1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 2
1950-1964 Dönemi İlişkiler
Türk-Amerikan ilişkileri 1950'lerde gerçekten tam bir balayı havası ve mükemmel uyum içerisinde gerçekleşti. Her iki ülke, ittifaklarının kendileri ne getirdiği kazançlardan memnundular. ABD açısından Türkiye, Batı çıkarlarını Yakın ve Orta Doğu'da istekle yerine getiren oldukça faydalı bir müttefikti. Türkiye de ABD'yi güvenlik ve gelişmesini garanti altına alan bir unsur olarak görmekteydi. Türkiye'nin NATO üyeliğinin TBMM'de 404 kabul oyuna karşı sıfır ret oyu ve sadece bir çekimser oyla kabul edilmesinden anlaşıldığı gibi Türkiye'de hem iktidar hem de muhalefet güvenliğini NATO dışında koruyama yacağına inanmıştı.
1950'lerde Türk liderler ABD'yle ittifaka o derece önem vermekteydi ki, bütün BM kararlarında Amerikalılarla birlikte oy kullandıkları gibi, 1955’teki tarafsızların Bandung Konferansında Batı'nın sözcülüğünü yapmayı bir görev bildiler23 ve NATO’ya girerek ABD’yle ilişkileri ittifak temeline oturtabilmek için, mâliyet olarak Orta Doğu’da Batının planlarına öncülük etmeyi göze aldılar. Türkiye, 1956'daki Süveyş krizi sırasında Bağdat Paktı içinde müttefiki olan İngiltere'yi desteklemekten çok ABD'nin takındığı tavra destek verdiği gibi, kriz ertesinde ABD’nin ortaya attığı Orta Doğu ülkelerinin komünist saldırganlığına ve yıkıcılığına karşı savunulmasını öngören Eisenhower Doktrinine şartsız destek verdi.24
Aşırı blok politikası gütmenin bir sonucu olarak Suriye’yle arasında çıkan krizde ABD tarafından desteklenmekise Türkiye'nin elde ettiği karşılıktı. 15 Temmuz 1958'de Lübnan'a yaptıkları çıkarmada Amerikalılar İncirlik üssünü haber vermeden kullanmış olsalar bile Türk yöneticiler operasyona destek vermekten
kaçınmadılar. 1958 Irak Devriminden sonra Türk liderlerin endişeye kapılarak somut garanti elde etme adına ABD ile 5 Mart 1959'da işbirliği anlaşması imzalamaları, Amerikan yanlısı politikanın Türkiye’yi nerelere getirdiğini çok iyi gösteriyordu.25 Hükümete dış politikada şartsız destek veren muhalefetteki CHP bile bölgede Amerikan planlarını desteklemenin, Orta Doğu'nun önemli devletlerinden olan Mısır ve Suriye'yi Türkiye aleyhine çevirmesinden yakınır olmuşlardı. Yine de CHPlileri en fazla ilgilendiren husus, ABD’ye bağımlılık değil fakat ABD’nin Demokrat Partiyi destekleyerek Türk iç politikasında dengesizlik yaratmasıydı. Son olarak, NATO'ya girdikten sonra Türkiye'nin savunma planlarının ve silahlı kuvvetlerinin Amerikan uzmanları tarafından Amerikan modeline göre uyumlaştırıldığını ve Türk yöneticilerinin ABD’yle ikili uygulama anlaşmalarının imzalanmasında egemenliği tehlikeye düşürecek derecede her türlü kolaylığı gösterdiğini26 belirtmede fayda var. Sonuçta 1950'lerde Türk-Amerikan ilişkilerine gölge düşüren tek olay, Türkiye'nin ödemeler dengesinin iyileştirilmesine yönelik olarak Amerikan hükümetinin Türkiye'ye istikrar fonu sağlamada çok isteksiz davranmasıydı.
Amerikan karşıtı gibi gözüken 27 Mayıs 1960 darbesiyle Demokratların iktidardan uzaklaştırılmasının en fazla CHP’lileri sevindirdiği açıktı. Diğer taraftan Demokrat Partililer de darbeyi hükümetlerinin son zamanlarda Amerikalılar tarafından sevilmemesinin bir sonucu olarak görmekteydiler. Askerî idarenin kamu oyuna yaptığı ilk açıklamada Türkiye'nin ittifaklarına sadık kalacağını ilan etmesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde köklü bir değişikliğin gerçekleşmeyeceğini göstermesi açısından büyük önem taşımaktaydı. ABD’nin de yeni rejimi
tanıması ve ekonomik ve askerî yardım vaadinde bulunmasıyla ilişkiler normal seyrini devam ettirecek, hatta askerî rejimin ekonomiyi geliştirme ve subayların durumunu iyileştirme planları nedeniyle Türkiye ABD'ye daha fazla bağımlı hâle gelecekti. Ayrıca askerî rejim, ABD'yle yeni ikili anlaşmalar imzalamada, anlaşmaların geçerlilik kazanmasını kolaylaştırmada ve Jüpiter füzelerinin Türk topraklarına yerleştirilmesinde oldukça istekli davranacaktı. Askerler, yalnızca Amerikan personeline uygulanan kurallarda bazı değişiklikler yapılması
talebinde bulunacaklar, Amerikalılardan olumsuz yanıt gelince de konunun üzerinde ısrarlı olmayacaklardı. Ekim 1962'de Küba krizi patlak verdiğinde Türkiye’de Amerikalılara karşı hâlâ yakın ve sıcak duygular beslenmekteydi. Türk yöneticiler nükleer bir savaşı göze alma pahasına Sovyet füzelerinin Karaipler'den atılması konusundaki kararlı Amerikan tutumunu sonuna kadar desteklediler. Krizi aşmak için Türkiye'deki Jüpiterler ile Küba'daki Sovyet füzeleri arasında takas gerçekleştirilmesi söz konusu olduğunda da gerçeklere aykırı olarak, ABD'nin bir NATO üyesinin çıkarlarını Sovyet blokuyla görüşmelerde pazarlık konusu yapmayacağına kesin olarak inandılar.
1964-1980 Dönemi İlişkiler
1960 Anayasasının marjinal ve radikal gruplara seslerini duyurma ve kamuoyunu etkileme fırsatı vermesi, ilginç bir şekilde Türk dış politikasıyla
birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin de ilk defa ciddî şekilde eleştirilmesi sonucunu doğurdu. Başlangıç olarak Jüpiter füzelerinin Türkiye'den çekilmesi, Türkiye'nin Batı gözündeki stratejik önemini azaltacağı ve Türk savunmasında bir güvenlik boşluğu doğuracağı gerekçesiyle eleştirildi. 1963 yılındaki Meclis görüşmeleri sırasında Amerikan askerî yardımının yetersizliği de eleştiri konusu yapıldı.
Türkiye'de yaygın bir şekilde Amerikan karşıtlığının ortaya çıkmasına neden olan en önemli gelişme ise Aralık 1963'te Kıbrıs’ta başlayan çatışmalara ABD'nin yeterli tepki göstermemesi ve Türk hükümetinin adaya müdahale girişimlerini engellemesiydi. Başkan Johnson'ın Haziran 1964'te Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektupta, Sovyetler Birliği'nin Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye'ye saldırması durumunda NATO'nun yardıma gelmeyebileceği tehdidinde bulunduğu ve Türkiye’nin Kıbrıs'ta ABD'den aldıkları silahları kullanamayacağını belirttiği
bir ortamda, Türk kamuoyunda şiddet içeren protesto gösterileriyle birlikte yaygın bir Amerikan aleyhtarlığı ortaya çıkarken, Başbakan İnönü bile Türkiye'nin Batı blokundan ayrılabileceğini ima etmek durumunda kaldı. Ancak ABD ve Türkiye arasında resmî düzeydeki gerginliğin kopacak noktaya getirilmesine izin verilmedi. Amerikan liderleri Türk halkı arasında ABD'nin hoş olmayan imajını değiştirebilmek için Türkiye'ye karşı güvenlik sorumluluklarını yineleyip, ekonomik ve askerî yardıma devam taahhüdünde bulunurlarken, Türk yöneticiler de kesinlikle geleneksel dış politikalarından sapma ve Batı blokunu terketme niyetinde olmadıklarını ilân ettiler.
1965 yılının sonunda Adalet Partisi iktidara geldikten sonra solcu gruplar ABD'ye ve Türkiye'nin bu devletle ve NATO'yla olan ittifakına karşı yoğun bir eleştiri kampanyası başlattığında gazete yazarları ve akademisyenler de Türk-Amerikan ilişkilerinin bütün yönlerini ve özellikle askerî temasları mercek altına adılar. Kamuoyu baskısı altında kalan ve ABD'nin tavırlarından hoşnut olmayan Türk hükümeti de yeni şartlarda Amerikan etkisi altında olmadığını göstermek için şu faaliyetlerde bulundu: Çok Taraflı Kuvvet'ten (MLF'den) çekilme, Türk
topraklarından gerçekleştirilen U-2 uçuşlarını yasaklama, Amerikan personeline uygulanan görev belgesi uygulamasında değişiklik yapma, İncirlik üssünün NATO dışı amaçlar için kullanılmasına izin vermeme, ABD'yle imzalanan bütün ikili anlaşmaları yeniden değerlendirme ve bu anlaşmaları düzene koyan yeni bir genel anlaşma imzalama. Türk liderler aynı zamanda yoğun resmî ziyaretlerde bulunarak ve ekonomik anlaşmalar imzalayarak Doğu bloku devletleriyle ilişkileri geliştirmeye ve Birleşmiş Milletler'de dâvalarına destek vererek Üçüncü Dünya'nın ve Arap devletlerinin desteğini kazanmaya çalıştılar. Amerikalıların Türklerin yeni davranışlarından memnun olmaması doğaldı, ancak NATO'ya karşı taahhütlerine sadık kaldıkları ve toprakları üzerindeki üslerin kullanılmasına müsaade ettikleri müddetçe tepki göstererek iyice Türklerin düşmanlığını çekmelerine de gerek yoktu. Kasım 1967’deki Kıbrıs krizi sırasında ABD'nin genel olarak Türkiye'nin durumunu destekleyen bir tutum takınmasıyla da iki ülke arasındaki resmî ilişkilerin 1969 yılına kadar çok fazla pürüz yaşanmadan sürdürülmesi sağlanmış olacaktı.
1969 yılından itibaren Amerikalıların gençlerini zehirleyen eroinin büyük oranda Türk afyonundan kaynaklandığını iddia ederek Türk yöneticiler üzerinde haşhaş ekimini yasaklamaları için ağır baskılar uygulamaları ilişkilerin dibe vuracağı bir dönemin başlatıcısıydı. Türk hükümeti haşhaş üretimi konusunda bazı kısıtlamalar gerçekleştirdi, ancak parlamentodaki çoğunluğunu kaybedeceğinden korktuğu için haşhaş ekimini tamamen yasaklama yoluna gidemedi. Bu arada Meclis'te temsil edilme imkanını kaybeden solcu grupların Amerikan görevlilerine karşı terörist faaliyetlere girişmeleri ve Türk hükümetinin Orta Doğu krizleri sırasında İncirlik üssünün herhangi bir şekilde kullanılmasına izin vermemesi Amerikalıları rahatsız eden diğer konulardı. Amerikan Kongresi üyelerinin Türkiye’nin artık ABD için öneminin kalmadığını düşünüp Türkiye’yi ekonomik olarak cezalandıracak yasa tasarıları hazırladıkları bir sırada Türkiye’de 12 Mart 1971'deki askerî muhtırayla bir ara rejim dönemine geçilmesi iki devlet arası ilişkilerin bozulmasını bir süre dondurdu. Sıkıyönetim uygulamasıyla radikal
gruplara darbe vurularak Amerikan karşıtı eleştirilere ve terörist faaliyetlere son verilmesi ve haşhaş ekiminin yasaklanması Amerikalıları memnun edecek gelişmelerdi. Fakat 1973 yılında normal demokrasiye dönüldükten sonra Ecevit hükümeti Amerikalıların protestolarına rağmen haşhaş ekimine yeniden izin verecek, buna karşı Amerikan Kongresi’nin Türkiye'ye askerî ve ekonomik yardımı kesmeye çalıştığı bir sırada ortaya çıkan Kıbrıs krizi sırasında Türkiye'nin adaya müdahalesi ve ardından Kongre’nin ambargo kararı almasıyla iki devlet
arası ilişkiler tarihteki en düşük düzeyine inecekti. Aslında Amerikan yönetimi de Türkiye’nin karşılık olarak üsleri kapatmasıyla ambargodan zarar görüyor ve bu yüzden ambargoya muhalefetini dile getiriyordu ama bir taraftan da Kongre’nin arkasına saklanarak o anki uluslararası konjonktür gereği pek ihtiyaç duyulmaz görünen Türkiye’nin, davranışlarının karşılığı olarak bir müddet sıkıntı çekmesini istiyor, ayrıca ambargonun etkisinde Türklerin Kıbrıs’ta geri adım atmasını bekliyordu. Türklere durumun ciddiyeti bildirildikten ve İran’daki olaylarla
ABD Orta Doğu’da çok önemli bir müttefikini kaybedip SSCB karşısında zor duruma düşeceği anlaşıldıktan sonra Eylül 1978’de ambargonun kaldırılması, sakıncalı olmadığı gibi Amerikan çıkarları açısından da artık bir gereklilikti.
1980’lerde Türk-Amerikan İlişkileri
1980’lerdeki Türk-Amerikan ilişkilerinin temelini de başlangıçta belirtilen ittifak kurma nedenleri oluşturmaktaydı. İlişkilerin çerçevesini belirleyen ise 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) idi.27 Anlaşmanın Ecevit ve Demirel başkanlığındaki solcu ve sağcı iktidarlar tarafından görüşülüp imzalandıktan sonra Kenan Evren liderliğindeki askerî yönetim tarafından uygulanması, Türkiye’deki etkili çevrelerin ABD’yle ilişkilerde aynı tavra sahip olduklarını göstermesi açısından önemliydi.28 Askerî yöneticilerin
karşılığında tâviz almadan Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü için vetoyu kaldırma ları da ABD’yle ilişkileri sıkılaştırma niyetlerinin ifadesiydi. Amerikalılar da diğer Batılı devletlerden farklı olarak Türkiye’deki askerî rejime destek vererek kendi paylarına düşeni yapacaklardı.29
1983 sonunda başlayan Özal döneminde Türk liderlerin ABD’yle ilişkilerden memnun olmamaları için birçok neden vardı, ancak onlar zaman zaman şikâyetlerini dile getirseler de genelde iki devletin samimi ve yakın iki ortak olduğu görünümü vermeye özen gösterdiler. SEİA’nın işletilişi başta gelen sorunlardandı. Amerikalıların Yunanistan ve Türkiye’ye yardım sağlarken sabit bir orana uymalarının, yardımı Kıbrıs ve Ermeni katliamı gibi unsurlara bağlamalarının ve SEİA’nın Türk ekonomisini geliştirmeye yönelik ekonomik yönlerini uygulamaya koymamalarının Türk liderleri ve halkını rahatsız etmesi normaldi. İlginç olan ise Türk yöneticilerin, sürekli SEİA’nın değiştirilmesi
yönünde görüş bildirmelerine rağmen anlaşmanın, sona eriş tarihi olan 17 Eylül 1985’ten sonra seneler boyunca yıllık olarak uzatılmasını kabullenmeleriydi.30 1986’da imzalanıp 1987’de taraflar arasında teati edilen, Amerikan yardımındaki kesintiden dolayı Türkler tarafından ancak 1988’de onaylanan tamamlayıcı mektuplar da ABD’nin üslerdeki haklarını genişletmekten başka SEİA’ya ciddî bir değişiklik getirmiyordu.
31 Aralık 1990’da Körfez Krizinin gündemi işgal etmesinden dolayı Türkiye’nin değiştirme talebini dile getirememesiyle de SEİA beş yıllık bir dönem için sessizce otomatik olarak uzatıldı.
Askeri yardım konusunda, Amerikan yönetimi, Kongre’nin Doğu Akdeniz’de dengenin sağlanması adına 7:10 oranına uyulması gerektiği görüşüne katılmadığını söylese de Türkiye’yle ilgili projelerin gerçekleştirilmesi için samimi çaba harcamak yerine Kongre’yi suçlamak gibi kolay bir yol seçti; buna karşılık Türk yöneticiler de toprakları üzerindeki Amerikan faaliyetlerini sıkı denetim altına alarak ve üslerin değişik amaçlarla kullanımına yeşil ışık yakmayarak tepkisini ortaya koydu.
Soğuk Savaşta başarılı olmak isteyen Reagan yönetimi için kritik bir bölgede bulunan Türkiye’nin ordusunun güçlü tutulması, bu amaçla modernizasyonunun sağlanması oldukça önemliydi.32 Ancak Türklerin gözünde ABD’nin rahatsız edici koşullara bağlayarak verdiği yardım, bu amacı gerçekleştirmenin ve Türkiye’nin olanakları ile NATO sorumlulukları arasındaki dengesizliği kaldırmanın çok uzağında kalıyordu.
Amerikalılar ise Türk liderlerin yardım isteklerinin aşırıya kaçmasından ve üslerin kullanımında sınırlayıcı olmalarından şikâyetçiydi. Kongre’de değişik konularla bağlantılı olarak ele alınan, Yunanlıların, Ermenilerin ve Türklerin lobi faaliyetleriyle karmaşıklaşan yardım konusunun bütün tarafları rahatsız eder hâle geldiği açıktı. Yıllık ortalama 500 milyon dolar gibi eskisine göre oldukça aşağı düzeylere inen yardımın, özellikle Türkiye açısından önemini kaybetmesi, hatta olumsuz bir faktör haline gelmesi süreci başlamış görünüyordu.33
1980’ler boyunca Amerikan liderleri Türkiye’ye büyük stratejik önem atfetmeye devam ettiler. NATO çerçevesinde Türkiye, İspanya ve Portekiz ile birlikte güney kanadı ülkesi olarak ele alınsa da Amerikalılar açısından asıl Orta Doğu bölgesinde etki kurmada bir atlama taşı ya da etki kurmayı önlemede bir engel oluşturması açısından önem taşımaktaydı. SSCB’nin etkisini Orta Doğu’ya yaymasının en büyük engelleyicisi ve Sovyet deniz gücünü Karadeniz’de hapis tutarak Doğu Akdeniz dengesinin Batı lehine olmasının sağlayıcısı Türkiye’ydi.
İran Devrimi, Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ve Orta Doğu ülkelerindeki belirsizlikler de Türkiye’yi ABD için iyice vazgeçilmez bir devlet hâline getirmişti. Kaypak bir bölgede ABD için tek güvenilir devlet olarak Türkiye’nin kaldığı bir dönemde34 Türk-Amerikan ilişkilerinin sıkılaşması normaldi. Türkiye’deki NATO üslerinin güçlendirilmesi, Lübnan’daki Çok Uluslu Güç konusunda işbirliği,
Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerle ortak askerî projeler gerçekleştirilmesi, F-16’ların Türkiye’de ortak üretilmesi bu yöndeki adımlardan sadece birkaçıydı.35 Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı Türk havaalanlarının geliştirilmesi ise ABD’nin Orta Doğu’daki gelişmelere anında müdahale edebilmesi için Çevik Güç kullanmasını gündeme getiren önemli bir gelişmeydi. 1980’lerde Türk yöneticiler, Orta Doğu’daki çetrefilli sorunlara bulaşmamak ve bölge devletlerini kızdırmamak için Amerikalılara karşı NATO sorumlulukları dışında Türk
topraklarının bölgeyle ilgili olaylarda kullanılmasında açık bir taahhüte girmeyeceklerdi,36 ama ilerideki ABD’nin Orta Doğu müdahalelerinin
temeli de bu şekilde atılmış olacaktı. Diğer taraftan Amerikan iç politikasında güvenlik ilişkilerinin yabancı unsurlarla alâkalandırılması, belirsizlikle karşılaşmak istemeyen Türk liderleri, ABD’yle ilişkileri mümkün olduğunca NATO çerçevesine taşımaya iten bir faktördü.37 ABD’nin 1980’ler boyunca Irak’ı desteklemek gibi Türkiye’yi rahatsız edebilecek politikaları da göz önüne alındığında Türk yöneticiler ABD’yle ilişkilerin bozulması durumunda başvurabilecekleri alternatif güvenlik ve askerî malzeme kaynakları üzerinde de kafa yormak durumundaydı lar. Zaten Türkiye’nin Batı ittifakı için ağır yüklere katlanmasına rağmen Batı’nın lideri ABD’den karşılığını alamadığı, ortak güvenlikle ilgili kararlarda pek söz sahibi yapılmadığı ve kendi çıkarları için ordusunu düzenlemesine izin verilmediği yönünde Türk kamuoyunda genel bir kanaat vardı.
1980’lerde Türk-Amerikan ilişkilerine olumlu yönde etki eden bir gelişme Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirme sürecine girmesiydi.
İki devlet ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarları için büyük önem taşıdığı ve Yahudi lobisinin etkin olduğu Kongre’de İsrail’le ilişkilere önem verdiği için Türkiye’nin bu devletle ilişkilerini düzeltmesi ABD gözündeki değerini daha da artıracaktı. Türkiye, Avrupa’da yalnızlaştığı ve Kıbrıs sorununda destek aradığı 1980-1982 döneminde Arapları memnun etmek için İsrail’le ilişkileri düşük düzeyde tutarken, daha sonra Suriye ortak tehdidinin de etkisiyle özellikle terörizmle mücadelede İsrail’e yakınlaşmaya başladı. Kongre’de İsrail lobisinin Türk tezlerini desteklemesi beklentisi ise ilişkilerin gelişmesi sürecini hızlandırdı. Körfez Krizi başlamadan önce Türkiye ve İsrail özellikle ticaret ve istihbarat
paylaşımı alanında oldukça yol katetmişti.38
Özal’ın ekonomiyi serbestleştirme, yolunda Amerikan modeli çerçevesinde gerçekleştirdiği reformlar, Türk ekonomisini Amerikan şirketlerine açtığı için ABD tarafından da olumlu karşılanacak bir gelişmeydi. Bu arada ekonominin gelişmesiyle birlikte Özal’ın ABD’yle ilişkilerde daha fazla yardım yerine daha fazla ticaret ilkesini ön plana çıkartması ve bu doğrultuda Amerikan pazarlarının Türk mallarına açılmasını istemesi Amerikalıları pek hoşnut etmeyecekti. Özellikle Türk tekstil mallarına uygulanan kota bundan sonra Türk-Amerikan
ilişkilerinin değişmez konularından biri olacaktı. Türk-Amerikan ticaret ilişkilerinde Türkiye aleyhine işleyen büyük dengesizlik de, Türk liderleri
rahatsız etmeye hep devam etti. Amerikan Hükümetinin Türkiye’nin AB üyeliği için verdiği destek ise Türk yöneticileri teselli etmeye yönelik pek mâliyeti olmayan bir karşılıktı.39
Türkiye’nin rejiminin niteliği, askerî darbelere açık olması, insan haklarıyla ilgili suçlamalar ve siyasal İslam’ın sahip olacağı etki de 1980’lerde Amerikan yöneticilerinin ve özellikle Kongre üyelerinin kafalarını meşgul eden konulardan dı. Askerî idareden sonraki Özal döneminde demokrasi konusunda da bir silkinme yaşanmakta ise de Amerikalılar yine de Türk demokrasisinin her an bir kriz yaşamasından, siyaset ile ordu arasında kurulan dengenin bozulmasından endişe etmekte idiler. Sistemin halkın isteklerini tatmin etmede başarısız
olması durumunda İslamcı kesimin etkisini artırması da Amerikalıların dikkatle takip ettikleri bir konuydu. Türkiye’nin kendi sistemini dinin etkisinden kurtararak Müslüman ülkeler için demokratik bir sistem modeli sunması yanında İslam Konferansı’ndaki rolüyle İran’ın bölgedeki etkisini dengelemesi ABD için büyük önem taşımaktaydı.40 Türkiye’nin güvenliğini korumak için güneydoğusundaki Kürt ayrılıkçı grupla yaptığı mücadelede Batı’dan ve Amerikan Kongresinden insan hakları suçlamalarıyla karşılaşması ise model olması açısından pürüz oluşturan bir noktaydı. Demokrasi tecrübesi farklı olan Amerikalı milletvekilleri, zaman zaman Türkiye’nin bölge ülkelerinden o kadar farklı olmadığını söyleyebilmekte, ağır suçlamalar yöneltebilmekte, bu da Türk yetkililerini fazlasıyla rahatsız etmekteydi. Türkiye’nin 1980’lerin başında olduğu gibi çıkarlarını korumak için zaman zaman Müslüman devletlere yönelmesi ya da Batı’nın tavrından hayal kırıklığına uğrama neticesinde dış politikasının genel yönünü değiştirme olasılığı da uzak görünse de Amerikalıların hesaba katmaları gereken bir faktördü.41
Türkiye ile Yunanistan’ın aralarında yaşadıkları sorunları ABD’yle ilişkilerine taşımaları, çatışma olasılığıyla hem ABD’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını tehdit etmeleri, hem de NATO ittifakının tesanüdüne zarar vermeleri, iki devletin de müttefiki olan ABD’nin sürekli başını ağrıtan bir konuydu. Amerikan çıkarları ve güvenliği açısından stratejik bir konumda bulunan Kıbrıs adasının iki devlet
arasında sürekli sorun olma özelliğini koruması ise Amerikalıları oldukça rahatsız etmekteydi. Amerikan Kongresi güçlü Rum lobisinin de etkisiyle konunun peşini hiç bırakmıyor, yönetim de hem sorunun Türk-Yunan savaşına yol açmasından korkuyor, hem de adanın Batı çıkarları için tam olarak kullanılamamasından hoşnut olmuyordu. Türkiye açısından ise en önemli dâvalarından birinde baskı altında bırakılmak pek kabullenilebilecek birşey değildi.42 Türk yöneticilerin en fazla anlayamadıkları da diplomatlarının Ermeni terör örgütleri tarafından öldürüldüğü sırada Amerikan Kongresi’nin Ermeni katliamını anma tasarıları görüşerek hem Türkiye’yi dünyanın gözünde küçük düşürme içine girmesi, hem de teröristleri Türk devletine karşı mücadelelerinde teşvik etmesiydi.
Bu şekilde Türk halkının Amerikalıların kendilerine nasıl baktıkları konusunda hoş olmayan bir imaj edinmeleri sağlanırken, ikincil önemde bir konunun iki müttefik devletin arasını bu derece açmasının anlaşılamaz ve kabul edilemez olduğu ise iki tarafta da ilişkilerin savunucuları tarafından dile getiriliyordu.43
3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder