Soğuk Savaş’ta NATO-ABD-Türkiye Üçgeninde Askeri Üsler: Süreklilik Ve Değişim BÖLÜM 1
Selin M. BÖLME*
* Dr., Dış Politika Araştırmaları, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), Ankara.
E-posta: selin.bolme@gmail.com
ÖZET
DÜNYAYI DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN UİD OKUYUNUZ.
Türkiye-NATO ilişkilerinin en önemli ayaklarından birini Türkiye’deki askeri üsler oluşturmaktadır. Türkiye’nin NATO’ya üye olma sürecindeki zorlu görüşmeler büyük ölçüde kurulacak üslerin statüsüne ilişkin pazarlıklara ilişkindir. Soğuk Savaş süresince ise Türkiye açısından NATO yükümlülüklerinin en somut yansıması üslerin kullanımına dair olmuştur.
ABD ile ilişkilerle iç içe geçen Türkiye’nin NATO kapsamında üstlendiği bu rol her zaman tartışmaların merkezinde yer almış, ilişkilerle birlikte üslerin statüleri,
fonksiyonları sorgulanmış ve süreç içinde dönemsel olarak değişiklikler göstermişlerdir.
Anahtar Kelimler: NATO, Soğuk Savaş, Hegemonya, Amerikan Üsleri, İncirlik
Türkiye-NATO ilişkilerinin en önemli ayaklarından birini Türkiye’deki askeri üsler oluşturmaktadır. Türkiye’nin NATO’ya üye olma sürecindeki zorlu görüşmeler büyük ölçüde kurulacak üslerin statüsüne ilişkin pazarlıklara ilişkindir. Bundan sonraki süreçte Türkiye açısından NATO yükümlülüklerinin en somut yansıması üslerin kullanımına dair olmuştur. ABD ile ilişkilerle iç içe geçen Türkiye’nin NATO kapsamında üstlendiği bu rol, her zaman tartışmaların merkezinde yer almış, üslerin varlığı Türkiye’nin dış politikasında bir baskı aracı olmuş, ilişkilerle birlikte üslerin statüleri ve işlevleri sorgulanmıştır. Soğuk Savaş dönemi, iki kutuplu dünya düzenine rağmen bu anlamda süreklilik göstermez.
Türkiye’nin rızası ve hatta isteği ile kurulan üslerin kullanımı konusunda zamanla sorunlar çıkmış, baskı unsuruna dönüşen üsler konusunda yeni düzenlemelere gidilmiş, üslerin statüleri ile birlikte fonksiyonlarında da değişiklilikler olmuş, Türkiye’nin hâkimiyeti ve direnci zamanla artmıştır. Buna karşın, askeri üslere ilişkin değişim gerek ABD ve NATO ile kurulan ilişkilerin gerekse Soğuk Savaş döneminin etkisi altında pek çok alanda sınırlı kalmıştır. Başka bir ifade ile değişim kadar süreklilik de söz konusudur. Bu anlamda Türkiye’deki askeri üslere dair süreklilik ve değişimi, gerek üslerin hukuki statüleri ve işlevleri bakımından gerekse Türkiye, ABD, NATO üçgenindeki ilişkilerdeki etkileri bakımından üç döneme ayırarak incelemek mümkündür. Birinci dönem Türkiye’nin NATO’ya üye olma ve üslerin kuruluş kararlarının alınması sürecini kapsamaktadır.
İkinci dönem Soğuk Savaş’ın ilk yıllarını kapsamakta ve üslerin varlığının sorgulanmaya başladığı 1960’ların ortalarına kadar uzanmaktadır. Üçüncü dönem ise 1969’da ABD ile imzalanan Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması ile başlamakta ve sonra onun yerini alan 1980 tarihli Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmasının getirdiği düzenlemeleri de içermekte, Soğuk Savaş yıllarının sonuna kadar uzanmaktadır. Dönemsel olarak Türkiye’de yaşanan bu değişimler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası hegemonyayı kurma çabaları ve bu dönemde rıza arayışının ön plana çıkması, daha sonra 1960’larla birlikte bu hegemonyanın sorgulanması ve sürecin sonunda sistemin kendini yeniden inşa etmesi ile örtüşmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin NATO üyeliğinin getirdiği bu yükümlülüğü ve peşi sıra yaşanan gelişmeleri anlamak için öncelikle
dönemsel olarak ABD’nin üs politikasına ve NATO’nun bunun içindeki rolüne bakmak gerekmektedir. Amerikan Hegemonyası ve Askeri Üsler İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ABD askerleri Antartika dışında tüm kıtalara yayılmış durumdaydı ve ABD iki binden fazla askerî üsse sahipti.1 Takip eden süreçte bu üslerin bir kısmı kapatılmakla birlikte temel üs ağı ayakta tutulmuştur. Böylesine devasa bir üs yapısına ihtiyacı doğuran, Amerikan çıkarlarının savaş öncesi dönemde küresel bir hal alması ve başta İngiltere olmak üzere başlıca müttefiklerin uğradıkları yıkım sonucunda ABD’nin küresel sahneye çıkma zorunluluğunun doğmasıdır. ABD bu dönemde kendi sistemini inşa edecektir.
Bu sistemi anlamlandırmayı sağlayan en kapsamlı kavramsal çerçeveyi Eleştirel Kuram’ın bakış açısını uluslararası ilişkiler kuramına taşıyan Robert W. Cox’un
“hegemonya” kavramı sunmaktadır. Cox’ta hegemonya bir devletin başka bir devlet üzerinde kurduğu hâkimiyet değildir.
Cox, Antonio Gramsci’den2 aldığı hegemonya kavramını, “yönetilenin otoriteyi, güç kullanılmasına gerek kalmadan, kabul ettiği veya rıza gösterdiği durum” olarak açıklamaktadır. Kuvvet her zaman arka planda saklı durmakla birlikte, hegemonya baskıdan daha çok liderlik anlamına gelmektedir.3
Cox’un hegemonya tanımında “rıza” faktörü öne çıkmakta ve meşruiyet sağlama önem kazanmaktadır. Bu şekliyle Cox’ta hegemonya, hâkim iktidarın devlet mi, bir devletler grubu mu veya devlet ve özel iktidarın bir bileşimi mi olduğu sorusunu yanıtsız bırakan, bir ideolojinin kabul edilmesi ile geniş tabanlı bir uzlaşmaya dayanan ve bu yapıyla tutarlı kurumlarla varlığını devam ettiren hâkimiyet yapısına verilen isimdir.4
Kurumlar bu noktada son derece önemlidir.
Kurumlaşma belli bir düzenin devamının aracıdır ve var olan güç ilişkilerini yansıtır. Kurumlar, devletlerarası çatışmaları kuvvet kullanımını en aza indirerek çözmeye olanak sağlamakta; farklı çıkarların temsiline ve politikaların evrenselleşmesine imkân vererek, hegemonik stratejiler için de uygun ortam yaratmaktadırlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından kurgulanan düzene ve NATO’nun varlığına bu çerçeveden bakmak gerekmektedir. Kurduğu sistemi ayakta tutabilmek için çok sayıda uluslararası kurum oluşturan ve ittifaklar sistemi yaratan ABD, bu sistemi askerî bir üs ağının üzerine oturtmuştur. Hegemonyayı ayakta tutan, merkezde güç kaybı yaşansa bile devamlılığı sağlayacak güçlü ve yaygın bir yapısal temele ağa sahip olmasıdır. Bu yapısal temel küresel kapitalist ekonomi ve bunu çevreleyen askeri
üsler ile tesis edilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ilk dönem içinde Amerikan etkisinin yumuşak bir niteliği vardır ve genellikle dışarıda iyi karşılanmıştır.5 Bu dönemde dünya yeni
örgütlenmeler altında birleşirken ABD, elindeki tüm güce karşın kendini “eşit” bir ortak olarak konumlandırmıştır. Bu yaklaşım, ABD’nin kurduğu sisteme diğer devletlerin rıza göstermesini sağlamıştır. Demokrasi ve özgürlük söylemine dayanan değerler, açık pazar anlayışı ve Amerikan kültürünün bir araya gelmesi ile güçlü bir ideolojik taban inşa edilmiş ve bunun bir parçası olarak tasarlanan askerî üsler, yaratılan iki kutuplu dünya ve Komünizm tehdidi altında kolaylıkla müttefik devletlerde kendilerine sağlam yerler bulmuşlardır.
Amerikan üsleri, tüm dünyada bulundukları ülkelerin askerî, ekonomik ve siyasi anlamda Amerikan hegemonyasına eklemlenmede önemli bir işlev üstlenmişlerdir.
Hegemonya içinde güçlü kurumsal bir rol üstlenen üsler, belli bir kaynaktan ideolojinin bir anda ve çok yönlü yayılmasını sağlamışlardır. Rıza ile kurulan bu askeri yapılanma çerçevesinde görev yapan askerler, bulundukları toprakların sermaye, mallar ve hizmetler için devasa bir pazara dönüşmesinde rol oynamakla kalmamışlar, Amerikan askerî gücünün gölgesini hissettirerek kapitalist ekonominin sağlıklı bir şekilde işlemesinde etkili olmuşlardır. ABD’nin Sovyetleri çevrelemeye yönelik ittifaklar sistemi ile yarattığı güç yapılanması, kendisinin merkezi bir rol oynadığı küresel ekonomiyi yaymak için gerekli koşulları yaratmıştır.
Amerikan üslerinin kurumsal rolleri çoğu zaman meşruluğu daha sağlam bir yapıya dayanan NATO gibi uluslararası kurumların içine gizlenmiştir. ABD tarafından inşaa edilen ve Amerikan askerî sistemi doğrudan yansıtan üslerin, NATO askerî planlarında yer almaları ve bazılarının bir süre sonra bulundukları ülkelerin ordularına devredilmeleri bu dönüştürme işlevlerini kolaylaştırmıştır. Böylelikle tüm bu ülkelerin askeri kapasiteleri hakkında azami bilgiye sahip olan ABD’nin diğer orduların işleyişi üzerinde kurduğu hâkimiyet, hegemonya içinde çıkabilecek krizleri çözmesine yardımcı olmaktadır. Nitekim 1960’larla birlikte ABD hegemonyasının sorgulandığı bir döneme girilecek, ancak sistemin kendini yenilmesine imkân veren bu yapısı sayesinde kriz aşılacaktır. Bu dönemde ABD’nin hegemon konumuna karşıt tepkilerin somutlaştığı yapılardan biri de ABD ve NATO üsleridir. Bu sürecin sonucunda Amerika’nın üs ağında değişimler meydana gelmiş, ekonomik sorunların da etkisiyle bir kısmı kapatılmış ancak
yaygın üs ağı büyük ölçüde korunmuştur. ABD, ev sahibi ülkelerle yeni anlaşmalar yapmış, üs tanımlamalarını değiştirmiş ve sorunları mevcut hegemonik sistemin temel anlayışını sarsmadan çözmüştür. Üstelik bunu yaparken, ihtiyaç duyduğu uzlaşıyı sağlamıştır. Müttefiklerin ellerindeki sınırlı pazarlık imkânları kullanmaları aslında, sistemin çökmeden işleyebilmesinde önemli bir fonksiyon üstlenmektedir. Bu sayede hegemon rıza elde etmekte ve meşruiyet üretmektedir.
Bu meşruiyet arayışı, ittifaklar sistemine dâhil olan diğer devletlerle eşitlikçi bir ilişki kurulduğu anlamına gelmemektedir. Washington, dönem boyunca, askerî ittifaklar, ekonomik işbirlikleri, ikili anlaşmalar ve küresel şirketlerinin bağlantılarıyla iç içe geçen ilişkilerden oluşan bir ağ oluşturmuştur. Diğer devletler için bu ilişkiler ağında yer almak Sovyet tehdidine karşı korunmayı garanti etse de, bu her zaman bu ülkelerin özgür tercihleri ile hareket edebildikleri bir ittifak içinde oldukları anlamına gelmemektedir.
Üsler çoğu zaman politik kararlardabaskı araçlarına dönüşmüşlerdir. Bununla birlikte 1960’larda hegemonyanın geçirdiği kriz ve yeniden yapılanma ile
birlikte ülkelerin üsler üzerindeki hâkimiyeti artmış, mevcut deniz aşırı üsleri kullanmayı pek çok ülkede daha güç hale getirmiştir. ABD, özellikle demokrasileri güçlenen ve belirli bir siyasi ve ekonomik istikrar yakalamış ülkelerde eski rahatlığını kaybetmiştir. İçine girilen yumuşama döneminin de bunda etkisi olduğunu söylemek gerekir. İki kutup arasında gerilimin azalması, çevrede yer alan üslerin bulunduğu ülkeler üzerindeki tehdidin azalmasını sağlamış ve ABD ile müttefikler arasında tehdit algısında farklılaşmaya yol
açmıştır. Vietnam yenilgisi, 1973 petrol krizi, güçlenen Avrupa karşısında ABD’nin yaşadığı ekonomik sorunlar Amerikan imajını zayıflatırken, üslere ev sahipliği yapan ülkelere Washington ile daha sıkı pazarlıklara girme cesareti kazandırmıştır.6 Yumuşama dönemi uzun sürmeyecek olmakla birlikte, ev sahibi ülkelerin üslerin kullanımı konusunda artan etkinliği devam edecektir. 1979’da ABD’nin arka arkaya Afganistan ve İran’ı kaybetmesi sadece Ortadoğu’da değil küresel anlamda da Amerikan hegemonyasında yeninden yapılmayı getirmiştir.
Ortadoğu’nun artan önemi, enerji kaynaklarının Sovyet tehditlerine açık hale gelmesi ile birlikte ABD-Sovyet rekabeti tırmandırılırken, bu askeri üs sisteminin yeniden kurgulanması ve yenilenen anlaşmaları beraberinde getirmiştir. Soğuk Savaşın sonuna kadar uzanacak bu dönemde, ABD’nin ulusal güvenlik stratejilerinin NATO’ya yansımasının bir sonucu olarak askeri üslerin “nükleer caydırıcılık” politikasının uygulama alanları olduğunu görürüz. Artan sayıda nükleer silahın müttefik topraklarda depolandığı bu dönemde, Amerikan hegemonyasının sorgulanmasına karşın ülkeler büyük ölçüde uygulanan politikalara rıza göstermişlerdir. 1991’de Sovyetlerin yıkılması ve komünist
bloğun dağılması, Amerikan üs politikası açısından bir sorun olmaktan çok, komünist tehdidi artık ciddiye almayan dünyada, tepki çeken ve sorunlarla karşılaşan politikası için yeni bir soluk olmuştur. Amerika’ya üs ağını yeniden kurgulayıp, güçlendirmesi için eşsiz bir fırsat sağlamıştır.
Bütün bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın ardından NATO sistemine dâhil olma ve üslere topraklarını açma konusunda gösterdiği rıza ve hatta istek konusunda yalnız değildir. Benzer şekilde Amerikan hegemonyasının yükseldiği veya sorgulandığı dönemler Türkiye üzerinde yansımasını göstermiş, buna iç gelişmelerin de eklenmesi ile askeri üslerin statüleri ve fonksiyonları değişiklik göstermiştir. NATO’ya Üyelik: Türkiye’nin Kozu Askeri Üsler Türkiye’nin NATO’ya üyelik sürecinin başından itibaren Türkiye’de kurulması ya da kullanılması planlanan askeri üsler pazarlık sürecinin en önemli maddelerinden biri olmuştur. ABD tarafından Türkiye’deki üslere ilişkin talepler bir süre sonra öyle kritik bir hale gelmiştir ki Türkiye’nin NATO üyesi olmaması halinde bu üslerin kullanımına ilişkin garantiler vermiyor oluşu bir anlamda ittifaka kabulün de kapısını açmıştır.
Amerikalı yetkililer daha İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin askeri istihbarat toplamak için kritik bir mevki sunduğunun ve çeşitli askeri operasyonlar için ideal bir üs konumunda olduğunun farkındadırlar.7 1943’te Türkiye’nin havaalanlarının kullanımını müttefiklere açmaması üzerine,8 takip eden dönemde CIA adını alacak olan o dönemin istihbarat örgütlenmesi Stratejik Hizmet Bürosu (Office of Strategic Service-OSS) Amerikan Elçisinin Adana’daki yazlık evini gizli bir istihbarat üssü haline getirmiştir.9 Bununla birlikte ABD’nin Türkiye’deki üslerin Batı ittifakının savunması için gerekliliği konusundaki kanaati hemen oluşmamıştır. Bu dönemde Türkiye’nin stratejik önemini vurgulayan raporlara rağmen10, atom bombası üstünlüğüne güvenen ABD, bölgeye ilişkin adım atmakta tereddüt göstermiştir. Türkiye’nin ordusu ve askeri açıdan
sunduğu coğrafik avantajlara rağmen, bu stratejik değer o günlerde çok hayati görülmemiş ve sınırlı bir çerçeveden ele alınmıştır. Bunda Amerikalı yetkililerin yeni açıldıkları Avrupa’da kendilerini güvende hissetmeden, daha geniş bir coğrafyada büyük taahhütler altına girmeme kararı da etkilidir. Bununla birlikte, 1948’den itibaren Türkiye’nin coğrafi konumunun sunduğu stratejik imkânlardan faydalanmak isteyen Washington, bunu elde etmenin yollarını aramaya başlamıştır.11
ABD’nin tek taraflı talepleri Türkiye tarafından sıcak karşılanmamıştır. Yardımın arttırılması başta olmak üzere Ankara’nın talepleri, Amerikan makamlarında Türkiye’nin Amerikan çıkarları açısından önemine ilişkin soru işaretlerini doğurmuştur.12 Hava kuvvetleri strateji uzmanlarının, Türkiye’nin taktik bir hava sahası olarak konumuna vurgu yapmalarına13 karşın bu avantajları her hangi bir şekilde ek taahhüde girmeden elde etme görüşü ağır basmıştır. Bu dönemde, Amerikan hava kuvvetleri komutanlarının, Anadolu’yu sadece Sovyet yayılması karşısında bir blok olarak değil Amerikan bombardımanını destekleyecek bir platform olarak potansiyel stratejik kapasitesi açısından değerli bulan görüşü14 kabul edilmiş ve Türkiye’de havaalanlarının modernizasyonu için girişimler başlamıştır. Kullanıma ilişkin Amerikan Dışişleri’nin kafasındaki plan, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Amerikan yardımdan faydalanan ülkelerde, bu yardım karşılığında üslerin kullanım hakkını elde etmektir.15 Ancak Türkiye’nin NATO üyeliği için ABD’nin kapısını çaldığı günlerde Ankara’nın önüne bu istekle çıkma konusunda Amerikan makamları uzun süre kararsız kalmış ve defalarca ertelemeye gitmişlerdir.16
Konuyu açmadaki bu tereddüdün sebebi, Türkiye’nin reddedecek olmasından çok, Türkiye’yi NATO’ya dâhil etmenin mümkün olmadığını düşünen ABD’nin böyle bir girişim ile Sovyetleri kızdırmaktan çekinmesidir.17 Ancak buna rağmen Türkiye’deki üslerin Sovyetlerle girilecek bir savaşta hayati önemde olacağına dair raporların arkası kesilmemiştir. Amerikan planlarında Türkiye’deki üslerin rolü, 1949 Mayıs’ında Amerikan Genelkurmayı raporu ile netleşmeye başlamıştır. İlk defa yer adı zikredilen bu raporda, İskenderun-Adana bölgesinde bir hava üssü kurmak planlarlara dâhil edilirken, kullanım hakkı için NATO veya herhangi bir başka bir ittifak yerine, yardım programının kullanılması ve Türkiye ile ABD arasında ikili bir anlaşma ile konun çözülmesi önerilmektedir.18
Dışişlerine bu konuda çalışılması talimatının verildiği günlerde, hiç beklenmedik bir gelişme ABD’nin o ana kadar sürdürdüğü askeri stratejisinin sonunu getirdi. Sovyetler Birliği’nin Ağustos 1949’da ilk atom bombasını başarı ile patlatması ABD’nin atom bombası tekeline son verdi. Bu, gelecekte konvansiyonel bir savaş ihtimalini artırırken, bu savaşta Sovyetlerin içlerindeki hedefleri vurabilecek stratejik bombardıman, dolayısıyla Türkiye’deki üsler hayati önem kazandı.19 Aradan bir kaç ay geçmeden, Ekim 1949’da, Türkiye ile ABD arasında ihtiyaç duyulan havaalanları ve tesislerini inşasında Türkiye’nin ve ABD’nin yapacağı katkılar konusunda prensip anlaşmasına varıldı.20 Sovyetlere ilişkin
çekincenin devam etmesi nedeniyle anlaşma olabildiğince gizli tutulmuştu. Havaalanları ve tesislerin iyileştirilmesi talebinin Türkiye’den geldiği imajının yaratılması için 18 Nisan 1950’da bir nota dahi verilmiştir.21 4 Mayıs 1950’de ABD’nin cevabi notası ile gerekli mutabakat sağlandıktan sonra 1950 baharında Türkiye’deki hava alanlarının inşası ve modernizasyonu için Amerikan Mühendislik Grubu adı altında yeni bir birim kurulmuş ve çalışmalar başlamıştır.22
Çalışmalarda bu noktaya gelinmesine rağmen üslerin ABD tarafından kullanımına ilişkin belirsizlik giderilebilmiş değildir. Tamamen Türk Hava Kuvvetleri
için gerçekleştirilen bu iyileştirme çalışmaları, ABD’ye bir savaş durumunda bu üsleri kullanma imkânı tanımamaktadır. Üstelik tüm geri çevirmelere rağmen Türkiye’nin güvenlik garantisi ısrarları da sürmektedir. Varılan anlaşmanın yarattığı ortamı kullanmak isteyen Türkiye, anlaşmadan sadece bir hafta sonra, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının son günlerinde NATO’ya üyelik için resmen başvuruda bulunur. Ancak üslerin kullanımı konusunda, inşaatlar tamamlanana kadar geçecek sürede Türkiye’yi ikna edebileceğini düşünen Washington, Türkiye’nin NATO üyeliğine destek vermeyecektir. Haziran 1950’de patlak veren Kore Savaşı, ABD için o ana kadar söylenen Sovyetlerle bir savaş ihtimalini somut bir gerçek olarak ortaya koymuş, nükleer çağda bile konvansiyonel savaşlar yaşanabileceğini göstermiştir.23 Bu durum bölgedeki üslerin
kullanım haklarını elde etmeyi ABD’nin savaş planları açısından acil hale getirmiş, ancak bunun yolu konusunda Amerikan kurumları arasında görüş birliği sağlanamamıştır. Türkiye’deki üsleri kullanabilecek yolların hala açık olduğunu düşünen ABD Genelkurmayı ve Savunma Bakanlığı, Türkiye’nin NATO üyeliğinin gelecekte düşünülebilecek bir seçenek olarak şimdilik reddedilmesini savunurken, Yakın Doğu Masası Türkiye’nin hayal kırıklığından endişe duymaya başlamıştır.24
Türkiye’nin NATO üyeliği için uğraştığı dönemde, ABD tarafından havaalanlarının iyileştirilmesi ve yakıt depolarını içeren inşaat planı da son halini almıştır. Ekim 1950’de gönderilen plana göre inşaatların Nisan 1952’ye kadar tamamlanması hedeflenmiştir. Bu inşaatlara; Adana, Balıkesir, Diyarbakır ve Eskişehir’deki havaalanlarının jet harekâtına imkân verecek şekilde inşa edilmesi; Balıkesir, Diyarbakır, Bandırma ve Eskişehir’in av üssü haline getirilmesi, Eskişehir’de ayrıca depo kurulması, ikinci depo olması planlanan Kayseri’nin yanı sıra Afyon ve Adana’nın yardımcı avcı uçağı üssü olarak da görev yapacak şekilde donatılması ve Adana’da bir de uçuş okulu kurulması dâhildir. 25
Türkiye’nin NATO üyeliği sürecinde kaderini değiştiren ilk gelişme, devam eden Kore Savaşı sayesinde Amerikan savaş planlarındaki eksiklerin daha net görülmeye başlaması ve gözden geçirilmesidir. Ocak 1951’de toplanan Ulusal Güvenlik Konseyinden, NATO’nun Amerika’nın savunma planlarındaki rolü sınırlandırılması ve bu nedenle NATO’nun yapısında, özellikle ABD katkısı konusunda köklü bir değişiklik yapılması, bundan sonra Amerikan kara birliklerinin katkısı azalırken, stratejik hava, hava savunma
ve taktik hava desteklerinin artması kararı çıkmıştır. Karar, üsler konusunda ABD’nin kaynaklarının sınırlılığına dikkat çekmektedir. Ulusal Güvenlik Konseyinde öngörülen savaş planında, böyle bir savaşın ilk ve aynı zamanda belirleyici evresinde İngiltere’nin, İngiliz adalarındaki üslerin ve Amerika’nın savaş planlarına dâhil edildikleri takdirde, İspanya’nın ve muhtemelen Norveç ve Türkiye’nin belirleyici olacağı görüşü öne çıkmıştır.26 Bu gelişmelere rağmen ABD Genelkurmay’ının sürdürdüğü Türkiye’nin NATO üyeliği dışında bir yolla ikna edilmesi ısrarını kıran şey Dışişleri Bakan Yardımcısı George C. McGhee’nin Türkiye’nin kaybedilebileceğini yönelik endişelerini Yunanistan, Türkiye ve
İran İlişkileri Masası Direktörü William M. Rountree ile birlikte, katıldıkları Ortadoğu nezdinde görevli ABD Diplomatik Misyon Başkanları Konferansı’na taşımasıdır. Türkiye’yi yakından tanıyan Amerikalı iki diplomat, konferansın sonunda, ABD’nin Ortadoğu’da siyasi ve askeri amaçlarına ulaşması için en kısa zamanda Türkiye ve Yunanistan’la karşılıklı güvenlik düzenlemelerine gidilmesi gerektiği kanaatinde olduklarını belirten bir bildiri kaleme aldılar.27 Bildiride dikkat çeken husus, Türkiye’nin doğrudan bir saldırıya maruz kalmaması halinde tarafsızlığı tercih edebileceği ve bu durumda Türkiye’deki üslerin kullanımının da mümkün olmayabileceğinin dile getirilmiş olmasıdır:
Eğer en kısa zamanda bir teklif yapılmazsa, Türkiye’nin her zaman güçlü bir çekiciliği olan tarafsızlık politikasına döneceğine inanmamız için sebebimiz var. Taahhütler Türkiye’ye kadar genişleyene kadar Türkiye’nin kendisine saldırılmadıkça savaş ilan edeceğine dair hiç bir güvence yok. Türkiye ile ittifakı, kolektif bir harekâtta Türkiye’deki askeri potansiyelden yararlanmayı ve Amerika’nın savaşta olduğu bir durumda Türkiye’deki üslerin Amerika ve müttefiklerce acil kullanımını temin için Amerika’nın bir taahhütte bulunması gerekmektedir.28
26 Şubat 1951’de açıklanan “Batı Doğu Mücadelesinde Türkiye’nin Konumu” başlıklı Ulusal İstihbarat Değerlendirmesinde (National Intelligence Estimate-NIE) yer alan değerlendirmelerde yukarıdaki görüşler aynen paylaşılmıştır. Ulusal İstihbarat Değerlendirmesinde, “Türk birliklerinin taahhütte bulunması veya Türk üslerinin elde edilmesi, Sovyet saldırısı durumunda ABD’nin silahlı destek konusunda vereceği sağlam bir güvenceye bağlıdır” tespiti ile Türkiye’ye kesin olarak savunmasına destek olunacağı yönünde garanti verilmediği müddetçe üs temin edilemeyeceği açıkça ifade edilmiştir.29 Bu gelişmeler üzerine ABD’nin güvenlik çıkarları için Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya
tam üyeliğinin gerekli olduğu kararına varılmış30 ve ABD, 15 Mayıs’ta ilgili ülkelere gönderilen bir memorandum ile Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak kabul edilmesi yönünde resmi öneride bulunmuştur.31 Türkiye’nin üslerin kullanım hakkını NATO üyesi olmadan vermeme konusundaki ısrarı, sonunda ittifakın kapısının açılmasını sağlayan önemli bir etken olmuştur. Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya resmen üye olduğunda pek çok üssün inşaatları tamamlanmış, programın en büyük projesi olan Adana Hava Üssü ise bir kaç ay sonra Ekim 1952’de faaliyete geçmiştir.32
Soğuk Savaşta İlk Dönem: ABD Üssü mü, NATO Üssü mü?
Türkiye açısından, ABD ile pazarlıkların bir sonucu olarak elde edilen NATO üyeliği, ittifak üyeliğinin ilk anından itibaren ABD ile iç içe geçen ilişkilerin bir uzantısıdır. Özellikle Türkiye’deki askeri üsler söz konusu olduğunda ittifakın nerede başladığı ABD’nin nerede bittiğini kestirmek çoğu zaman Amerikan makamları için bile güç olmuştur. Bununla birlikte NATO ile kurulan bu karmaşık ilişki hiç bir dönem, 1969’da Türkiye ile ABD arasındaki bütün anlaşmaları tek bir çatı altında toplayan Ortak Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalanan kadar geçen dönemde görüldüğü gibi karmaşık olmamış ve Amerikan hegemonyası altında şekillenmemiştir.
Türkiye’nin ittifaka üyeliğini teyit eden NATO Anlaşması, aynı zamanda ortak askeri üslerin kurulmasına ve kullanılmasına da imkân veren temel anlaşmadır.
NATO Anlaşmasının 3. Maddesi “Antlaşmanın amaçlarına daha etkin biçimde ulaşabilmek için Tarafların, tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz yardım ve karşılıklı yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini korumalarını ve geliştirmeleri”ni karara bağlamıştır. Kurulan üsler ortak savunma kapasitelerini geliştirmenin bir parçası olarak tasarlanmışlardır. Ancak NATO Anlaşmasının üyelerine tanıdığı bu hakkın kullanımı sınırsız değildir. NATO Anlaşması’nda belirlenmiş olan “amaç” ve “alan”, kurulacak askeri tesisler için de sınırlayıcıdır.
Anlaşmanın 5. maddesi amacı, 6. maddesi ise alanı tanımlamaktadır. Buna göre ittifakın amacı, taraflardan birine veya bir kaçına saldırı olması durumda toplu meşru müdafaada bulunmaktır. Dolayısıyla NATO Anlaşmasına dayanılarak tahsis edilen bir askeri üssün kullanımı asla saldırı amaçlı olamayacağı gibi, 6. maddede tanımlanan33, kaba tabiriyle üye ülkelerin toprakları dışında gerçekleşecek bir saldırıya karşı da kullanılamaz.
Türkiye, NATO Anlaşmasının peşi sıra, bütün üyeler tarafından imzalanmış olan NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi’ni (Status of Forces Agreement-SOFA) de
25 Ağustos 1952’de imzalamıştır. Bu sözleşme ile ABD’nin Türkiye’de askeri üsler ve tesisler kurması ve askeri personel bulundurması hem kabul edilmiş hem de bunların tabi olacaklar kurallar belirlenmiştir. NATO’ya bağlı olarak görev yapacak personelin ve bu çerçevede kurulacak uluslararası askeri karargâhların statüsü ise anlaşma gereği ek protokoller ile düzenlenmektedir.34
Bununla birlikte, NATO kuvvetlerinin tabi olacakları kuralları ve ayrıcalıkları, tesislerin kuruluş ve kullanımlarını düzenleyen tek belge SOFA değildir.
Genel bir çerçeve anlaşması olan SOFA’nın uygulanmasına yönelik olarak ABD, askerlerini gönderdiği ülkelerle ayrı ayrı uygulama anlaşmaları yapmıştır. Bu çerçevede Türkiye ile ABD arasında 23 Haziran 1954 tarihinde Türkiye’deki Amerikan Kuvvetlerinin Statüsü Anlaşması imzalanmıştır. Ancak aynı gün bu anlaşmaya ekli bir nota verilmesi ve ayrıca Askeri Tesisler Anlaşması’nın (Askeri Kolaylıklar Anlaşması) da imzalanması bu üç belgenin sıklıkla birbirleriyle karıştırılmasına sebep olmaktadır. Aynı tarihli bu üç belge ile ilgili olarak söz konusu olan daha önemli sorun, SOFA uygulanmasına yönelik olmakla birlikte, yaptıkları düzenleme ve öngördükleri bir takım hükümler nedeniyle
SOFA’yı aşmaları ve Amerikalılara tanınan hakları genişletmeleridir.35 Bu durum, üslerin kullanılmaya başlamasıyla birlikte giderek artan şekilde pek çok hukuki sorunun ve karışıklığın doğmasına yol açmıştır. Uygulama anlaşmalarının sağladıkları ayrıcalıkların NATO Anlaşması ilkelerine aykırı olamayacağı hükmüne rağmen, söz konusu belgelerle sağlanan ayrıcalıklar, Türkiye’deki üslerin kullanımında pek çok kez NATO Anlaşması’nın ilkelerinin çiğnenmesine neden olmuştur.
Bu dönemde Türkiye’de iki tip askeri üs söz konusudur, birincisi NATO üsleri ikincisi ise Askeri Tesisler Anlaşması’na dayanılarak inşa edilen ve sadece Amerikan kuvvetleri tarafından işletilen üs ve tesislerdir.36 Ancak her iki yapılanma için de verilen imtiyazların sınırlamasının NATO Anlaşması’nın ilkeleri olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Ancak ikinci gruptaki askerler NATO’ya değil ABD’ye bağlıdırlar. Halk arasında “Amerikan üssü” olarak anılan bu ikinci grup tesisler aslında mülkiyeti ve kullanımı tamamıyla Türkiye’ye ait olan ulusal askeri tesislerdir. Anlaşmalar ABD’ye, bu tesislerin Amerikan kuvvetlerince kullanımına imkân veren bir takım imtiyazlar sağlamaktadır. Nitekim bu dönemde Ankara’daki Elçiliğin bir sorusu üzerine konuya açıklık getiren Amerikan Dışişleri Bakanlığı Türkiye’de Amerikan tesislerinin bulunmadığını belirtmektedir.37
Türkiye’deki Amerikan üslerinin gerek kamuoyunda gerekse TBMM’de tartışmaların merkezine oturduğu 1965 yılında Ankara’daki Amerikan Elçiliği, Türkiye’de Amerikalılar tarafından kullanılan sadece 4 tesisinin resmi olarak NATO amblemi taşıdığı bilgisini vermektedir. Geriye kalan 12 üs, yani tesislerin yüzde 75’i Askeri Tesisler Anlaşması’na dayanılarak kullanılmaktadır.38
Ancak bu dönemdeki uygulamalara baktığımızda NATO üssü ve Amerikan üssü ayrımının net olmadığını ve Askeri Tesisler Anlaşması ile elde edilen ayrıcalıklardan NATO üslerinin kullanımında da faydalanıldığı görülmektedir. Hukuki anlamda bu ayrımın ortadan kalkması bir süre sonra üslerin NATO ve Amerikan üssü olarak hangi ölçüte göre sınıflandırıldığı sorusunu doğuracaktır. Bu konuda Amerikalı yetkililerin de kafasında net bir cevap yoktur.
Ankara’daki Elçilik, 23 Kasım 1965’te Amerikan Dışişlerine gönderilen yazıda, İncirlik Üssü’nün statüsü sorulmakta ve Türkiye’deki bazı üsler “NATO üssü” olarak adlandırılırken diğerlerinin ulusal isimler taşımasının (ama Amerikan kuvvetlerince kullanılmasının) ardındaki gerekçenin kendileri için net olmadığı belirtilmektedir. Elçilik, Amerika’nın NATO ve Avrupa Bölgesel Kuruluşları nezdindeki misyonu USRO’nun (United States Mission to the North Atlantic Treaty Organization and European Regional Organizations) kendilerine ölçüt olarak “inşaat maliyetinin ortak fonlardan karşılanması”nı gösterdiğini; ancak Çiğli ve İncirlik örneklerine bakıldığında bunun Türkiye açısından uygulanmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır.
Ortak fonlar kullanılarak inşa edilen Çiğli Hava Üssü bir NATO üssü olmakla birlikte, aynı ortak fonlardan yararlanan İncirlik Hava Üssü NATO amblemi
taşımamaktadır.39
Kâğıt üstündeki bu hukuki karışıklık üslerin fiili olarak kullanılmaya başlamasıyla daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. Kullanımda NATO üssü veya ABD’ye tahsisli üsler arasındaki farkın tamamen ortadan kalktığı görülmektedir. Daha da önemlisi üslerin kullanımı konusunda NATO Anlaşması’nın sınırlamaları ilk andan itibaren çiğnenmiştir.
NATO savunması kapsamında kullanılması gereken İncirlik Üssü, NATO Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen, 1958’de Lübnan Krizi’ne ABD’nin müdahalesi sırasında ilk defa bir harekât çerçevesinde kullanılmıştır.40 Ancak hukuksuzluklar operasyonlarla sınırlı kalmamıştır. Dönem içinde ABD ile Türkiye arasında kısa sürede pek çok gizli anlaşmanın imzalanmış olması, hatta çoğu zaman bunların sözlü anlaşmalar olması uygulamada içinden çıkılması mümkün olmayan bir karışıklık doğurmuştur. NATO hükümleri ve NATO askerleri tanımlamaları tamamen ortadan kalkmış, ABD’ye ve Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine tanınan imtiyazlar ciddi sorunlar yaratmış, pek çok uygulamada kaynağı belli olmayan fiili durumlarla karşılaşılmıştır. Türkiye’nin NATO’ya kabulünden 1960’lı yılların ortalarına kadarki süre zarfında yapılan bu gizli anlaşmaların pek çoğu, nota değişimiyle gerçekleştirildikleri ve uygulama anlaşmaları oldukları gerekçesiyle TBMM onayına sunulmamıştır.41 Bu nedenle ABD ile bu dönemde yapılan gizli uygulama anlaşmalarının sayısı bugün bile tam net olarak bilinmemekle birlikte, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in 7 Şubat 1970’de düzenlenen basın toplantısında yaptığı açıklamaya göre bu sayı 91’dir. 42
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder