PETROL, PETROL POLİTİKALARI VE ORTA DOĞU BÖLÜM 2
San Remo’da Türkiye’nin Musul’u Irak toprağı kabul etmesi halinde Türkiye’ye Irak petrollerinden % 20 pay verilmesi öngörülmüştür.22
Musul üzerine yapılan pazarlıklar İngiliz, Türk ve Irak hükümetleri arasında hararetle devam etmiş ve Cemiyet-i Akvam da yer yer bu pazarlıklara katılmıştır. Nihayetinde ‘1926 senesinin Haziran ayında’ yapılan bir anlaşma ile Türkiye’nin Musul-Kerkük petrollerinden on yıllığına % 10 oranında pay alması kararlaştırılmıştır.
1920 San Remo Konferansı’yla Arap Orta Doğu’sunun Fransa ve İngiltere arasında nasıl paylaştırılacağı da belirlendi. 1921’de İngiltere kendi mandası altında Kuveyt’i de içine alacak şekilde Irak devletini kurdu. Bir yıl sonra Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Cox, Irak ve Suudi Arabistan sınırlarını kesin olarak belirler ve Kuveyt’e 310 mil deniz sınırı vererek yeni bir oluşum gerçekleştirilirken, Irak’a sadece 36 millik çoğu bataklık olan bir deniz sahili bırakıldı. Sahip olduğu insan kaynakları, su kaynakları, tarımsal ve petrol potansiyelleri açısından Irak gelecekte büyük ve güçlü bir devlet olmaya adaydı ve bu durum İngilizlerin işine gelmiyordu. Bu yüzden Kuveyt ayrılarak Irak’ın petrol potansiyeli azaltıldı ve Irak’a Basra Körfezi’nde dar bir şerit bırakılarak stratejik konumu; su yollarını ve petrol ticaretini kontrol etme gücü, önemli
ölçüde azaltıldı. İngilizlerin hesabına göre, Kuveyt ilerde bir gün İngiliz boyunduruğundan kurtulmuş olsa bile, Irak’ın körfeze çıkışını engelleyecekti. İran ile Kuveyt arasında sıkışıp kalan Irak, sürekli olarak bu dar su geçidini genişletebileceği uygun zamanın gelmesini bekledi.
İran-Irak Savaşı ve Irak’ın Kuveyt’i işgali işte bu politikalar uğruna yapılmıştı.
Kasım 1922’deki Lozan Barış Konferansı’na gelindiğinde, Türk Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmış ve Avrupa destekli Yunan işgaline, Yunanlılar Anadolu’dan atılarak tamamen son verilmişti. Batı dünyası artık Ankara’daki TBMM hükümetinin gücünü ve etkinliğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak petrol yatakları üzerindeki Musul hâlâ İngilizler’in işgali altındaydı. 30 Ekim 1918‘de imzalanan Mondros Mütarekesinde Musul’un boşaltılmasını öngören bir madde olmadığı halde İngilizler, mütarekeden hemen sonra Musul’u işgal ettiler. İsmet
Paşa bölgede plebisit yapılarak gerçek durumun tespitini istedi ancak İngilizler bu görüşe karşı çıkarak konuyu Cemiyet-i Akvam’a götürdüler
ve burada meseleyi Türkiye’nin aleyhine çözdüler.
23 Ocak 1923 tarihinde yaptığı bir konuşmada, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Musul’un niye Türkiye’ye bırakılmaması gerektiği hakkında görüşlerini açıklarken, meselenin petrol rezervlerinden kaynaklanmadığını ve konunun kendi şartları içerisinde, hiçbir doğal kaynağı ele geçirmek kaygısı olmadan değerlendirildiğini ileri sürmüştür. Kendilerinin de petrol enerjisinde tekel kurmaya karşı olduklarını belirten İngiliz Dışişleri Bakanı, eğer Musul’da petrol bulunuyorsa bundan en fazla Irak’ın ve daha sonra Türkiye’nin faydalanacağını
öne sürmüştür.23 Bu açıklamanın gerçek İngiliz politikalarıyla uzaktan yakından bir alâkası olamadığı su götürmez bir gerçekti.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Irak’taki durumu kontrol altında tutmaya çalışan İngiltere, yeni teknikler geliştirmeye başladı. Buradaki İngiliz kuvvetlerinin azlığı ve hükümete olan güvensizlik Irak’ın kontrolünü güçleştiriyordu. Bu sebeplerden dolayı İngiliz askerleri karadan zırhlı araçlarla ve havadan uçaklarla ülkeyi gözaltında tutmaya çalışmışlardır.24
Irak üzerine otorite olan Charles Tripp, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin Irak ve Orta Doğu’da Osmanlı Devleti’nin yerini almak ve düzeni kurmakta çok zorlandığını belirtmiştir. Ülkeyi İngiliz çıkarlarına göre yerli halktan kurulmuş bir yönetici-aydın kadrosuyla yönetmeye çalışan İngiltere, büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Tripp, Amerikan yönetimini Irak Savaşı sonrasında, geçmişte İngiltere’nin düştüğü hatalara düşmemesi konusunda da uyarmıştır.25
< Irak üzerine otorite olan Charles Tripp, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin Irak ve Orta Doğu’da Osmanlı Devleti’nin yerini almak
ve düzeni kurmakta çok zorlandığını belirtmiştir. >
Meşhur İngiliz ajanı T.E. Lawrance’nin 22 Ağustos, 1920’de Sunday Times’da yayınlanan bir yazısında, İngiliz hükümetinin Irak’ta Türk yönetimini aratacak
derecede kötü bir sınav verdiğini söyleyerek, İngiltere’nin böylesine fakir bir ülkeyi doksan bin asker, sayısız uçak ve zırhlı araçlarla silahların gölgesinde, binlerce Arap öldürerek düzen kuramayacağını ifade etmiştir. İngiltere’nin bu tutumu yüzünden kısa sürede inisiyatifi elinde tutamayacağı yönünde uyarmıştır.26
I. Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı idaresinden kopan Arap Orta Doğusu, İngiltere’nin etkin liderliğinde, İngiltere ve Fransa arasında paylaştırıldı. Her iki devletin kontrolünde ve kendi çıkarlarına göre belirledikleri Orta Doğu’daki yeni devletler ve bu devletlerin sınırlarının çizilmesindeki petrole dayalı sunilik, bölgede sonu gelmeyen karışıklıkları da beraberinde getirmiştir.
Körfez ülkelerinin, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere, hem iç politikalarında hem de birbirleriyle olan münasebetlerinde petrolün ve ülke sınırlarının suni olarak belirlenmiş olmasının sürekli bir kriz haline dönüşmüş olduğunu görmekteyiz. Irak ve İran’da yaşanan darbeler, ihtilaller, ve bu iki ülkenin birbirleri üzerindeki toprak talepleri ile yine her iki ülkenin küçük Körfez ülkeleri üzerindeki tehditleri, bölgede tansiyonu hep yüksek tutmuştur. Suudi Arabistan’ın yer yer kendisine yönelen gerek Irak ve gerekse İran’ın tehditleri karşısında oluşturmaya çalıştığı güvenlik ortamı, bu ülkeyi hızla silahlanmaya, yahut sahip olduğu devasa para kaynaklarını kendisine zararlı bulduğu tarafa karşı olan güçleri desteklemek için kullanmaya itmiştir.
Irak’ın Kuveyt’le problemi olduğu gibi, İran’ın bütün Körfez ülkeleriyle problemleri bulunmaktadır. Çünkü İran, İngilizlerin bu toprakları İran’dan kopardığını düşünmektedir. Özellikle İran’ın Körfez’deki adalar ve bu adalar üzerinde hak iddiaları, seyr-ü sefainde yaşanan karışıklıklar, bir çok problemi beraberinde getirmiştir. Ancak İran’ın istekleri körfezde yerine gelmemiş, Ebu Musa Adası gibi küçük kazanımlarla yetinmek zorunda kalmıştır.
İran’ın Bahreyn üzerindeki hak iddiaları hiç eksik olmadı. 1957’de İran Meclisi Bahreyn’i ilhak ettiğini beyan ederek burayı İran’ın 14. şehri olarak ilan etti. Bu durum Suudi Arabistan’ı ve İngiltere’yi çok rahatsız etti. Suudi Arabistan ile İran arasında uzun sürecek bir gerginlik yaşandı.27 İngilizlerin bölgeden ayrılması üzerine, 1971’de Katar ve Bahreyn bağımsızlıklarını ilân ettiler. Yine aynı yıl İran’ın coğrafî ve politik etki alanındaki kabileler topluluğu, Birleşik Arap Emirliği adıyla Abu Dabi’yi başkent edinerek bağımsızlığını ilan etti ve BM üyesi oldu.28
Bağımsızlık ilanlarından sonra küçük körfez ülkeleri arasında da birtakım problemler çıktı. Halen Katar ve Bahreyn arasında özellikle deniz mili açısından çıkmış olan anlaşmazlıklar çözülebilmiş değildir.
Orta Doğu petrol bölgesinin önemli ülkeleri üzerinde ayrı ayrı tahliller yapıldığı takdirde bu ülkelerin yaşadıkları iç ve dış problemlerinin tanınması bölge hakkında bütünleyici bir resim elde etmek açısından yardımcı olacaktır. Bu ülkelerin maruz kaldıkları iç ve dış tehditler ile kendilerinin bölge veya dünya için oluşturdukları tehditler günümüz olaylarını, özellikle Irak Savaşı’nı sağduyulu bir şekilde yorumlamak için gereklidir.
SUUDİ ARABİSTAN: TEMKİNLİ KRALLIK
Suudi Arabistan görünüm itibarıyla sarsılmaz bir otoriter rejime sahiptir. Kral ailesinin elinde bulundurduğu güç enstrümanları, tek merkezli otoriter rejimin yürütülmesi için gerekli şartları gerçekleştirmiş görünmektedir. Kral ailesinin nüfus olarak genişliği ve bu ailenin devletin belli başlı güç merkezlerini elinde bulundurmaları ve idare etmeleri, özellikle kral ailesinin ordu üzerindeki tam hakimiyeti, otoritenin sağlamlaşmasında ki başlıca iç faktörlerdir.
Suudi Arabistan’da belli başlı muhalefet odakları; kral ailesi içindeki mücadele, çok küçük bir demokratik ve laik muhalefet, dini muhalefet ve de milliyetçi muhalefettir. Ancak bunlardan hiçbiri şimdiye kadar Suudi Arabistan için ciddî bir tehdit oluşturmamıştır.29 1953’teki Süveyş Krizi’nde, Aramco çalışanları greve gittiler. 1956’da Nasır Suudi Arabistan’ı ziyaret ettiğinde Suudi milliyetçiler, ki bunların başını petrol ve ticaretten zengin olmuş doğudaki Şiiler çekiyor, Suudi petrolünün millileştirilmesi için yoğun faaliyetlerde bulundular.30 Ancak Suudi yönetimi her seferinde muhalefet hareketlerini pasifize etmenin yollarını bulmuştur.
Bilindiği gibi Suudi Arabistan bölgede petrol gelirlerinden en fazla istifade eden ülkedir. Petrol zenginliğini bazı bölge ülkeleri gibi Orta Doğu savaşlarında harcamayan krallık, bu zenginliği ülkede otorite kurmak için kullanmıştır. Orta Doğu olaylarına temkinli ve diplomatik kanallarla yaklaşan Suudi Arabistan kendisini sıcak çatışmalardan olabildiğince uzak tutmaya çalışmıştır. Kral ailesi üyeleri ülke içinde çok fazla yatırım alanları oluşturulmadığı için genelde sahip oldukları paraları dış ülkelerde değerlendirmişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nde başta bankacılık olmak üzere büyük yatırımlar gerçekleştirmiş lerdir. Uzakdoğu’da ise, özellikle ekonomileri gelişen ülkelerde, başta otelcilik olmak üzere önemli yatırımlarda bulunmuşlardır. 11 Eylül’den sonra Amerika’dan Suudiler’e karşı yöneltilen terörist suçlamaları ve ülkedeki
bazı Arap kuruluşlarının mal varlıklarına el konulması üzerine, tahminlere göre Suudi yatırımcılar 100-150 milyar civarındaki parayı Amerika’dan çekmişlerdir. Bu rakam, Suudi Arabistan’ın Amerika’daki gerçekleştirdiği yatırımların büyüklüğü hakkında önemli bir fikir vermektedir.
Gerçek şu ki, Suudi Arabistan yönetimi Amerika’nın bu yönetime verdiği destekle ayakta durabilmiştir. Amerika’nın Orta Doğu petrolüyle ilk ve en kapsamlı ilgilendiği ülke Suudi Arabistan olmuştur. Amerikan şirketleri geçmişte Suudi petrollerinden Suudi Arabistan’dan daha çok gelir elde etmişlerdir. ‘Yedi Kız Kardeşler’ ve ‘Aramco’ Suudi petrollerini tekeline alan şirketler olmuştur. Özellikle Körfez Savaşı sonrası küçük Körfez ülkeleri petrol politikalarında daha Amerikan merkezli bir yola girmişlerse de Suudi Arabistan’da tam tersi yaşanmış ve bu ülke Amerika’dan daha bağımsız petrol politikaları sürdürmeye başlamıştır.
Körfez Savaşı’ndan sonraki dönemde daha da sıkılaşmış gibi görünen Amerikan-Suudi ilişkileri aslında büyük kırılmaların su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Suudi Arabistan, İran-Irak savaşında Araplılık adına ve İran’ın temsil ettiği rejim ve siyasal tehdide karşı, politik ve ekonomik olarak Irak’a büyük bir destek vermişti. Oysa ki aynı ülke kısa bir zaman sonra Amerikan liderliğindeki müttefik güçlerle Irak’a karşı fiili bir savaşın içine girmişti. Ülke içindeki suskun muhalefet bu durumu kabul etmedi. Amerika’nın Suudi Arabistan’da askeri üsler kurup ülkede binlerce asker bulundurması, dinî ve milliyetçi motifteki muhalefetin eleştiri oklarını artık açıkça savurmalarına meydan verdi.
< Suudi Arabistan’da Amerikan hedeflerine karşı bombalar patladığı zaman, Amerika Birleşik Devletleri hiç olmadığı kadar soğukkanlılıkla olaylara yaklaştı. >
Çok geçmeden tarihinde ciddi terörist olaylara tanıklık etmemiş olan Suudi Arabistan’da bombalar patlamaya başladı. Bu bombaları bundan önceki bazı münferit olaylarda olduğu gibi ne İran’dan ne de başka bir ülkeden gelen teröristler patlatıyordu; bunlar Suudi vatandaşlarının eylemleriydi. Artık Suudi Arabistan’da da terör eylemleri birbiri arkasına başlamıştı. 1996’da Riyad ve Hobar’da patlayan ilk bombalarla Amerikan hedefleri vurulmuştu.
Suudi Arabistan’da Amerikan hedeflerine karşı bombalar patladığı zaman, Amerika Birleşik Devletleri hiç olmadığı kadar soğukkanlılıkla olaylara yaklaştı. Amerikan çıkarlarına özellikle de direkt Amerikan hedeflerine yapılan hareketlerde şahin kesilen Amerikan hükümeti, Suudi Arabistan’a karşı bir yaptırımda bulunmadığı gibi, Suudiler’le teröre karşı yaptıkları işbirliğini tatmin edici bulmuşlardır. Öyle ki Amerikan televizyonlarında bazı analizciler Suudi Arabistan’da vurulan yerlerin askeri bölgeler olduğunu, dolayısıyla askerlerin zaten her türlü saldırıyı önlemekle görevli olduklarını vurgulayarak, terör kurbanı oldukları için Amerikan askerlerini kabahatli çıkarmışlardır.
11 Eylül terör olayları ile birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nin Suudi Arabistan’a bakış açısı radikal bir şekilde değişti. Soğuk Savaş sonrası Amerikan merkezli bir dünya düzeni oluşturmaya çalışan Amerika Birleşik Devletleri, 11 Eylül’ü bir dönüm noktası olarak belirleyip, dünya üzerinde istediği değişiklikleri hayata geçirmeye başladı. Amerika’nın değiştirmek ve yeni oluşumlar kurmak istediği bölgelerin başında Orta Doğu geliyordu, ve bu bölgede Amerikan değişiminin en büyük hedef noktalarından birisi de Suudi Arabistan idi. Demokrasi ve
açık toplum sloganıyla hareket eden ve kendisine ‘uluslararası terörle mücadele’ misyonunu söyleminin simgesi yapan Amerika Birleşik Devletleri, çok kompleks nedenlerden dolayı Suudi Krallığı’na olan desteğini tümüyle çekme eğilimindedir. Amerikan hükümetinin tüm açıklığıyla Suudi Arabistan’a tavır alması ülkeyi bu güne kadar hiç olmadığı düzeyde gelecekle ilgili politik kaygılara itmiştir. 11 Eylül olaylarında ‘uçaklar sanki ikiz kulelere değil de benim başıma çarptı’ diyen Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi’nin bu sözleri Suudi
Arabistan kanadında yaşanan şokun açık bir belirtisidir.
Düne kadar Suudilerle teröre karşı yaptıkları işbirliğinden memnun olduklarını savunan Amerikan yetkilileri bir anda Suudi Arabistan’ı teröre karşı pasif kalmakla suçlamaya başladılar. Amerika’nın tipik dış politika yöntemlerinden olan ‘sonuç alana kadar baskı sistemi’, Suudi Arabistan üzerinde uygulanmaya başlandı. Yine Amerikan politik geleneklerinden olarak basını ve kamuoyunun desteğini kısa sürede psikolojik bir propagandayla dönüştüren Amerikan hükümeti, Suudi Arabistan’a karşı ağır ithamlarda bulunmaya başladı. Kısa sürede Suudi rejimi Amerikan yönetiminde ve medyasında tartışılır hale geldi. Usame bin Laden’in Suudi Arabistan'lı olması ve 11 Eylül olaylarında ön plana
çıkartılan Muhammed Atta’nın da bu ülkeden olması, Suudi Arabistan’a yöneltilen tehditlerde kamuoyunun desteğini kazanmayı çabuklaştırmıştır.
Amerikan yazılı ve görsel basınında Suudi Arabistan’a açılan savaş karşısında bu ülke büyük paralar ve çabalar harcayarak Amerikan iddialarını yanıtlayıp çürütmeye çalışmıştır. Her ne kadar Başkan Bush, yaptığı bir konuşmada Irak, İran ve Kuzey Kore’nin açıkça isimlerini zikrederek bunların ‘şer eksenleri’ olduklarını iddia etmiş ve Suudi Arabistan hakkında açık bir suçlamada bulunmamışsa da, konuşmasında ‘teröre yataklık eden’ ülkelere de eleştiri ve tehdit oklarını göndermiştir.
Körfez Savaşı’na fiili olarak katılmış olan Suudi Arabistan, Amerika’nın Irak’a saldırısına kuvvetle karşı çıkmıştır, ancak mecburi olarak Amerika ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Savaşın başlarında Suudi Arabistan kaygıyla savaşın kendisi için oluşturacağı olumsuz durumları kavramaya ve bunlara karşı önlem almaya çalışmıştır. Ülkede gitgide artan ekonomik problemler, çıkabilecek bir
kaosta teşvik edici bir rol oynayacaktır. Özellikle Amerika’nın kafasında kurduğu Orta Doğu’nun demokratikleşme planlarına hazırlıksız yakalanmak istemeyen Suudi Arabistan yönetimi, kurumlarını kendi şartları içerisinde demokratikleş tirmeye çalışmaktadır. Bunun da ilk sinyallerini vermiştir. Suudi meclisi, tarihinde ilk defa göçmenler hakkında hükümetin gönderdiği bir yasayı onaylamayarak geri çevirme hakkını kullanmıştır.
İRAN: AKSİYON DİYARI
Orta Doğu bölgesinde zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olan İran, sahip olduğu farklı politik duruşuyla, bölgede çok köklü değişikliklere sebep olacak olaylara merkezlik yapmıştır. Uyguladığı politikalarda hep ekstrem boyutlarda dolaşan İran rejimleri her ne adla ortaya çıkarsa çıksın sürekli otoriter sistemleri öngörmüş ve yayılmacı bir karaktere sahip olmuştur. Şahlık rejiminin sıkı otoriter yapısı gibi, İran’ın modernleşmesi ve batılılaşması da baskıya dayalı uç kutuplarda olmuştur. İşte ülkenin sahip olduğu politik zemindeki kayganlık sebebiyle Amerika’nın Orta Doğu’daki ve dünyadaki en yakın müttefiklerinden biri olan İran, İslam Devrimi’yle bir anda Amerika’nın bölgede ve dünyada bir numaralı düşmanı haline gelmiştir.
< 1907’de İran, petrol bölgelerine göre Rusya ve İngiltere arasında, kuzey ve güney olmak üzere çıkar bölgelerine ayrılmıştı. >
İran’da yaşanan politik çatışmalarda petrolün rolünü açıkça görmekteyiz. 1907’de İran, petrol bölgelerine göre Rusya ve İngiltere arasında, kuzey ve
güney olmak üzere çıkar bölgelerine ayrılmıştı. Ancak İran, kendi petrol kaynaklarına sahip olabilmek için uzun mücadeleler verecektir. II. Dünya Savaşı’nda ülkenin kuzeyini işgal eden Sovyetler, Yalta Kararları’na aykırı olarak işgali sona erdirmeye yanaşmadı. İran, ülkenin toprak bütünlüğünü bozan ve zengin petrol kaynaklarını Sovyetler’e peşkeş çeken bu durumdan kurtulmaya çalışmış ve doğal olarak da yüzünü Amerika Birleşik Devletleri’ne çevirmişti. II Dünya Savaşı sonrası ABD, Orta Doğu’yla ciddi manada ilgilenmeye başlamıştır. O zamana kadar bölgede, Amerikan petrol şirketlerinin Suudi petrolleriyle ilgilenmeleriyle büyük ölçüde sınırlı olan Amerikan ilgisi hızla artmaya
başladı. Savaş sonrası İran Krizi Amerika’nın karşısına çıkan ve başarması gereken en erken Soğuk Savaş problemlerindendi. ABD konuyla birinci dereceden ilgilendi ve yeni kurulmuş olan BM’yi işleterek Rusları İran’dan çıkmaya zorladı. Rusya’nın kuzeyi işgal altında tutması en fazla güneyde zengin petrol sömürgelerine sahip İngiltere’yi kaygılandırdı. Amerika’nın politik ilgisini çekmek için hem İran hem de İngiltere Amerika’ya petrol vaatlerinde bulundular. Dünya siyasetinde yeni olan ve komünizmi her nerede bulursa durdurmayı dış politikasının dayanağı yapmaya başlamış olan Amerika, olaya petrolden çok güvenlik açısından yaklaştı. Zengin petrol kaynaklarına rağmen, bu kaynaklardan elde edilen gelirlerin İngiltere ve Rusya’ya peşkeş çekilmesin den, ayrıca bu iki ülkenin politik baskısından muzdarip İran, bu soygundan ve baskından kurtulmak için petrol kaynaklarını koz olarak kullanıp buna rağmen Amerika’dan gerekli ilgiyi görememekten dolayı hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak Amerika’nın bu ilgisiz durumu kısa sürede değişmeye başladı. Şah’ın Amerika’ya karşı kişisel sempatisi ve Amerikalılar’la yakın ilişkileri ve Amerika ile ittifak kurma çabaları sonucunda, Amerikan petrol şirketleri hızla İngiliz petrol şirketlerinin yerini almaya başladı.
1951’e gelindiğinde Musaddık’ın İran petrollerini millileştirme parolasıyla yaptığı rejim değişikliği, Amerika’nın ekonomik ve siyasi çıkarlarını çok yakından ilgilendiriyordu. Bu yüzden Amerikan CIA’si birkaç milyon Dolara mal ettiği bir karşı devrim hareketiyle ülkeyi terk etmiş olan Şah’a tacını geri kazandırdı. Yenilerde kurulmuş olan CIA’nin ilk ve en başarılı işlerinden sayılan bu karşı darbe girişimi Amerika’ya çok büyük bir güven ve Orta Doğu’da büyük avantaj lar sağlamıştır. Başarıya ulaşamayan İran Devrimi birkaç kez tekrarlarda bulunmuş ve nihayet 1979’da başarıya ulaşmıştır.
< 1951’e gelindiğinde Musaddık’ın İran petrollerini millileştirme parolasıyla yaptığı rejim değişikliği, Amerika’nın ekonomik ve siyasî çıkarlarını çok yakından ilgilendiriyordu. >
Bu kez İran’daki İslam devrimi CIA’nin en başarısız işi olarak tarihe geçmiştir. Bir bakıma İran’daki petrol kaynakları ülkeyi uzun bir sure ihtilal atmosferinde tutmuş ve akabinde de İran’ı Irak’la bir savaşın içerisine itmiştir.
Petrol, diğer Körfez ülkelerinde olduğu gibi, İran ekonomisinde ve dolayısıyla İran politikalarında önemli bir yere sahiptir. İran, özellikle 1970’lerde petrole dayalı olarak büyük bir ekonomik sıçrama gerçekleştirdi. 1973’te İran petrolleri üzerinde milli kontrolünü tam olarak gerçekleştirdiği zaman petrol gelirleri ülke gelirlerinin %84’ünü oluşturuyordu.31 1973 ve 1974 senelerinde petrol krizi sebebiyle İran’ın petrol gelirleri dört kat arttı.32 1973-77 arası artan petrol gelirleri sayesinde İran ekonomisi yıllık 8.4 oranında büyüdü.33 Aynı yıllar
arasında İran’da kişi başına düşen milli gelir 2000 ile üçüncü dünya ülkeleri arasında rekor bir seviyeye çıktı.34 Petrol kaynakları, Şah’ı büyük endüstri planları yapmaya zorladı ve 1974-78 yıllarını kapsayan beş yıllık planda bütçe bir anda 60 milyardan 120 milyara çıkarıldı. Çünkü Şah yirmi yıl içerisinde İran’ı dünyanın en gelişmiş beşinci sanayi toplumu yapma hayallerine sarılmıştı.35
Şah’ın kişisel liderliğinde bilinçsiz ve programsız sürdürülen kalkınma planları geri tepti ve büyük ekonomik hedeflerin politika haline getirildiği ülkede büyük hayaller sadece büyük başarısızlıklara dönüştü. Ancak Şah’ın önde gelen akıl hocalarından kız kardeşi Prenses Eşref’in BBC’ye verdiği demeçte ‘dış güçler İran’ın on yılda ikinci bir Japonya olacağını gördüler ki bunlar Asya’da ikinci bir Japonya’ya tahammül edemezlerdi’ diyerek İran’ın gelişmesini engelleyenlerin ve 1979 Devrimi’ni tezgahlayanların İran’ın gelişmesine katlanamayan dış
güçlerin olduğunu savunmuştur.36
Büyük bir güç haline gelmek isteyen İran, ekonomik gelişmelerde koyduğu hedeflerin yanı sıra politik bir güç olmak için hızlı bir şekilde silahlanmaya başladı. İran, zengin petrol gelirlerini cömertçe silah alımlarında kullandı. Yüksek silah teknolojisine sahip Amerika Birleşik Devletleri genelde İran’ın yüklü silah alım taleplerini geri çevirmedi. ABD, NATO üyesi ülkelere bile satmadığı yüksek teknolojili, stratejik silahları İran’a satmaktan çekinmemiştir. Amerika’nın bu politikalarında İran’ın Amerikan petrol şirketlerine öncelik tanıması, İran’ın
Amerika’da büyük yatırımlar yapması ve Şah’ın Amerikan başkanları ve üst düzey politikacıları ile zengin hediyelerle yürüttüğü şahsi dostlukları
etkili olmuştur. Bir hesaba göre yüksek teknolojili Amerikan silahlarının bakımı ve kullanımı için binlerce Amerikalı uzman ve asker, İran’da çalıştırılmış ve devrim öncesi Tahran’da sürekli olarak yaşayan Amerikalılar’ın sayısı yetmiş bini geçmişti.
Millileştirilen İran petrollerinin daha çok Amerikan menfaatlerine çalışması ve Şah’ın toplumda derin olmayan ve kabul görmemiş olan baskıcı yönetimi, geniş bir muhalefet kitlesini harekete geçirmiştir. Bu muhalefette; milliyetçiler, demokrat ve laikler, komünistler ve dinciler yer almışlardır. İran kültürü ve politik geleneği doğrultusunda dini grup en fazla İranlılığı temsil ettiğinden, 1979 devrimi bu grubun önderliğine bırakılmıştır. Neticede Amerikan Başkanı Jimmy Carter’in İran’ı ziyaretinden kısa bir süre sonra devrim gerçekleşmiş, Şah ülkeyi terk etmiş ve Amerikan-İran dostluğu tamamen sona erdiği gibi iki ülke arasında çetin bir düşmanlık başlamıştır.
IRAK: YANLIŞ HESAPLAR BAĞDAT’TAN DÖNER
İngiltere’nin Arap Orta Doğu’sunu taksiminde önemli bir yere sahip olan Irak’ta, politik karışıklıklar ülkenin kurulduğu günden bu güne durulmamıştır. Daha İkinci Dünya Savaşı devam ederken Irak’ta darbe olmuş ve İngiliz aleyhtarı fakat Alman taraftarı bir yönetim iş başına gelmiştir. İngiltere Irak’taki kontrolü güçlükle geri kazanmıştır.
1958’de General Abdülkerim Kasım’ın yönetimi ele geçirmesi İngiltere’yi derinden etkilemiştir. 1958 Darbesi sonucunda, Nasır ile başlayan Arap dünyasına lider olma politikaları artık neredeyse aralıksız olarak Irak tarafından denenmeye başlanmıştır. Zengin petrol yatakları üzerinde oturan İngiliz karşıtı bir Irak yönetimi petrolün tümünü ithal eden İngiltere’yi ve onun Orta Doğu’yu kontrol etme politikalarını temelden sarsmıştır.
< Her iki ülkenin birbirlerinin toprakları üzerinde iddia ettikleri haklar 1975 yılında bizzat Irak adına Saddam Hüseyin’in başkanlık ettiği Paris Konferansı’nda sonuca bağlanmıştır. >
Özellikle İngiltere’nin, savaş sonrası ekonomik gücünü geri kazanması ve ekonomisini geliştirmesi için Körfez petrollerine ihtiyacı vardı. Kuveyt’in petrollerini kurtarmaya çalışan İngiltere, Kuveyt’in 1961’de bağımsızlığını ilan etmesini sağladı. Ancak General Kasım, Kuveyt’in bağımsızlığını tanımadı ve
Kuveyt’i işgal etmeye kalkıştı. İngiltere’nin Kuveyt’i savunması üzerine Kasım başarısız oldu ve 1963’te Ba’as Partisi Kasım’ı alaşağı edip yönetimi
eline geçirdi ve aynı yıl Ba’as hükümeti Kuveyt’in bağımsızlığını tanıdı. Irak 1990’da Kuveyt’i işgal ederken eski tezini savunarak bağımsız bir Kuveyt devletinin Irak’ın toprak bütünlüğünü ihlal ettiğini öne sürdü.37
Irak’ın Körfez ülkeleri ve İran’la olan problemleri Ba’as yönetiminde de sürüp gitti. Milliyetçi ve sosyalist yapı içerisindeki parti, yayılmacı bir politika izledi. Irak, İran’da petrol bakımından zengin ve Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu ve stratejik bakımdan önemi olan, Basra Körfezi’ne açılan kapı olan Huzistan üzerinde toprak taleplerinde bulundu. Buna karşılık İran ise Irak’ın güneyindeki Şiileri ve kuzeydeki Kürtleri Irak yönetimine karşı destekledi ve kışkırttı. Her iki ülkenin birbirlerinin toprakları üzerinde iddia ettikleri haklar 1975 yılında bizzat
Irak adına Saddam Hüseyin’in başkanlık ettiği Paris Konferansı’nda sonuca bağlanmıştır. Anlaşmaya göre Irak İran’dan toprak talep etmeyecek ve buna karşılık İran da Irak içerisinde muhalefet gruplarını desteklemeyecekti.
İran-Irak Savaşı
Irak’ta yenilerde yönetime gelmiş olan Saddam Hüseyin, İran’da 1979 yılında meydana gelen rejim değişikliği sonucu ülkenin içinde bulunduğu güç durumu kullanarak Arap dünyasında prestij kazanmayı ve bu dünyaya liderlik etmeyi tasarlamıştır. Irak’ın İran’a savaş açması ve sonrasında yıllarca süren savaş ve akabinde gelen Kuveyt işgali Irak’ı büyük ihtiraslarının kurbanı yapmış ve Bağdat’ı yanlış hesapların görüldüğü yer haline getirmiştir.
< Ayrıca İran’ın şahlık döneminde hızla silahlanmış olması bölge ülkelerinin böyle bir askeri gücün zayıflatılması için Irak’a desteğini sağlamıştır. >
1980-1988 İran-Irak Savaşı sırasında batı dünyasının hemen hemen tamamı, Arap dünyasının büyük çoğunluğu, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin tamamı Irak’ı desteklediler. Çünkü İran, kurduğu radikal rejimi ihraç ederek bölgesel bir tehdit oluşturuyor ve Orta Doğu gibi önemli bir bölgenin tehdit altında olması tehdidin global uzantılarını da beraberinde getiriyordu. Ayrıca İran’ın Şahlık döneminde hızla silahlanmış olması bölge ülkelerinin böyle bir askeri gücün zayıflatılması için Irak’a desteğini sağlamıştır. Sonuçta İran sekiz yıllık Irak savaşını büyük bir yalnızlık içinde yürütmek zorunda bırakılmıştır.
Irak, İran’a saldırarak büyük bir hata içerisine düşmüştür. Her ne kadar Irak savaşta büyük bir dış destek görmüşse de Irak’ın bölgede lider güç olmasına müsaade edilmeyecektir. İran da barış tekliflerini kabul etmeyerek hata yapmıştır. Savaşın sonunda İran tehlikesi ortadan kalkarken, Irak yükselen bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır. Savaşın sonunda bir milyon askeri silah altında tutan Irak, batı ülkelerinin ve silah tüccarlarının büyük katkılarıyla bu bir milyon işsiz orduyu, tepeden tırnağa kadar silahlandırmıştı.38
Körfez Savaşı
Henüz sekiz yıl süren savaşının yaraları sarılmadan ve henüz daha İran’la nihai bir anlaşmaya varmadan, Irak 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e saldırdı. Irak Kuveyt’in Osmanlı Devleti’nde Basra Vilayeti’nin bir parçası olduğunu dolayısıyla bu toprakların Irak’a ait olduğunu ileri sürmüştür. Arap dünyasını yönetme özlemi içinde olan Saddam Hüseyin, işgalden önce, 25 Temmuz’da ABD’nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie’ye amacını açığa vurarak ‘Irak’ın haklarını bir biri ardı sıra alacağız. Belki bir ay ya da bir yıl sonra ama yakında gerçekleşmeyebilir. Fakat, eninde sonunda uygulayacağız. Çünkü haksızlık karşısında susanlardan değiliz. Ne Emirliklerin, ne de Kuveyt’in, haklarımızı gasp etmesi için tarihsel ya da yasal hiçbir gerekçesi yoktur’ demiştir.39
Irak’ın Kuveyt’e saldırmasının asıl sebebi petroldü. Savaştan birçok zararla çıkmış olan Irak, Kuveyt’i işgal ederek daha fazla petrolü idaresi altına almayı ve dolayısıyla hızla ekonomik bir güç olup Arap liderliği rolüne farklı bir yol ile ulaşmayı hedeflemişti. 1989’da Kuveyt, petrolden 7.7 milyar Dolar gelir elde etmişti. Irak işgal ettiği Kuveyt’in petrolleri ile dünya petrol rezervlerinin % 20’sini ele geçirmiş oluyordu.
Kuveyt sınırlarına yığılan 100.000 kişilik Irak kuvvetleri sınırı aşarak, 7 saat içinde Kuveyt’in tamamını işgal etti, ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, aldığı 660 sayılı kararla, Irak’ın kayıtsız ve şartsız Kuveyt’ten çekilmesini istedi. ABD’nin teşebbüsü üzerine 6 Ağustos 1990’da Irak’a geniş kapsamlı ekonomik ambargo uygulanmasını öngören Güvenlik Konseyi’nin 661 sayılı kararı gereğince BM üyesi olan ülkeler büyük bir oranda Irak’a uygulanan ambargolara katıldılar.40
Irak’ın Kuveyt’e saldırmasının arifesinde Saddam Hüseyin niyetini Amerikan yetkililerine belirtmiş olmasına rağmen, Amerika’nın tavizkar tutumu Irak’ı cesaretlendirmiş olabilir. Nitekim, Irak Kuveyt’i işgal edince hızla yaşanan petrol paniği sırasında Amerikan Başkanı çıkan paniği yatıştırmak için hiç bir şey yapmadı. Burada petrol açıkça politik bir silah olarak kullanıldı. Amerika’da bu tür olağanüstü durumlar için hazır bulundurulan ‘Strategic Petroleum Reserve’ ekonomistlerin ve International Energy Agency’nin tüm isteklerine rağmen piyasaların rahatlaması için kullanılmadı. Ne var ki bu petrol rezervleri, Amerika’nın Irak’ı bombalamaya başlamasından sonra kullanıma
açıldı. Böylece hızla artan petrol fiyatları bir anda 1/3 oranında değer yitirdi.
Irak’ın işgali sona erdirmesi için girişilen bütün diplomatik çabaların sonuçsuz kalması üzerine 17 Ocak 1991 tarihinde müttefik devletler Irak’ın askerî hedeflerini bombalayarak Çöl Fırtınası Harekâtı’nı başlattı. ABD liderliğinde bir araya gelmiş bulunan çok uluslu koalisyonun amacı, Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkararak meşru Kuveyt yönetiminin yeniden kurulması ve Körfezdeki petrolün eskiden beri sürüp geldiği biçimde güven içerisinde akışını sağlamak idi.
Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal ederken tıpkı İran savaşında olduğu gibi büyük bir hata yapmıştı. Saddam, Irak’ı işgal kararından vazgeçirecek uluslararası bir iradenin ortaya konulamayacağını düşünüyordu ve Amerikan kamuoyunun Amerikan askerlerinin ölüm haberleri gelmeye başlayınca hükümeti bu girişimden vazgeçireceğini düşünmüştü. Irak kendisine karşı kurulan koalisyonun 1956’da Süveyş Kanalı krizinde olduğu gibi zaman içerisinde dağılacağını düşünerek, işgalin sona erdirilmesi yolundaki bütün diplomatik girişimleri sonuçsuz bıraktı.
< Saddam Hüseyin’in bir diğer hatası da gelenekselleşmiş Türk dış politikası çerçevesinde Türkiye’nin Orta Doğu çatışmalarında aktif taraf
olmama tutumunu Körfez Savaşı’nda da koruyacağını düşünmüş olmasıydı. >
Ancak olaylar Saddam Hüseyin’in düşündüğü şekilde gelişmiyordu. Süveyş Kanalı krizinde ABD; İsrail, İngiltere ve Fransa koalisyonuna baskı yaparak
bunların Mısır’a saldırmalarını önlemişti. Buradaki temel amaç batının Sovyetler’e karşı Orta Doğu’da gücünü ve etkisini Mısır’a yapılacak bir savaşla kaybetmemesiydi. Ancak 1956’daki şartlar 1990’da yoktu. Dağılma sürecindeki Sovyetler Birliği Amerikan planları için bir tehdit oluşturamazdı.
Bunu fark eden Saddam Hüseyin, İsrail kartını oynamak istedi. İsrail’e füzeler fırlatarak bu ülkeyi savaşın içine çekebileceğini, Arap ve Müslüman ülkelerin desteğini sağlamak için bunu bir din savaşına dönüştürebileceğini tasarladı. Artık Saddam Hüseyin televizyonlarda sık sık namaz kılarken görüntülenmeye başlandı. Kendisine yapılan herhangi bir tasallutu misliyle cevaplandırmayı temel politika edinmiş olan İsrail, Amerika’nın telkinleri ve hatta tehditleri sonucu Irak’tan yağan füzelere karşı hiç sesini çıkarmadı. Çünkü Amerika’nın İsrail’den
bu isteğine karşılık büyük yardımlarda bulunacağını ve Amerika’nın uğruna savaştığı politikaların bölgede İsrail’in elini önemli ölçüde güçlendireceğini biliyordu.
Saddam Hüseyin’in bir diğer hatası da gelenekselleşmiş Türk dış politikası çerçevesinde Türkiye’nin Orta Doğu çatışmalarında aktif taraf olmama tutumunu Körfez Savaşı’nda da koruyacağını düşünmüş olmasıydı. Halbuki, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi üzerine Türkiye koalisyonun yanında yer almış ve ülkedeki ABD üslerinin kullanılmasına izin vermiştir. Türkiye’nin tutumu Irak için çok olumsuz olmuş ve Irak yönetimi buna sert tepki göstermiştir. Irak Dışişleri bakanı Tarık Aziz, Dışişleri Bakanı A. Kurtcebe Alptemoçin’e bir mektup göndererek, İncirlik
üssünün kullanılmasına müsaade etmesinin Türkiye’nin Irak’a saldırması anlamına geldiği ihtarında bulunmuştur. Ancak Irak’ın bütün planları ve tehditleri geri tepmiş ve Irak ordusu Kuveyt’ten çıkarılmıştır.
Sonuç olarak, Körfez Bölgesi’nde hegemonya ve üstünlük mücadelesi veren Ba’asçı Irak Devleti, otantik bir halk hareketi sonunda doğmuş olan radikal esaslara dayalı İran İslâm Cumhuriyeti ve kral ailesinin özel mülkü sayılan Suudi Arabistan Krallığı arasında kıyasıya bir mücadele devam etmektedir. Oysa, adı geçen üç rejimin de ekonomileri petrol bağımlısı olarak kalmış ve bunlardan hiçbirisi, ellerindeki bazı imkanlara rağmen, gerçek manada rejimlerini, toplumlarını ve ekonomilerini geliştirememişlerdir.
ABD, IRAK SAVAŞI VE PETROL
ABD’NİN HEGEMON GÜÇ HALİNE GELMESİ VE AMERİKA’NIN DÜNYA SİYASETİ DİNAMİKLERİ
ABD’nin Orta Doğu’daki pozisyonu II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmeye başlamıştır. Orta Doğu bölgesinin dünya politikalarında taşıdığı zengin anlama paralel olarak, Amerika’nın bölgeyle olan ilişkisi çok çeşitli faktörlere dayanmıştır. Stratejik, ekonomik ve güvenlik faktörlerinin yanı sıra İsrail faktörünü de Amerika’nın bölgedeki ilişkilerine yön veren ana sebepler olarak sayabiliriz. Bu faktörlerden bazılarını, örneğin İsrail faktörünü kapsam dışında bırakarak, Amerika’nın geçmişten günümüze bölgesel ve global açılımlarla bölge ile, özellikle de Körfez bölgesi ile sürdürdüğü ilişkilerin analizinin yapılması, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü politikalarını ve gelecekle ilgili
niyetlerini yorumlayabilmek bakımından büyük bir öneme sahiptir.
II Dünya Savaşı sona erdiğinde ABD bir dünya devi olarak ortaya çıkmıştır. Savaş ortamı Amerika’yı güçlendirmiş ve buna karşılık dünya siyasetine yön vermiş olan büyük güçler aynı ortamda güçlerini yitirmişlerdi. Amerikan ekonomisi savaş sebebiyle uzun süre devam etmiş olan ‘great depression’dan kurtulmuştur. Bütün ekonomik sektörler özellikle de havacılık ve silah sektörü savaş boyunca hızla gelişmişti. Öyle ki Amerika’nın savaş ortamında havacılıkta kat ettiği gelişme % 400’leri aşıyordu. Savaş sonrası Amerika kendisini dünyadan izale eden klasik politikalarına geri dönmek istememiştir.
Amerika Birleşik Devletleri uzun bir süre başta İngiliz ve diğer emperyalist Avrupa güçlerinin yönlendirdiği dünya düzeninde kendisine uygun bir yer bulamamıştı. Sahip olduğu politik sistem, ancak sahip olamadığı sömürgeler
(-ki dünya Avrupa güçleri tarafından zaten parsellenmişti- ) sebebiyle ABD Avrupalı emperyalistleri eleştirmiş ve demokrasiden güç alan Amerikan ideallerini savunmuştur.
Aslında Amerika’nın en büyük itirazı koloniyalist devletlerin sömürge bölgeleri kurarak buraların ekonomik kaynaklarından yalnızca kendilerinin faydalanmalarına olmuştur. Ayrıca Amerika bu devletlerin milli ekonomilerini güçlü kılabilmeleri için uyguladıkları yüksek oranlı gümrük vergilerine
de karşıydı, çünkü Amerika bu ülkelere bu yüzden mal satamıyordu. Sonuçta ABD politik olarak demokratik değerleri ve ekonomik olarak ‘open door policy’yi savunan ve Avrupa’nın politik oyunlarından geri durmayı yeğleyen bir ülke konumuna gelmiştir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder