PETROL, PETROL POLİTİKALARI VE ORTA DOĞU BÖLÜM 3
I. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya politikalarına lider ülke olarak girmek istemeyen ABD, II. Dünya Savaşı sonrasında hiç tereddüt etmeden bu rolü üstlenmeye kalkışmıştır. Amerika’nın önceliği mallarına pazar bulmak, ekonomisini geliştirmek ve dünyada kendisine dost olacak rejimleri kurmak ve desteklemek olacaktı. Amerika isteklerini gerçekleştirmek için oyunun kurallarını değiştirerek kendi çıkarlarına uygun olacak yeni bir dünya düzenini kurması gerekiyordu. Amerika politik olarak komünizme karşı, ve dolayısıyla Sovyet
yayılmacılığına, savaş açtı ve kutuplaşan dünyada ‘özgür dünya’ adı altında kendisi ile işbirliği yapacak çok geniş coğrafyalar oluşturdu.
Karşıtı olarak dünyayı örgütlemeye çalışan Amerika, Sovyet ve komünist tehdidini çok iyi kullanarak dünyanın koruyucusu rolünde global gücünü tesis etti. Amerika’nın dünyanın her köşesine uzanan politik ilgisi sebebiyle artık Amerikan çıkarları ve Amerikan milli güvenliği okyanusları, kıtaları aşıp dünyayı baştan başa kat ederek global bir olgu haline geliyordu. Bu ilgiyi yürürlükte tutabilmek için Amerika yeni dünya düzenindeki aktörlerini organize ederek dünyanın ekonomik, diplomatik ve askeri dizginlerini eline geçirmeye başlamıştır. ABD yeni dünya düzeninde işe ekonomik tedbirleri alarak başladı. Amerika’ya göre dünya kaynakları serbest rekabet ortamında herkes
tarafından kullanılacak ve dünya ticareti arttırılacaktı. Amerikanın bu yaklaşımı Orta Doğu’da da olduğu gibi bir çok yerde Amerika’nın kokuşmuş emperyalist düzeni yok ederek dünya halklarına refah yolunu açacağı yönündeki ümitleri arttırdı. Amerika en başta GATT örgütünü kurarak uluslararası ticarette % 100’leri aşan gümrük duvarlarını serbest ticaret için, daha doğru bir sözle Amerikan ürünlerini satabilmek için, indirilmesini öngördü. Nitekim, belirli bir süre sonra uluslararası ticarette gümrük vergilerinin ortalaması % 25’in altına çekilmiş oldu. Yine ABD’nin önderliğinde ve Amerikan öncelikleri gözetilerek kurulan Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu
IMF ile, ABD II. Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomilerini kontrolü ve yönetimi altına almış oldu. Amerikan Doları’nın dünya ekonomileri ve ticaretinde lider para birimi konumuna yükselmesi, Amerika’ya son derece büyük fırsatlar sağlamıştır. ABD, Avrupa’nın ve Japonya’nın kalkınmasına büyük paralar harcayarak katkılarda bulundu ve bu ülkelerin ekonomilerini Amerika’ya rakip olarak değil de ticaret ortağı olarak geliştirmelerinde başarı sağladı. Özellikle 1950’lerden başlayarak Amerika aldığı bu tedbirler sayesinde inanılmaz bir
ekonomik gelişme periyoduna girdi. Öyle ki artık tüm dünya üretiminin yarısının gerçekleştirildiği ve yine tüm dünya tüketiminin yarısının harcandığı
yer Amerika Birleşik Devletleri idi.
Amerika, ekonomik alanda dünya düzenini kendi lehine değiştirirken, aynı zamanda politik ve askeri alanlarda da dünya liderliğine yükseldi.
Yüksek silah teknolojisine sahip olan Amerika, NATO’nun liderliğini yaparak ve BM’nin Güvenlik Konseyi üyesi olarak, kurduğu yeni dünya
düzenini askeri ve diplomasi alanlarında sıkı bir şekilde koruyagelmiştir.
Bu arka plan doğrultusunda ABD; politik olarak İran Krizi, Sovyetlerin Türkiye’ye baskıları ve toprak talebi ve Yunanistan’da yaşanan iç savaş nedenleriyle Orta Doğu bölgesi ile hızla ilgilenmeye başladı. ABD’nin İsrail devletini kurdurmaktaki aktif rolü ve akabinde çıkan Arap-İsrail anlaşmazlıkları, Amerika’yı adeta Orta Doğu politikalarına kilitlemiştir. ABD, Orta Doğu’da ılımlı Arap milliyetçiliğini
kontrol ederek İngiltere’nin bölgede siyasi iflasıyla boşalmış olan yeri Sovyetlere kaptırmadan hassas bir denge kurmak istiyordu. Hatta bu yolda İngiltere’nin bile terk etmiş olduğu muhafazakar elementleri yönetimde tutmaya karar vermiştir.41 Bölgeyi Sovyet etkisinden uzak tutmak, bölge petrollerini kontrol etmek ve İsrail devletinin güvenliğini sağlamak adına Amerika’nın bu bölgeye olan ilgisi hiç eksilmedi. İstisnasız her Amerikan Başkanı’nın bölge için politikalar üretmesi gerekiyordu ve her Amerikan Başkanı göreve koltuklarının altında Orta Doğu ile ilişkiler ve bölgede yaşanan problemler hakkında yeni projeler içeren ajandalarla geldiler.
1970’lere gelindiğinde Amerikan ekonomisinde bir durgunluk başlamış, bunun karşılığında başta Almanya ve Japonya olmak üzere birtakım ülkeler hızlı bir ekonomik kalkınma süreci içerisine girmişlerdi. Japonya ve Almanya’nın dünya ekonomilerinde önemli sıçrama yapmaları Amerikan ekonomik gücünü olumsuz etkilemiştir. Tıpkı 1950’lerde İngiltere’nin olduğu gibi, 1970’lerde de Amerika Orta Doğu petrolüne kendi ekonomisini ayakta tutmak ve kayıpları azaltmak için hayati önemle bağlı idi.42 Amerika Birleşik Devletleri ekonomik olumsuzlukları gidermek için bir dizi ekonomik ve politik tedbirler almaya başlamıştır. ABD, politik ve askeri gücünü kullanarak kendi kurduğu ve yönettiği IMF politikalarının tam aksi olan uygulamalara yönelmiştir. Bunların başlıcaları haksız rekabete yol açacak olan Dolar devalüasyonu ve karşılığı olmadan para basımıydı. Petrole bağımlı olan Amerikan endüstrisini güçlü tutmak için ABD Orta Doğu petrol alanlarını petrolün kesintisiz akışı için sıkıca kontrolü altında tutmuştur. Amerika bu uğurda bölgede Şah’ı, kralları ve diktatörleri destekleyerek adeta bölge kaynaklarını bölgenin yöneticileriyle birlikte bölge halklarına rağmen sömürmüşlerdir.
ABD bir koltukta iki karpuz taşımak misali, hem İsrail çıkarlarını Araplara rağmen korumuş hem de Arap devletlerini Sovyetler’in ciddi yayılmacı politikalarına rağmen kendi etkisi altında tutabilmiştir. Amerika’nın bu başarısında Arapları birleştirmeye çalışan ancak her uygulamada Arapları daha fazla birbirinden ayıran Arap milliyetçiliği ve Arap dünyasına liderlik etme hayalleri çok etkili olmuştur.
Soğuk Savaş sonrasına geldiğimizde Orta Doğu sadece petrolle izah edilemeyecek ve tüm dünyayı ilgilendirecek politikaların odağı haline
gelmiştir. Artık Orta Doğu olayları bölgesel olmaktan çıkmış neredeyse bir numaralı global fenomen haline gelmişti. Erken Soğuk Savaş sonrası
politikalarının ilk manevrasının Körfez Savaşı’yla Orta Doğu’da yapıldığını görüyoruz ve Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeninin formülasyonu niteliğindeki Irak Savaşının yine bu bölgede ortaya çıktığını görüyoruz. Bunları söylerken, Orta Asya ve Kafkaslar’ın da dünya siyasetindeki yerlerinin periferiden merkeze doğru hızlıca kaydığını akılda tutmamız gerekiyor.
Peki neydi Orta Doğu’yu Amerikan ve dünya siyasetlerinin merkezi yapacak unsurlar? Bu sorunun cevabını yine Soğuk Savaş döneminin başlarına giderek, günümüze kadar uzanan bir süreçte aramak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş politikalarını ‘containment’ ve ‘domino theory’ gibi simgeleştirdiği kavramlar üzerine kurmuş ve insan onurunu ve hürriyetini temsil eden demokrasiyi savunduğunu iddia etmiştir. Amerika ilk iş olarak her nerede olursa olsun komünizmi gördüğü yerde durduracak ve komünizmin bir bölgeden diğerine adeta domino taşlarının birbirine çarparak sirayet etmesini önleyecekti. Bunu yaparken en başta var olan dünya demokrasilerini koruyacak, az olan
yerlerdekini -ki Türkiye bu kategoriye giriyordu- geliştirecek ve hiç demokrasi olmayan yerlerde de demokratik idareler kurduracaktı. Özellikle ABD’nin doğu Avrupa ülkelerini Sovyetler’e karşı korumadaki başarısızlığı sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri önceliği var olan demokrasileri korumaya vermişti ve dolayısıyla batı Avrupa Amerikan politikasının en merkezine oturmuştu. Batı Avrupa oryantasyonlu Amerikan politikalarının oluşmasında sadece buradaki demokratik kurumların varlığı değil, aynı zamanda Avrupa’nın en büyük pazar olası ve yine Amerikan desteğiyle yeniden yapılanmaya ve gelişmeye başlayan Avrupa ekonomilerinin Amerikan ticaret partneri olmasından dolayı idi. Bu anlayış içerisinde, ABD ilk olarak Avrupa’da, özellikle İtalya ve Fransa’da gelişme eğilimi gösteren komünizme karşı savaş açtı. Bir yandan Avrupa’yı ekonomik yönden kalkındırırken diğer taraftan da NATO şemsiyesi altında Avrupa devletlerinin milli güvenliklerini temin etti. Genel olarak, bütün Soğuk Savaş dönemi süresinde batı Avrupa Amerikan politikalarında merkezi yerini korudu ve Orta Doğu ikinci dereceden öncelikli bölge olma özelliğine sahip oldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bu dönem boyunca dondurulmuş olan politikaların ve problemlerin de eriyerek ortaya çıktığını görüyoruz.
Soğuk Savaş sonrası Amerika Avrupa’yı kaybetmeye başlamıştır. Uzunca bir süre Avrupa’yı rakip olmaktan engelleyen Amerika artık hem ekonomik hem de politik olarak Avrupa’nın kendisine karşı bir rakip olarak yükseldiğini görmekteydi. Daha Doğu ve Batı Almanya birleşirken, Amerika Almanya’da en sevilmeyen ülke, Gorbachev ise ülkedeki en popüler yabancı konumuna yükselmişti. Almanlar doğubatı olarak bölünmüşlüğünü Amerika’nın bir taksimatı olarak görmüş ve tarihin faturasını ABD’ye çıkarmışlardı. Rusya ile varılan anlaşmalar sonucu Avrupa kıtasındaki NATO’ya ait nükleer başlıklı füzeler ilk olarak Almanya’da imha edilmeye başlanmış, Almanlar sokak gösterileriyle
Amerikan üstlerinin kaldırılması için protestolarda bulunmuşlardı. Fransa zaten yıllar önce NATO’nun askeri kanadından ayrılmış ve çoğu zaman hissi nedenlere dayanan Amerikan karşıtı bir tutum içerisine girmişti. Soğuk Savaş sonrası Sovyet tehdidinin ortadan kalkması üzerine, Avrupa açık olarak Amerika’ya karşı olan eleştirilerini seslendirmiştir.
Avrupa Birliği’nin ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi ve Amerika’nın, Avrupa ile olan ticaretindeki zorluklar, Amerika’yı ekonomik yönden olumsuz etkilemiştir. Özellikle Avrupa Birliği’nin Euro para birimine geçmesi dünyadaki Dolar’ın tahtını ciddi olarak sarsmaya başlamıştır. OPEC ülkelerinin çoğunun, İran’ın ve Rusya’nın petrol ticaretinde Euro sistemine geçme isteği, karşılıksız dolar basıp bunları dünya piyasalarına sürerek olağan üstü gelir elde eden ABD’ye büyük mali kayıplar yaşatmıştır. Bütün bu olumsuzlukları gidermek için ABD devasa ordusunu kullanarak bir şekilde kendi kontrolünden çıkmaya başlayan dünya ekonomik düzenini tekrar kendi
çıkarları doğrultusunda tanzim etme yoluna gitmiştir. Doğal olarak da bu ekonomik tanzim politik olarak yeni bir dünya düzeni kurmadan
gerçekleşecek gibi değildi.
Amerika kimseye silah zoruyla mal satamaz yahut para birimini silahla koruyamaz. Ancak geçmişte Sovyet tehdidi gibi bir tehdidin varlığını ortaya koyar ve bu uğurda demokrasileri ve insan haklarını koruma görevini üzerine aldığını başta batı olmak üzere dünyayı ikna ederse, işte o zaman Amerika hegemon gücünü devam ettirebilir. ABD bu tehdidin adını koymuşa benziyor; uluslararası terör, ve şimdi dünya kamuoyunu bu tehdidin geçerliliği hakkında ikna etmeye çalışıyor. İşte bu noktada devasa Amerikan ordusu harekete geçerek bu tehdidi ancak kendilerinin önleyebileceklerini ispat etmeye ve prestij kazanmaya çalışmaktadırlar.
Bu politikalar çerçevesinde Orta Doğu’yu ve Orta Asya’yı artık Amerikan dış politikalarının merkezinde görmekteyiz. Amerika Orta Doğu’yu, Rusya da dahil, ileride belirebilecek bir Avrupa tehlikesine ve Orta Asya’yı da hızla gelişen Çin tehdidine karşı kullanmayı planlamaktadır. Yakın geçmişte petrol ihracatçısı olan Çin, gelişen ekonomisi nedeniyle net bir petrol ithalatçısı haline gelmiştir. Bugün Çin, dünyada en fazla petrol tüketen üçüncü ülkedir. Amerika Çin mallarının en büyük pazarı durumundadır. Eğer Çin Amerikan pazarını kaybederse
gelişen ekonomisi batma noktasına gelebilir. ABD hem bu durumu koz olarak kullanıyor ve hem de Orta Asya’ya ve Orta Doğu’ya yerleşerek Çin’i stratejik açıdan kuşatıyor ve Çin’in ihtiyacı olduğu petrol kaynaklarını kontrolü altında bulunduruyor.
Soğuk Savaş başlarında batı Avrupa demokrasilerine en büyük önemi veren Amerika, bu dönemin sona ermesinden ve Sovyetler’in dağılmasından faydalanarak doğu Avrupa ile ilgilenmeye başladı. Belli bir süre Clinton yönetimi Rusya ile uzlaşarak eski Sovyet Cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkeleriyle Rusya’nın ‘yakın komşuluk’ ve ilgi alanı doktrini sebebiyle ilgilenmemiştir. Ancak daha sonra görüldüğü gibi, ABD bu yakın komşuluk bölgesiyle kurduğu ilgi Rusya ile kurduğu ilginin önüne geçmiştir. ABD doğu Avrupa ülkelerini NATO’ya almaya başlayarak evvela bunların ulusal güvenlik problemlerini halletmeye çalışmıştır. Amerika Almanya’daki üslerini Polonya’ya taşımaya başlamıştır. Avrupa Birliği de bu ülkeleri birliğe entegre ederek ekonomilerini ve demokrasilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Irak krizi dolayısıyla Avrupa Birliğinde yaşanan çatlak, AB namzeti doğu Avrupa ülkelerinin tavırlarıyla ilginç bir zemine taşınmıştır. Amerika’nın yanında olduklarını beyan eden bu ülkeler, AB’nin gelecekte ne kadar nazik dengeler üzerinde hayatını sürdürmeye çalışacağının da habercisi oldu.
Bu ülkeler sayesinde Amerika AB’de söz sahibi olacaktır. Daha da önemlisi kriz içerisindeki NATO, BM’nin uğradığı akıbete doğru itilmeye başlanmıştır. BM kararlarını manipule eden ve BM’yi göz ardı ederek istediği hareketlere gişen Amerikan tutumu, BM’yi neredeyse tümüyle etkisiz hale getirmiştir. İşte aynı tehlike NATO içinde de yaşanmaya başlanmıştır. Sovyetlere karşı uyguladığı çevreleme politikasını Amerika bundan böyle yeni NATO üyesi ülkelerini de arkasına alarak NATO içerisinde kendisine kafa tutan devletlere karşı da uygulayabilir. Amerika Türkiye de dahil olmak üzere bazı NATO üyesi olan ülkeleri ikna edip istediği desteği bulamamışken, henüz daha NATO üyesi bile
olmayan Bulgaristan gibi doğu Avrupa ülkeleri Amerikan uçaklarına hava sahalarını kullanma izini vermişlerdir.
Bütün bu söylenenlerden sonra, konumuz olan Orta Doğu’ya dönecek olursak, Amerika Doğu Avrupa’da kurmaya başladığı yeni düzeni genişleterek Orta Doğu’da da kurmak istemektedir. Artık Amerika krallarla, diktatörlerle anlaşarak kendisine uygun şartlar yaratma politikalarından vazgeçerek daha derinliği olan ve daha güvenli bir zemine oturtulacak bir Orta Doğu politikası ve işbirliği hayal etmektedir. Görünen o ki, Körfez Savaşıyla birlikte Orta Doğu’daki otoritesini hiç olmadığı kadar arttırmış olan Amerika, bu etkiyi yanlış zemine oturtulmuş
güvenilmez bir etki olarak görmektedir. Eğer Soğuk Savaş şartları devam etseydi, Amerika Orta Doğu’daki statükosunu devam ettirebilirdi ancak değişen şartlar nedeniyle zayıflayan gücünü dikkate alarak daha köklü ve dolayısıyla daha riskli bir duruş almak zorundadır.
Pek tabii olarak Orta Doğu, Doğu Avrupa’ya benzemez. Doğu Avrupa’da gerçekleştirilenleri Orta Doğu’da başarmak çok kolay olmayacaktır.
Bölgenin problemleri binlerce farklı kanaldan gelen çok çeşitli nedenlere bağlı ve dünyanın başka köşelerinde rastlanmayan bölgeye özel şartlardan kaynaklanmaktadır. Bölgeyi anlamaya çalışmak ve onu yönetmeye kalkmak köpek balıklarıyla aynı havuzda yüzmek gibidir.
Bunu bilen Amerika birbirine zıt gibi görünen ancak aynı kapıya çıkan iki farklı yöntemi kullanmaktadır. Seçilen yöntemlerden birisi yükselen uluslararası terörü, yani gerçekte satır aralarında ima edilen İslami terörü, yeni strateji motto’su yaparak ulvi bir değer uğruna, Amerika taşın altına elini sokarak insanlığa yönelmiş olan bu tehdidi bertaraf etmek azminde olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Bu söylemde
insancıl, ve herkesin rahatlıkla kabul edebileceği değerler bulunmaktadır.
Gerçekte de İslam ülkelerindeki kabına sığmayan politik sorgulamalar ve arayışlar, ki bazen bu terör şeklinde tezahür ediyor, ümmetçilik esasıyla top yekün bir siyasal birliğe ulaşma ülküsü Amerika’yı son derece korkutmaktadır. Amerika’nın ulaşmak istediği nihai sonuç ise Orta Doğu ölçeğinde tüm İslam alemindeki hareketleri kendisine tehdit teşkil etmekten çıkartarak menfaatlerine uyacak mecralara kanalize etmektir.
İkinci yöntem ise amaca ulaşmak ve gerekli değişiklikleri yaratmak için sonuç alana kadar esnemeden baskı kullanmak politikasından oluşuyor. Başkan Bush, ulusuna seslenirken bazı ülkelerin isimlerini açıkça zikrederek bunların şer ekseni olduklarını ilan edip bu ülkeler ve teröre yataklık eden ülkelerin hak ettikleri cezayı görecekleri tehdidinde bulunmuştu. Bush’un bu konuşmasının bir çok çevrelerce acemice söylenmiş ve yanlışlıklarla dolu bir konuşma olduğu düşünüldü. En başta da İran ile ilişkiler gelişme kaydetmeye başlamışken ve İran’da yenilikçiler güçlenirken Bush’un İran’ı açık hedef göstermesi bağışlanamaz bir hamaset olarak görüldü. Ancak bu konuşma alel usül bir konuşma değildi. Gerçekten de Amerika’nın eski müttefiki bazı ülkeleri, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi, karşısınaaldığını görmekteyiz. Ancak Amerika işe zayıf olan Irak’tan başlamaya karar vermiştir. Amaç komünizm tehdidi için formüle ettiği domino teorisini tersine çevirerek demokrasileri bölgede domino etkisiyle yaymaktır. Amerika artık bölgede kurulacak demokrasilerle kendi belirlediği
güvenlik şartlarını ve kazanımlarına ulaşabileceğini hesap etmektedir. Dünyanın önemli bir kısmı karşı çıksa da ve bazı müttefiklerini karşısına alsa da, Amerika, sahip olduğu askeri ve ekonomik gücü kullanarak şiddetli bir baskıyla kendisine karşı duranları teker teker bertaraf edebileceğini düşünmektedir. Bunu yaparken de geçmişteki başarılarını örnek almıştır. Amerika tüm dünya sathında sürdürdüğü Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmıştır. Cumhuriyetçi başkan Reagan Sovyetlere karşı hiç taviz vermeyen bir tavırla hızlı bir silahlanma yarışı
içine girdi. Amerika’yla yarıştan kopmak istemeyen Sovyetler Birliği ekonomik kaynaklarının çoğunu silah programlarına harcadı. Bu yüzden SSCB’de ekonomik ve sosyal şartlar tahammül edilemeyecek boyutlara ulaştı. Sovyetler bu yarışta dökülmeye başlarken, Amerika bu yarışla gücünü daha da arttırıyordu. Amerika ile olan silah yarışı baskısına daha fazla dayanamayacağını gören Gorbachev, havlu atarak Sovyetler’in yıkılması pahasına yarıştan çekilmiştir. Amerika’da Cumhuriyetçiler’in nazarında önemli bir yere sahip olan Reagan’in politikalarını
hem baba Bush ve hem de oğul Bush uygulamaya çalışmıştır. İşte tüm Orta Doğu’yu ve dahi bütün İslam dünyasını değiştirmek isteyen Amerika’nın gözü kara politikaları bu kaynaktan gelmektedir.
Ancak geçmişte Reagan’in başardıklarını Bush da başarabilecek diye bir kaide olamaz. Amerika, çok kutuplu uluslararası dünya düzeni içerisinde ve çok girift yapı içerisindeki Orta Doğu bölgesinde büyük risk almaktadır. Amerika’nın Orta Doğu’da uğrayabileceği kesin bir başarısızlığı, kurmaya çalıştığı yeni düzenin de ilelebet sonu olacaktır. İşte bu varolma yahut yok olma ayırımına gelmiş olan Amerika Birleşik Devletleri, azimle, inatla ve sabırla istediğini gerçekleştirmek uğurunda tüm enerjisini ortaya koymaktadır.
IRAK SAVAŞINDA PETROLÜN ROLÜ
İki dünya savaşı arasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük petrol üreticisi idi. I. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Orta Doğu petrolleri için İngiltere ile rekabete girişmiş ve aralarında çıkan anlaşmazlıklar her defasında bir anlaşmayla sonuçlanmış ancak bu iki devlet hiçbir zaman birbirlerine güvenmemişlerdir. İngilizleri hep ayrıcalıklı haklar almaya çabalamakla suçlayan Amerika, Osmanlı Devleti ile savaşa girmediği ve yapılan anlaşmaların dışında kalmayı tercih ettiği için İngiltere’ye karşı kullanacağı etkin bir kozdan yoksundu. Ancak yine de Amerika San Remo kararlarını tanımayacağını ilan etmiştir.43 İngiltere’nin kırmızı çizgisi sebebiyle Irak’ta çok başarılı olamayan
ABD, kısmen Kuveyt, Bahreyn ve özellikle Suudi Arabistan’da petrol ayrıcalıkları elde etmiştir. Tüm bu gelişmelere rağmen iki savaş arasında Amerika Orta Doğu politikalarında oyuncu olarak değil de bir seyirci olarak kalmıştır.
Irak’ı kontrolü altında bulunduran İngiltere bilinçli olarak Irak petrollerinin üretimini kısıtlı tuttu. Örneğin; 1936’da Irak’tan iki kattan biraz fazla petrol üreten İran, 1948’de Irak’ın yedi katı fazla petrol üretiyordu.44 Aynı şekilde, ticarî petrol üretimine 1938’de başlayan Suudi Arabistan 1948’de Irak’tan altı kat fazla petrol üretiyordu. Irak petrolü üzerinde anlaşmazlıklar, boru hattı (pipe-line) problemleri, Amerika’nın
II. Dünya Savaşı sonrası Suudi ve Kuveyt petrollerinde etkin olması ve başka sebepler Irak petrol üretiminin sınırlı tutulmasını sonuçlandırdı. 1947’de Amerikan hükümeti müdahaleci bir karaktere sahip olan yeni petrol politikaları hakkında tutum belirledi. Başta Meksika ve Bolivya olmak üzere ABD dünya petrol bölgelerinde etkin hale gelmeyi planladı. Amerika bir yandan da Venezuela, İran ve Suudi Arabistan’la petrol pazarlıklarına girişiyordu. Amerika İran’da petrol payını arttırırken, 1950’de Aramco’yu kurarak Suudi petrollerini 50-50 olarak Suudiler’le paylaştı.
Amerikan Dışişleri, Amerikan petrol şirketlerinin legal bir memorandum hazırlanmadan Irak petrollerinden uzak durmalarını istedi. Mayıs
1964’te Amerikan Dışişlerinin Orta Doğu’da petrol ayrıcalığı almamış olan Sinclair Oil Company, Standard Oil of Indiana gibi petrol şirketleriyle,
Irak petrollerine ulaşmak hususunda stratejiler belirlemiştir. Nihayetinde Amerika’nın çabaları sonucunda 1967 yazında Irak hükümeti bir karar alarak petrol işlerini kurulan Irak Milli Petrol Şirketi uhdesine vermiştir. Bu şirket petrolü ya kendisi çıkaracak yahut bu işi uygun gördüğü yabancı şirketlere yaptıracaktı.45 İşte bu karardan sonra Amerikan şirketleri hızlı bir şekilde Irak petrol piyasasına girdiler.
Günümüzde petrol dünya ekonomisinin işleyişindeki önemini koruyor ve petrolü kontrol eden ülkeler ise önemli ve stratejik bir gücü ellerinde tutmaya devam ediyorlar. Orta Doğu’da petrol çıkarlarına dayalı politikalar gütmüş olan ABD, dünya petrollerini kontrol etmek için büyük bir çaba harcamaktadır. Irak petrol açısından Amerika’nın iştahını kabartmaktadır.
ABD dünya petrol rezervlerinin %2’sine sahip. İhtiyacı olan petrolün % 55’ini ithal eden Amerika, bu ithal ettiği petrolün % 25’ini Orta Doğu’dan karşılıyor. Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in 2001’de hazırladığı ‘Amerikan Milli Enerji Raporu’nda, hükümetin önceliği Basra Körfezi petrollerine vermesini tavsiye etmiştir. ABD günde 20 milyon varil petrole ihtiyaç duymaktadır
ve uzmanlara göre Irak Amerikan petrol ihtiyacının yarısını karşılayabilirdi. Irak petrollerine sahip olan ABD Suudi Arabistan’ın petrol fiyatlarının
belirlenmesinde kartelleşme yoluna gitmesi de engellenmiş olacaktı.46
Irak 115 milyar varil ispatlanmış petrol rezervi ile dünyada bilinen petrol rezervlerinin %15’ine sahiptir. Ancak Irak’taki petrol rezervleri
yeni sondajlarla 300 milyar varile çıkartılması ihtimali bulunmaktadır. Irak’taki % 90 oranında potansiyel petrol alanları henüz açılmış değildir. Bu alanların açılması şüphesiz ki yabancı yatırımcılara ve petrolcülere altın fırsatlar verecektir. Irak’ta toplam 2,000 petrol kuyusu bulunmaktadır oysa kuyu sayısı sadece Texas’ta bir milyonu geçmektedir. Irak petrolü dünyanın en ucuza mal edilen petrolü olduğu gibi açılan her on kuyudan sekizinden petrol fışkırmıştır. Oysa bu rakam Suudi Arabistan’da yarı yarıya, yani açılan her on kuyudan
beşinde petrol çıkmıştır. Irak’ta petrolü çıkarmak çok kolaydır, çünkü petrol yerin 600 metre derinliğinde bulunmaktadır ve bu derinlik petrol kuyuları standartlara göre oldukça kısadır. Amerika dünyanın en büyük petrol ithalatçısı ülkesidir. Analizci William Stewart’a göre petrol endüstrisiyle içli dışlı olan Başkan Bush ve yardımcısı Cheney, Irak’ın bu zengin petrol potansiyelini göz ardı edemezdi.47
1980’de Irak, en üst üretim hacmi olan günlük 3,5 milyon varil petrol üretmekteydi. Günümüzde bu rakam BM’nin gıda karşılığı petrol programı çerçevesinde 2,8 milyon varil civarındadır. 10 yıllık bir süre içerisinde Irak petrol endüstrisinin rehabilitasyonu 30-40 milyar Dolara mal olacağı tahmin edilmektedir. Yedi milyar Dolarlık bir harcamayla Irak petrol üretimi, üç yıl içerisinde 1980 seviyesini yakalayacağını ve 20 milyar Dolar harcanması halinde yedi yıl içerisinde günlük üretim 5,5 milyon varile çıkartılabilecektir.48
< Amerika, Irak Savaşı’yla hem Irak petrollerini kontrol edecek ve bundan kazanç sağlayacak hem de petrolü politik bir silah olarak kullanıp Rusya, Fransa ve Çin gibi devletlerin Irak üzerinde aldıkları petrol imtiyazları üzerine pazarlıklar yapacaktır. >
Irak’ın petrol potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda, Irak Savaşı’nda petrolün ne denli önemli bir yere sahip olduğu aşikardır. William M. Stewart The
Santa Fe New Mexican’a yazdığı 8 Eylül 2002 tarihli yazısında, Irak’ın Amerika için güvenlik açısından değil de petrol açısından önemli olduğunu ileri sürmüştür. Çünkü güvenlik açısında Irak’ın ancak komşuları için bir tehlike teşkil edeceğine, ancak Amerika’ya karşı bir tehdit oluşturamayacağı fikrine yer vermiştir. Stewart, Dublin merkezli Petrel Resources adlı bir şirketin ‘dünyada hiçbir mineral petrolden daha değerli olamaz ve hiçbir ülke Irak kadar iyi bir
petrol kazancı sağlayamaz’ sözünü, Amerika’nın ve Avrupa devletlerinin Irak petrolleri için giriştikleri politikaları açıklamak için yeterli bulmuştur.49
Amerika, Irak Savaşı’yla hem Irak petrollerini kontrol edecek ve bundan kazanç sağlayacak hem de petrolü politik bir silah olarak kullanıp Rusya, Fransa ve Çin gibi devletlerin Irak üzerinde aldıkları petrol imtiyazları üzerine pazarlıklar yapacaktır. The Observer gazetesinde 6 Ekim 2002’de yayınlan bir yorumda Rusya’nın Irak’taki ana kaygısının Sovyet döneminden kalan 7 milyar Dolarlık borcunu tahsil etmek değil, Irak’la yaptığı petrol anlaşmalarını yürürlüğe sokabilmek olduğunu yazmıştır. Lukoil 1997’de Batı Qurna bölgesinde petrol çıkarmak için 20 milyar Dolarlık bir anlaşma yapmıştır. Diğer bir Rus petrol şirketi Zarubezhneft Saddam Hüseyin yönetiminden bin Umar petrol bölgesinin
işletme hakkını kazanmıştır. Bu bölge potansiyel olarak işletmecisine 90 milyar Dolar civarında kazanç getirecek zenginlikte petrole sahiptir. Enerji Ajansı’nın bir raporuna göre, zengin Irak petrol rezervleri sayesinde Saddam Hüseyin yabancı şirketlere bir trilyon Doları bulan petrol ayrıcalıkları verebilecek güçteydi.50 Irak’ın petrol potansiyelleri, işletmecisine birkaç trilyon dolar gelir getirecek kadar büyüktür. Dünya petrol piyasalarını elinde tutan beş büyük petrol şirketinden dördüne sahip olan Amerika ve İngiltere, Irak petrolünden en fazla kâr sağlayacak ülkeler olacaklardır.
Petrolün haricinde, Amerika Irak Savaşı’ndan maddi olarak zarar etmemiştir. Bir hesaba göre Amerika’nın Irak’ı izale etme politikasını sürdürmesi Amerika’ya yaklaşık 380 milyar Dolara mal olacaktı. ABD hükümeti Irak savaşının masrafları için kongreden ek 80 milyar Dolar istediği zaman, bu rakamın yapılacak masrafları karşılamada çok yetersiz kalacağı savunulurken, savaşta bu paranın yarısı bile kullanılmamıştır.
I. Körfez Savaşında Amerikan savaş masraflarının yarısını Suudi Arabistan, Kuveyt gibi Arap ülkeleri karşılamıştır. Petrol fiyatlarında artış ve Amerikan petrol şirketlerinin bu artıştan ticari çıkar sağlamaları sonucu, Amerika’nın bu savaştan maddi olarak karlı çıktığını görmekteyiz.
Savaş sonrası Suudi Arabistan’ın başını çektiği Orta Doğu ülkelerinin hızla silahlanması ve bu iş için ayırdıkları devasa kaynaklar, ABD’nin 500 milyar Dolar civarında silah satmasıyla sonuçlanmıştır. ABD’nin elde ettiği diğer politik ve ekonomik kazançlar da ayrıca mütalaa edilmelidir. Körfez Savaşı’nda Amerika’nın çok kârlı çıktığı gerçeğini göz önünde tutarsak, Irak’a yerleşmeyi ve Irak’ı uzun bir süre için direkt ve dolaylı olarak yönetme planları yapan Amerika, hem petrol kaynakları ve hem de bölgeye ciddi olarak yerleştiği için kendisine karşı olan olumsuzlukları lehine çevirmek için uğraşacak ve başarılı olduğu takdirde Körfez Savaşı’yla kıyaslanmayacak derecede büyük kazançlar
elde edecek. Bu aynı zamanda Amerika’nın ‘neo-colonialism’ politikalarının ilk uygulama alanlarından biri olacaktır.
Saddam yönetiminin sona ermesiyle Amerika önemli bir petrol sahasını daha kontrolü altına almış olacak. Ancak Amerika’nın bütünde neler yapmak istediğini görebilmek için yine de Amerika’nın yaptığı Irak Savaşı’nın nedenleri tamamen petrol konusuna bağlayarak izah etmek çok isabetli bir açıklama sayılmamalıdır. Şurası da bir gerçek ki, ABD halihazırda dünyanın önemli petrol bölgelerini rakipsiz olarak stratejik kontrolü altında tutmaktadır. Petrol fiyatlarının belirlenmesinde Amerika oldukça etkilidir. Bir diğer husus ise, petrol politikalarına bakıldığında ne Amerika aleyhine işleyebilecek bir süreç ne de genel bir petrol krizi ihtimal dahilinde görülmemektedir. Amerika Rusya’ya,
Avrupa’ya ve Çin’e karşı gerek Orta Doğu petrollerini ve gerekse Orta Asya ve Kafkas petrollerini daha sıkı kontrol etmek için harekete geçmiş olabilir fakat yine de bu hususlar Amerikan hareket nedenlerini tam olarak açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Amerika’nın Irak Savaşı’nda petrolün önemli rol oynadığı ancak petrolün temel amaç olmadığı yargısına varmak çok yanlış olmasa gerekir.
Öne sürülen bu tezi desteklemek için Kuveyt, Bosna ve Tayvan üçgeninden oluşan bir formülasyonu tartışabiliriz. Bilindiği gibi Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi üzerine, ABD var gücüyle Irak’a müdahale etti ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkardı. ABD aynı hassasiyeti büyük bir insanlık dramı yaşanan Bosna’da göstermedi. Popüler olan inanca göre Bosna’da petrol olmadığı için Amerika Bosna trajedisine seyirci kaldı. Bosna-Kuveyt ikilemini daha güçlü yorumlayabilmek için Tayvan’da yaşanan krizi ve kriz karşısında Amerika’nın tavrını ortaya koyabiliriz. Bosna’da
petrol olmadığı için geç hareket eden Amerika 1990’ların ortasında Çin’in Tayvan’ı tehditleri üzerine, hiç vakit kaybetmeden ve hiç çekinmeksizin
donanmasını Tayvan’ı korumak adına Çin Denizi’ne gönderdi.
Üstelik Amerika en yetkili ağızlardan ‘dünyanın en kahredici donanması Çin’i bekliyor’ tehdit ve tahrikleriyle bölgeye girdi. Halbuki Tayvan hiçbir yer altı zenginliği olmayan küçük bir ada devletidir. Yani Tayvan’da petrolün dirhemi yoktur. Bu üç krizden şu sonucu çıkarabiliriz; Amerika Kuveyt’e Kuveytlileri kurtarmak için değil, kendisi için ve özellikle İsrail için tehdit oluşturan Irak’ı durdurmak ve bu tehdidin gücünü sıfırlamak için girdi. Aynı şekilde Amerika büyük bir risk alarak gelişen tehlike Çin’i Tayvan’da durdurdu. Ancak ABD’nin Bosna’da durdurması gereken bir Sırbistan ya da Yugoslavya yoktu; çünkü kendisi için Yugoslavya’yı bir tehdit olarak görmüyordu ve bu yüzden işi
ağırdan aldı. Daha önce belirtildiği gibi, Soğuk Savaş’la birlikte Amerikan milli güvenliği ve milli çıkarları kıtalar, okyanuslar aşarak dünyanın her köşesine yayılıyordu. Hegemon güç olarak Amerika dünyanın en ücra bir köşesinde bile kendi çıkarları aleyhine olan gelişmelerden rahatsız olmakta ve buna karşı önlemler almaktadır. Bu sebeplerden dolayı, Soğuk Savaş sonrası Amerikan politikalarının temel dinamiklerini, Orta Doğu’da petrol çıkarlarından başka daha geniş bir anlamda okuyabilmeliyiz.
DİPNOTLAR;
1 Charles D. Masters, Emil D. Attanasi, David H. Root, ‘World Petroleum Assessment and Analysis’ On
Dördüncü Petrol Konferans, 1.
Avrasya Dosyası, Enerji Özel, Bahar 2003, Cilt: 9, Sayı: 1, ss. 133-168.
2 Alan Richards ve John Waterbury, A Political Economy of the Middle East, (Washington DC: Westview Press, 1998), ss. 56-57.
3 Richards ve Waterbury, A Political Economy..., s. 54.
4 Richards and Waterbury, s. 59.
5 Kiren Aziz Chaudhry, The Price of Wealth: Economies and Institutions in the Middle East, (Ithaca: Cornell
University Press, 1997), s. 2.
6 Chaudhry, The Price of Wealth..., s. 7.
7 A. Necdet Pamir, Bakü-Ceyhan Boru Hatt›, (Ankara: ASAM Yay›nlar›, 1999), s. 14.
8 Masters Attanasi ve Root, ‘World...’, s. 8.
9 Gregory F. Ulmishek, Charles D. Masters, ‘Oil, Gas Resources Estimated in the Former Soviet Union’, Oil
and Gas Journal, internet versiyonu.
10 Strategic Petroleum Reserve, fossil.energy.gov; Amerikan Enerji Bakanl›¤› Web Sitesi.
11 Pirouz Mojtahed-Zadeh, Security and Territoriality in the Persian Gulf, (Richmond: Curzon Press, 1999), s. 130.
12 Bu konuda genifl bir inceleme için bkz. Mim Kemal Öke, Musul Kronolojisi (1918-1926), (‹stanbul: 1991)
13 A. Mehmet Kocao¤lu, Petro-Strateji, (‹stanbul: Harp Akademileri Bas›mevi, 1996), s. 89.
14 Helmut Mejcher, Imperial Quest for Oil: Iraq 1910-1928, (Londra: Ithaca Press, 1976) s. 36.
15 Öke, Musul..., s. 25.
16 Peter Sluglett, Britain in Iraq: 1914-1932, (Londra: Ithaca Press, 1976) s. 103.
17 Kocao¤lu, Petro-Strateji..., s. 90.
18 G. H. Bennett, British Foreign Policy During the Curzon Period, 1919-1924, (Londra: Macmillan, 1995) s. 102.
19 Bennett, British..., s. 90.
20 Sluglett, Britain..., s. 106.
21 James A. Paul, ‘Great Power Conflict over Iraqi Oil: the World War I Era’ Global Policy Forum, (Ekim, 2002).
22 Sluglett, Britain..., s. 108.
23 Sluglett..., s. 108.
24 V.G. Kiernan, Colonial Empires and Armies 1815-1960, (Stroud: Sutton, 1998) s. 194.
25 Charles Tripp, ‘Iraq: The Imperial Precedent’, Le Monde Diplomatique, (Ocak, 2003).
26 T.E. Lawrance, ‘A Report on Mesopotamia’, Sunday Times, (22 A¤ustos, 1920).
27 Mojtahed-Zadeh, Security..., s. 131.
28 Mojahed-Zadeh, Security..., s. 169.
29 Mamoun Fandy, Saudi Arabia and the Politics of Dissent, (New York; St. Martin’s Press, 1999), s. 43.
30 Fandy, Saudi Arabia and ..., s. 44.
31 Mohsen M. Milani, The Making of Iran’s Islamic Revolution: From Monarchy to Islamic Republic, (Londra: Westview Press , 1988), s. 162.
32 Mohammed Amjad, Iran From Royal Dictatorship to Theocracy, (New York: Greenwood Press , 1989), s. 31.
33 Jahangir Amuzegar, The Dynamics of the Iranian Revolution, (New York: The State University of New York Press, 1991), s. 58.
34 Cherly Benard ve Zalmay Khalilzad The Government of God, Iran’s Islamic Republic, (Columbia University Press, 1984), s. 12.
35 Amjad, Iran..., s. 31.
36 Amuzegar, The Dynamics of..., s. 85.
37 Bishara A. Bahhah, ‘The Crisis in the Gulf-Why Iraq Invaded Kuwait’, Beyond the Storm, (New York: Olive
Branch Press, 1991), s. 51.
38 Kocaoğlu, Petro-Strateji... s. 77.
39 Kocaoğlu, Petro-Strateji... s. 76.
40 Kocaoğlu, Petro-Strateji...s. 79.
41 Joyce ve Gabriel Kolko, The Limits of Power: The World and United States Foreign Policy 1945-1952, (New York: Harper & Row, 1972) s. 413.
42 Noam Chomsky, ‘After the Cold War: U.S. Middle East Policy’, Beyond the Storm, s. 79.
43 Barry Rubin, ‘America as Junior Partner: Anglo-American Relations in the Middle East’ The Great Powers in the Middle East 1919-1939,
(New York: Holmes & Meier, 1988) s. 243.
44 John M. Blair, The Control of Oil, (New York: Pantheon, 1977) s. 83.
45 Blair, The Control of ..., ss. 85-88.
46 ‘Scramble to carve up Iraqi oil reserves lies behind US diplomacy’ The Observer, 6 Ekim, 2002
47 William M. Stewart, ‘Understanding your World: Oil, Iraq and the US, The Santa Fe New Mexican, 8 Eylül, 2002.
48 Kevin Ward, ‘Future of Iraq’s Oil Reserves, World’s Supply Depends on Type of War Waged’, www. globalpolicy.org.
49 Stewart, ‘Understanding Your World...’
50 ‘Scramble to carve up Iraqi oil reserves lies behind US diplomacy’ The Observer, 6 Ekim, 2002
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder