Bir Postmodern Darbe Portresi:
28 Şubat BÖLÜM 1
NUH YILMAZ
Türk siyasi kültürüne ‘Postmodern Darbe’ olarak geçen 1997 yılının 28 Şubat’ındaki siyasete müdahale nevi şahsına münhasır bir takım özelliklere sahiptir.
Modern dünyada şiddetin kansız, dolaylı ve temaşa içermeyen niteliği üzerine tüm yazılanları haklı çıkaran postmodern darbe, şiddetini ustalıkla yasa ve yargı
üzerinden gerçekleştirmiş, kan dökmeden ve şiddetini mağdurlarının hayatına sıkıştırıp, gizleyerek uygulamayı başarmıştır.
Bu özelliği ile postmodern darbe gerçekten de neredeyse hiper-reel bir darbe, mağduriyetini sadece mağdurlarının bildiği hiper-görsel bir darbe
haline gelmiştir. Bunun en açık delili ise diğer darbeler üzerine oluşan bir literatür olmasına rağmen, 28 Şubat’ın, üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ ne medyada, ne akademide, ne de sanat alanında yeterince tartışılmıyor olması, 28 Şubat’la başlayan mağduriyetlerin üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen halen tam anlamıyla düzeltilememiş olmasıdır. Türkiye’nin siyasi yapısını, siyasi kültürünü, uluslararası ilişkilerini, ittifak yapısını, iç siyasi sorunlarını, medya yapısını, eğitim sistemini, milletin devletle ilişkisini radikal şekilde dönüştüren bu darbe halen etraflıca incelenmemiştir.
Peki 28 Şubat’ı 28 Şubat yapan nedir?
• BİNYILIN SONU
28 Şubat’ı analiz etmek için, bu darbeyi önceleyen darbelerle ortaklığını ve farkını ele almak gerekir. Türk siyasi hayatını sekteye uğratan darbeler sürecinin klasik çizgisine bakacak olursak, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün ortak yanı dış dinamiklerle iç dinamiklerin çakışma anı olmasıdır. Türkiye’deki darbeler tarihini daha geriye götürmek isteyenler, Bâb-ı Âlî Baskını’ndan Subaylar Tasfiyesi’ne
kadar bir çok örnek olayı işaret etmekte, asker-sivil ilişkilerinin değişen hallerine atıfta bulunmaktadırlar. Tüm bu örnek olaylarda çeşitli düzeylerde siyasi alana müdahale ve iktidarın el değiştirmesi ortak özellik olarak öne çıksa da, Türkiye ’deki askeri darbelerin soy kütüğü açısından bu tarihçe, bize doğru adresi göstermez.
Zira bu tür bir okuma, askeri darbeleri Türkiye tarihinin normal ve düz çizgisel bir demokratikleşme serüveni içerisinde olduğu hikayesi üzerinden ele alıp,
liberal bir normalleşme anlatısı çerçevesinde ortaya koymaktadır. Bu liberal anlatının teleolojik niteliği, Türkiye tarihindeki kırılma anını daha çok
Saltanat-Cumhuriyet ya da Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti şeklinde ele almakta, devamında yaşanan kırılmaları ise gözardı etmektedir. Oysa 1926
sonrası Türk siyasi hayatında askerî elitlerin devlet iktidarına sahip olduğu bir Türkiye’den bahsedilemez. İktidarda bulunan bir çok asker kökenli isme rağmen, ülkede askeri bir yönetimden ya da askeri elitlerin de parçası olduğu bir bürokratik elit yönetiminden bahsedilemez. Tam tersine, siyasi elitlerin, askeri elitler dahil tüm bürokratik elitleri yönettiği, yeni devlet elitlerinin kurduğu yeni
bir yönetimden bahsedilebilir. Bu ise, tam demokratik olmasa da siyasetin siyasi elitler tarafından yapıldığı, bürokrasinin ise bu çizgiyi takip ettiği anlamına gelir. Tam da bu nedenle son derece güçlü paşalar olan Fevzi Çakmak ya da Kazım Karabekir’in Cumhuriyet tarihindeki etkileri 1926 sonrasında son derece sınırlıdır. İstiklal Savaşı karizması olan bu güçsüz paşalar ile 28 Şubat’ın muktedir paşası Çevik Bir karşılaştırılırsa, belki bu benzetme daha da anlamlı olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin darbeler tarihini Bâb-ı Âlî Baskını ya da Paşalar Tasfiyesi’nden başlatmak, Türk Demokrasi Tarihi ya da Türk Siyasi Tarihi açısından belli oranlarda savunulabilir olsa da, Türkiye’nin darbeler tarihi açısından bakıldığında pek anlamlı değildir.
1945 Sonrası Darbelerin Dinamiği ve Nato
O halde 1945 sonrası Türkiye’de yaşanan askeri müdahalelerin, daha önceki siyasi müdahalelerden farkı nedir? 1960’ı kendisini önceleyen dönemlerden ayıran en temel özellik ordunun siyasetteki rolü ile bu rolün dış dinamiklerle ve Türkiye’nin dünyadaki yeri ile olan bağlantısıdır. Bir başka deyişle Türkiye’de 1960 öncesi ordunun daha yerli ve daha mahalli bir duruşu olması Türkiye’de
asker-sivil ilişkilerini ve askeri müdahalelerin niteliğini etkilemiştir.
Cumhuriyet Ordusu’nun gerek teçhizat, gerek dış bağlantı, gerek hiyerarşi, gerekse de örgütlenme açısından halen dışarıdan bağımsız bir yapı arz etmesi, bu bağımsızlığın hem olumlu hem de olumsuz özellikleri ile malul olması oldukça önemlidir. 1918 sonrası dünyada siyasi durumun istikrara kavuşamaması, 1929 Krizi ile dünya düzeninde yönetilemezliğin kural haline gelmesi, 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması sonrası kimsenin etrafına bakabilecek gücü olmaması, bu bağımsızlığı hazırlayan nedenlerdendir.
Dünya sistemindeki hiçbir ülke bu dönem boyunca çevre ülke ordularını tasarlayacak vakit, enerji ve mali güce sahip değildi.
Oysa 1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninde bu durum sona erdirilmiş, tüm dünya ekonomik, siyasi, diplomatik, askeri ve mali olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu yeniden yapılandırmada Türkiye’nin payına düşen en önemli kısımlarından biri ise NATO üyeliği olmuştur. 1945 sonrası artan ‘Sovyet Tehdidi’ karşısında bağımsız konumunu sürdüremeyecek hâle gelen Türkiye, tercihini Batı dünyasından yana kullanmış, Truman Doktrini çerçevesinde Batı ile ilişkilerini geliştirerek Transatlantik İttifakı’nın parçası haline gelmiştir. Bu tercihin en önemli etkisi Türkiye’nin NATO’ya girmesi, buna paralel olarak çok partili hayata geçişin sağlanması siyasi hayatta dış etkinin ve askeri etkinin yeni gelişmeye çalışan siyasal elitler aleyhinde artmasıdır.
Türkiye’nin NATO’ya girmesinin, ülke üzerinde önemli etkileri olmuştur. Bunun en göze çarpanlarından biri askeri elitlerin siyasetteki ve devlet yönetimindeki rolünün artmasıdır. Bu artışı komplo teorisi ile açıklamaya çalışmak, yanlış ve yersizdir. Zira 1950’lerin Türkiye’sindeki imkânları ve insan kalitesi son derece yetersiz olan siyasi elitlerin aleyhine, NATO üzerinden dünya standartlarında eğitim alan, dünya elitleri ile birebir ilişki tesis eden, dünya düzeyinde vizyon kazanan askeri elitler haksız rekabet yaparak, kısa zamanda öne geçmiştir. Askeri elitlerin yükselişinin asıl nedeni, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) hiyerarşik yapısının NATO Ordularına benzer şekilde yeniden yapılandırılması, ortak eğitim programları aracılığı ile NATO orduları ile yakın ilişkiler kurması, NATO vizyonunu ve güvenlik algısını içselleştirmesi, NATO üzerinden Türkiye’nin mevcut insan kaynakları düzeyinin son derece üzerine çıkmış olmasıdır.
Bu nedenle Türkiye’nin NATO’ya girmesini bir de bu yönüyle, yani elitler arası mücadelede, askeri elitlerin kalitesini artıran, onları öne çıkaran bir etken olarak düşünmek gerekir.1
Askeri elitlerin, siyasi elitler karşısında öne çıkmasının politik psikoloji düzeyinde bir takım olumsuz etkileri olmuştur. Çok partili hayatla birlikte siyasetin halkın taleplerini siyasal alana taşıma işlevinin ortaya çıkması, haliyle Meclis’teki eğitim kalitesinin ülke standartlarına doğru aşağıya çekilmesi, askeri elitlere siyaset elitlerini aşağılama ve bunu meşru görme özelliği kazandırmıştır. Bu niteliksel
değişimin yanı sıra, NATO üyesi olmanın askeri elitlere kazandırdığı NATO vizyonu ve bu vizyonun zamanla içselleştirilmesi, tercihini 1945 öncesi siyaseten milliyetçi kültürel olarak Batıcı şeklinde belirleyen Türkiye’yi, NATO sonrası dünya düzeninde tamamen Batı’nın yanına çekmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi konjonktürde, dünyanın Batı ve Doğu, NATO ve Varşova Paktı ya
da Liberalizm ile Komünizm arasında bölündüğü bir ortamda, Türkiye gibi nispeten güçsüz bir ülkenin bir tarafı seçmesi kaçınılmaz olmuştur. Türkiye’nin Batı’yı seçmesi ise liberal ya da demokratik bir tercih değil, tam tersine tarihi ve ontolojik bir tercihtir. Son 200 yılını kuzey komşusu Rusya’ya karşı savaş kaybederek geçiren, gündelik diline Rus tehdidini deyimlerle işleyen, Kars ve Erzurum gibi Kuzeydoğu vilayetlerinin bazılarını ancak Ekim Devrimi’nden sonra geri alabilen Türkiye’nin, bu noktada Batı’yı tercih etmesi de son derece anlaşılırdır.2 Bu tercih bu nedenle aslında ideolojik siyasi bir tercih değil, zamanın devlet elitlerinin haleti ruhiyesini yansıtan varoluşsal bir tercihtir.3 İşte tam da bu varoluşsal tehdidin giderilmesi karşılığında NATO’ya üye olmak isteyen Türkiye, bu tehdit ne zaman belirmişse siyasete müdahale ile tehdidin ortadan kalkması sonucunu elde etmiştir.
Darbeler ve Eksen Değişikliği Riski
Rus tehdidine karşı, daha uzak ve dolaylı bir müttefiki kendisine ortak olarak seçen Türkiye, bu tehdidin bertaraf edilmesi için NATO’ya girmiştir.4 Ne zamanki Türkiye, soğuk savaşın getirdiği bu tercih tehdit altına girmiş, Türk-Sovyet ilişkileri düzelme eğilimine girmiş ya da Türkiye NATO ve Transatlantik İttifakı’nı dengelemek istemişse; bunun karşılığını askeri darbe olarak ödemiştir. Neticede
bu tercihi yapan devlet elitleri, bu tercihle birlikte devletin iradesini siyasi elitlerden alarak fiilen devlet elitlerine ancak özelde askeri elitlere devretmiştir. 1960 Darbesi ile de bu fiili yetki yasal bir yetkiye çevrilmiş, askerlerin kullandığı yetki Anayasa Mahkemesi, MGK gibi anayasa üstü kurumların oluşturulması ile bürokratik elitlere devredilmiştir.5 Bu nedenle Türkiye’nin darbe geleneği
mutlaka NATO ile ilişkili olarak ele alınmalıdır. O nedenle 1960 darbesinin en önemli nedeni Adnan Menderes iktidarının son zamanlarında, Türkiye’nin NATO’ya giriş konseptine ters şekilde, Sovyetler Birliği’ne Türkiye’de açtığı imkanlardır. Bu tür bir müdahaleyi destekleyen ve uygulayan yerel aktörlerse Menderes’e verilen halk desteği karşısında yeise kapılan, siyasete ortak olmayı kabullenemeyen, darbeye gönüllü ancak dış aktörlerin kararlarını uygulayan elitler olagelmişlerdir.
Bu nedenle 27 Mayıs’ın “ilerici” darbe olup olmaması, 27 Mayıs’ın ne’liği açısından konuyla tamamen ilgisizdir. Aslolan, NATO ile ilişkiler çerçevesinde,
Türkiye’nin dış politikasını ve ittifak alanlarını çeşitlendirmeye yeltenen siyasi elitlerin, dış desteği de yedeğine alan devlet elitleri tarafından askeri müdahale
ile yönetimden uzaklaştırılmasıdır. Menderes’in dış politikayı çeşitlendirme müdahalesinin yapısal değil bireysel karakterli olması, kendisinin iktidardan uzaklaştırılması, gözdağı verilmesi ve nihayetinde siyasi elitlerin kontrol altına alınması ile bu tür “yol kazalarının” olmasını engelleyecek bir siyasi yapının kurulmasından sonra tekrar çok partili hayata dönülmüştür.6 12 Mart 1971 darbesi de benzer şekilde, benzer saiklerle, iç ve dış dengenin oluşması ile Türkiye’nin Transatlantik ekseninden çıkma riski görüldüğü için gerçekleşmiştir.
Türkiye’yi Baasçı bir çizgiye taşıma potansiyeli olan 9 Martçı darbe teşebbüsü, ülke içi sol muhalefetin kontrol edilemez hale gelmesi gibi etkenler ülkede darbe ihtimalini ciddi bir alternatif olarak gündeme getirmiştir. 12 Eylül’ün oluşma bağlamı ise Kıbrıs meselesi nedeniyle NATO ittifakı ile gerilen, haşhaş yasağı ile bazı konularda bağımsız davranmak isteyen Türkiye’nin, ABD’nin Ortadoğu’daki
en büyük müttefiki İran’ı İslâm Devrimi ile kaybetmesi nedeniyle riske atılamaz bir önem kazanması neticesinde gerçekleşmiştir. Bir başka deyişle her 3 darbe de askerin siyasete müdahalesidir; her üç darbe de Türkiye’nin Transatlantik ekseni ile sorun yaşadığı; sorun yaşama ihtimalinin oluştuğu yahut böyle bir sorunun hoşgörülemez olduğu kritik şartlarda ortaya çıkmıştır.7
Darbelerin Fenomenolojisi ve 28 Şubat’ın İstisnailiği
Her 3 darbeyi birleştiren bir diğer nokta ise içerideki devlet elitleri ile dış aktörlerin uzlaşması sonucunda gerçekleşmiş olmasıdır. 27 Mayıs’ta CHP’nin de dahil olduğu askeri ve sivil bürokratik elitler, NATO çerçevesinde örgütlenen dış aktörlerle, ülke içindeki siyasi elitlere karşı birleşmiştir. 12 Mart’ta devlet elitleri arasındaki bölünmenin eksen değişikliği ihtimali yaratması, dış bağlantısı daha
güçlü olan elit grubunun diğerlerini tasfiyesi ile sonuçlanmıştır. 12 Eylül dış şartların zorlaması ile devlet elitlerinin siyasi elitlere karşı mutabakatı ile gerçekleşmiştir. 28 Şubat ise çevrenin temsilini gündemine alan, merkezde yer almayan siyasi elitlerin tasfiye edilmesi hikayesidir. Ancak bu defa önemli bir fark mevcuttur: Dış desteği yanına alan devlet elitleri ile siyasete siyasi elitler olarak giren, ancak zamanla devlet elitine dönüşen eski siyasi elitlerin işbirliği asıl taşıyıcı rolünü oynamıştır. Bu dönemde NATO ya da Batılı aktörlerden
icazet alınsa da, Türkiye’nin NATO için hayatî önemde olmaması, NATO’nun da 28 Şubat gibi bir darbe riski almak istemeyeceği göz önüne alındığında darbenin asıl dış aktörü NATO değildir. Darbenin ardındaki asıl aktör İsrail ve darbeyi NATO ve Washington gözünde meşrulaştıran İsrail’in Washington’daki uzantısı İsrail Lobisidir. Darbenin asıl aktörlerinden zamanın Genelkurmay İkinci Başkanı
Orgeneral Çevik Bir’in Washington’daki İsrail Lobisi’nin en radikal unsurlarından JINSA’dan ödül alması rastlantı değildir.8 İşte bir 28 Şubat analizi bu anlamıyla tarihsel olarak, bir yandan bu 3 darbe ile, bir yandan ise 27 Nisan 2007 Muhtırası ve devamında darbe çağrısı olarak işlev gören “eksen değişikliği” iddiaları ile birlikte ele alınmalıdır. Bu açıdan baktığımızda 28 Şubat’ı diğer darbelerle aynı noktaya getiren iç ve dış aktörlerin darbe konusunda anlaşmış olmasıdır.
28 Şubat’ı farklılaştıran en önemli özellik ise Türkiye’nin artık NATO ekseni içinde kayabileceği başka bir eksen bulunmadığı dönemde gerçekleşmesidir. 1997 şartları ele alındığında artık ne Sovyetler Birliği ne de Türkiye’nin yakınlaşa bileceği bir Rusya bulunmaktadır. Tam tersine artık dış dengeler farklı işlemeye başlamış, Türkiye’nin güvenlik algıları farklı şekillenmeye başlamıştır.
Bu açıdan 28 Şubat iç ve dış aktörlerin uzlaştığı ancak soğuk savaş bağlamı dışında bir darbedir. Bir başka deyişle Türkiye’nin Varşova Paktı’na evrilme ihtimalinin olmadığı bir konjonktürde gerçekleşmiştir. 28 Şubat’ı hazırlayan faktörler bu nedenle nitelik olarak diğerlerinden farklıdır. Diğerleri soğuk savaşın Türkiye’ye yüklediği rolle doğrudan ilişkili iken, 28 Şubat soğuk savaşın dağılması sonrasında Türkiye’nin yaşadığı kimlik krizi ve güvenlik algılarının dönüşümü ile ilişkilidir. 28 Şubat’ı anlamak için asıl bu noktanın detaylı bir şekilde ele alınması zorunludur.
28 Şubat Neden Farklı?
Türkiye’nin yüzyıl sonu imparatorluğun dağılması sürecinde yaşadığı travmanın izleri halen Türk siyasi hayatını yönlendiren önemli etkenlerdendir. Bu travma üzerine yazılanlar olmakla birlikte, Türkiye’nin soğuk savaş ile girdiği ilişki pek de tartışılmamıştır.
Soğuk savaşın Türkiye’de yarattığı “Rus Tehdidi” algısı aslında 20. Yy.’ın ikincisi yarısını belirleyen en önemli tehdit olmuştur. Bu tehdit üzerinden darbeler yapılmış, güvenlik stratejileri oluşturulmuş, tutuklamalar yapılmış, hayatlar sona erdirilmiştir. Tehdidin ne kadar ciddi olduğu bir yana, yarattığı etkiler itibariyle, hayatımıza son derece derin etkilerde bulunduğu ortadadır. İmparatorluğun
son yıllarındaki gibi yeniden toprak kaybetme kaygısı ile başlayan bu tehdit algısı karşısında NATO’ya giren Türkiye, soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte bir anda şaşkınlığa uğramıştır. Sadece Türkiye değil, yaklaşık yarım yüzyıl boyunca kendi güvenlik algısının belirlenmesini, savunma stratejilerinin oluşturulma sorumlu luğunu uluslararası kurumlara devreden soğuk savaşın Yunanistan gibi diğer
kanat ülkeleri de, benzer bir şaşkınlığı yaşamıştır. Bu şaşkınlığın bir nedeni kendi savunma stratejisini belirleme yeteneğinden yoksun olmaksa, bir başka nedeni de soğuk savaş nedeni ile elde edilen kanat ülke konumunun yarattığı avantajların kaybedilme riskidir. Bir başka deyişle gerek Türkiye, gerekse Yunanistan soğuk savaş sonrası NATO için ve Transatlantik İttifakı için önemlerini kaybedecekleri, yalnız bırakılacakları, ihmal edilecekleri korkusunu yaşamışlardır. Bu kaygılar Yunanistan için büyük ölçüde doğru da çıkmış, bunun
doğal neticesi ise Yunanistan’ın zamanla AB’ye katılması, birlik içinde erimesi, kendi özne pozisyonunu oluşturamaması ve giderek kendi adına siyaset yapabilme özelliğini kaybetmesi olmuştur.
Türkiye içinse durum tam tersi oldu. Türkiye soğuk savaş sonrası değer kaybedeceğine daha da önem kazanmıştır. Özellikle Orta Asya’ya dönük açılım planları, Sovyetlerin bıraktığı boşluğu doldurma isteği ve elbette I. Körfez Savaşı ile Irak’a müdahil olarak hem güvenlik stratejileri hem de ekonomik olarak önem kazanması bu değeri artıran gelişmelerdir. Ancak soğuk savaş sonrasının
Türkiye’ye tek etkisi bu alanda olmamıştır. Soğuk savaş sonrası NATO destekli darbeler hayati olmaktan çıkmıştır. 1945 sonrası Transatlantik İttifakı’nın dayattığı göstermelik çok partili liberal demokrasi talepleri artık ciddi talepler haline gelmiştir. Ülkenin yeni döneme uyum sağlamaya çalışırken yaşadığı Kürt sorunu ve laiklik temelli problemler hem iç hem de dış aktörleri rahatsız
etmiştir. Soğuk savaş sonrası yaşanan demokratikleşmenin getirdiği Kürt sorunundaki canlanma, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile Kuzey Irak’la etkileşimi artan Türkiye Kürtlerinin de taleplerini artırmış, devletin buna çözüm yönünde değil de bastırma şeklindeki karşılığı sorunu daha da derinleştirmiştir. PKK’nın şehir basıp, bazı şehirleri ablukaya alacak kadar pervasızlaştığı, güvenlik sorununun derinleştiği bir ortama doğru giden Türkiye, devletin bu tür bir sorunla başa çıkabilecek kabiliyetlere sahip olmaması nedeniyle tam anlamıyla felç olmuştur. 28 Şubat’ı hazırlayan faktörlerden biri de devletin bu mefluç olma durumunun, siyasi sorunla şiddet ve bastırma dışında başka şekilde başa çıkma kabiliyetinden yoksun olmasının da etkisi vardır. Siyasi sorunu şiddetle bastırma davranışı Kürt meselesinden sonra siyasal alana da transfer olmuş, siyaset de aynı yöntemle tasfiye edilmiştir.9
Benzer şekilde imparatorluk sonrası bastırılan dini kimliklerin tüm dünyada siyasallaşması neticesinde İslâm dünyasını etkileyen İslâmcılığın, Türkiye’de de entelektüel ve marjinal-aktivist bir hareket olmaktan çıkarak siyasal alanda temsil payının genişlemesi, bunun neticesinde artan siyasal talepler devletin dinle ilişkisini de krize sokmuştur. Ülkede artan İslâmi talepler, tüm İslâm ülkelerinde krize giren sol kadroların İslâmcılık üzerinden yeniden dirilme imkanı bulması, Sovyetlerin dağılması ile birlikte artık kabul edilen sosyalizmin iflası fikrinin, İslâmcılığın kâr hanesine yazılması hep bu gelişmeyi besleyen etkenlerdi. 28 Şubat’ı mümkün kılan en önemli etken de; diğer darbelerden farklı olarak bu sefer Rus tehdidi değil, tersine Kürt meselesinden kaynaklanan bölünme tehdidi ile İslâmcılıktan beslenen ‘irtica’ tehdididir. Tam bu nedenle 28 Şubat’ı destekleyen iç ve dış aktörler, 28 Şubat’ı önceleyen diğer 3 darbeden neredeyse tamamıyla farklıdır.
28 Şubat’ı Hazırlayan Faktörler
Yukarıda çizdiğimiz uluslararası konjonktür bir yanıyla 28 Şubat’ı mümkün kılmakta, bir yanıyla da 28 Şubat’ın neden kendisini önceleyen diğer 3 darbe gibi doğrudan bir darbe değil de ‘post-modern’ bir darbe olduğunu açıklamaktadır. Diğer 3 darbe soğuk savaş konjonktüründe, Sovyet Tehdidi’ne karşı devlet elitlerinin mutabakatı neticesinde, Türkiye’nin Transatlantik müttefiklerinin
de destek, teşvik ve onayıyla bu tehdidi engellemek için tasarlanmış, bu nedenle de doğrudan tehdidi yarattığı düşünülen aktörlerin kabiliyetlerinin etkisiz hale getirilmesi için gereken sert tedbirlerle bastırılmıştır. Bu 3 darbenin ardından hemen çok partili hayata dönüş ise, literatürde zikredildiği üzere TSK’nın demokrasiye bağlılığından değil, soğuk savaş döneminde Komünist Blok’a karşı
siyasi meşruiyetini ‘Hür Dünya’ söylemi üzerinden liberal demokratik görünümünden devşiren Transatlantik İttifakı’nın otoriter bir askeri yönetime tahammülü olmamasından kaynaklanmıştır. Bu nedenle demokratik kültürün oluşmasını engelleyerek, siyasi erki devlet elitlerine teslim eden, vesayetçi yönetimi destekleyen aynı aktörler, otoriter bir askeri rejim görüntüsüne de tahammüllü değillerdi. Bu nedenle de ülkedeki tehdidi yaratan aktörlerin etkisiz hale getirilmesinin hemen akabinde ülke çok partili vesayetçi rejimine geri döndürülmüş, her seferinde ise rejimin vesayetçi yapısı biraz daha ağırlaştırılmıştır. 28 Şubat’ın ‘1000 Yıl Süreceği’ iddiasını dile getiren darbenin failleri de, bu kışlaya geri dönme psikolojisinin bu duruma uygun olmadığının bilincinde olarak bu ifadeyi dile getirmişlerdir.
Tehdit algısının soğuk savaş dönemindeki gibi gerçek, yakıcı, kısa vadeli ve hemen geri çevrilemez olmadığı 1997’de gerçekleşen bu darbe, tam da bu nedenle diğerleri gibi, sert ve şiddeti teşhir eden bir karakter kazanmamıştır. Diğer darbelerde ülkenin ekseninin kayma, ülke yönetiminin Transatlantik aktörlere muhalefet eden kesimlere daha dostane bir karakter kazanması ihtimali, acil bir sorun teşkil ettiği, failleri de görünür olduğundan darbeler kısa ve sert tedbirlerle uygulanmıştır. 28 Şubat’ta ise ne böylesi bir tehdit, ne soğuk savaşın getirdiği bir aciliyet duygusu, ne de güçler dengesi Türkiye’deki bir iktidar değişimiyle dünyayı etkileyecek bir durumdadır.
Diğer 3 darbede, darbeyi destekleyenler ve failler ülkede darbeden kaynaklanan insan hakları ihlallerini görmezden gelmişler, durumun aciliyeti nedeniyle bu konuyu gündeme getirmemişlerdir. 28 Şubat’ı hazırlayan nedenlerden birisi de soğuk savaş sonrası Türkiye’nin insan hakları konusundaki karnesinin eleştirilmesinin doğrudan etkisidir. Diğer 3 darbede asıl hedef Türkiye’nin
istikametinin Transatlantik doğrultusundan şaşmamasıdır. Oysa 90’larda Türkiye’nin asıl değerinin kaynağı istikrarlı ve İslâm dünyasına örnek olarak gösterilebilecek laik ve demokratik bir devlet olmasıdır. Özellikle ABD’de Clinton Yönetimi’nin Türkiye’nin Kürt meselesi kaynaklı insan hakları karnesini görmezden gelmemesi, bu meseleyi gündemde tutarak Türkiye’yi eleştirmesi, Türkiye’nin bu dönemde ittifak yapısını da gözden geçirmesine yol açmıştır. Hele bu tartışmaların 90’lı yıllarda Türkiye’ye yapılan ve Güneydoğu’da terörle mücadelede kullanılan silahların satışına, Kongre’de insan hakları ihlalleri gerekçe gösterilerek ambargo konulması Türkiye’yi hem zor duruma düşürmüş hem de farklı ittifak arayışlarına itmiştir. Ülkedeki Kürt sorunu kaynaklı insan hakları ihlallerinin Türkiye’nin Avrupa ile de ilişkilerini zora sokması, Türkiye’ye insan hakları ihlallerini gündeme almayan ve Türkiye’nin silah ihtiyacını
karşılayabilecek bir müttefik arayışına itmiştir. Türkiye ile İsrail arasında 90’ların başında kurulan stratejik ortaklığın bir nedeni de, İsrail’in insan haklarına önem vermeyerek Türkiye’nin silah ihtiyacını karşılamayı kabul etmesidir. Türkiye ile İsrail arasında bu dönemde bir çok silah anlaşması yapılmış, F-16 uçaklarından tank modernizasyonuna kadar iki ülke arasında tamamen çıkara dayalı askeri bir ittifak kurulmuştur. Böylece İsrail bölgede kendisine Müslüman bir müttefik bularak hem meşruiyet sorununu çözülmesine yardımcı olmuş, hem de pilotlarını uzun uçuşlarda eğitmekten silah stoklarını eritecek önemli bir müşteri bulmaya bir çok kâr devşirmiştir. Türkiye ise insan hakları ihlâlleri gerekçesiyle yaşadığı silah satışı sorununu çözmüş, hem de bölgede özellikle Kürt sorunu başta olmak üzere dış istihbarat sorununu İsrail’e ihale ederek önemli bir avantaj kazanmıştır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder