Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu BÖLÜM 1
Nur BİLGE-CRISS*
* Yrd. Doç. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İktisadi, İdari ve Soyal Bilimler Fakültesi, Bilkent Üniversitesi.
Ankara. E-posta: criss@bilkent.edu.tr
Yrd. Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Bu makaleye atıf için: Bilge-Criss, Nur, “Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı
34 (Yaz 2012), s. 1-28.
Bu makalenin tüm hakları Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmadan hiç bir iletişim, kopyalama ya da yayın sistemi kullanılarak yeniden yayımlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. Akademik ve haber amaçlı kısa alıntılar bu kuralın dışındadır.
Aksi belirtilmediği sürece Uluslararası İlişkiler’de yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK Derneğini, editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.
Uluslararası İlişkiler Konseyi Derneği Uluslararası İlişkiler Dergisi
Web: www.uidergisi.com | E- Posta: bilgi@uidergisi.com
ÖZET
İttifakların tarihsel boyutunu ders çıkarma/öğrenme kavramı ile ele alan kuramdan hareketle, bu çalışmada Türkiye’nin Batı’da oluşturulmuş siyasal ve güvenlik sistemlerine kurumsal ve hukuki olarak katılım sorunsalının tarihçesi incelenecektir. Bu boyutun açılımı bizi 19. yüzyıldan itibaren uluslararası sisteme uyum sağlama siyasetine geri götürmektedir. Dolayısıyla, konuya sistem açısından bakınca “niçin NATO?” sorusunu tarihsel boyutta konumlandırmak daha geniş bir bakış açısı sağlayabilir. Çalışmanın amacı, Türkiye’nin NATO üyeliğini klasik “Sovyet tehdidi”, “Batılılaşma” ve “ideolojik savaş” kategorilerinin ötesine taşımaktır. Dünya konjonktürüne uyum sağlamak ve uluslararası sistemde kendine yer edinerek yalnız kalmamak Türkiye’de devlet geleneği olagelmiştir. Sonuçta bu siyaset ancak 20. yüzyılın ortasında NATO ittifakıyla somutlaşacaktır.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Uyumu, 19. Yüzyıl Osmanlı Dış Politikası, NATO ve Türkiye, Nur BİLGE, Dünya Savaşları, Rusya, Kominizm,
ULUSLAR ARASI İLİŞKİLER
İkinci Dünya Savaşı’nda karmaşık güç kümelenmeleri oluşmuşken, savaş sonrasında dünya siyasetinin iki kutuplu bir görünüme bürünmesi tarihsel açıdan bir istisna idi.
ABD Başkanı Harry Truman’ın ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in Sovyetlere karşı giderek sertleşen retoriğinin aynadaki diğer yüzü, Washington’da mukim Sovyet Büyükelçisi’nin kutuplaşmaya işaret eden bir raporuydu. Büyükelçi Nikolay Novikov 1946’da Moskova’yı Amerika’nın dünya egemenliği amacıyla siyasi, ekonomik ve askeri hegemonya kurma yolunda olduğu hususunda uyarıyordu.1 Taraflar birbirlerini “dünya hegemonyası” gibi olağandışı üslupla suçlamaktayken, Türkiye bu kutuplaşmada kendi iradesi ile tarafını seçmekte hiç zorlanmayacaktı.
Bu tercihin nedenlerini Gerçekçi ve Yeni Gerçekçi ittifak kuramları güç ve tehdit kavramlarıyla açıklarken, konuyu sosyolojik açıdan güvenlik kültürü, kimlik ve aidiyet üzerinden ele alan yaklaşımlar da vardır.2 Katıksız kuramsal çalışmalar olaylara anlam kazandıran şartları dikkate almadıkları için tarih dışı bir görünüm arz edebilmektedir.
Sosyolojik bakış açısı konunun tarihsel boyutunu göz ardı etmemekle beraber, ittifakı “Batılılaşma” çizgisi üzerinden okumaktadır. Eleştirel kuramın yöntemlerini kullanan bilim insanları ise Batılılaşmayı açıklamada güvenliğin maddiyat dışı boyutlarına yoğunlaşmaktadır.3
Devletlerin ittifak üyesi olmak ya da dışında kalmak kararlarını tarihsel
tecrübelerden ders alma/öğrenme kavramı4 ile açıklayan kuramı temel alan bu çalışmada, Batıda oluşturulmuş siyasi ve güvenlik sistemlerine kurumsal ve hukuksal açıdan katılım sorunsalının tarihsel boyutu incelenecektir. Bu boyutun açılımı bizi 19. yüzyıldan itibaren uluslararası sisteme uyum sağlama gayretlerine geri götürüyor. Uluslararası sistemin belli değerleri ve kuralları olduğundan, bu sistemin dışında kalmak veya tutulmak 19. yüzyıl boyunca olduğu gibi Osmanlı Devleti’ni büyük güçlerin siyasi oyun sahasına indirgemişti.
Kendi aralarında uyguladıkları kuralların tümünü Osmanlı Devleti’ne uygulama
konusunda büyük güçleri hukuken bağlayan bir antlaşma maddesi, ileride görüleceği üzere, 1856 Paris Antlaşması’nda bile yoktu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Alman-Avusturya- Macaristan ittifakı ise Anadolu ve Ortadoğu üzerindeki Alman emperyalist amaçları göz önüne alındığında, Berlin’in art niyetli siyaseti ittifakın ruhuna aykırı düştüğü için ciddiye alınmayabilir.5
Dan Reiter Gerçekçiliğe alternatif olarak kavramsal çerçevede öğrenme/tarihten
ders almayı öne çıkarıyor. Gerçekçilik ittifakların dış tehditlere karşı oluştuğunu
savunurken, öğrenme / ders alma kavramı ittifakları belirleyen hususların başında tarihsel deneyimlerin şekillendirdiği dünya görüşleri olduğunu savunuyor. Dahası, Reiter matematiksel modelleme yöntemini kullanarak ittifak seçiminde dış tehdidin baskı aracı olarak sıra dışı konumda kaldığını iddia etmekte. Dolayısıyla, bu yaklaşım ülkelerin varoluşsal/yaşamsal konumlarını etkileyen dış politika deneyimleri ışığında, siyasi çizgide devamlılığın sonuçta güvenliği garantiye aldığını, sistem dışı davranışların ise, ne kadar idealist olursa olsun, başarısızlıkla sonuçlandığını gösteriyor.6 Ayrıca, siyasi belirsizliklerle
karşılaşan karar vericiler genellikle uzak veya yakın geçmişteki deneyimlerden ders çıkararak ittifaka katılmak veya ittifakın dışında kalmak seçeneklerini kullanmaktadır.
Tarihsel perspektife kavramsal çerçeve çizmesi açısından, bu yaklaşım tezimizi
güçlendirmektedir. NATO ittifakı ise, Türkiye’yi sadece askeri açıdan güçlendirmekle kalmadı. Bir buçuk yüzyıl süren sisteme aidiyet arayışını sonlandırdı. Uluslararası sisteme dâhil olma çabaları devlet geleneği olarak devam ettiği için, çalışmanın ilk bölümü 19. yüzyılda başlıyor. NATO ittifakına dâhil olma süreci ise İkinci Dünya Savaşı’nda hem Türkiye hem de Sovyetler açısından tecrübe edilmiş husumetlerden dersler çıkarılmış olunmasına bağlanarak kurgumuzu yakın tarihe taşımaktadır. Dolayısıyla, sistem açısından
bakınca “niçin NATO?” sorusunu tarihsel boyutta konumlandırmak konuyu daha büyük bir resimden görmemizi sağlayabilir.
Çalışmanın genel amacı, Ankara’nın NATO üyeliği için neden o kadar ısrarcı
olduğunu,7 klasik “Sovyet tehdidi” ve “Batılılaşma,” kategorilerinin ötesine taşımaktır. Bu kategoriler yeniden üretilmeye yatkın olduğu için sonuçta gerekirci (determinist) kalıplar haline gelebiliyor. Çalışmada, Sovyet tehdidine ideolojik ve psikolojik savaşın kalıpları dışından bakılması amaçlanmaktadır. Bu, Sovyetler Birliği ve Türkiye arasında Soğuk Savaş’ın daha İkinci Dünya Savaşı esnasında oluştuğuna işaret etmekte ve savaş sonrası dönem için aydınlatıcı olacağı iddia edilmektedir. Gerekirciliğin bir işlevi de 1952’den bu yana ülkedeki üsler ve yabancı asker varlığını meşrulaştırmak idiyse, maksadı aşarak
yalnız sağ-sol düşünce akımlarını kutuplaştırmakla sonuçlanmadı. Kavramsal düzeyde Doğu-Batı ikilemini de kendi içinde barındırdı. Muktedirler coğrafyanın istikamet gösteren yönlerine siyasi anlamlar yükleyince, fiziksel coğrafyaların sınırlarında yer alan ülkelerde kimlik sorunsalı hep yaşanmıştır. Türkiye buna bir istisna teşkil etmedi, hâlen de etmiyor.
Öte yandan, zamanın söylemiyle iktidarın iktisadi kalkınmayı dış yardımla
sürdürebileceği ve karşılığında ancak bir askeri ittifakın bunu güvenceye alabileceği, Soğuk Savaş retoriğinin ve stratejik araştırmaların gölgesinde neredeyse unutuldu. Oysa Devlet Bakanlığı yayını olan “Türkiye’de Marşal Planı, 1/1/1950–31/3/1950” raporuna veya Dışişleri Bakanlığı Milletlerarası İktisadi İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği’nce yayımlanan “Türkiye’de Marşal Planı, 1/4/1952–30/6/1952”8 raporuna bakıldığında, Türkiye’nin altyapı gereksinimlerinin vahim durumu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle,
“kalkınma hamleleri” Demokrat Parti iktidarının şiarı haline gelecekti. Sonuçta, ABD ve Batı Avrupa’nın bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarına üye olmak Türk dış politikasının vazgeçilmez hedeflerinden biri olagelmiştir. Bunun yanında, Sovyetler Birliği gibi güçlü bir hasımla teke tek muhatap olmaktan kaçınmak, 19. yüzyılda yaşanan tecrübelerin birikimiyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında tekrar uygulanan yöntemlerden biri olacaktı.
Sovyetlerin Türkiye’ye karşı tutumları 1945’de birdenbire değişmiş değildi. Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında Bolşeviklerle yaşanan hasmane ilişkilere bakıldığında ilişkilerin iki ülkenin birbirlerine en muhtaç olduğu zamanda bile ne denli zorluklarla yürütüldüğü görülmektedir.9 O nedenle, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan tecrübeler de bunlara eklendiğinde gerçek bir tutum değişikliğinden söz etmek olanaksızlaşıyor.
Güvenlik açısından ele alınırsa, uluslararası sistemin bir parçası olmanın önemi
Osmanlı devletinde ancak 18. yüzyıl sonlarında algılanmaya başlanmış, 19. yüzyıl bu amaçla yürütülen diplomatik gayretlerle sürmüş, iki dünya savaşı arasında Türkiye gene uluslararası konferanslara katılmış, 1932’de Cemiyet-i Akvam üyesi olmuş, hatta Hitler öncesinde ortaya çıkan Avrupa Birliği söylemleri Ankara’yı kapsamına alınca, buna fikren destek vermiştir.10 Bu gözlemler İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş sürecinden günümüze kadar uygulanan dış politikada süreklilik arz ettiği için NATO üyeliği bağlamında anlam kazanıyor.
Diğer önemli bir nokta ise 1940 ve 1950 arasında Türkiye’nin lider görünüşleridir. Çoğu Osmanlı’nın son dönemlerini yaşamış ve belki de en önemlisi dünya konjonktürü nasıl olursa olsun, ülkenin askeri, diplomatik ve siyasi açıdan yalnız kalmasının ne tür tehditleri beraberinde getirdiğine tanıklık etmişlerdi. İkinci Dünya Savaşı’nda diplomatik manevra sahasının mevcudiyeti, dirayetli bir dış politika ve biraz da tesadüflerin yardımıyla ülke savaş dışında kalabilmişti. Oysa 1946 yılı itibarıyla iki kutupluluk ve ileride tartışılacağı üzere, savaş yıllarında baş gösteren Sovyet-Türk gerginlikleri Ankara’yı özgür iradesiyle seçtiği tarafta yer almaya yöneltecekti.
Çalışmamız öncelikle, Osmanlı’nın 19. yüzyıl Avrupa Uyumu (Avrupa Konseri)
icra heyetinde yer alma sorunsalı çerçevesinde uluslararası sistemin parçası olma temasını ele almaktadır. İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin iki dünya savaşı arasında uluslararası sistem(sizlikte) kurumsal aidiyet arayışı incelenmektedir. Burada ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin soğuk savaşını ve NATO ittifakına doğru gidecek olan yolun neden ve nasıl oluştuğu irdelenecektir. Üçüncü bölüm ise, ağırlıklı olarak NATO ittifakının ilk yıllarını yukarıdaki çerçevede incelemek amacını taşıyor. Dünya konjonktürüne uyum
sağlamak ve uluslararası sistemde kendine yer edinmek Türkiye’de devlet geleneğinin bir sonucu olarak NATO ittifakında, nihayet 20. yüzyılın ortasında gerçekleşmiştir sonucuna varabilmek bu resmin tarihsel izlerini takip etmekle mümkün olmuştur.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder