir. Bu tez, klasik ve Helen tarihini modern Yunan devletine eklemlemekte ve
geçmişle bugün arasındaki bağı kopmadan süregeldiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda klasik dönemi överken, “kayda değer” görmediği Bizans ve Osmanlı
mirasını göz ardı etmiştir. Bundan itibaren Yunanistan, Avrupalı kimliğiyle anılmak istenmiştir. Türk Tarih Tezine benzer bir çalışma olan çeşitli “hatırlama”
ve “unutma” larla vücut bulan yeni tarih anlayışı milliyetçi ülkülerle paralellik göstermektedir. Yeni nesillere aktarılmak üzere bu tarih kitapları ilkokullarda ve
üniversitelerde yalnızca Antik dönemi kapsayacak şekilde okutulmuştur. Ulusal tarih yazıcılığının yanı sıra bir diğer uluslaşma adımı da Yunan dilinin bütün
sözcüklerini klasik Yunancadan türemiş olduğu, yabancı sözcüklerin ise dile sonradan yapılan ilaveler olduğunu öne sürmek olmuştur.
Yunanlı aydınlar Yunancanın yabancı unsurlardan arındırılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Yunancadan farklı bir dilin kamusal alanda kullanımı polis cezasına çarptırılmayı gerekli kılmıştır. Bunun yanında “halkbilimi” adı ile ortaya çıkan çalışma alanı milliyetçi amaçlara ulaşmada kullanılan bilimsel verileri
toplamaya yardımcı olmuştur.
Yunan milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinden farklı olarak yayılmacı bir politika izlemiştir. Hayal edilen toprakların var olan milli topraklardan farklı olması
İstanbul ve İzmir gibi şehirlerin “kurtarılması” hedefi modern Yunan Devletinin yeni kurulan dönemlerinde temel hedefi konumundadır. “Megalı idea” olarak
adlandırılan bu düşünce sistemi Anadolu’nun işgal edilmesi ile sonuçlanmıştır. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yunan Taarruzu’nun
Anadolu’daki başarısızlığının ardından Nüfus Mübadelesi Anlaşması imzalanması, bölgede yeniden bir nüfus karmaşasına yol açmıştır.
Bölgede yaşayan Müslüman halk “ait olduklara yere” gönderilirken, karşı kıyıdaki Rum vatandaşlar da Yunan topraklarına çağırılmıştır. Bölgede pek çok savaş
yaşanmış ve milliyetçi tartışmalar neticesinde kimin Bulgar, kimin Makedon, kimin Yunan halkına dahil olduğu çeşitli kıstaslarla belirlenmeye çalışılmıştır.
Ancak her şeklide karışık toplulukları barındıran bu coğrafyanın Yunanlı olması için çeşitli adımlar atılmıştır. Yer isimlerini Helenleştirilmesi, ibadet yerlerinin
dönüştürülmesi, istimlak edilmeyen her ne varsa imha edilmesi, böylelikle ötekine ait kültürel mirasın ihtilaflı topraklardan silinmesi, mübadillere uygulanan olumsuz iskan ve toprak rejimleri bunlara örnek olarak verilebilir.
Uluslaşma Yolunda Bir Adım: Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi
Yunan ve Türk milliyetçilikleri, uluslaşmak adına zaman zaman işbirliği yapmışlar, Lozan Anlaşması’nda öngörülen Nüfus Mübadelesi’nde olduğu gibi
ortak hareket etmişlerdir. Yunan ve Türk milliyetçilikleri, aynı dönemde gelişen diğer milliyetçilikler gibi, homojen olmaktan uzak halklarını “Yunanlılara” ya da
“Türklere” dönüştürmeye çalışmıştır. Bünyelerinde barındırdıkları farklılıklarla baş etme yöntemleri ise yukarıda da değindiğimiz gibi oldukça benzerdir.
Benimsenen bu yöntemler maddi baskı şeklinde gerçekleşmekte bunun yetersiz kaldığı noktada da fiziksel şiddete başvurulmaktadır.
Zorunlu nüfus mübadelesi fiziksel şiddetin en temel şeklidir.
Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilk nüfus mübadelesi 1914 yılında Yunan Komutan Venizelos tarafından ortaya çıkan zorlukları çözümlemek adına önerilmiştir.
Milletlr Cemiyeti’nin Yunanistan ve Anadolu’da nüfus boşalması sonucu ortaya çıkan durumu değerlendirmek amacıyla görevlendirdiği Norveçli Dr.Nansen,
sunduğu raporda aslında herkesin istediği fakat dile getiremediği çözüm yolunu. “nüfusları birbirinden ayırmak”ın gereğini dile getirmiştir.(Clark, 2008)
Rapora göre Anadolu’da zaten en zor koşullarda gerçekleşmekte olan Rumların göçü bir şekilde düzene sokulup resmi bir konum kazanmalı diğer yanda
Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar Türkiye’ye gönderilerek Yunanistan’a akın eden mültecilere yer açılmalıdır. Protokolün içeriği, her iki tarafın da politik
istikrarsızlığa son verme çabasının sonucu olarak, göçmenlerin barınma beslenme giyim konaklama, mülkiyet hakları..vb pek çok temel sorun için çözüm üretmekten uzak bir yapı arz etmekte ve aynı zamanda protokolün dili net ifadeleri barındırmamaktadır.(Yıldırım 2006)
Lozan görüşmelerinin sona ermesinden yaklaşık bir yıl sonra, bu anlaşma uyarınca yaklaşık 700.000 kişi anayurdundan koparılarak göçmen konumuna getirilmiştir. Bu değişim sürecinin tamamlanması 10 yıl zaman almıştır. (Yıldırım, 2006) Hem Yunanistan hem Türkiye için, 1923–1933 yılları arası binlerce evsiz-işsiz ve aç göçmenin ortasında bulunduğu bir “ulusal yeniden inşa” sürecinin yaşandığı dönemdir.
Türk-Yunan Nüfus Mübadelesine dair çalışmalarda mübadelenin ve onu somutlaştıran anlaşmanın iki önemli kusuruna değinilmektedir. İlk olarak etnik
homojenliği sağlama amacı güden bu anlaşma aslında Anadolu Rumları ve Yunanistan’da yaşayan Türk-Müslüman nüfusun birbirine etnik bir şiddet uygulaya geldiği ön kabulüne dayanmaktadır. Halbuki o döneme kadar böyle bir anlaşmazlık görülmemiştir. Ayrıca Mübadele Anlaşması’nın koşulları yerine getirilirken, mülklerin dağıtılması, tasfiyesi, göçmenlerin tazmini konularında öngörülenlerin tam olarak uygulandığı varsayılmaktadır ancak uygulama ev ve arazilerin paylaştırılması konusu Anlaşma’da yazıldığı şekilde gerçekleştirilememiştir. (Yıldırım, 2006) Göçmenler ulus-devletin uygulamaları karşısında pasif aktörler olarak kalmışlardır.
Yunan ve Türkler Anlaşma’yla ezeli birer düşman olarak addedilmiş, varlıkları ile birbirini tehdit eder sayılmıştır. Halkların düşmanlaştırılması yanında
çok zor şartlar altında göçe zorlanmışlardır. Bir diğer önemli eleştiri bu göçün “zorunlu” olmasıdır.
Lozan Anlaşması uyarınca kurulan “Karma Komisyon” mübadillerin gelmekte oldukları ülkeden bir alacak talep edebilmesi amacıyla taşınabilir ve taşınmaz
malların değerinin saptanması ve malların tasfiyesini etkin biçimde gerçekleştirememiştir.
Genellikle ailelerin geçmişteki özel birikimlerinin karşılığı yeni yerleşim alanlarında verilememiştir. Bunun yanında bundan sonraki geçimlerini
sağlayacak olan ekonomik faaliyetleri Komisyon belirlemiş, ancak bu belirleme esnasında kişilerin yetenekleri ve bilgileri göz önünde bulundurulmamıştır.
Toprak dağıtımı, besili hayvan dağıtımı, ev verilmesi gibi pek çok hususta adil davranılmamış, kısıtlı bir zaman diliminde mübadillere ancak hayatlarını idame
ettirebilecek bir yaşam standardı sunulmuştur. İskender Özsoy’un hayatta kalan mübadillerle gerçekleştirdiği röportajlardan oluşan Mübadelenin Öksüz Çocukları
adlı kitapta mübadillerin mal varlıklarının dağıtımıyla ilgili gerçek anlatımlara rastlamak mümkündür. Bu kitabın kahramanlarından Girit’te yaşayan Hasan
Hulki Bey ve eşi Kemal Hanım mübadele anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Mersin’e göçmek zorunda kalmışlardır. Bu ailenin kızı olan İkbal Hanım yaşadıklarını şu şekilde dile getirmiştir:
“Babam Girit’te bıraktığımız ve haksız olarak 200 bin altın değer biçilen mal varlığımıza karşılık burada neler verileceğini öğrenmek için iskân memuruna gitmiş. Memur “Hulki Bey Girit’te bıraktığınız mala karşılık size Mersin’i vermek lazım ama bu imkansız. O yüzden size bir simitçi fırınıyla ortak sekiz dönüm
bahçe verebiliriz” cevabını vermiş. Babacığım “ben fırıncı değilim kimseyle de ortak malım olmadı. Biz eşimle Girit’te kaç çiftlik kaç zeytinlik bağ bahçe
bıraktık biliyor musunuz? Sekiz kişilik aileyiz altı çocuğum var. Bizi sokakta bırakıyorsunuz diye çıkışmış ve oracıkta üzüntüden felç geçirmiş.”(Özsoy, 2007)
Kastor’da doğmuş olan Mustafa Akın da aynı durumu şöyle dile getirmiştir:
“Yunanistan’daki mallarımızın mübadilinin verileceğini söylemişlerdi. Hiç uygulanmadı bu. Getirdiğimiz mal beyannameleri geçersiz sayıldı hükümet bir
kanun çıkardı. Yunanistan’da ne kadar malı olursa olsun, burada herkes eşit sayılarak nüfus başına toprak dağıtılacaktı nüfus başına beşer dönüm tarla,
hane başına dokuz dönüm bahçe..Honaz’ın yerli eşrafından bir iskan komisyonu kurulmuş. Onlar kendi bildikleri gibi dağıttı. Bazı tarlaların yarısına bu
komisyondaki kimi kişiler el koymuş.30 dönüm diye verilen, 15-20 dönüm kadardı. 1937 yılında kadastro geldi ölçüp biçtiler arazileri, bize dokuz dönüm
diye verilen bahçe iki dönüm çıktı! Haksızlığı biliyor ve görüyorduk. Ama hakkımızı arayacak kimsemiz yoktu! Dil bilmediğimizden muhacir olduğumuzdan horlanıyorduk.”(Yalçın, 1998)
Benzer bir hikayeyi Mehmet Reşid Ağa ve ailesi anlatmaktadır. Girit’in Yerapetra Kenti’nde zengin hayatları mübadele ile sıfırlanmıştır. Girit’ten Marmara
adasına göçtüklerinde Girit’te bıraktıkları büyük bir ev, büyük zeytinlikler ve pahalı mücevherler yerine adada iki katlı ahşap bir ev vermişler, bunu dışında
nüfus başına 20 zeytin ağacı, üçer dönüm de arazi verilmiştir.(Özsoy, 2007). Kitapta yer alan onlarca gerçek mübadele öykülerinde hep aynı sorunlardan dem vurulmaktadır. Bu hikayeler Yunanistan’a göç edenler için de Türkiye’ye göç edenler için de benzer nitelikler taşımaktadır. Genel olarak mübadiller mal varlığının gerektiği gibi adil paylaştırılamadığı gerçeğinden söz etmekte, bunun yanı sıra insanların yıllarca emek harcadığı birikimlerini bir anlaşma gereğince terk etmek zorunda olmalarına anlam verememektedir. Bu durum Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk adlı eserinde de anlatılır. Romanda birkaç yıl arayla İzmir’e yakın bir kasaba olan Çirkince’yi(bugünkü Şirince) ziyaret eden öykünün kahramanı, ilk gidişinde kasabayı Rumların yaşadığı tertemiz sokaklar, güzel giyimli eğlenceli ve çalışkan kasaba sakinleri, dört tane ilkokulu iki lisesi olan bir cennet olarak resmeder. İkinci gidişinde ise virane olmuş evler, sokaklarda çöp ve hayvan pisliği dolu olan bir kasabaya dönüşmüştür. Buraya İskeçe’den göçen köylüler tütün ektikleri için incir ve zeytinden anlamamışlar ve toprakları viraneye çevirmişler dir.(Ali, 2003)
Mübadiller gittikleri bölgelerde nüfusu arttırmışlardır. Özellikle Yunanistan’a göç o kadar yoğundur ki, mübadiller burada yerleşecek alan bile bulmakta
zorlanmışlardır. Lozan Anlaşması’nın uygulanması neticesinde, mülteciler Selanik ve Atina’ya akın etmişler, kiliselere, okullara, kraliyet saraylarına, tiyatrolara,
çadırlara, derme çatma binalara sığınmışlardır. Ayrıca Atina’da 200 bin kişi açıktadır. Selanik de aynı şekilde Rum göçmenlerle dolup taşmıştır. Açıkta kalan
göçmenler Müslümanlara ait arazilere, camilere, okullara evlere yerleşmişlerdir.
Mübadillere ödenecek bireysel tazminatların ise 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi büyük çaplı ve önemli çatışmaların ardından adaletle dağıtılması
teknik olarak da çok mümkün görünmemektedir. Lozan Sözleşmesi teoride mübadele edilebilir kişilerin hakları bakımından son derece titizdir, fakat iş
uygulamaya gelince verilen hakların bir değeri yoktur.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder