NATO’nun Balistik Füze Savunma Sistemi ve Türkiye BÖLÜM 1
Mustafa KİBAROĞLU*
* Prof. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİBF, Okan Üniversitesi, İstanbul. E-posta:
mustafa.kibaroglu@okan.edu.tr
ÖZET
ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemde Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerin balistik füze kapasitelerinin gelişmesinin yarattığı tehdit karşısında Ulusal Füze Savunma Sistemi konuşlandırma projesine hız verdi. Projeyi 2000’li yıllarda küresel ölçekli biçimde daha da geliştirdi. Lizbon Zirvesi, ABD’nin bu niyetini NATO müttefik leriyle paylaştığı zirveydi. Bu durum Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli tartışmaların yapılmasına neden oldu. Kamuoyunda “Füze Kalkanı” olarak adlandırılan projenin önemli ayaklarından biri Türkiye topraklarında konuşlandıracak olan radar sistemleriydi. Bu makalede, hava savunma sistemlerinin teknolojik özellikleri ve çalışma prensibi; ABD’nin 1990’lı yıllarda Ulusal Füze Savunma Sistemi geliştirmesi kararını etkileyen faktörler;
Türkiye’nin tehdit değerlendirmesi ile bağlantılı olarak ABD yönetimi ile yapılan görüşmelerin kapsamı; 2000’li yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan sorunların bu alandaki çalışmalara yansımaları;
ABD’nin küresel ölçekli olarak geliştirdiği “Füze Kalkanı” projesini NATO müttefikleriyle paylaşmak istemesinin İttifak içindeki yansımaları; Türkiye’nin bu tartışmalardaki yeri; “Füze Kalkanı” tüm unsurlarıyla konuşlandırıldığında hangi coğrafyayı etkin bir şekilde korunaklı kılacağı, hangi stratejik önceliklere bağlı olarak operasyonel seviyede karar alma sürecinin nasıl işleyeceği ve Türkiye’nin nasıl bir politika izlemesi gerektiği yönünde yurtiçinde ve dışında yapılan tartışmalarda ortaya konulan görüşler ve gerekçeleri ele alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: NATO, Füze Kalkanı, Türkiye, İran, Balistik Füze, Hava Savunması, Mustafa KİBAROĞLU,
Giriş
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü NATO’nun 19–20 Kasım 2010 tarihinde Lizbon’da gerçekleşen Zirve Toplantısı öncesinde gündemde yerini alan tartışma konularından en önde geleni, kamuoyunda “Füze Kalkanı” olarak bilinen ve balistik füzelere karşı etkin hava savunması sağlamasını öngören silah sistemlerinin tüm müttefik ülkeleri kapsayacak şekilde kurulmasıydı.1 Füze savunma sistemi, NATO üyelerinin güvenliği için bazı müttefik ülke topraklarına radarlar, bazılarına ise anti balistik füzelerin yerleştirilmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda, müttefik ülkelere yönelik balistik füze tehdidinin kaynaklanacağı düşünülen bölgelere yakınlığı sebebiyle, Türkiye’nin, düşman ülkelerce
atılması muhtemel füzelerin yörüngelerinin en kısa sürede tespit edilmesinde kilit rol oynayacak radar sistemlerinin yerleştirilebileceği ideal konuma sahip olduğu sıklıkla vurgulanmıştır.2 Bu sebeple, zirve öncesinde Füze Kalkanı konusu Türk kamuoyunda daha çok, “projeye Türkiye ev sahipliği yapmalı mı?” ve “eğer Türkiye’ye sistemin bazı unsurlarının yerleştirilmesi söz konusu olacaksa, böyle bir gelişme komşularla ilişkileri ne şekilde etkiler?” gibi sorular etrafında tartışıldı.3 Bu sorulara aydınlatıcı ve doyurucu cevaplar verebilmek için öncelikle Füze Kalkanı projesinin çalışma prensibini, konunun yakın geçmişte nasıl ortaya çıktığını, nasıl bir seyir izleyerek günümüzdeki tartışmaların odağına yerleştiğini incelemek gerekir.4
Füze Savunma Sisteminin Çalışma Prensibi
Balistik füzelerin düşman ülke tarafından atıldıktan sonra izledikleri güzergâh üzerinde bir noktada dost ve müttefik ülkeler tarafından atılan füzeler ile havada çarpışmalarının sağlanması ya da, şartlara bağlı olarak, çok yakınında bir noktada infilak ettirmek suretiyle imha edilmelerini veya hedeflerine varmaları nın önlenmesini amaçlayan silah sistemlerine anti balistik füze savunma sistemi denilmektedir.
Balistik füzeler, konvansiyonel patlayıcılar veya kitle imha silahlarını içeren güçlü savaş başlıklarını çok uzak menzillere taşıyabilen gelişmiş teknoloji ürünü silah
sistemleridir. Taşıyabildikleri başlık tiplerine, ağırlıklarına ve menzillerine bağlı olarak balistik füzelerin yarattığı tehdidin boyutları farklı değerlendirilebilir.5 150 ila 300 km menzile sahip taktik balistik füzelerden 5.500 ila 10.000 km menzile sahip kıtalararası balistik füzelere kadar çok çeşitli kategorilerde ve tipte füzelerin günümüzde 30 kadar ülkenin silah envanterinde bulunduğu bilinmektedir.6
Menzilleri 300 km veya üzerinde olan balistik füzeler uçuş güzergâhlarının bir kısmını atmosferi geçtikten sonra uzaya çıkarak kat ederler ve parabolik bir yörünge çizen rotalarında en tepe noktaya ulaştıktan sonra tekrar atmosfere girip yerçekiminin etkisiyle hızlanarak hedefe doğru 3.000 m/s gibi bir süratle seyrederler. Bu aşamaları sorunsuz aşarak binlerce kilometre uzaklıktaki sabit hedefleri çok küçük sapmalarla vurabilecek yetenekteki bu silah sistemlerine karşı önlem alınması gerekli olduğu kadar zordur. Balistik füzeleri etkisiz hale getirebilmek için alınabilecek önlemleri birkaç aşamada düşünmek gerekir. Füzelerin en kolay imha edilebilecekleri aşama, korunaklı sığınaklarından yeryüzüne çıkartılarak fırlatma rampalarına konuşlandırıldıkları ve ilk ateşlendikleri (boost phase) aşamasıdır. Ancak, bunu sağlamak için füzelerin fırlatıldığı mobil rampaların yerlerinin uydulardan ya da başka kaynaklardan alınan istihbaratla tespit edilmesi ve havadan karaya füze taşıyan uçakların zamanında erişimine uygun yakınlıkta ve hazırlıkta hava unsurlarına sahip olunması gerekir.7 Gelişmiş ülkelerin balistik füzeleri, özellikle stratejik menzile sahip olan ve nükleer başlık taşıyabilenlerin bir kısmı yer altında
inşa edilmiş korunaklı fırlatma rampalarında, bir kısmı da okyanuslarda su yüzeyine çıkmadan haftalarca kalabilen nükleer denizaltılarda konuşlandırılmıştır. Bu tipteki balistik füzelerin kullanılmadan önce veya ilk ateşleme aşamasında imha edilmesi zordur.8
Balistik füzenin fırlatılmadan önce imha edilmesi sağlanamadığı takdirde, füze yükselmeye başladıktan sonra, fırlatma bölgesine yakın bir yerde konuşlandırılmış radarlarla uçuş yörüngesi tam olarak tespit edildikten sonra ve uzaya çıkmadan önce alçak irtifa füzesavar sistemleri tarafından fırlatılacak füzelerin çarpmasıyla veya yakınında patlatılmasıyla imha edilebilir.9 Balistik füzeler, uzaya çıktıklarında veya yeryüzüne geri dönme aşamasında ise ancak yüksek irtifa füzesavar sistemleri (Terminal High Altitude Area Defense-THAAD) ile imha edilebilirler. THAAD kategorisindeki füzesavarlar patlayıcı başlık taşımazlar ve artık hedefine doğru hızla yaklaşmakta ve alçalmakta olan düşman füzelerini savunulan ülke topraklarının üzerinde veya çok yakınında havada çarpışarak imha ederler. Böylelikle, patlama sonucu düşman füzesinin taşıdığı konvansiyonel ya da kitle imha silahı başlığının savunulan ülkeye zarar vermesi önlenir. Hava savunma sistemleri üç ana birimden oluşur. Bunlar, düşman ülke tarafından atılan balistik füzelerin yörüngelerini tespit edebilecek yetenekte gelişmiş radarlar; balistik füzeleri havada imha edecek füzeler ve fırlatma rampaları ile tüm operasyonun gerçekleştirilmesini sağlayan komuta-kontrol merkezidir. Radar sistemleri ve füzesavar rampalarının nerelere yerleştirileceğine tehdidi yaratan balistik füzelerin başlık taşıma kapasiteleri ile menzillerine ve bu füzelere karşı korunacak coğrafyanın büyüklüğüne ve yapısına bağlı olarak karar verilebilir. Kısa menzilli balistik füzelere karşı önlem alınması gerekiyorsa, füzenin uçuş rotasını en kısa sürede tespit edebilecek yakınlıkta bir radar üssünün bulunması gerekir. Anti balistik füze fırlatma rampalarının da füze halen havadayken kısa uçuş süresi içinde onu havada imha edebilecek kadar süratli bir şekilde hedefine varabilecek yakın bir yere konuşlandırılmalıdır. Ancak, uzun menzilli balistik füzelere karşı önlem alınması gerekiyorsa, radar üssünün ve anti balistik füze fırlatma rampalarının tehdidin kaynaklandığı coğrafyaya mesafesi de uzaklaşır.
Füze Kalkanı Projesinin Gündeme Gelmesi ve Gelişim Süreci
Doğu Batı bloklaşmasının yaşandığı Soğuk Savaş yılları boyunca Sovyetler Birliği, başta nükleer silahlar olmak üzere kimyasal ve biyolojik silahlar üretmek ve geliştirmek konularında çalışmış ve bu silah kategorilerinden çok büyük miktarlarda üreterek Birliği oluşturan cumhuriyetlerin bazılarında kullanıma hazır şekilde konuşlandırmış, bazılarında ise stoklama yoluna gitmiştir. Bu çeşit silahları geliştirme projelerinde Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin hemen tamamında yüzlerce bilimsel araştırma kurumunda ve laboratuarlar da binlerce bilim adamı, uzman ve teknisyen büyük gizlilik ortamında ve merkezi otoritenin gözetiminde çalışıyorlardı.10 Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını
takip eden süreçte yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylar ve merkezi otoritenin kaybolması, çok küçük miktarları dahi çok sayıda canlının yaşamına son verebilecek olan nükleer, kimyasal ve biyolojik maddelerin eskiye oranla çok daha kolay erişilebilir, emniyet tedbirleri bakımından yetersiz ve denetimsiz ortamlarda kalmalarına yol açtı.
Sovyetler Birliği döneminde araştırma merkezlerinde kitle imha silahı üretiminde kullanılan malzemelerin ne miktarlarda üretildiği ve stoklandığının tam sağlıklı kaydının tutulmamış olması sebebiyle günümüz itibariyle bu malzemelerin ve bu alanda çalışmış olan bilim adamı ve teknisyenlerin hangi konumlarda olduğunu kestirmek oldukça güçtür.11 Dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan bağımsız devletlerde kötü ekonomik ve toplumsal şartlarda ve yetersiz güvenlik ortamında bulunan malzeme, teknoloji ve bilgi birikimi, kitle imha silahı kapasitesi geliştirmek isteyen ancak bunun için bilimsel ve teknik alt yapısı yetersiz ülkelerin ilgi odağı haline gelmiştir. Bu gibi malzeme,
teknoloji ve bilimsel birikimin yasal olmayan yollardan kaçakçılığının yapıldığı birçok olayla tespit edildi.12
Soğuk Savaş yılları boyunca iki kutuplu sistemde nükleer “dehşet dengesi”13 altında bilimsel, teknik ve mali imkânsızlıklar sebebiyle askeri açıdan büyük devletlerle baş edebilecek askeri yetenek geliştiremeyen ve bu sebeple dış politikalarında fazlaca iddialı olamayan geçmiş dönemin az gelişmiş ülkelerinden bazıları, günümüzde kitle imha silahları ve bunları uzaktaki hedeflere gönderebilecek balistik füzeler geliştirme çabasına girdiler. Özellikle İran ve Kuzey Kore’nin geliştirdikleri balistik füzelerin 2.500 kilometreye
varan menzilleri, söz konusu ülkelerin, çok uzak olmayan bir gelecekte kıtalararası menzile sahip balistik füzeler geliştirmeleri olasılığını gündeme getirdi.14 Hali hazırda İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin balistik füze geliştirmede ulaştıkları seviye ve kitle imha silahı içeren başlıkları bu füzelere yerleştirerek daha uzak menzillere gönderebilecek kapasiteleri
geliştirmelerine karşısında, başta ABD ve İsrail olmak üzere bazı ülkeler gelecekte maruz kalabileceklerini düşündükleri bu silah sistemlerinin tehdidine karşı etkin savunma sistemleri geliştirmek istediler.15 Dolayısıyla, ABD’nin kıtalararası balistik füzelere karşı etkili olması öngörülen ulusal hava savunma sistemi geliştirmek çabasının ardında bu yönde algıladığı tehdidin yattığı resmen ifade edildi.16
Ronald Reagan’ın Başkan olduğu 1980’li yıllarda, “Yıldız Savaşları” adıyla bilinen ve Sovyetler Birliği’nin sahip olduğu nükleer başlık taşıyabilen kıtalararası balistik füzelere karşı bir önlem olarak düşünülen “Stratejik Savunma İnisiyatifi” projesi17 1990’lı yıllarda göreve gelen Başkan Bill Clinton döneminde “Füze Kalkanı” olarak yeniden gündeme geldiğinde18 kurulması öngörülen anti-balistik füze savunma sisteminin etkin kullanılabilmesinin önünde bazı sorunlar bulunmaktaydı. En önemli sorun, söz konusu hava savunma sistemi teorik olarak mümkün görülse de pratikte kesinlikle başarılı olacağı garantisinin bilimsel çevrelerce verilememesiydi.19
ABD, Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerin kıtalararası balistik füze geliştirmesi durumunda ortaya çıkacak tehdidi bertaraf etmek amacıyla 1990’ların ikinci yarısında hızlandırdığı çalışmalarla Alaska bölgesinde 100 bataryalık anti-balistik füzesavar sistem konuşlandırılma kararı aldı.20 2005 yılında kullanılır hale getirilmesi planlanan hava savunma sistemi için ilk aşamada 20 batarya ve takip eden yaklaşık beş yıl içinde sistemin geri kalan kısmının da konuşlandırılmasıyla ABD topraklarının tamamı kıtalararası balistik füze saldırılarına karşı korunmuş olacaktı.21 Ayrıca, füze bataryalarının etkili olarak kullanılması için tüm dünya ölçeğinde erken uyarı sistemleri ve geniş bir radar ağı kurulması gerektiği de ifade edilmekteydi.22
Ekim 1999’da ilk denemesi başarıyla yapılan hava savunma sisteminin, Ocak ve Temmuz 2000’de yapılan diğer iki denemesi başarısız oldu.23 Füze Kalkanı’nın tam anlamıyla yeterli görülmesi için çok sayıda test yapılması gerektiği anlaşıldı. Bazı askeri uzmanlara göre özellikle uçuş kontrol sistemleri ile ilgili simülasyon çalışmalarından yeterli güvenirlikte sonuç alınmadan testlerin yapılması yanlıştı.24 Bu çevreler, teknik mülahazalar dışında zamanından önce yapılan ve başarısız olan testlerin sistem hakkında olumsuz yargıların pekişmesine de sebep olduğunu tespit ettiler. Bilim çevrelerinde ve siyasi platformda yapılan hararetli tartışmalara karşın ABD’de o dönemde hâkim olan genel yaklaşım hava savunma sisteminin gerçekleştirilmesi yönünde oldu.25
Füze Kalkanı Projesine İlk Tepkiler: Rusya’nın Muhalefeti
ABD’nin Füze Kalkanı projesini geliştirmek istemesinin karşısına teknik ve teknolojik sorunların yanı sıra uluslararası antlaşmalara taraf olmasından doğan siyasi ve hukuki sorunlar da çıkmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği Soğuk Savaş yıllarında ikili düzeyde 1972 tarihli Anti Balistik Füzeler Anlaşması’nı (ABM) imzalayarak, anlaşma hükümlerince izin verilenin dışında ülke toprakları üzerinde herhangi bir hava savunma sistemi kurmayacaklarını beyan ve taahhüt etmişlerdi.26 Dolayısıyla, ABD’nin hava savunma sistemini kurabilmesi için ya Rusya Federasyonu ile anlaşarak ABM’nin kısıtlayıcı hükümlerinde değişiklikler yapmak yoluna gitmesi, ki Rus liderler ve uzmanlar bu talebe şiddetle karşı çıkmışlardır, ya da ABD’nin ABM Anlaşması’ndan çekilmesi gerekmekteydi.27 Bu olasılık karşısında Rusya Federasyonu yetkilileri, ABD ile imzaladıkları bir dizi
silahsızlanma antlaşmalarından çekilebileceklerini ve çok taraflı uluslararası silahların kontrolü anlaşmalarına etkin katkılarını ve işbirliğini sona erdirecekleri ni ifade ettiler.28
Böyle bir gelişmenin Soğuk Savaş ortamına yeniden dönülmesi ve uluslararası istikrar ve barış ortamının bozulması anlamına gelmekteydi.
Rusya ile ABD arasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından geliştirilen iyi ilişkiler sıcak çatışma olasılığını asgariye indirdi ve tesis edilen güven ve istikrar
ortamı sayesinde taraflar önemli sayıda nükleer başlığı imha etmeye başladılar. Menzilleri 1.500 ila 5.500 kilometre arasında değişen nükleer füze kategorisinin tümden ortadan kaldırılmasını öngören 1987 tarihli Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması (Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty-INF) ve kıtalararası menzile sahip füzelere konuşlandırılabilen stratejik nükleer başlıkların sayısını kademeli olarak önce 6.000–6.500 ve sonra 3.000–3.500 mertebelerine indirmeyi öngören START I (1991) ve START II
(1993) Anlaşmaları sayesinde nükleer alanda uzun vadeli de olsa silahsızlanma yolunda önemli adımlar atıldı.29 ABD ve Rusya son olarak 8 Nisan 2010 tarihinde imzaladıkları “Yeni START Antlaşması” ile kullanıma hazır stratejik nükleer başlık sayısını 1.550 ile sınırladılar.
ABD ve Rusya Federasyonu Soğuk Savaş yıllarında ulaşılan dengeleri kontrollü olarak devam ettirmek istemekte ve birbirlerinin askeri alanda yaptıklarını yakından takip etmektedirler. Bunda amaç dengeyi gözetmektir. Hava savunma sistemi kurarak kendi topraklarını tam anlamıyla korunaklı hale getirmeyi hedefleyen ABD’nin gelecekte olası bir sürpriz saldırısı durumunda Rusya’nın artık etkin karşılık vermesi olasılığının kalmayabileceği iddia edilmektedir. ABD’nin Rusya’ya karşı bugün için uygulayamadığı cüretkâr ve baskıcı politikaları uygulamakla tehdit edebileceği Rus uzmanlar tarafından öne sürülmektedir. Bu olasılığı kabul edilemez bulan Rusya yukarıda sözü edilen anlaşmalardan çekilme ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi rejimlerine verdiği desteği azaltma tehdidini her ortamda dile getirmektedir.30 Bununla beraber,
Rusya’nın ABD’ye sert tepkisinin ardında, Füze Kalkanı kurulduğu takdirde bozulacağını iddia ettiği stratejik dengenin yeniden tesis edilebilmesi için onlarca milyar dolara mal olacak bir hava savunma sistemine kaynak ayırmak istememesinin yattığını da göz ardı etmemek gerekir.
Füze Kalkanı Projesine İlk Tepkiler: Avrupa’nın Kaygıları
NATO içindeki bazı müttefikleri de ilk gündeme geldiği dönemde Füze Kalkanı konuşlandırma girişimi sebebiyle Amerika’ya karşı çıkmışlardır.31 Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin karşı çıkışlarında en temel gerekçenin prensip düzeyinde olduğu ifade edilmiştir.32 NATO ittifakı çerçevesinde ortak savunma yükümlülüğü içinde olan ülkelerden birinin diğerlerinden bağımsız olarak kendi şartlarına uygun bir savunma mekanizması geliştirme yoluna gitmesi prensip olarak tepki yaratmıştır.33
ABD’nin ulusal düzeyde etkili olabilecek bir Füze Kalkanı’nı konuşlandırması durumunda, NATO içindeki Avrupalı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında taşıdıkları bir
endişeye geri döneceklerini düşünmüşlerdir.34
Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliği ellerinde bulunan on binlerce başlığa rağmen “dehşet dengesi” sebebiyle bu silahları birbirlerine karşı kullanamayacakları yargısı hakimdi. Daha da ileri gidilerek, Doğu Bloğu ülkeleri tarafından Batı Avrupa ülkelerine yönelik olarak yapılacak ve ABD’yi doğrudan hedef almayan bir konvansiyonel ya da küçük çaplı bir nükleer saldırı karşısında, topraklarının Sovyet nükleer silahlarına hedef olmaması için ABD’nin böyle bir çatışmaya girmeyeceği ve Avrupa’nın yardımına gelmeyeceği Avrupalı güvenlik uzmanları tarafından sıkça ifade edilmekteydi.35 ABD yönetiminin Münih, Berlin, Londra veya Paris için New York, Washington, Chicago ya da Los Angeles’i riske atmak istemeyeceği iddialarına yönelik olarak Amerikalı uzmanların verdikleri sözlü güvenceler yeterli olmuyordu. Bu durum karşısında ABD yönetimi Batı
Almanya topraklarında konuşlandırmak üzere 300 bin Amerikan askerini Avrupa’ya gönderdi. Bu küçük çapta bir Amerikan şehrinin “sanal” olarak Avrupa’da kurulması anlamına geliyordu. Olası bir Varşova Paktı saldırısında en az 300 bin askerini kaybedecek olmasının hiç bir Amerikan yönetimi tarafından göze alınamayacağını kabul eden Batı Avrupalı müttefikleri sonunda ABD’ye güven duymuşlardır.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle deniz aşırı bölgelerdeki askerlerin büyük bir kısmını geri çeken ABD bu çerçevede Almanya’daki 300 bin askerini de büyük oranda geri çekti. Dolayısıyla, artık Avrupa’da olası bir saldırıda yok edilme riski taşıyan “sanal” Amerikan “şehri” kalmadı.36 Ulusal savunma sistemini gerçekleştirdiği takdirde ABD’nin güvenlik açısından kendisine yeterli hale geleceğini düşünen Avrupalı müttefikleri, bu ülkenin Avrupa’nın savunması konusunda isteksiz olacağını ve Rusya’nın Nisan 2000 tarihli askeri doktrini sebebiyle, bu ülkenin halen koruduğu büyük nükleer gücü karşısında korunmasız kalacaklarını düşünmüşlerdir.37
Bu gibi kaygıları gidermek amacıyla ABD yönetimi, Füze Kalkanı’nı başarılı şekilde gerçekleştirdiği takdirde, bu teknoloji ve bilgi birikimini Avrupalı müttefikleri ile paylaşacağını ifade etmiştir.38 Bu öneri Avrupa’da ilk başta herhangi bir heyecan yaratmadı. Bunun birinci nedeni, ABD yönetiminin teknolojik ve bilimsel paylaşım konusunu sadece sözle ifade etmesi ve bağlayıcı hukuki bir taahhütte bulunmamış olmasıydı. İkinci neden, Füze Kalkanı’nı geliştirme çabalarında güvenilir bir sisteme ulaşılmasının uzak bir ihtimal olmasına rağmen, ABD’nin bu çabaları sonucu boş yere Rusya’nın tepkisini çekerek bu ülkenin uluslararası güvenlik konularında daha sert bir tutum takınmasına ve tehdit düzeyini yükseltmesine sebep olduğu görüşünün Avrupa’da hâkim olmasıydı.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder