Bir Postmodern Darbe Portresi:
28 Şubat BÖLÜM 2
28 Şubat’ta Dış (F)aktör
28 Şubat’ı diğer 3 darbeden ayıran en önemli özelliklerden birinin, darbenin aciliyetinin olmaması ve dış desteğinin NATO kaynaklı değil, İsrail destekli olmasıdır. Soğuk savaşın olmadığı bir ortamda sert bir darbenin desteklenmesi oldukça zor olduğundan, 28 Şubat daha dolaylı, daha uzun süren ve toplumu şekillendirici bir nitelik kazanmıştır. Daha önceki darbelerde hedef, ekseni değiştirme kabiliyeti bulunduğu varsayılan aktörlerin bertaraf edilmesi ve akabinde bu tehdidin kurumsal tedbirlerle vesayetçi yapı tarafından kontrol
altına alınmasıdır. Bu da vesayetçi yapının tahkim edilmesine ve giderek hantallaşmasına neden olmuştur. Oysa 28 Şubat’ta asıl muharrik dış etken NATO değil İsrail’dir. Elbette Transatlantik İttifakı’nın müsaade etmediği bir darbenin Türkiye’de gerçekleşmesi son derece zordur. Ancak görmezden gelmekle, darbenin muharriki olmak birbirinden farklıdır. Bu nedenle diğer darbelerin tersine, 28 Şubat’ın ardındaki asıl faillere baktığımızda öncelikle milletin kimliği ile ilgili problemi olan yerel devlet elitleri karşımıza çıkmaktadır.
Bu da 28 Şubat’ın asıl muharrikinin dış etken değil, iç etken olduğunu göstermektedir. 28 Şubat’ın dış etkeni ise İslâmcı aktörleri bertaraf etme stratejik amacını paylaşan dış aktörlerdir. Bu anlamda 28 Şubat orta vadeli ABD çıkarlarına zarar vermeyen bir özellik arz etse de, Washington’ın, özellikle de Demokrat bir başkanın 90’lar konjonktüründe Türkiye’de bir darbe istemekten daha çok, Türkiye’de gerçekleşecek daha yumuşak bir askeri müdahaleye ikna edilmesi şeklinde ele alınması daha doğru olur. İşte İsrail’in ve İsrail
Lobisi’nin 28 Şubat’taki en önemli rollerinden birisi de Washington’ın ikna sürecini sağlamak, buna gerekli malzemeyi temin etmek, bu ikna süreçlerini sevk ve idare etmektir. Bu noktada İsrail Lobisi’nin Washington’ı ikna konusunda maharetli olmasının yanı sıra, 28 Şubat’ın Washington tarafından kabul edilebilir bir darbe olarak kabul edilmesi de darbenin sessiz, kansız, gürültüsüz, gizlenebilir yani “postmodern” olarak tasarlanması ile mümkün olabilmiştir. 28 Şubat’ın postmodernliği bu nedenle de bir lüks ya da devlet elitlerinin merhameti ile değil, bir yönüyle de genelde dünyanın; ama özelde demokrat bir ABD başkanının ikna edilme ihtiyacıyla ilişkilidir. Bu nedenle 28 Şubat’ta asıl fail olarak Washington’a değil, İsrail’e ve Washington’daki İsrail’e bakmak gerekir.10
Türk-İsrail İlişkilerinin Dinamiği ve 28 Şubat
1990’lı yıllarda İsrail dış politikasının temel tehdidi başta güçlenen ve İran’a karşı savaştığı için Batı tarafından silah stoku genişletilen Irak gibi görünse de, temelde soğuk savaş sonrası tüm Ortadoğu’yu etkisi altına almaya çalışan İslâmcı hareketlerdir. İslâmcı hareketlerin toplumsal zemin kazanmaya başlaması İsrail’in orta vadede gördüğü en büyük tehdittir. İsrail’in İslâmcılığı tehdit olarak görmesi basitçe İslâmcı rejimlerin İsrail’e düşman olma ihtimalleri nedeniyle değildir. Daha da ötesi İslâm dünyasında İslâmcılığın “Mescid-i Aksa’yı ve Kudüs’ü işgal kurtarma” düşüncesi etrafında örgütlenerek siyasallaşmasıdır. İslâmcı hareketleri tüm dünyada bu düğüm noktasının birbirine bağlaması ve Kudüs üzerinden bir muhayyel kimlik oluşturulması, İslâmcılığı sadece bir başka tehdit olarak değil, en büyük tehdit; hatta tek tehdit haline getirmektedir. Tam da bu nedenle İsrail’i eleştiren sair hareketler bu pozisyonlarını değiştirme temayülüne sahip olsalar da, İslâmcı hareketleri birleştiren asıl önemli düğüm noktası, ümmet fikrini somut ve gündelik siyasi dile indirerek etrafında fiilen ümmet fikrinin örüldüğü unsur Kudüs olduğu için, bu hareketlerin varlığı ne kadar uzlaşmacı olsalar da İsrail tarafından orta ve uzun vadede tehdit olarak görülmelerine neden olmaktadır.
90’lı yıllarda bölgenin durumuna bu açıdan bakıldığında Afganistan’daki direnişin Selefi ilişki ağlarını radikalleştirerek Körfez’deki İsrail’e dost rejimlere tehdit oluşturduğu, Cezayir başta olmak üzere Kuzey Afrika’da İslâmcılığın giderek güçlenmesi, Bosna’daki savaşın Balkanlarda İslâmcılığa alan açıldığı, ümmetçiliğin Bosna Savaşı üzerinden Avrupa ile de ilişkiye geçerek evrenselleştiği, Kuzey Kafkasya’da başta Çeçenistan olmak üzere İslâmcı hareketlerin zemin kazanmaya başladığı, Keşmir’deki Hindistan karşıtı direnişin Afgan direnişinin de etkisiyle giderek arttığı, Malezya ve Endonezya’da İslâmcı hareketlerin etkisini artırdığı, Filistin direnişinin liderliğinin Baasçı-seküler milliyetçi FKÖ’den İslâmcı hareket Hamas’a geçtiği bir dönemden bahsediyoruz.
İsrail’in Türkiye için önemi tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Etrafı Arap devletleri ile çevrili İsrail, kurulduğundan beri bu kuşatmayı yarmak için iki temel strateji geliştirmişti: 1. ABD’deki İsrail Lobisi üzerinden, ABD yönetimi üzerindeki etkisini kullanarak, ABD’nin Ortadoğu politikasını kendi istediği yöne çevirmek. 2. Arap devletlerini aşmak için ikinci çeperdeki Arap olmayan Müslüman devletlerle ilişkilerini derinleştirerek kendisine nefes alma alanı açmak (Türkiye, İran ve Etiyopya). İlk politikasında büyük bir başarı kazanan İsrail, 90’ların ortasında ikinci politikasında da Türkiye örneğinde, Türkiye’yi tarafsız hale getirerek nispi bir başarı kazanmıştır. İran’ı Şah döneminde kazanmış olsa da 1978 İslâm Devrimi’nden sonra yitirmiş, gücü azalan Etiyopya’yı ise halen
elinde tutmaktaydı. Soğuk savaşın bitmesiyle dış politikasını çeşitlendirme uğraşındaki Türkiye’nin, insan hakları karnesi nedeniyle Avrupa ve ABD ile arasının açılmasını fırsat bilen İsrail böylece İran’dan boşalan açığı Türkiye ile doldurmaya çalışmıştır. Böylece hem Arap olmayan Müslüman devletlerle işbirliği politikasına yeni bir ivme kazandırmış, bir yandan da Türkiye’nin de ‘İslâmcı’ bir
yönetime kavuşmasını engelleme yani Türkiye’yi “kaybetme” riskini bertaraf etmiştir. Bu noktada, iç politikada sıkışan, halkla temas edemeyen, devlet krizini aşamayan devlet elitleri de hem İslâmcı hareketi dizginlemek hem de istenen silah ve istihbaratı alabilmek için İsrail’le yakınlaşmayı gündemine almıştır. 90’ların başından itibaren bu çerçevede yürüyen işbirliği tüm bunlara rağmen yine de 28 Şubat’ı izah etmeye yetmezdi. İşte tam bu noktada İsrail’le İslâmcılık karşıtlığı ortak paydasında organik bir işbirliği için hazır hale gelen özellikle Deniz Kuvvetleri’nde yerleşik mezhepçi bir grubun İslâmofobik siyasi pozisyonu, İsrail ile bu aktörleri tam bir işbirliği noktasına getirmiştir. İslâmcılık karşıtlığında uzlaşan Türkiye ile İsrail’in devlet elitleri arasındaki ilişkileri, iki ülke arasındaki
ilişki seviyesinden stratejik ilişki seviyesine taşıyan işte tam da bu pozisyondur. Çıkar ortaklığını aşarak siyaset ve ideolojide de aynılaşan 28 Şubat’ın aktörleri ile İsrail Devlet elitleri iki ülke ilişkilerini stratejik ortaklığa çevirmişlerdir.11
Bu noktada Türkiye’nin pozisyonu açısından Kürt meselesine de ayrıca odaklanmak gerekir. Türkiye’nin o dönem, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan tüm kimlik siyasetlerindeki hareketlenmenin özellikle Kürt meselesi bağlamında önemli bir sorun yaşadığı ortada. Ancak bunu da aşan Irak’ın işgali ile Kuzey Irak’ın özerk bir hale gelmesi, bu özerkliği tecrübe eden Irak Kürtleri aracılığı ile
Türkiye içindeki Kürt hareketinin dönüşmesidir. Bu dönüşüm daha tecrübeli KDP/KYB kadroları ile yakınlaşan PKK için hem askeri ve hem de stratejik bir dönüşümdür. Ancak bunun da ötesinde Saddam Irak’ında ve sonrasında nispeten daha fazla haklara sahip bir Kürt Hareketi ile tanışan Türkiye Kürtlerinin de siyasi ve kültürel taleplerinin yükselmesidir. Tüm bunların biraraya gelmesi, ulus devletin dar etnik yapısını aşamayan Türkiye için büyük bir tehdit olması son derece anlaşılırdır. Bu noktada devletin PKK karşısında Kürt hareketinin kendi iç bölünmesinden medet umması ise bir anda umulmadık bir tablo çıkardı ortaya. Kürt hareketinin 90’ların başındaki bu toplumsal bölünmesi ortaya bir anda İran’a sempatiyle bakan, İsrail karşıtı, PKK ile mücadele tecrübesi ile son derece donanımlı bir örgüt çıkardı. Sadece PKK ile karşı karşıya kaldığında bunu kendisi için tehdit olarak görmeyecek, hatta orta ve uzun vadede Türkiye’nin yönetilmesi için olumlu bir hareket olabilecek İsrail için bu niteliklere sahip bir hareket mücadele edilmeyi hak edecek bir harekettir. Bu nedenle Türkiye ile İsrail arasında Kürt meselesinde de tam bir strateji birliği sağlanmış oldu.
İki ülke arasında stratejik bir ortaklığın kurulabilmesi oldukça zordur. Stratejik ortaklık, için bu ilişkinin iki ülke için de kârlı olması, ancak bunun yanısıra hem askeri ve stratejik hedeflerin, hem de tehdit algılarının aynılaşması olmazsa olmaz şarttır.12 İşte İsrail-Türkiye ilişkilerindeki bu gelişmeler de hem askeri alanda, hem bölgede Türkiye’nin Kürt meselesinde olumsuz aktör olarak
gördüğü Suriye ve İran’la ilişkilerde, hem İslâmcılık karşıtlığında, hem de Kürt meselesinde örtüşmüştür. Tüm bu stratejik hedeflerin aynılaşması neticesinde kurulan bu yapısal ilişkinin güvenlik ayağındaki önemli neticelerinden biri eğer askeri ihaleler, askeri modernizasyon, PKK ve İslâmcı gruplara karşı istihbarat paylaşımı ile bölgesel işbirliği ise, siyasi karşılığı ise 28 Şubat Postmodern
darbesidir.13
28 Şubat ve Ekonomik Durum
28 Şubat’ın bir diğer önemli özelliği ise, darbenin hemen öncesinde ve sonrasında gerçekleşen ve Türkiye’yi tam anlamıyla iflas noktasına getirerek belki daha sonra gelecek AK Parti dönemine zemin hazırlayan ekonomik algılayıştır. 24 Ocak kararları ile başlayan, akabinde Özallı yıllarda özelleştirmeler, konvertibilite ve uluslararası rekabet alanlarında giderek normalleşen ekonomiye en büyük darbe bu dönemde gelmiştir. Sermaye yeşil ve normal diye ikiye ayrılarak, taşra kökenli sermaye tam anlamıyla dışarıda
tutulmuş, sanayi sermayesi engellenmiş, bunun yerine rantiye ekonomisi öne çıkmıştır. 28 Şubat döneminde gazete satışları, medyadaki el değiştirmeler, banka satışları ve devlet ihaleleri masaya yatırıldığında bu ilişkilerin sonuçları görülebilir. Hele ki 28 Şubat döneminde herkesin isimlerini bildiği bazı işadamlarının bir anda ortadan kaybolması, sermayenin aslında sabit ya da oturmuş bir sermaye olmaktan ziyade, rant dağıtımından alınan paylarla ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bu dönemde emekli generallerin şirket yönetim kurullarına piyasa değerinin çok üstünde maaşlarla girmeleri, iş tecrübesi olmayan bu generallerin işlevinin ne olduğunu göstererek, Türkiye’de ekonomik kararlarda kimin iktidar sahibi olduğunu da göstermektedir. Ankara’daki rantiye dağıtımının askeri elitler eliyle yapıldığı bu döneme damgasını vuran yönetim kurulu üyesi generaller, “yeşil sermaye” söylemi yeni sermaye dağıtımına
ideolojik bir kılıf da katarak ülke ekonomisinin iflasına zemin hazırlayan aktörlerden olmuşlardır. Zaten Türkiye’nin 28 Şubat’ın üzerinden henüz 3 yıl geçmeden tarihin en büyük finansal krizini yaşaması, banka boşaltmalar, IMF müdahaleleri de hatırlandığında, olayın vehameti daha iyi anlaşılır.
Ancak bu sermaye müdahalesinin bir de kontrol edilemeyen yönü olmuştur. “Yeşil sermaye” denilerek dışlanan kesimin kendisine iş alanı açmak için, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve hatta Afrika’nın derinlerine açılması bugünlerde yaşadığımız dış politika açılımının da önemli dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. 28 Şubat öncesinde sıkışıp kaldığı Anadolu’dan İstanbul’a ve dünya piyasalarına açılmaya çalışan bu yeni orta ve küçük ölçekli aktörler, 28 Şubat’la birlikte İstanbul ve Ankara tarafından çok ciddi bir dirençle karşılaştılar. Bu direncin bir kaç sonucundan bahsedilebilir:
Bu dirençle birlikte taşra sermayesi, kendisine iktidar blokunda yer bulmayınca, kendi siyasi aktörlerini merkeze taşımak için inanılmaz bir motivasyon kazandı. Daha önce sağ partilerde biriken çevrenin enerjisi, sağ partilerin 28 Şubat’la birlikte siyaseti değil devleti, halkın siyasi taleplerini siyaset alanına taşımayı değil, devlet adına halkı terbiye etmeyi tercih eden siyasi elitleri terk ettiler.14 Siyasi elit olarak yola çıkan, ancak merkezde devletleşen bu elitler yani sağ siyasetle arası açılan çevre sermayesi kendi organik siyasi aktörlerini
desteklemeyi tercih etti.15 1996’da Refah Partisi’ni iktidara taşıyan bu çevrenin enerjisi, 28 Şubat’ın cepheyi daha da genişletmesi ile daha da geniş bir alana yayılmayı başardı.16 Bu baskılama neticesinde kurulan sosyo-ekonomik koalisyon ise bugün Türkiye’yi yöneten siyasi koalisyonun bir yanıyla tabanını, bir yanıyla da ekonomik olarak taşıyıcısı olan kesimi oluşturdu. Bir başka deyişle 28 Şubat Anadolu sermayesini sağ siyasetten uzaklaştırarak, kendi organik çıkarlarını siyasete taşıyacak olan siyaseti desteklemeye yöneltti.
İşte AK Parti’nin 3 dönem yükselerek devam eden iktidarının omurgasını oluşturan ekonomik kesimin dağılmamasının nedeni de bu organik ilişkidir.
Bir başka açıdansa, 28 Şubat sonrası kendisine alan bulamayan Anadolu sermayesinin dünyanın dört bir yanına dağılarak kendisine pazar aramasıdır. Tam anlamıyla bir ayakta kalma savaşı duygusuyla yapılan bu pazar arama savaşı bugün Türkiye ekonomisinin motoru olan “Tüccar Devlet” nosyonunun da temelini oluşturmuştur.17 Bu çabalarla geliştirilen ilişkiler hem Türkiye’nin büyümesini sağlamış, hem de belli oranda istihdam sorunlarını aşmasına yardımcı olmuştur. Ancak belki de en önemli sonucunu 2008 dünya finansal krizini aşma noktasında vermiştir. 2008 finansal krizinde tüm dünyada daralan ekonomiye rağmen Türkiye’nin büyümesinin azalarak da olsa devam etmesi bu alternatif ekonomik rekabet alanlarının o zamanlar yaşanan bir exodus/çıkış/hicret tecrübesinin neticesidir.
Bu dağılmanın bir başka sonucu ise bugün Türk dış politikasını belirleyen temel etmenlerden birinin zeminin oluşturmasıdır.
Bu kişilerin gittikleri ülkelerde yaşadıkları sorunlar, Türk dış politikasının çözmek için öne aldığı, bu sorunlara bakarak dış politikasını belirlediği sorunlardır. Bu işadamlarının yaşadığı vize sorunları Türkiye’ye vize rejiminin rahatlatılması politikasını dayatmıştır. Yine bu işadamlarının yaşadığı vergi ve gümrük sorunları, bugün Türk dış politikasının gümrük düzenlemelerini ve serbest ticareti öne çıkaran politikalarını belirleyen önemli etkenlerdendir. Yine THY’nin doğrudan uçuş koyduğu ya da uçmayı planladığı noktalar neredeyse tamamen Anadolu’daki iş adamlarının ticaret yaptığı ya da 28 Şubat sonrası keşfettiği bölge, ülke ya da şehirlerdir. Yine son olarak, Türkiye’nin bugün elçilik ya da temsilcilik açtığı ülkelerde öncelik de yine bu işadamlarının öncelikli olarak faaliyet gösterdiği ülkelere verilmiştir. Böylece, 28 Şubat’ın yeşil sermaye nosyonunun nasıl bir alan açtığı, Türk dış politikasını 10 yıl nasıl etkilediği görülmektedir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder