Burhanettin Duran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Burhanettin Duran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2019 Pazartesi

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 5

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 5



     Ancak bölgesel liderlik ve küresel oyunculuk ideallerine sahip bir ülkenin yönetici elitleri ile girişimci elitleri arasında asgari bir hedef birliğinin ve güçlü bir koordinasyonun bulunması şarttır. Özellikle yukarıda vurguladığımız yüksek teknoloji ve katma değer gerektiren sektörlerde hızlı sıçramalar için yapılması gereken dev yatırımlar kamu sektörünün öncelikleri ile özel sektörün yoğunlaşma alanlarının stratejik biçimde uyumlaştırılmasını gerektirmektedir. Tarihsel pekçok örneğin gösterdiği gibi sanayi toplumundan sanayi-sonrası 
ya da bilgi toplumuna geçiş için gerekli yatırımların çoğu büyük çaplı 
sermaye tarafından yapılacak koordineli yatırımları ve kamu-özel sektör işbirliklerini gerektirmektedir.63

Sonuç 

Bu çalışma, ekonomik küreselleşme süreçlerinin siyasi yapıları dönüştürücü etkileri üzerinde yoğunlaşan “rekabet devleti” literatürünün temel önermelerinden yola çıkarak küresel ekonomi politikte ve Türkiye’nin sosyoekonomik yapısında son çeyrek yüzyılda gerçekleşen değişimleri makroekonomik yönetişim-dış politika ekseninde anlamlandırmak amacı ile kaleme alınmıştır. Bu bağlamda siyaset bilimi ve kalkınma çalışmaları alanlarının en karmaşık ve tartışmalı sorunsalı olan “devletin dönüşümü” konusunda formüle edilen başlıca kuramsal modellerden birini temsil eden “rekabet devleti” 
yaklaşımı üzerinde yoğunlaşılmış ve Türkiye’nin gerek sosyoekonomik 
yapılar gerekse dış politika yapımı alanlarındaki değişim tecrübesi bu kuramsal çerçeve ışığında yorumlanmıştır. Metodolojik tutarlılık açısından önce “rekabet devleti” kavramı merkezinde oluşturulan kuramsal çerçevenin ana parametreleri sunulmuş, ardından Türkiye’nin 1980 sonrası tecrübe ettiği iki kuşak neoliberal dönüşüm hareketleri ve bu hareketlere eşlik eden dış politika oryantasyonları 
mercek altına alınmıştır.

Hiç şüphe yok ki, daha çok küresel ekonomi politik vurgusu içeren “rekabet devleti” yazınından istifade ederek ekonomi-dış politika merkezli bir analiz sunmak, konvansiyonel uluslararası ilişkiler çalışmalarını aşan disiplinlerarası bir çabayı gerekli kılmaktadır. 
Bu bağlamda, dış politika vurgusu kaybedilmeden “rekabet devleti” yazarları tarafından ekonomik küreselleşme süreçleri bağlamında vurgulanan dört temel politika kayması Türkiye örneği üzerinde ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bunlardan enflasyonist müdahalecilikten sürdürülebilir büyümeye geçiş; makroekonomik yönetişimden mikroekonomik yönetişime geçiş; kapsamlı müdahalecilikten stratejik hedeflemeye geçiş; ve sosyal refah politikalarından girişimcilik 
ve verimliliğe geçiş süreçlerine ek olarak jeostrateji ve ulusal güvenlik 
eksenli dış politikadan ekonomik karşılıklı bağımlılığa ve rekabetçiliğe 
geçiş eğilimleri de kuramsal çerçeveye eklenmiştir. Ardından dördü ağırlıklı olarak ekonomik, biri ise politik karakterde olan bu politika değişimleri açısından Türkiye’nin ne ölçüde küresel vizyonlu bir “rekabet devleti”ne dönüşebildiği sorusu tartışılmış ve son dönem Türk dış politikasındaki açılımlar da spesifik olarak uluslararası ekonomik rekabet bağlamında masaya yatırılmıştır. 

Yapılan değerlendirme sonucunda Türkiye’nin 2002 yılından bu yana gerek sosyoekonomik alanda yaşadığı yapısal dönüşüm, gerekse dış politika formülasyonu ve uygulaması bağlamında ulaştığı dinamizmin ulusal ekonomi politik alanda kriz parametrelerini engelleyen bir “düzenleyici devlet”in büyük ölçüde yerleşmesini sağladığı, ancak küresel rekabet odaklı bir “rekabet devleti”nin henüz oluşum sürecinin ilk aşamalarında olduğu vurgulanmıştır. Türkiye’nin BRIC ülkeleri ve Doğu Asya kaplanları ile mukayese edildiğinde ekonomik sektörler arasında stratejik tercihler yaparak bu tercihler üzerinden 
koordineli sosyal, ekonomik ve dış politika yaklaşımları formüle etme noktasında henüz yeterince güçlenmediğine işaret edilmiştir. Uzun süreli IMF programlarının kalıcı etkileri sebebi ile makroekonomik politikalarda önceliğin enflasyonun kontrol altında tutulması ve istikrarın korunması hedeflerine verildiği, özellikle yeni teknolojilerde iddialı hedeflerin başarılmasına yönelik sistematik çalışmaların ise yetersiz kaldığı dile getirilmiş, uluslararası rekabet eksenli 
bir sanayi-teknoloji politikasının acilen hayata geçirilmesinin gereği vurgulanmıştır. 

Makroekonomik politikalar ile dış politika yapımı arasındaki koordinasyon 
açısından Davutoğlu dönemi dış politikasının makroekonomi yönetimindeki genel perspektif ve açılımları yakından takip ettiği, hatta zaman zaman bu açılımların önüne geçerek ekonomik karar alıcılara yön gösteren bir nitelik kazandığı dile getirilmiştir. Bu bağlamda, komşu ülkelerden başlatılarak geniş bir platforma yayılan vize kaldırma düzenlemeleri, serbest ticaret anlaşmaları, teknik 
ve insani yardım anlaşmaları ile enerji boru hattı projelerinin ekonomik  dinamizm yaratan dış politika unsurları olarak altları çizilmiştir. 

Ancak kritik bir nokta olarak, “ritmik diplomasi” ve çok yönlü dış politika açılımları ile başarılan yeni pazar açılımlarının özellikle küçük ve orta boy ticari işletmelere yeni operasyonel alanlar yaratılması metodu ile ilerlediğine ve henüz Türkiye’nin küresel entegrasyonuna rengini verecek sektörel öncelikler ve potansiyel yatırım alanları konusunda bir netliğin bulunmadığına da dikkat çekilmiştir. 
Bu bağlamda, dış politika aktörlerinin destekleyici rollerinin yanında 
makro ekonomik karar alıcıların ve Türk ekonomisine yön veren büyük çaplı sanayici ve işadamı gruplarının işbirliği ile yerel ve bölgesel kalkınma ile bölgesel ve küresel ekonomik entegrasyon vizyonlarının entegre edilmesi gerektiği ortaya konmuştur.

Ayrıca küresel ekonomi politikte başat eğilimler uyarınca makroekonomik 
yönetişimden mikroekonomik yönetişim ve küresel entegrasyona yönelen “rekabet devleti” yapılanmalarının, dış politika aktörlerini ister istemez ekonomik süreçlerin ve rekabet avantajı arayışlarının içerisine giderek daha fazla çektikleri fikri de çalışmada vurgulanan temel önermelerden biridir. Sadece klasik devletlerarası ekonomik ilişkiler ve ticaret hacminin arttırılması noktasında değil, yeni yatırım alanlarının ve ortaklık fırsatlarının keşfedilmesinde, yabancı 
yatırımcıların ülkeye kanalize edilmesinde ve gerek akademisyenler ile araştırmacılar, gerekse piyasa aktörleri bazında geriye beyin göçünün hızlandırılmasında Hariciye mensuplarının önümüzdeki dönemde daha aktif görev yapmak durumunda kalacaklarına işaret edilmiştir. Bu bağlamda, Türk devlet geleneğinin başat unsurları ve Soğuk Savaş alışkanlıklarının da etkisiyle genelde siyasi, jeostratejik ve askeri etkinlik faktörleri üzerinden oluşturulan dış politika kurgusunun ve uygulama araçlarının tedricen ekonomik ve teknolojik 
üstünlük ögelerine doğru kaymak durumunda oldukları belirtilmiş, buna paralel olarak nitelikli insan gücü ve uzman kadro ihtiyacının da hızla artmakta olduğu ifade edilmiştir. 

Küresel yönetişim perspektifinden yapılan değerlendirmelerde ise Davutoğlu döneminde bölgesel kriz alanlarına özerk biçimde müdahale, komşularla maksimum işbirliği ve küresel platformlarda aktif temsil prensipleri üzerinden yürütülen yeni dış politika paradigmasının IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel ekonomik yönetişim platformlarına da yansıtılmasının gereği 
üzerinde durulmuştur. Önümüzdeki dönem ekonomik diplomasisi açısından bu bağlamda iki operasyonel düzlem oluşacağını söylemek mümkündür. Birinci düzlem, küresel yönetişimin siyasal nitelikli kurumlarında daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Türkiye’nin, ekonomik nitelikli kurumlar nezdinde de “oyun kurucu” bir karakter kazanarak bu kurumların operasyonel prensipleri, temsil ilkeleri, siyasi meşruiyetleri ve reforme edilmeleri konularında daha etkin 
rol oynayabilmesidir.64 İkinci düzlem ise Türkiye’nin ve Türk girişimcilerinin 
stratejik sektörlerde sahip olabilecekleri uluslararası rekabet avantajının korunması ve arttırılması yönünde proaktif ekonomik diplomasi girişimlerinin, ekonomi ve dışişleri bürokrasisi ile girişimci örgütlerinin işbirliği içerisinde uygulanabilmesidir. Özellikle bu ikinci düzlem bağlamında çalışma boyunca vurgulanan önemli bir husus, sanayileşmiş ülkeler ve yükselen piyasa ekonomilerinin, görünüşte liberal ilkeler üzerine kurulu dünya ticaret rejimindeki korumacılık karşıtı kısıtlamaları “tarife dışı engeller” uygulayarak 
aştıkları ve kendileri açısından stratejik önem taşıyan ekonomik sektörlerini pekçok farklı tedbiri içeren “yeni-korumacılık” yöntemleri ile geliştirmeye çalıştıklarıdır. 

ABD, AB, Japonya, BRIC ülkeleri ve yükselen ekonomiler arasında yeni teknolojilerde üstünlük, araştırma-geliştirme, proje takibi, kamu alımları ile nitelikli yerli girişimcileri destekleme gibi taktikler üzerinde olanca şiddetiyle bir “ekonomik mücadele”nin sürdüğü günümüzde Türkiye gibi büyük küresel idealleri olan bir ülkenin sınaî-teknolojik gelişim alanlarında dışa bağımlılığı dayatan naiflik derecesinde “liberal” bir tavrı sürdürmesi mümkün değildir.65 Daha önce de vurgulandığı gibi, siyasi-ideolojik duruşları gereği Türkiye’nin geleneksel devlet elitleri ve sol siyasi hareketleri eski tarz merkantilizmi 
savunarak yeni küresel rekabetin dinamik ruhuna yabancı kalmışlar; 
merkez sağ hareketler ise ekonomik aktivitelerin stratejik bir bakışla regüle edilmesini bir tür müdahalecilik olarak algılayıp para, maliye ve ticaret politikalarının sınaî-teknolojik gelişim perspektifinde dizayn edilmesinden genelde uzak durmuşlardır. Bu bağlamda, klasik neo liberal paradigmanın sınırlarını Türkiye’nin reel ihtiyaçları çerçevesinde zorlayan ve IMF ile kredi ilişkilerini keserek daha özerk bir politika belirleme ortamına doğru yelken açan AK Parti iktidarının önünde bu açıdan ciddi bir fırsat penceresinin bulunduğu belirtilebilir. Ulusal plandaki siyasi ve makroekonomik istikrar ile Davutoğlu 
imzalı dinamik dış politika yaklaşımının sürdürülebilir temellere oturtulması açısından da, kamusal ve diplomatik aktörlerin küresel vizyona sahip girişimcilerle işbirliği içerisinde bölgesel kalkınmadan yeni teknolojilerde küresel rekabetçiliğe uzanan sistematik bir makroekonomi-dış politika çerçevesine ihtiyaç vardır. Coğrafi muhayyilesindeki yapay sınırları kaldırarak potansiyelinin farkına varan Türkiye’nin dış politika ve ekonomi yapımcılarının önünde 
duran meydan okuma, bu potansiyelin küresel ekonomi politikteki cari rekabet alanları üzerinden realize edilmesini sağlamaktır.

DİPNOTLAR;

1 Ziya Öniş, “Turkey and the Middle East After September 11: The Importance of the EU Dimension”, Turkish Policy Quarterly, Cilt 2, No 4, 2003; 
Mustafa Aydın ve Sinem Açıkmeşe, “Europeanization through EU Conditionality: Understanding the New Era in Turkish Foreign Policy”, Journal of 
Southeastern European and Black Sea Studies, Cilt 9, No 3, 2007; Fuat Keyman ve Senem Aydın, “European Integration and the Transformation 
of Turkish Democracy”, CEPS, EU-Turkey Working Papers, No 2, 2004; 
2 Ümit Cizre, “Demythologizing the National Security Concept: The Case of Turkey”, Middle East Journal, Cilt 57, No 2, 2003; Yücel Bozdağlıoğlu, 
 Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach, Londra, Routledge, 2003; Zeynep Dağı, “Ulusal Kimliğin İnşası ve Dış Politika”, 
Demokrasi Platformu, Cilt 2, No 5, 2005; Bahar Rumelili, “Transforming Conflicts on EU Borders: The Case of Greek-Turkish Relations”, 
Journal of Common Market Studies, Cilt 45, No 1, 2007;; Pınar Bilgin, “Turkey’s Changing Security Discourse: The Challenges of Globalization”, 
European Journal of Political Research, Cilt 4, No 1, 2005. 
3 Burhanettin Duran, “JDP and Foreign Policy as an Agent of Transformation”, Hakan Yavuz (der.) The Emergence of a New Turkey: 
Democracy and the AK Parti, Salt Lake City, University of Utah Press; Meliha Benli Altunışık, “Worldviews and Turkish Foreign Policy in the Middle East”, 
 New Perspectives on Turkey, No 40, İlkbahar 2009. 
4 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre, 2001; Ali Karaosmanoğlu, “The Evolution of the National Security Culture and the Military in Turkey”, 
Journal of International Affairs, Cilt 54, No 1, 2000; Sabri Sayarı, “Turkish Foreign Policy in the Post-Cold War Era”, Journal of International Affairs, 
Cilt 54, No 1, 2000. 
5 Tarık Oğuzlu, “Soft Power in Turkish Foreign Policy”, Australian Journal of International Affairs, Cilt 61, No 1, 2007; Cengiz Çandar, 
 “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multipolar World”, SETA Analiz, No 38, 2009, Ankara, SETA.
6 Bkz. Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World, New York, Basic Books, 1986. 
7 Ziya Öniş ve Fikret Şenses, “Global Dynamics, Domestic Coalitions and a Reactive State: Major Policy Shifts in Post-War Turkish Economic Development”, 
   METU Studies in Development, Cilt 34, 2007, s. 251-286.
8 Richard Rosecrance, “The Rise of the Virtual State”, Foreign Affairs, Cilt 75, No 4, 1999, s. 45-62.
9 Bkz. Policy Studies dergisinin “Rekabet Devleti” Özel Sayısı, Cilt 31, No 1, Ocak 2010. 
10 1980’ler ve 90’lar boyunca siyaset teorisi, uluslararası ekonomi politik ve kalkınma çalışmaları alanlarından pek çok nitelikli katkı ile kristalize olan 
“kalkınmacı devlet” yaklaşımı Chalmers Johnson’ın Japonya’nın sanayileşme tecrübesini incelediği meşhur eseri ve onu takip eden önemli ampirik çalışmalar 
 ile desteklenmiştir. Johnson’ın çalışması için bkz. Chalmers Johnson, MITI and the Japanese Miracle: The Growth of Industrial Policy, 1925-75, Stanford, 
 Stanford University Press, 1982; bu konudaki daha güncel bir derleme için bkz. Meredith Woo-Cumings (der.), The Developmental State, Ithaca, Cornell University Press, 1999.
11 Bkz. Susan Soederberg, “The Mexican Competition State and the Paradoxes of the Managed Neoliberal Development, Policy Studies, Cilt 31, No 1, s. 77-94.
12 Bkz. yazarın aşağıdaki eserleri: Philip G. Cerny, The Changing Architecture of Politics: Structure, Agency and the Future of the State, Londra, Sage, 1990; 
 “Paradoxes of the Competition State: Dynamics of Political Globalization”, Government and Opposition, Cilt 32, No 2, 1997, s. 251-274; “Globalization and  the Restructuring of the Political Arena: Paradoxes of the Competition State”, Randall Germain (der.) Globalization and Its Critics, Londra, Macmillan; 
“Political Globalization and the Competition State”, Richard Stubbs ve Geoffrey Underhill (der.), The Political Economy of the Changing Global Order, 
 Oxford, Oxford University Press, 2005; “The Competition State Today: From raison d’Ètat to raison du Monde”, Policy Studies, Cilt 31, No 1, 2010, s. 5-21.
13 Philip G. Cerny ve Mark Evans, “Globalization and Public Policy under New Labour”, Policy Studies, Cilt 25, No 1, 2004, s. 51-65. 
14 Philip G. Cerny, “The Infrastructure of the Infrastructure? Toward Embedded Financial Orthodoxy in the International Political Economy”, Ronen Palan 
ve Barry Gills (der.) Transcending the State-Global Divide: A Neostructuralist Agenda in International Relations, Boulder, Lynne Rienner, 1994, s. 223-249. 
15 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, s. 254.
16 Cerny ve Evans, “Globalization and Public Policy under New Labor”, s. 55.
17 Age., s. 60.
18 Şevket Pamuk, “Economic Change in Twentieth Century Turkey: Is the Glass More Than Half Full?”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World,  Cambridge, Cambridge University Press, 2007. 
19 Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemden bu güne kadar temel ekonomik ve insani kalkınma göstergeleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Pamuk (2007), Tablo 10.1. Tabloda adı geçen dönemde kişi başına düşen milli gelirin beş kat arttığı, ortalama yaşam beklentisinin neredeyse iki katına çıktığı, okuma yazma  oranlarının ise yüzde 10’lardan yüzde 90’lara çıkmış olduğu görülmektedir. 
20 Son dönemde uluslararası ekonomik kuruluşlar ve iş çevreleri Türkiye’nin ekonomik hacmindeki büyümeden övgüyle bahsederek dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelmesine sıkça dikkat çekmektedirler. Ancak ideal bir kalkınma performansının makro ekonomik büyüklükler ile sosyal ve insani kalkınma parametrelerinde paralel bir gelişmeye bağlı olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin insani kalkınma açığı dikkat çekmektedir. 2006 yılındaki verilere göre Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma endeksi’ndeki konumu kendisiyle benzer kalkınmışlık düzeyindeki pek çok Asya ve Latin Amerika ülkesinin oldukça gerisinde ve 84. sıradadır (Bkz. UNDP, Human Development Report 2007, New York, UN. 
21 Farklı periyotlardaki devletçilik uygulamalarına dair ekonomi politik analizler için bkz. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Ankara, Savaş Yayınevi, 1982; 
Yahya Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Ankara, Yurt Yayınevi, 1982; Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, İstanbul, 
Remzi Kitabevi, 2009. 
22 Nobel ekonomi ödülü sahibi Hollanda asıllı Amerikalı ekonomist Jan Tinbergen Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşu aşamasında önemli bir rol oynamıştır. 
23 Türkiye’deki ithal ikameci sanayileşme stratejisinin farklı açılardan ele alan analizler için bkz. METU Studies in Development, Special Issue, “Twenty Years 
 of Planned Development in Turkey, 1960-1980”, Ankara, METU, 1981; Çağlar Keyder, State and Class in Turkey: A Study in Capitalist Development, London, 
Verso, 1987; Atilla Eralp, “The Politics of Turkey’s Development Strategies”, Andrew Finkel ve Nükhet Sirman (der.), Turkish State, Turkish Society, Londra, 
Routledge, 1990; Henri Barkey, The State and the Industrialization Crisis in Turkey, Boulder, Westview Press, 1990; Sadık Ünay, Neoliberal Globalization and Institutional Reform: The Political Economy of Development Planning 
in Turkey, New York: Nova Publishers, 2006. 
24 Türkiye ekonomi politiğindeki değişim ve devamlılık dinamikleri için bkz. Pamuk “Economic Change in Twentieth Century Turkey”, 2007; Öniş ve Şenses “Global Dynamics, 
Domestic Coalitions and a Reactive State”, 2007. 
25 Türkiye’deki ilk kuşak neoliberal dönüşüm tecrübesi ile Turgut Özal’ın kişiselleştirilmiş politika yapım tarzı için bkz. Ziya Öniş, “Turgut Özal and His Economic Legacy: Turkish 
Neoliberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies, Cilt 40, No 4, 2004. 
26 Bkz. Ahmet Ertuğrul ve Faruk Selçuk, “A Brief Account of the Turkish Economy”, Russian and East European Finance and Trade, Cilt 37, No 6, 2001.
27 Ziya Öniş ve James Riedel, Economic Crises and Long-Term Growth in Turkey, Washington DC, World Bank, 1993.
28 Washington’da Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Kemal Derviş’in partilerüstü ve süper yetkilerle donatılmış bir ekonomi 
 bakanı olarak atanması kararı 1999 yılında işbaşında bulunan üçlü koalisyonun dış finansman akışını ne pahasına olursa olsun devam ettirmek adına 
 aldıkları olağanüstü bir karardı. Kendi adına Derviş, gelişmekte olan ekonomilerdeki tecrübelerine dayanarak o döneme kadar ertelenen kurumsal 
reformların hayata geçirilmesi, özellikle de mali disiplinin sağlanması ve finansal sektörün etkin denetimi bağlamında önemli adımların atılmasına ön ayak oldu. 
 Her ne kadar teknik alandaki başarısını aynı etkinlikle siyasi alana taşıyarak “ikinci bir Özal” olma becerisi gösteremese de, Derviş’in çizdiği makroekonomik 
yönetişim ve denetim çerçevesi özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında ekonomik istikrarın IMF ile işbirliği içerisinde muhafaza edilmesini kolaylaştırıcı bir 
 etkide bulunmuştur. 
29 TÜSİAD merkezli İstanbul sermayesinin Davutoğlu dönemi dış politikasındaki konumu ile ilgili olarak bkz. Sadık Ünay, “Patronlar Yeni Dış Politikanın Neresinde?”,  Anlayış, No 81, Şubat 2010.
30 Kalkınma, küresel ekonomi politik ve uluslararası ilişkiler yazınlarında artan bir sıklıkla kullanılan BRIC terimi; Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin başta olmak   üzere yükselen ekonomilere işaret etmektedir. 
31 Örneğin Dışişleri Bakanlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı arasında üst yöneticiler ve prensipler bazında bir işbirliği olmakla birlikte, dış ticaretle uğraşan 
girişimcilerin ihtiyaçlarına odaklanan, kurumsal ve sınırları net çizilmiş bir işbirliği çerçevesinin oluşturulmasına ihtiyaç vardır. 
32 Örneğin Merkez Bankası sadece ekonomik istikrar ve düşük enflasyon hedeflerine yoğunlaşırken, sanayi ve reel sektör ile ilgili kurum ve kuruluşlar daha çok üretim, istihdam ve ihracat konuları ile ilgilenmektedirler. Yerel-bölgesel kalkınma ile dış ticaret ilişkisinin de daha sistematik biçimde kurulması gereklidir. 
33 Nitekim Ümit Boyner’in TÜSİAD Genel Başkanlığı’na seçildiği son genel kurulda dernek üyeleri arasında derneğin siyasi ve ekonomik gücünün hızla erozyona uğradığı yönünde görüşlerin dile getirildiği ve hararetli tartışmaların yapıldığı basına yansımıştır. Elbette TÜSİAD çevrelerince dile getirilen endişelerin Türk ekonomisi içerisinde hâlihazırda sahip oldukları hacimsel büyüklükten ziyade siyasi-sosyal ağırlıklarındaki görece aşınma ve geleceğe dönük genişleme  planları ile ilgili olduğu söylenebilir. 
34 Cerny ve Evans, “Globalization and Public Policy under New Labor”, 2004, s. 65. 
35 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997. 
36 1980’lere kadar görülen popülist sarmallar için bkz. Öniş ve Riedel, Economic Crises and Long-Term Growth in Turkey, 1993. 
37 Emre Alper, Ziya Öniş, “Financial Globalization, the Democratic Deficit and Recurrent Crises in Emerging Markets: The Turkish Experience in the Aftermath of Capital Account 
Liberalization”, Emerging Markets Finance and Trade, Cilt 39, No 3, 2003, s. 10. 
38 Dani Rodrik, “Premature Liberalization, Incomplete Stabilization: The Özal Decade in Turkey”, Michael Bruno et al., Lessons of Economic Stabilization and Its Aftermath, 
Cambridge, MIT Press, 1991. 
39 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997.
40 Caner Bakır, Ziya Öniş, “The Emergence of the Regulatory State: The Political Economy of Turkish Banking Reforms in the Age of Post-Washington Consensus”, Development and 
Change, Cilt 41, No 1, s. 77-106. 
41 Örneğin Türkiye’nin imalat sanayii ihracatına yön veren önemli sektörlerden makine sektöründe yapılan ihracatın her kg için parasal değeri 4.6 dolar civarındayken bu rakamın Japon makine sanayi ihracatında 100 dolar dolayında olması teknolojik gelişme ve katma-değer üretimi noktasında daha alınacak çok mesafe olduğunu göstermektedir. (Türkiye İhraatçılar Meclisi-TİM, Makine İhracatçıları Grubu Başkanı Adnan Dalgakıran ile röportaj). 
42 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997.
43 Lester Thurow, The Future of Capitalism: How Today’s Economic Forces Shape Tomorrow’s World, New York, Penguin, 1996. 
44 Bkz. Ulrike Schaede ve William Grimes (der.) Japan’s Managed Globalization, New York, M.E. Sharpe, 2003; Alice Amsden ve Wan-Wen Chu, 
 Beyond Late Development, Cambridge, MIT Press, 2003; Linda Weiss, “Bringing Domestic Institutions Back In”, Linda Weiss (der.), States in the Global Economy, Cambridge: Cambridge University Press, 2003; Saadia M. Pekkanen, Picking Winners? From Technology Catch-up to the Space Race in Japan, Stanford, Stanford University Press, 2003; Linda Weiss ve Elizabeth Thurbon, “The Business of Buying American: Government Procurement as Trade Strategy in the United States’, Review of International Political Economy, Cilt 13, No 5, 2006, ss. 701–724.
45 Takeo Hiranuma, “Six Strategies for Greater Competitiveness”, Ministry of Economy, Trade and Industry, 41 st OECD Ministerial Council, 15 May 2002, Tokyo.
46 Weiss ve Thurbon, 2006, s. 701–724.
47 Karşılaştırmalı net rakamlar için bkz. Dünya Bankası, World Development Report 2007, Washington DC: World Bank. 
48 Bkz. Ziya Öniş ve Fuat Keyman, “A New Path Emerges”, Journal of Democracy, Cilt 14, No 2, 2003.
49 Raimo Väyrynen, “Global Interdependence or the European Fortress? Technology Policies in Perspective”, Research Policy, Cilt 27, No 4, 1998, s. 1–11.
50 Weiss ve Thurbon, 2006, s. 710. 
51 William Hale, “Economic Issues in Turkish Policy”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, Turkey’s New World: Changing Dynamics in Turkish Foreign Policy, 
Washington, Near East Policy.
52 Mine Eder, “The Challenge of Globalization and Turkey’s Changing Political Economy”, Barry Rubin ve Kemal Kirişçi (der.), Turkey in World Politics:  An Emerging Multiregional Power, Boulder, Lynne Rienner, 2001, s. 207. 
53 Mustafa Aydın, “Twenty Years Before, Twenty Years After: Turkish Foreign Policy at the Threshold of the 21st Century”, Tareq Ismael ve Mustafa Aydın (der.) Turkey’s Foreign Policy in the New Century: A Changing Role in World Politics, Aldershot, Ashgate, 2003, s. 12-20. 
54 Kemal Kirişçi, “A Friendlier Schengen System as a Tool of ‘Soft Power’: The Experience of Turkey”, European Journal of Migration and Law, Cilt 7, No 4, s. 352. 
55 Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State, 1986. 
56 Kemal Kirişçi, “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State”, New Perspectives on Turkey, No 40, 2009, s. 29-56. 
57 Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr.
58 Bülent Aras, “The Davutoğlu Era in Turkish Foreign Policy”, Insight Turkey, Cilt 11, No 3, 2009, p.127.
59 Ahmet Davuoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision”, Insight Turkey, Cilt 10, No 1, 2008, p.78.
60 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 25.
61 Zafer Çağlayan, “2010’da 110 Milyar Doları Aşacağız”, Turque Diplomatique, Şubat 2010, s. 24. 
62 Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr.
63 Bu konuda detaylı bir değerlendirme için bkz. Sadık Ünay, “Ticaret Savaşları ve Ulusal Çıkarlar: Bir Uluslararası Çatışma Alanı Olarak Uluslararası Ticaret”, Kemal İnat, Burhanettin Duran (der.) Dünya Çatışma Bölgeleri, İstanbul, Nobel, 2010. 
64 Örneğin küresel kriz sırasında çokça gündeme gelen IMF’nin organizasyonel yapısının ve temsil/oy haklarının gelişmekte olan ülkelerin yükselen profilini 
dikkate alacak şekilde yeniden düzenlenmesini içeren “IMF Reformu”, ya da Dünya Ticaret Örgütü’nün 2002 Doha Görüşme Turu’ndan bu yana kilitlenen 
ticareti serbestleştirme görüşmeleri, Türkiye’nin küresel ekonomik yönetişimde etkin rol alması için uygun platformlar olabilir. 
Tabii ki, bu tür platformlarda sağlanacak etkinlik, konularına ve kurumlar içerisindeki eğilimlere hâkim “ekonomik diplomatlar”a sahip olmayı gerektirir. 
65 Weiss ve Thurbon, “The Business of Buying American”, s. 721. 


***

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 4

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 4




AK Parti hükümetlerinin bir taraftan ulusal ve uluslararası girişimci/yatırımcı kesimler ve piyasa aktörlerinin çıkarlarını korumaya özen gösterirken diğer taraftan geniş toplum kesimlerine verilen sosyal hizmetleri güçlendirici bir yaklaşım benimsemeleri oldukça dikkat çekmiştir. Genel bir analiz düzeyinden bakıldığında AK Parti’nin politika tercihlerinin güçlü bir merkezi devlet yönetimi ve denetim-gözetim mekanizmalarının oluşturulması; makroekonomik istikrar 
korunarak yatırım ortamının iyileştirilmesi; eğitim, sağlık ve fakirliğin azaltılması gibi alanlarda aktif bir sosyal politikanın uygulanması gibi “post-Washington Mutabakatı” prensipleriyle paralellik arz ettiği görülmektedir. AK Parti liderliğinin piyasa aktörleri ile işçi kesimi, tarımsal gruplar ve dezavantajlı gruplara sağlanan sosyal hizmetler arasında kurmaya çalıştıkları hassas denge kimi analizcilerin İngiliz İşçi Partisi’ne atıfla AK Parti’yi “Türkiye’nin Üçüncü Yolu” 
olarak nitelendirmelerine yol açmıştır.48 

AK Parti liderliğinin özellikle büyük çaplı özelleştirmeler sırasında takındığı tavizsiz sermaye yanlısı tutum ve sendikalara karşı alınan sert önlemler gözönüne alındığında “üçüncü yol” yakıştırmalarının oldukça naif ve gerçeği 
yansıtmaktan uzak kaldıkları rahatlıkla söylenebilir. Politik olarak yükselen Anadolu sermayesini başlıca destek odaklarından biri olarak gören ve ağırlıklı olarak KOBİ’lere dayanan yeni girişimci gruplarını küresel pazarlara açılmaya teşvik eden AK Parti liderliğinin işçi hakları ile ilgili yasal düzenlemelerin AB ve ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) normları ile harmonize edilmesini geciktirmesi de bu tespiti onaylar niteliktedir. 

e) Jeostrateji ve Ulusal Güvenlikten Ekonomik Diplomasi ve Rekabetçiliğe 

Ekonomik küreselleşmenin modern devletin dönüşümüne etkilerini 
kavramsallaştırmak adına geliştirilen “rekabet devleti” yaklaşımı bağlamında buraya kadar sunulan dört temel değişim alanına ek olarak ekonomi politikası-dış politika bağlamında eklemek istediğimiz beşinci bir boyut dış politika yapımının temel öncelikleri ile ilgilidir. Cerny ve arkadaşları tarafından geliştirilen kuramsal çerçeveye kanaatimizce eklenmesi kaçınılmaz olan bu boyut Soğuk Savaş dönemi sonrasında giderek derinleşen ekonomik küreselleşme dinamikleri sonucu dış politika yapım ve uygulama süreçlerinin ulusal 
güvenlik, siyasi-askeri kabiliyetler ve jeostratejik faktörler ekseninde 
tanımlanan “sert güç” temelli yaklaşımdan sosyo-kültürel ve ekonomik 
alanlarda ağırlık kazanan “yumuşak güç”ün, kamu diplomasisi ile ekonomik diplomasi kabiliyetinin ve devlet-şirket-sivil toplum işbirlikleriyle oluşturulan üçlü diplomasi kanallarının vurgulandığı yeni bir paradigmaya kaymasıdır. Soğuk Savaş sonrasında geleneksel sanayi ve refah devletleri dönüşerek neoliberal rekabet devletlerine evrilirken küresel sistemdeki başat ekonomik ve siyasi güçler arasındaki dengeler de çok-kutuplu, çok merkezli yeni bir ortamda yeniden tanımlanmıştır. Uluslararası ticaret ve teknolojik-sınaî gelişim 
politikalarının yeni dönemde “yüksek siyaset” konuları olarak ulusal karar alıcıların daha çok dikkatlerini çekmeleri ve küresel çıkar mücadelelerinin 
artan bir oranda ticari rekabet ve çatışma alanları üzerinden gerçekleşmeleri küresel oyunun kurallarını da tedricen dönüştürmüştür. Örneğin, Ar-Ge politikaları açısından yüksek teknolojiye dayalı rekabetin öne çıktığı sektörlerde OECD ülkelerindeki kamu otoritelerinin ulusal çıkarlar açısından önemli görülen spesifik projelerin seçimi ve finansmanında stratejik olarak yönlendirici bir 
rol almaları bir ulusal güvenlik meselesi olarak görülerek yaygınlaşmıştır.49 

Dünya ekonomisindeki başlıca büyüme dinamizmini oluşturan BRIC ülkeleri ve başlıca gelişmekte olan ülkelerde de proaktif yapısal dönüşüm ve rekabet politikaları giderek ön plana çıkmıştır.

Aynı şekilde küresel ticaret rejimi içerisinde kamu alımları ve uluslararası proje takipçiliği (advocacy) pratiklerinin ulusal girişimcilerin rekabet güçlerini arttırma ve küresel rakiplere karşı stratejik avantaj sağlayabilmek amacıyla sanayileşmiş ülkeler tarafından kullanılmaları da yaygınlaşmıştır. Kamu alımlarında bilinçli şekilde uygulanan kriterler ile yerli girişimcilerin gözetilmesi hem yerel sınaî/
teknolojik kapasiteyi arttırmak hem de yabancı oyuncuları ulusal kalkınma önceliklerine paralel projeler üretmeye zorlamak için başta ABD olmak üzere pek çok OECD ülkesi tarafından başvurulan bir yöntemdir. Ayrıca, hükümetlerin ulusal firma ve girişimcileri ile koordineli biçimde dünya çapında erken proje geliştirme imkânlarını araştırmaları ve bu imkânların değerlendirilebilmesi için gerektiğinde cazip kredi/yardım teklifleri ya da yabancı hükümetler nezdinde 
uygulanacak diplomatik baskılar yoluyla sonuç alma eğilimlerinin güçlenmesi “yeni ekonomik diplomasi” yaklaşımının en önemli özelliklerinden birisini oluşturmaktadır.50 Türk dış politika aktörlerinin de ülkemizin yükselen profili ve ekonomik gücüne koşut olarak serbest ticaret anlaşmaları, vizelerin kaldırılması gibi formal engeller aşıldıktan sonra uzun vadede proje bazlı daha mikro konular ile ilgilenmek durumunda kalmaları kaçınılmaz görünmektedir. 

Bu genel arka plan ışığında Türkiye’nin tecrübe ettiği sosyoekonomik dönüşüm değerlendirildiğinde küresel eğilimlere paralel biçimde Türk dış politikasına hâkim olan güvenlikleştirici ve içe kapanmacı kalıpların 1980’lerden itibaren kırılmaya başladığı ve bir “rekabet devleti” mantığının süreç içerisinde filizlendiği belirtilebilir. 
Bu bağlamda komşu ülkelerden ve bölgesel piyasalardan başlayarak ticaret hacminin arttrılması; ulusal ihracat potansiyelinin gerek nicelik gerekse nitelik olarak iyileştirilmesi; dış yatırımların ve Türkiye’de yapılacak doğrudan yatırımların özendirilmesi; ülkenin küresel ticaret, finans, yatırım, ulaşım, iletişim ve enerji ağlarına eklemlenmesi gibi hususlar temel dış politika öncelikleri arasındaki yerlerini almışlardır. 1990’lı yıllardan itibaren Türk dış politikasının ekonomik faktörlere görece daha fazla ağırlık veren yeni niteliği pek çok uzman tarafından takdir edilmiştir. Örneğin William Hale, “ticaretin bayrağı izlediği” ve siyasi/askeri ilişkilerin ekonomik ilişkileri doğrudan belirlediği Soğuk Savaş dönemi kalıplarının hızla kırılmakta olduğunu vurgulayarak dış ilişkilerde ekonomik rasyonalitenin yükselişine dikkat çekmiştir.51 Mine Eder, Türkiye’de süre giden neoliberal dönüşüm ve ihracat odaklı kalkınma stratejisinin sürdürülebilir başarıyı yakalayabilmesi için yeni pazarlar ve ortaklar bulunmasına odaklı çok boyutlu ve proaktif bir dış politikaya duyulan 
ihtiyaçtan bahsetmiştir.52 
Mustafa Aydın ise, Türk Dışişleri Bakanlığı mensuplarının görev tanımlarının giderek yeni ihracat pazarları açmak, yatırım kredilerinin önündeki engelleri kaldırmak, ticaret anlaşmalarına zemin hazırlamak ve görevli bulundukları ülkelere Türkiye’den yatırım akışını desteklemek gibi ekonomik unsurlara 
kaydığına dikkat çekmiştir.53

Tarihsel bir analizle, 1980’lerdeki ilk dalga ve 2000’li yıllardaki ikinci dalga neoliberal dönüşüm süreçlerinde ekonomik karşılıklı bağımlılık ilkesinin, gerek bölgesel çatışmaların çözümü ve barış ortamının inşası için fonksiyonel bir araç, gerekse ulusal ihracat potansiyelini arttırıcı rasyonel bir tercih olarak aktif biçimde vurgulandığı görülmektedir. Örneğin Özal dönemi dış politikasında devlet elitlerinin direnişlerine rağmen Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve Karadeniz havzası ile karşılıklı bağımlılık ilişkileri su ve enerji boru hatları 
ile Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü gibi bölgesel girişimler ve esnek vize düzenlemeleri temelinde ilerletilmeye çalışılmıştır.54 Bölgesel ve küresel piyasalara ihracat yaparak büyümeyi hedefleyen “Anadolu kaplanları”nın İstanbul-odaklı sermaye odaklarına rakip olarak yükselişinde de ekonomik liberalizasyon politikalarıyla birlikte izlenen bu proaktif dış politika çizgisinin doğrudan etkili olduğu yadsınamaz.

Bu bağlamda, Richard Rosecrance’ın 1980’li yılların sonlarında ortaya attığı “ticaret devleti” (trading state) kavramsallaştırmasını hatırlamakta yarar vardır. Soğuk Savaş döneminde askeri-siyasi endişeler ve milli egemenlik kaygılarının domine ettiği küresel düzenin yerini almakta olan yeni düzeni tanımlarken Rosecrance “ticaret devleti” kavramını kullanmış ve bu devletin ana fonksiyonunu “uluslararası pazarlardan pay almak isteyen birey ve girişimcilerin üretken enerjilerinin önünü açmak” olarak nitelendirmiştir. 

Bu bağlamda komşu ülkelerle mevcut problemlerin çözülmesi -komşularla sıfır sorun politikası”- bir ticaret devletinin kurulmasında ve ekonomik 
karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin yerleştirilmesinde en önemli etkenlerden 
birisi olarak görülmüştür.55 Türk dış politikasında son yıllarda yaşanan radikal dönüşüm ile ilgili analizlere bakıldığında, Kemal Kirişçi gibi bazı akademisyenler in Rosecrance’ın oluşturduğu kavramsal çerçeveye atıfla Türkiye’nin artık bir “ticaret devleti” olduğu fikrini savundukları görülmektedir.56 

İlk olarak, bu tür analizlerin özellikle Türk uluslararası ilişkiler literatüründe dış politika-ekonomi ilişkisine dair çalışmaların eksikliği gözönüne alındığında önemli bir boşluğu dolduran değerli eserler oldukları vurgulanmalıdır. Varılan sonuçlarla ilgili olarak ise şu saptamalar yapılabilir: 2000-2001 krizleri sonrasında dış ticaret ve yatırımların ekonomik büyüme, istihdam ve refah artışına doğrudan 
etkisi açık olarak görüldüğünden karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkilerinin oluşturulmasına yönelik geleneksel bürokratik direnişin tedricen kırılmaya başladığı bir gerçektir. Ayrıca, 1980’lerdeki ekonomik liberalizasyon sürecinin başlarında 2 milyar dolar civarında olan Türkiye’nin ihracat hacminin AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının yapıldığı 1995 yılında 21.6 milyar dolara, 2003’te 47 milyar dolara, küresel krizin patlak vermesinden önce 2008 yılında ise 132 milyar dolara ulaşmış olması ile milli gelir içinde ticaretin nisbi payının yüzde 23’ten yüzde 42’ye çıkması Türkiye’nin dış ticarete açıklığı ve küresel entegrasyonunun derinleşmesine dair fikirleri desteklemektedir.57 

Bununla birlikte, gerek AB ile tam üyelik vizyonuna yönelik entegrasyon süreci gerekse çok boyutlu uluslarararası ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesini destekleyen güçlü bir girişimci ve sivil toplum lobisinin de son yirmi yıllık dönemde iç siyasi dengelerin belirlenmesinde görece önemlerinin arttığı gözden kaçırılmamalıdır.

Nitekim Ahmet Davutoğlu’nun çizdiği yeni dış politika vizyonu da, Türk dış politikasında 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen çok boyutlu ve proaktif dış politika eğilimlerinin sistematik bir çerçeveye oturtularak derinleştirilmesi ve ekonomik karşılıklı bağımlılık prensibinin “komşularla sıfır sorun” ve “maksimum işbirliği” eksenlerinde perçinlenmesi noktasından hareket etmiştir. 2003-2009 yılları arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış 
Politika Başdanışmanı, 1 Mayıs 2009 sonrasında ise Dışişleri Bakanı olarak yeni dış politika yaklaşımının entellektüel ve pratik mimarı olan.58 Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin bölgesinde bir “merkez ülke” olarak tarih ve coğrafyası ile barışması gerektiğini; bu şekilde “stratejik derinlik” kazanarak küresel bir aktör olabileceğini ısrarla vurgulamıştır. Davutoğlu vizyonunun işaret ettiği yeni dış politika perspektifi, Türkiye’nin özellikle Soğuk Savaş döneminde yabancılaştığı 
bölgesiyle yeni bir coğrafi muhayyile üzerinden barışması, uluslararası normlar çerçevesinde bölgesel çatışmaların çözümünde aracılık etmesi ve siyasi, ekonomik ve sosyokültürel ilişkilerini yeniden yapılandırması fikri üzerine inşa edilmişti. Davutoğlu’nun ifadesi ile, “Şili’den Endonezya’ya, Afrika’dan Orta Asya’ya, AB’den İKÖ’ye kadar yeni dönemde Türkiye’nin dış ilişkileri bütüncül bir dış politika yaklaşımı bağlamında şekillenecek ve 2023’e doğru Türkiye’nin küresel bir güç olmasına katkıda bulunacaktır”.59

Davutoğlu’nun ünlü eseri “Stratejik Derinlik”te dile getirdiği önemli noktalardan biri, ithal ikameci ve korumacı ekonomik rejimlerden ihracat promosyonuna dayalı açık ekonomik sistemlere geçilen ülkelerde proaktif ekonomik diplomasinin önemi ile ilgilidir.60 Bu doğrultuda, 2002 sonrası dönemde bir taraftan Türkiye’nin Batı Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya ile olan geleneksel ticari ilişkileri derinleştirilmeye çalışılırken diğer taraftan Sahra-altı Afrika, Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’ya yönelik olarak 
yeni açılımlar gerçekleştirmesi takdir edilmelidir. Bu girişimlerin özellikle serbest ticaret anlaşmaları ve vize kaldırma düzenlemeleri ile taçlandırılmasının oluşturduğu destek etkisi küresel ekonomik krizin etkileri ile boğuşan Avrupa pazarındaki daralmaya rağmen Türkiye’nin ihracat performansının 2009 yılında 101,6 milyar dolar seviyelerinde tutulmasını sağlamıştır. 2003 ve 2009 yılları arasındaki ihracat rakamları incelendiğinde Türkiye’nin toplam ihracat 
hacminin 2003 yılında 47,2 milyar dolardan başlayarak düzenli bir artış gösterdiği ve Cumhuriyet dönemi rekorları kırarak 2004’de 63 milyar dolar, 2005’te 73 milyar dolar, 2006’da 85 milyar dolar, 2007’de 107 milyar dolar ve 2008’de ise 132 milyar dolara ulaştığı görülmüştür. 

Bu performansıyla Türkiye dünyanın 22. büyük ihracatçı ülkesi konumuna yükselmiştir. 2009 yılında küresel ekonomik kriz nedeniyle daralan talep sonucunda yüzde 23 oranında azalarak 101,6 milyar dolara gerileyen ihracat performansının kriz sonrası çıkış ile birlikte yeniden yükselişe geçeceği ve 2010 yılında 110 milyar doları aşacağı tahmin edilmektedir. Genel ihracat rakamlarında görülen bu artışta özellikle Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki pekçok ülke ile sağlanan ekonomik entegrasyon dinamizminin etkili olduğu açıktır.61

Bu analizi daha da netleştirebilmek açısından Türkiye’nin ihracatındaki AB ve Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkelerinin aldıkları görece paylara bakıldığında 2003’te 27,3 milyar dolar/7 milyar dolar civarında olan bölgesel payların 2004’te 36 milyar dolar/10 milyar dolar; 2005’te 41 milyar dolar/15 milyar dolar; 2006’da 48 milyar dolar/14 milyar dolar; 2007’de 60 milyar dolar/20 milyar dolar; 2008’de ise 63,3 milyar dolar/31 milyar dolar seviyelerine ulaştığı görülmektedir. 

Görüldüğü gibi Türkiye’nin gerek AB ülkeleri, gerekse Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri nezdindeki ihracat performansı 2003-2008 döneminde sürekli bir yükselme ivmesi içerisinde olmuştur. Ancak adı geçen dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılan toplam ihracatın yaklaşık dört kat arttığı ve bu ülkelerin oransal olarak Türkiye ihracatı içindeki paylarının da yüzde 5 düzeyinden yüzde 9 düzeyine çıktığı görülmektedir.62 Küresel krizin etkileri 
ile birlikte AB ülkelerine yapılan ihracatın 2008 yılındaki 63,3 milyar dolardan yaklaşık yüzde 25’lik bir azalma ile 2009 yılında 46,9 milyar dolara düştüğü bir ortamda Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılan ihracatın nispeten daha düşük bir azalma göstermesi Türkiye’nin küresel krizi nispeten az hasarla atlatmasını sağlayan etkenlerden biri olarak sayılabilir. Hatta, küresel kriz dinamiklerinin en derinden hissedildiği 2008 yılı sonrasında dahi kuzey ve diğer Afrika ülkelerine yapılan ihracattaki artışın devam etmiş olması, buradaki 
olumlu bölgesel entegrasyonun etkisini göstermesi bakımından not edilmelidir.

“Davutoğlu dönemi”ne rengini veren proaktif, çok boyutlu ve “ritmik” dış politika yaklaşımının Türkiye’nin gerek bölgesindeki siyasi, ekonomik ve sosyokültürel konumunun güçlendirilmesinde, gerekse Birleşmiş Milletler, NATO, İslam Konferansı Örgütü, G-20 gibi uluslararası platformlarda ülke profilinin yükseltilmesinde belirleyici bir etkide bulunmuş olduğu yadsınamaz. Ancak küresel ekonomi politikteki baskın eğilimler açısından bakıldığında, bilgi ekonomisi alanını oluşturan yazılım, mikro-elektronik, nanoteknoloji, 
biyoteknoloji ve iletişim teknolojileri gibi alanlarda Türkiye’nin uluslararası rekabet seviyesinin ciddi anlamda yükseltilmesi gerektiği de bir vakıadır. 

Ülke ihracatındaki ciddi artışlara rağmen ihracat kalemleri içerisinde Türkiye ile benzer gelişmişlik seviyesinde görülen Güney Kore, Malezya ve Brezilya gibi ülkelere kıyasla çok düşük miktarda yüksek teknoloji ürünü bulunması da bu gerçeği ortaya koymaktadır. Birinci kuşak ekonomik liberalizasyon deneyiminden bu yana ihracata dayalı büyüme stratejisini destekleyecek kapsamlı bir ulusal bilim ve teknoloji politikasının oluşturulamamış olması, 
bilim ve teknoloji eğitiminde, uzun dönemli Ar-Ge yatırımlarında ve ülkeye yapılan doğrudan yatırımların stratejik seçiminde sistematik bir yaklaşımın ortaya çıkmasını geciktirmiştir. Bu alandaki açığın makul bir zamanda kapatılması için makroekonomi yönetimi, yükseköğretim, dış ticaret ve dış politika kadrolarının eşgüdümü ile acilen tedbirler alınması şarttır.

Ayrıca bu noktada vurgulanması gereken hususlardan biri de, özellikle Asya tarzı rekabet devletlerinde görülen devlet-sanayi burjuvazisi ittifakının son dönem dış politika ve makroekonomik yönetişim modelinde kaybolmuş, ya da geri plana itilmiş olmasıdır. Açıkça ifade edilecek olursa, siyasi patronaj ilişkileri ve iç borç mekanizmaları üzerinde sermaye birikimini arttırmaya alışkın TÜSİAD çevrelerinin AK Parti yönetiminin diplomatik manevralar marifetiyle yeni pazarlara açılma stratejisi ile bir nevi doku uyuşmazlığı yaşadığı ve KOBİ çevrelerini temsil eden TOBB, TUSKON, ASKON ve MÜSİAD benzeri yapılara göre arka planda kalmayı tercih ettikleri görülmektedir. 

Bu durumu iktidarın kendi burjuvazisini yaratma gayretlerinin doğal bir sonucu olarak yorumlayan analizlere sıkça rastlansa da, TÜSİAD klubündeki hâkim eğilimin halen Atlantik eksenli çokuluslu sermayeye ve devlet elitleriyle kurulu ilişkilere yaslanarak iç piyasada büyüme mentalitesine dayandığı; AK Parti dış politikasının hedef aldığı Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika pazarlarının 
ise çok önemli büyüme imkânları yanında çok ciddi riskler taşıdıkları  bilinmektedir. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 3

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 3




      Makro ekonomi politikası ile dış politika arasındaki eşgüdüme bakıldığında ise Davutoğlu patentli dış politikanın makroekonomi yönetimindeki açılımları yakından takip ettiği, hatta zaman zaman bu açılımların önüne geçerek ekonomik karar alıcılara yön gösterdiği görülmektedir. Örneğin komşu ülkelerden başlatılarak geniş bir platforma yayılan vize kaldırma düzenlemeleri ve serbest ticaret anlaşmaları sınır ötesi ticari canlılığın ve sosyal mobil izasyonun arttırılmasına ciddi katkılarda bulunmuştur. “Sıfır sorun” yaklaşımının 
dış ticaretteki yansıması “kurallı ticaret” olmuş ve birçoğu Dünya Ticaret 
Örgütü olmayan komşu ülkeler ile imzalanan ekonomik işbirliği anlaşmaları ve “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” mekanizmaları küresel kriz ortamında Türk ekonomisine yeni ihracat pazarları açmıştır. Yine enerji nakli bağlamında Bakü-Tiflis-Ceyhan, Nabucco ve Mavi Akım gibi projeler uzun dönemli jeostratejik ve ekonomi politik imkânlar sunarken; THY, TİKA ve dışişleri bürokrasinin 
koordineli çalışmaları sonucu Latin Amerika ve Afrika gibi pazarlarla ilk defa ciddi ve kalıcı ekonomik ilişkiler oluşturulması için gerekli altyapının kurulması yönünde temeller atılmıştır. Ancak burada vurgulanması gereken konu, çok yönlü dış politika açılımları ile başarılan yeni pazar açılımlarının özellikle küçük ve orta boy ticari işletmelere yeni operasyonel alanlar yaratılması metodu ile ilerlediği, henüz Türkiye’nin küresel entegrasyonuna rengini verecek sektörel 
öncelikler ve hedeflenecek potansiyel yatırım (niche) alanları konusunda 
bir netliğin bulunmadığıdır. Bu da elbette ki, dış politika aktörlerinden ziyade ekonomik karar alıcıların ve Türk ekonomisine yön veren büyük çaplı sanayici ve işadamı gruplarının işbirliği ile netleştirilmesi gereken bir husustur.

Türkiye’nin 2002 yılından bu yana gerek sosyoekonomik alanda yaşadığı yapısal dönüşüm, gerekse dış politika formülasyonu ve uygulaması bağlamında ulaştığı dinamizm gözönüne alındığında, ulusal alanda kriz parametrelerini engelleyen bir “düzenleyici devlet”in büyük ölçüde yerleştiği, ancak küresel rekabet odaklı bir “rekabet devleti”nin henüz oluşum sürecinin ilk aşamalarında olduğu söylenebilir. 

Son yıllarda gerçekleştirdiği ciddi çıkışa rağmen Türkiye kendisiyle sıkça karşılaştırılan BRIC ülkeleri30 ve hızlı kalkınma ivmeleri ile dikkat çeken Doğu Asya ülkeleri ile mukayese edildiğinde ekonomik sektörler arasında stratejik tercihler yaparak bu tercihler üzerinden koordineli sosyal, ekonomik ve dış politika yaklaşımları formüle etme noktasında henüz yeterince güçlenmiş değildir. Bir defa devlet mekanizmasının ekonomik ve mali unsurları ile siyasi ve 
dış politik unsurları arasında yetki ve işbirliği yönünden kalın çizgilerle çizilmiş ayrımlar göze çarpmaktadır.31 Ekonomik unsurlar arasında dahi ülkenin küresel rekabet gücünü arttıracak bir para politikası, maliye politikası, istihdam politikası, eğitim-sağlık politikası, hatta iç rekabet politikası üzerinde bir uzlaşma sağlanmış değildir.32 

Kimi sektörlerde yerel rekabet kaygılarından ve aşırı yatırımdan dolayı ciddi miktarlarda atıl kapasitelerin bulunduğu, kimi stratejik sektörlerde ise büyük çaplı yatırımların yapılmadığı gözlenmektedir. 
Uzun süreli IMF programlarının kalıcı etkileri sebebi ile makroekonomik 
politikalarda öncelik enflasyonun kontrol altında tutulması ve istikrarın korunması hedeflerine verilmekte, özellikle yeni teknolojilerde dünya liderliği gibi hedeflerin realist olmaktan uzak kaldıkları görülmektedir. Ulusal planda verilen teşviklerde dahi sektörel ya da bölgesel tercihler çok zayıf bir biçimde ifade edilmekte, hangi bölgede hangi sektör ya da sektörlerin güçlenmesinin tercih 
edildiğine dair bir bilim ve sanayi-teknoloji politikası öne çıkarılamamaktadır. 
Kanımızca AK Parti iktidarının takip ettiği kabaca “post-Washington Mutabakatı” temelli ikinci nesil neoliberal politika yaklaşımının en zayıf noktası, benzer modelleri uygulayan pekçok ülkede yapısal dönüşümün yönetilmesi için uygulanan uluslararası rekabet eksenli bir sanayi-teknoloji politikasının halen hayata geçirilememiş olmasıdır. Ulusal planda kapsamlı bir politika çerçevesi 
çizilmediği için bunun dış politika girişimlerine yansıtılması da mümkün olmamakta, Türkiye’nin dış politika açılımlarının ekonomik yansımaları genelde serbest ticaret anlaşmaları ve vizelerin kaldırılması gibi karşılıklı ticaret ve yatırımları kategorik olarak arttırmaya dayalı düzenlemeler üzerinden ortaya çıkmaktadır. Oysa belli ülkeler, ülke grupları ya da bölgeler için küresel rekabet avantajının sağlanabileceği belli sektörler üzerinden koordineli bir yaklaşım or
taya konulması elde edilecek potansiyel kazanımların daha kalıcı ve büyük miktarlarda gerçekleşmesini sağlayabilecektir.

Kurumsal direnç noktaları açısından bakıldığında ise, küresel bir aktör ve “rekabet devleti” olma yolunda hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana daha ziyade ulusal güvenlik refleksleri ve klasik korumacılık/merkantilizm endişeleri ile karar almaya alışan geleneksel askeri-sivil bürokrasi ve yargı mekanizmasının gerek yabancı sermaye gerekse ekonomik entegrasyonun her 
türüne şüpheyle yaklaştıkları bir vakıadır. Nitekim özellikle büyük çaplı özelleştirme ve gayrimenkul satışı ihaleleri söz konusu olduğunda yabancı şirketler tarafından kazanılan ihalelerin yargı erki tarafından “kamu yararı” prensibi doğrultusunda iptal edilmeleri olağan bir durum halini almış, bu da AK Parti dönemindeki kimi büyük çaplı altyapı ve kentsel dönüşüm programlarını geciktirici bir etki yapmıştır. Yine yukarıda belirtildiği gibi TÜSİAD merkezli İstanbul burjuvazisinin de, özellikle Atlantik ve Avrupa ekseninde kurulan 
oturmuş iş ve ortaklık ilişkileri yerli yerindeyken daha büyük fırsatlar (ve tabii riskler) barındıran Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika gibi yeni pazarlara girme noktasında nispeten isteksiz davrandıkları, ancak bu pazarlarda büyüme potansiyelini arttıran Anadolu sermayesi karşısında etkinliklerini yitirmekten de ciddi biçimde endişe duymaya başladıkları bilinmektedir.33

“Rekabet Devleti”nin Temel Unsurları ve Türkiye Tecrübesi

Türkiye ekonomi politiğindeki güncel eğilimler ve bir “rekabet devleti”nin kuruluşunu etkileyebilecek potansiyel fırsat ve tehditler üzerinden yapılan analizin ardından ilk bölümde özetlenen kavramsal çerçeve ışığında Türkiye’nin ne ölçüde bir “rekabet devleti” olabildiği sorusuna aşağıdaki kısımda cevap aranacaktır. Daha önce de vurgulandığı gibi, “rekabet devleti” teorisyenleri, siyasi küreselleşmenin modern ulus devlet yapılarının sosyoekonomik politika 
önceliklerinde yarattığı radikal dönüşümü dört temel alandaki tektonik kaymalarla açıklamaktadırlar: 

a) Keynezyen enflasyonlu büyüme stratejilerinden sıkı para politikası ve enflasyon kontrolünü merkeze alan bir yaklaşıma geçiş; 

b) makroekonomik müdahalecilik ve yönetişimden mikroekonomik müdahale ve yönetişime geçiş; 

c) geniş çaplı korumacılıktan stratejik sektörel hedefleme ve rafine yeni-korumacılığa geçiş; 

d) toplumsal refah ve tam istihdam hedeflerinden kamu ve özel sektörde girişimcilik kültürü, yenilikçilik ve kârlılık unsurlarına geçiş.34 

Bütün bunlara ek olarak, dış politika önceliklerinin ulusal güvenlik, askeri güç ve jeostratejik kaygılar eksenli defansif yapısından ekonomik karşılıklı bağımlılık, kontrollü bölgesel-küresel entegrasyon ve dünya piyasalarındaki pazar paylarını 
arttırmaya odaklı ofansif ekonomik diplomasiye doğru kaydıkları da yazar tarafından vurgulanmıştır. Aşağıdaki satırlarda bu beş unsur Türkiye’de makroekonomik politika-dış politika etkileşimi ekseninde kısaca masaya yatırılarak temel fırsatlara ve problem alanlarına dikkat çekilecektir.

a) Enflasyonist Müdahalecilikten Sürdürülebilir Büyümeye 

Ekonomik küreselleşme süreçlerine koşut olarak baskın neoliberal kalkınma paradigmasının sanayileşmiş ülkelerden başlayarak gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümlerden ilki çeşitli enflasyonist etkileri görülen Keynezyen ve müdahaleci büyüme politikalarından düşük enflasyon ortamında dengeli büyüme paradigmasına geçiştir. 
Rekabet devleti yazarları II. Dünya Savaşı sonrasındaki Keynezyen uzlaşıyı tersine çeviren bu duruma vurgu yaparak günümüzdeki başarılı rekabet devletlerinin finansal liberalleşmeye koşut olarak mali disiplini elden bırakmayan ve sıkı para politikaları (yüksek faizler) ile gevşek mali politikaları (vergi indirimleri) bir arada yürütmeye dayalı Anglo-Sakson modeline yakınlaştıklarını iddia etmişlerdir.35 
Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel gelişim sürecine bakıldığında ise ekonomiye devlet müdahaleciliğinin tam anlamıyla siyasi bir enstrüman olarak sürekli biçimde kullanıldığı ve mali disiplini hiçe sayan “popülist harcama sarmalları”nın özellikle seçim dönemlerinde biteviye gündeme geldikleri görülmektedir.36 Farklı tandanstan siyasi hareketlerin seçmen tercihlerini etkileyebilmek amacıyla 
gereksiz kamu yatırımları, karşılığı bulunmamış ücret artışları, tarımsal sübvansiyon programları ya da KİT’lerin görev zararları yoluyla seçim ekonomisi izleme eğilimleri ülkenin uzun dönemli kalkınma performansını ve kredibilitesini olumsuz yönde etkilemiştir. İthal ikameci dönemde nispeten tolere edilebilen kamudaki disiplinsizlik eğilimleri 1989 yılındaki finansal liberalizasyon kararından sonra hızlanan sıcak para hareketlerinin etkileri ile daha tehlikeli 
bir nitelik kazanmış ve kontrol edilemeyen bütçe açıkları ve cari açığın tetiklediği ödemeler dengesi krizleri ülkedeki sosyoekonomik istikrarı IMF çıpasına mahkûm kılarak ekonomik egemenlik alanının büyük ölçüde daralmasına yol açmıştır.37 

Bu daralmanın gerek dış politikanın formülasyonu ve uygulanmasındaki 
finansal esneklik düzeyine etkisi bakımından gerekse dış ekonomik politika tercihlerini doğrudan uluslararası kontrole tabi kılmasından dolayı makro ekonomik politika-dış politika sinerjisini törpüleyen bir etkide bulunmuş olduğu açıktır. Bu arada finansal liberalizasyona paralel olarak Avrupa Birliği ile ticari entegrasyonun hızlandırılması vizyonu ile ilginç biçimde tam üyelik öncesi kabul 
edilen Gümrük Birliği düzenlemeleri beklenen entegrasyon etkilerini kısmen göstermiş, ancak aradan geçen yıllar zarfında Türk girişimcilerinin Avrupa pazarlarına nüfuz etmelerini engelleyen çeşitli tarife dışı engellerin korunması bu düzenlemelerin tekrar müzakere edilmelerini gündeme getirmiştir.

Tarihsel olarak bakıldığında finansal sektör ile ilgili güçlü ve kapsamlı bir denetim mimarisi oluşturmadan alelacele alınan finansal liberalizasyon kararının ülkedeki likidite ihtiyacının karşılanmasında sıcak para kaynaklarını öne çıkararak Türkiye’deki ekonomik yapının ve piyasa aktörlerinin küresel rekabet koşullarında dünya ekonomisine entegre olmalarını geciktirdiği ve siyasi elitlere, ciddi bütçe ve cari açıklarına rağmen popülist büyüme stratejilerini bir süre daha uygulama imkânı tanıdığı görülmektedir.38 Bu bağlamda, sıcak para 
akışlarının banka sistemi üzerinden iç borç kanalları ile devlete aktarılması 
bir taraftan devasa rant dağıtım mekanizmaları oluşturmuş, diğer taraftan da sınai ve ticari burjuvazinin spekülatif finansal aktivitelere kaymasına yol açarak “rekabet devleti” ve “rekabet ekonomisi” oluşum süreçlerini ciddi biçimde baltalamıştır. “Rekabet devleti” yazarlarının vurguladığı “enflasyonist büyümeden neoliberal monetarizme geçiş açısından bakıldığında Türkiye’nin 2001 sonrası dönemde önemli ölçüde mesafe kat ettiği açıktır. Kemal Derviş’ten AK Parti’ye uzanan çizgide IMF ile imzalanan yapısal uyum programına 
sıkı sıkıya bağlı kalınmış ve mali disiplinin korunması noktasında yüksek bir standart tutturulmuştur. Özellikle Merkez Bankası bağımsızlığının kabulü ile BDDK, SPK ve Rekabet Kurulu gibi özerk kuruluşların güçlendirilmesi sonucunda finansal sektör güçlü bir denetim ve gözetim altyapısına kavuşmuş, buna mali disiplin konusundaki hassasiyet de eklenince “post-Washington Mutabakatı”na dayalı bir rekabet devletinin oluşması için gerekli ortam yakalanmıştır. Bunun 
sonucunda ise 2002 ve 2008 yılları arasında hem düşük enflasyon hem de hızlı ve sürdürülebilir büyüme ivmesine dayalı ciddi bir çıkış fırsatı yakalanmış ve bu çıkış dinamizmi küresel ekonomik krizin patlak vermesine kadar korunmuştur. Birçok ekonomik gözlemci 2001 sonrasında oluşan olumlu tablonun konjönktürel bir sıçramadan ziyade kronik hiper-enflasyon, popülist sarmallar ve dönemsel 
finansal krizlerle tanımlanan Türkiye ekonomi politiğinde yapısal bir dönüşüme işaret ettiğini belirtmişlerdir. 

Bu büyüme ivmesinin yakalanmasında ise hiç şüphe yok ki, Ahmet Davutoğlu liderliğinde izlenen çok boyutlu ve proaktif dış politika yaklaşımı ekonomik aktörlerin manevra alanlarını sistematik biçimde genişleten bir etkide bulunarak makro ekonomik yönetişim mimarisi ile olumlu bir sinerji yaratmış ve Türkiye’nin yeni “rekabet devleti”ne gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkelerle kurulan derinlikli ilişkiler üzerinden hatırı sayılır bir katkıda bulunmuştur. 
Son dönemde daha geniş bir küresel vizyon çerçevesinde önce ASEAN 
ardından da MERCOSUR gibi bölgesel organizasyonlar ile kurulmakta 
olan ilişkiler Türkiye’nin yükselen piyasalarla uzun vadeli ve kalıcı ilişkiler kurma noktasındaki sağlam iradesini ortaya koymaktadır. 

Elbette ki bu tür girişimlerin sadece dışişleri bürokrasisi tarafından değil, bölgesel entegrasyonun sektörel ve teknolojik altyapı çalışmalarını yapabilecek ekonomi birimleri tarafından da özel sektör ile eşgüdüm halinde sürdürülmesi önemlidir.

b) Makroekonomik Yönetişimden Mikroekonomik Yönetişime

Modern rekabet devletlerinin dayandığı sosyopolitik çerçevedeki ikinci önemli değişiklik kamu otoritelerinin başat ekonomik ve sosyal hedeflerini gerçekleştirmeleri için kullanabilecekleri makroekonomik müdahale enstrümanlarının küresel ekonomik entegrasyon ve denetim mimarilerinin benzeşmesi sonucunda giderek daralması, buna koşut olarak mikroekonomik ya da “ikinci nesil” müdahale alanlarının görece önem kazanmasıdır.39 Türkiye tecrübesinde diğer pekçok ülke için geçerli olan uluslararası faktörlere ek olarak IMF ile neredeyse son otuz yıldır devam eden kredi ilişkilerinin ve AB ile 
Gümrük Birliği ve tam üyelik müzakereleri bağlamında sürdürülen yakınlığın kısıtlayıcı etkilerinden bahsetmek gereklidir. IMF unsuru 2008 sonrasında kısmen devreden çıkmış olsa da, IMF-AB çıpaları özellikle 2000-2001 krizlerinden sonraki dönemde Türkiye ekonomi politiğinin dönüşüm çizgisini doğrudan belirleyici bir etkide bulunmuşlardır. 
Bu durumun mali disiplinin korunması ve makro ekonomik yönetimde istikrarın sağlanması açısından olumlu katkıları olduğu yadsınamazsa da, özellikle IMF çıpasının sektörel ve bölgesel tercihler noktasında karar alıcıların manevra alanlarını daraltan bir etkide bulunduğu gerçeği gözardı edilmemelidir.40

Türkiye’nin 2001 sonrası sosyoekonomik performansını değerlendiren pek çok objektif gözlemcinin AK Parti hükümetlerini kurumsal reformları hayata geçirerek etkin bir “denetim devleti” kurma ve mali disiplin ile makroekonomik istikrarı koruma noktasında başarılı buldukları görülmektedir. Ancak yine aynı gözlemcilerin derinlerdeki neoliberal eğilimleri sebebiyle, etkin bir sanayi ve 
sektörel-bölgesel kalkınma politikasına mesafeli durmakla birlikte finans ve hizmet sektörleri ağırlıklı bir büyüme vizyonuna sahip olan AK Parti kadrolarını ülkede sınaî-teknolojik dönüşümü tetikleyecek “ikinci nesil” mikro reformları gerçekleştirme noktasında yetersiz buldukları da belirtilmelidir. Hızlı kalkınma performanslarıyla her zaman örnek gösterilen Doğu Asya ülkelerinde yıllardır başarıyla uygulanan sektörel ve bölgesel teşvik sistemleri Türkiye’de yeni 
yeni hayata geçirilmekte ve bu alanda yaşanan gecikmeler de ülkedeki sınaî-teknolojik altyapı ile bilgi birikiminin güncelleştirilmesini geciktirmektedir. 2001 krizinden sonra yakalanan istikrarlı büyüme ivmesinde ihracat artışları önemli rol oynamış ve imalat sanayi ihracat verileri içerisinde beyaz eşya ve otomotiv gibi orta-düzey teknoloji-içerikli ürünler öne çıkmıştır. Ancak ihracatta hacimsel 
verilerin artış gösterdiği bu dönemde, ihracat çeşitlemesinin yüksek katma değerli ürünleri hedef alacak şekilde gerçekleştirilemediği ve ihraç mallarının önemli ölçüde ithal edilen aramalları ve yedek parçalara bağlı kaldığı görülmektedir. Bunun doğal sonucu da Türkiye’de ihracatın arttığı dönemlerde otomatik olarak ithalatın da artmasıdır.41

Bu anlamda AK Parti kadrolarının uzun dönemde ağırlık vermeleri gereken en önemli konulardan birisinin, küresel piyasalarda özellikle yüksek katma değerli ürünlerde rekabet avantajı oluşturacak sistemli sanayi, istihdam, eğitim ve dış politika bileşenlerinin bir araya getirilmesi olduğu görülmektedir. “Ekonomik diplomasi” kavramının giderek önem kazandığı günümüzde, dış politika yapımcılarının da ekonomik karar alıcılarla artan bir sinerji içerisinde küresel 
pazarlardaki potansiyel yatırım alanlarının aranması, uluslararası ticaret ve yatırım platformlarında yerli girişimcilerin çıkarlarının korunması, Türkiye’nin rekabet üstünlüğüne katkı yapacak tarzda yabancı yatırımcıların doğrudan yatırım (greenfield) kararlarına ikna edilmesi ve stratejik sektörlerdeki işbirliği-ortaklık-satın alma kararlarının ulusal güvenlik ve jeo stratejik öncelikler açısından tahlil edilmesi gibi pek çok alanda aktif olmaları gerekmektedir.

Makroekonomik yönetişimden mikroekonomik yönetişime ve küresel entegrasyon hedeflerine doğru kayan “rekabet devleti” yapılanması, dış politika aktörlerini ister istemez ekonomik süreçlerin ve rekabet avantajı arayışlarının içerisine giderek daha fazla çekmektedir. Sadece klasik devletlerarası ekonomik ilişkiler ve ticaret hacminin arttırılmasında değil; yeni yatırım alanlarının ve ortaklık fırsatlarının keşfedilmesinde, yabancı yatırımcıların ülkemize kanalize 
edilmesinde ve gerek akademisyenler ile araştırmacılar gerekse piyasa 
aktörleri bazında geriye beyin göçünün hızlandırılmasında Dışişleri 
mensuplarının önümüzdeki dönemde daha aktif görevler yüklenmeleri 
kaçınılmazdır. Bu bağlamda, Türk devlet geleneğinin başat unsurları ve Soğuk Savaş alışkanlıklarının da etkisiyle genelde siyasi, jeostratejik ve askeri etkinlik doneleri üzerinden oluşturulan dış politika kurgusunun ve uygulama araçlarının da tedricen ekonomik ve teknolojik üstünlük ögelerine doğru kayması gerekecektir. Davutoğlu döneminde dış politika liderliği ve söylemi düzeyinde başlatılan bu değişikliğin, bir taraftan küresel vizyona sahip girişimcilerle 
işbirliği içerisinde sağlam bir ekonomik altyapısının oluşturulması, diğer taraftan da askeri-sivil bürokrasi ve hariciye personelinin geneli tarafından hazmedilmesi oldukça zorlu, zaman alıcı, ancak son derece hayati bir süreçtir.

c) Kapsamlı Müdahalecilikten Stratejik Hedeflemeye 

Siyasi ve ekonomik küreselleşme süreçlerinin modern rekabet devletlerinin operasyonel önceliklerinde meydana getirdiği önemli değişikliklerden biri de her sektörü kapsayan makro politikalarla kendi kendine yeterli (otarşik) bir yapı oluşturma hedefinden, hızla değişen küresel piyasalardaki taleplere esnek yanıtlar verebilecek stratejik-sektörel hedefleme önceliklerine geçiştir.42 Küresel ekonomik entegrasyon dalgalarının derinleşmesine koşut olarak doğal 
kaynaklar, coğrafi konum ve nüfus gibi verili unsurlara dayalı “mukayeseli 
avantaj” konseptinin yerini mikro-elektronik, nanoteknoloji, genetik, bioteknoloji, yeni materyaller, uzay ve sivil havacılık sanayileri gibi bilgiye dayalı ya da “beyin-gücü” sektörlerinde elde edilecek “rekabet avantajı” almaktadır.43 Bu bağlamda, ulusal sınırlarda faaliyet gösteren işletme ve girişimcilerin yüksek teknoloji ve katma değerli ürünlerin el değiştirdiği başlıca küresel piyasalarda sahip oldukları rekabet güçlerinin arttırılması modern rekabet devletleri 
için en önemli misyon haline gelmiştir. Örneğin tarihsel ve kurumsal olarak kamu otoritelerinin stratejik liderlik geleneğinin kökleştiği Doğu Asya’da sanayi, ticaret ve teknoloji politikalarının jeostratejik ve jeoekonomik bir karakter taşımaları olağan karşılanmaktadır. Asya-Pasifik havzasında 1990’lı yılların sonlarındaki makroekonomik krizin etkilerinden kaynaklanan dönüşümlere rağmen bölgede kamunun “stratejik oryantasyon” geleneğinin rafine bir biçimde sürdüğü göze çarpmaktadır.44 

Bunun dışında ABD ve İngiltere gibi neoliberal yaklaşımlara beşiklik eden ülkeler ile Fransa ve Almanya gibi sosyal, ya da koordine edilen piyasa ekonomilerinde de benzer stratejik eğilimlerin giderek güçlenmeleri ve dış ticaret ile teknoloji politikalarını belirlemede ciddi etkilerde bulunmaları küresel bir trende işaret etmektedir. 

Dünya Ticaret Örgütü rejimi tarafından yasaklanmayan ve OECD ülkelerinde aktif biçimde kullanılan stratejik destek tedbirlerinin başlıca özellikleri kolay ölçülebilir olmayan önlemleri kapsamaları ve önceki dönemlerde imalat sektörlerindeki kapsamlı korumacılık stratejilerinden farklı olarak yüksek teknoloji ve yenilikçilik kapasitelerine odaklanmalarıdır. Yeni sektörlerdeki küresel rekabeti ve kamusal aktivizm hakkındaki küresel uzlaşmayı yansıtması bakımından ekonomik liberalizmin beşiği İngiltere’nin, Japon sektörel hedefleme 
pratiğini andırır şekilde tıp ve ilaç sektörlerine yoğunlaşarak küresel rekabet gücünü arttırmaya çalışması önemlidir. Japonya’nın ünlü Ekonomi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (METI) ise bilimsel araştırmalar ile ürün geliştirme süreçleri arasında köprü oluşturup çekirdek teknolojilerin hızla ticari alana aktarılmasını hedefleyen bir ‘stratejik inovasyon’ politikası izlemektedir.45

Küresel piyasalardaki fırsat pencerelerini takip ederek özel sektör ve sivil toplum kuruşları ile eşgüdüm halinde esnek ve dinamik tepkiler verme eğiliminin Türkiye’de henüz oluşum aşamasında olduğu daha önce belirtilmişti. Geleneksel devlet eliti Fransız geleneğini andıran sıkı bir ulusal egemenlik anlayışı ve meşruiyet temeli olarak da defansif bir ulusal çıkar algısına dayandığı için küresel sermaye ile stratejik entegrasyon yollarını ulusal egemenlik (raison d’etat) mentalitesi uyarınca tıkamaya devam etmektedir. Diğer taraftan devletin 
merkezi ve yerel teşkilatı hala ekonomik alanı kontrol eden başat bir rant dağıtım mekanizması olma özelliğini sürdürmekte ve bu mekanizmayı kontrol eden güçlerin yerel siyasi mantıkları ile küresel rekabet mantığı arasında süregiden bir çatışma yaşanmaktadır. Son olarak, siyasi bağlantıları ve özel ilişkileri sayesinde siyasi elitlerden tavizler kopararak korumalı bir ortamda yüksek sermaye birikimi gerçekleştirmeye alışmış büyük çaplı Türk burjuvazisi de, AB ile kurulan Gümrük Birliği’nden sonra epey mesafe katetmiş olmakla birlikte, henüz küresel rekabetin acımasız şartlarına tam olarak uyum 
sağlayabilmiş değildir. 

İşte bu bağlamda, ulusal plandaki makroekonomik yönetişim ve sektörel kalkınma önceliklerinin etkin bir dış ekonomik politika ile sinerjisinin oluşturulması ve başlıca küresel pazarlarda kalıcı başarıların yakalanabilmesi için gerekli altyapının oluşturulması gereklidir. 

Buna ek olarak Türkiye’nin son dönemde Birleşmiş Milletler ve G-20 gibi platformlarda gösterdiği diplomatik aktivizm Dünya Ticaret Örgütü, BIS (Uluslararası Uzlaşma Bankası) gibi uluslararası ticari ve finansal standartların belirlendiği kurumsal platformlara da taşınarak yerel girişimcilerin önünü açıcı bir tavır takınılmalıdır. Bu da ekonomik rekabet ve şartları stratejik biçimde belirlenmiş bir küresel entegrasyon çizgisinin raison du Monde küresel rasyonalitesi dahilinde takibinden geçmektedir. Burada vurgulanması 
gereken önemli bir husus, sanayileşmiş ülkeler ve BRIC diye tabir edilen yükselen ekonomilerin dünya ticaret rejimindeki kısıtlamaları “tarife dışı engeller” uygulayarak aştıkları ve stratejik sektörlerini yakın koruma altına aldıkları bir dönemde Türkiye’deki hükümetlerin teknolojik ilerleme ve araştırma-geliştirme alanlarında olabildiğine “liberal” bir tavır takınmış olmalarıdır.46  
Siyasi-ideolojik duruşları itibarıyla konvansiyonel devlet elitleri ve merkez sol siyasi hareketler eski tarz merkantilizmi savunarak yeni küresel rekabetin dinamik ruhuna yabancı kalırlarken, merkez sağ hareketler ulusal ve 
uluslararası düzeydeki ekonomik aktivitelerin stratejik bir bakışla regüle 
edilmesini bir tür müdahalecilik olarak algılayıp buna mesafeli durmuşlar; para, maliye ve ticaret politikalarının sınai-teknolojik gelişim perspektifinde dizayn edilmesinden genelde kaçınmışlardır. 

Sonuçta Türkiye’nin Ar-Ge yatırımları, yüksek teknolojili imalat sektörleri 
ve ihracat çeşitlemesi alanlarındaki performansı kendi gelişmişlik 
seviyesindeki pekçok ülkenin oldukça gerisinde kalmıştır.47 

Dış politika yapımcılarının ekonomi bürokrasisi ve yatırımcı grupları 
ile birlikte gelecekte kafa yormaları gereken en önemli konulardan 
birisi de teknolojik gelişim ve sanayinin modernizasyonu konuları olacaktır.

d) Refah Arttırıcı Politikalardan Yenilikçilik ve Kârlılığa 

“Rekabet devleti” yazınında modern siyasi mekanizmalardaki dönüşümün 
dördüncü boyutu olarak zikredilen değişim günlük siyasetin ana ekseninin istihdam artışı ve eğitim-sağlık gibi sosyal hizmetlerdeki iyileştirmeler yoluyla sosyal refahın arttılması önceliğinden gerek kamu gerekse özel sektörde verimlilik, kârlılık ve girişimcilik kültürünün özendirilmesine kayması ile ilgilidir. Türkiye ekonomi politiğinin değişim serencamı bu açıdan değerlendirildiğinde göze çarpan ilk husus, Avrupa tarzı kapsamlı bir refah devletinin ve sistematik 
sosyal güvenlik sisteminin tarihsel eksikliğidir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren geniş halk kitlelerine devlet elitlerinin bağışladığı lütuflar biçiminde düzensiz olarak tanınan sosyal ve ekonomik haklar çok partili dönemde genelde konjönktürel siyasi öncelikler bağlamında dağıtılmıştır. 1960 sonrası “geç-Keynezyen” dönemde oluşan “yarı-sosyal devlet” anlayışı ise 1980 sonrasının neoliberal dönüşüm ve görece erozyonuna rağmen ana hatları ile korunmuştur. 
1990’lardaki popülist çıkışlara rağmen sosyoekonomik politika çerçevesinin 
piyasa-dostu evrimi devam etmiş, bu evrim 2000’li yıllardaki ikinci nesil neoliberal reformlar ve kurumsal düzenlemeler ile iyice yerleştirilmiştir.

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***