TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 4
Hatem Ete: Teşekkür ederiz. Kısaca cevaplayalım sonra birkaç soru daha alırız.
Nimet Baş: Gürsel Bey’le başlayacağım. “Bürokrasi de darbecilerle işbirliği içinde idi. Ama biz Dışişleri temsilcileri olarak bundan çok daha ariydik ya da dışındaydık. Her darbe döneminde bulunduğumuz ülkelerde çok sıkıntı çektik.” dediniz. Elbette ülkemizi dışarda temsil edenler en çok zor durumda kalanlar olmuştur, özellikle de gelişmiş demokratik ülkelerde Türkiye’yi temsil edenler açısından. Gürsel Bey siz çok iyi niyetli ve insan hakları duyarlılığı olan birisiniz. Şahsen de sizi tanıyorum ama araştırmalarımız esnasında gördük ki, Dışişleri bürokrasisi çok da böyle hizalanamamıştır. Birkaç örnek vermek istiyorum. 1960 darbesinden sonraki yazışmalarda şunu gördük: Uluslararası arenada tepki meselesi olduğu zaman Dışişleri Bakanlığı kendi mensuplarını darbeyi nasıl anlatacakları, nasıl bir hürriyet bayramı olduğu, ülkenin geçmişte ne kadar anti
demokratik, kaotik bir uygulamaya maruz kaldığı, dolayısıyla bunları ortadan kaldırmak için aslında gerçek bir demokrasi inşa edileceği konusunda ikna ediyor. Yani bütün büyükelçilerimiz bu konuda eğitiliyorlar ve gittikleri her yerde de bunları söylüyorlar. “Ülkemizde darbe oldu ve bu çok kötü bir şeydir” diyen olmadığı gibi - bu sizi her ne kadar utandırmış olsa da - uygulamada Dışişleri mensupları, bulundukları ülkelerde darbeleri savunmuşlardır. Bizde de bunların kayıtları var. 1960’ta, 1980’de, her darbe döneminde bu görevlendirmeler Dışişleri mensuplarınca kabul edilmiştir. “Görev icabı” diyorsunuz ama “Ben böyle anti demokratik bir şeyi dünyaya nasıl anlatırım, anlatamam.” dememişlerdir, anlatmışlardır. O mekanizmaların nasıl kurulduğunu da biliyoruz.
Darbeciler Dışişlerine hemen kriptoları gönderip “Bunu böyle anlatın.” demişler. Sizin içinde olmadığınız bir husus olabilir ama işin içinde olanlar böyle rol oynamışlardır. Dünyayı bu darbenin ne kadar iyi bir şey olduğu konusunda ikna etmeye çalışmışlardır. Hem bürokraside hem medyada demokratik sisteme geçmek için çabalayan bireyler oldu. Bu kişileri ayrı tutuyorum ama genel olarak durum bu.
“Askeri çevrelerden bir tepki aldınız mı?” diye sordunuz. Biz bir tepki almadık. Çok bağımsız ve rahat çalıştık. “Neye göre hareket ederiz?
Bize ne derler?” kaygısı ile hareket etmedik. Bağımsız ve kendi siyasal kimliklerimize uygun bir şekilde, bu meselenin Türkiye’nin önüne çıkmış
önemli bir tarihi fırsat olduğunu düşündük. Ama bazı durumlarda, yanlış değerlendirme yapmamamız adına, kamuoyunda yer alan bilgiler söz konusu olduğunda bilgi vermek istediler. “Hangi konular?” derseniz onu şimdi paylaşmayayım ama “Burada biz de şöyle bir çalışma yapıyoruz; bu da yanlış; böyle geçerse daha doğru olur.” dedikleri hususlar oldu. Bir baskı olmadı. Sonuç ve önerilerimiz yirmi maddeden oluşuyor.
Sivil ve demokratik bir anayasa ile başlıyor. Araştırma komisyonları kurulması, faili meçhuller, karanlık suikastların araştırılmasından tutun da Meclis’in işlevselleştirilmesinden Siyasi Partiler Kanunu’nda değişikliğe kadar bir dizi çok kapsamlı öneriler var. Komisyon’un Rapor’u birkaç güne kadar tamamlanırsa başlıklar net bir biçimde kesinleşir.
Sayın Antalyalı “NATO’ya üye olduktan sonra darbeler döneminin başladığını ve Amerikan çıkarlarına ters düşen bir dış politika izlendiği dönemlerde darbelerin geldiğini” söyledi. Açıkçası bu sav, Komisyon’da belki de en çok tartıştığımız konulardan bir tanesiydi. Bütün siyasi partiler neredeyse iman etmiş gibi “Bu işin arkasında Amerika ve NATO var.” görüşünde hem fikirdiler. Çünkü bu neredeyse herkesin zihninde kesinleşmiş bir kanaatti. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve NATO’ya üye olma süreci, Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye olma girişimleri,
uluslararası sisteme entegre olduğu dönemlerdir.
“Bu iyi olmuştur, kötü olmuştur.” şeklinde tartışılabilir. Ama bir ülke uluslararası sisteme entegre olmuşsa o sistemin mekanizmaları dışında hareket edemez. Bir kere bunun ön kabulüyle başlayalım işe. “Bu doğrudur, yanlıştır.” diye sorgulamadan önce burada olmanın getirdiği sadece fikri değil, ekonomik ve siyasal bir maliyet de vardır. NATO, siyasal açıdan kutuplaşmış bir dünyada kendisine üye ülkeleri bir kutupta toplama fonksiyonu icra etmiştir. Çok kapsamlı, konsepti çok geniş bir savunma işbirliği örgütüdür. Sadece Rusya karşıtlığından ibaret değildir.
Bir siyasi düşüncenin yanı sıra, aynı zamanda, ekonomik sistemi ve bir siyasal öngörüyü de içine almaktadır. 1960 darbesine giden süreçte, 1957’den sonra, Menderes’in daha farklı, bağımsız bir dış politika izlemeye çalıştığını, darbeden çok kısa bir süre önce Rusya ile dokuz büyük ticari anlaşma yaptığını, Moskova’ya gittiğini, bu konuda çok ciddi tepkiler aldığını biliyoruz. Dışişleri Bakanlığımız 1960 darbesine ilişkin belgeleri bize Pazartesi günü gönderdi. Bu döneme ait kriptolar vs. binlerce sayfa. Biz Salı günü sonuç ve önerileri tartıştık, Çarşamba günü Rapor’u teslim ettik. 1970 ve 1980 de daha sonra gelecek.
Bir hukukçu olarak, dinlediğimiz tanıklardan, bazı belgelerden, bilgilerden yola çıkarak somut bir kanaat olarak şunu söyleyebilirim:
Türkiye’de darbelerin uluslararası sistemin isteği ve desteği ile değilse de, onların bir şekilde göz yummasıyla ve yeni sisteme entegre olmasıyla olduğu
kesindir. Öbür türlü olduğuna ilişkin iman etmem için bu konuda bilgi ve belgeye ulaşmam lazımdı. Dolayısıyla “Amerika bu işlerin arkasındadır.” gibi bir yorum yapmak takdir edersiniz ki, Meclis’teki bir komisyonun vakarına ve ciddiyetine uygun değil. Kanaatimi dışarıda bir siyasi olarak paylaşabilirim ama bir raporda somut olarak bunu kullanmamız mümkün değildir. NATO çerçevesindeki güvenlik konseptli savunma politikalarının üye ülkelerde şekillendirdiği, darbelerle ilişkisini açıklayabileceğimiz en belirgin özelliği, gladyo tipi, kontrgerilla tipi yapılanmalardır.
Rapor’da da çok geniş bir şekilde buna yer verdik. Somuta indirgediğimiz ve netice itibariyle yorum yapabileceğimiz en belirgin alan bir psikolojik harekât yürütmek, o ülkelerde bir komünizm tehlikesi, tehdidi varmış gibi algılatmak, buna yönelik çalışmalar yapmak, ülke içerisinde bu tür grupları gerçekte olmayan grupları varmış gibi desteklemek, bunlara istihbarat elemanlarını yerleştirmek, yıllarca beslemek vb. Yani kapsamlı bir şekilde ele aldığımız husus budur.
“Vesayet Sistemi tamamen bitti mi?” dediniz. Bu durum vesayet sistemini kurgulayan bütün yasal zeminin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Rapor’da “Darbe dönemi mevzuatı incelensin ve darbe dönemi mevzuatına ilişkin her husus kaldırılsın. Buna ilişkin bir komisyon kurulsun.” önerisi de yer aldı. Vesayet sisteminin tamamen temizlendiğini söylemek mümkün değil. Kurumların demokrat olması veya demokratikleşmesi kanunlarla gerçekleşmez. Darbeler, İç Hizmet Kanununun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirilmesine rağmen darbecilerin bir kanun maddesine ihtiyacı yoktur. Darbe yaptıktan sonra zaten anayasa dâhil her türlü hukuku kendiniz oluşturuyorsunuz. Bütün mevzuatı bir
günde ortadan kaldırma ve sıfırdan bir hukuk yapma imkânınız var. Dolayısıyla hukuk aslında iyi niyetli kişileri bağlar. Konu o maddeyi - Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini - nasıl yorumladığınızla, nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. En kötü kanunlara da sahip olsanız demokratik yorumları yapmanız durumunda başka türlü bir sonuç alabilirsiniz. Değişti mi bilmiyorum ama – Mithat Hocam belki hatırlar - İspanya Anayasasının 9.maddesinde “darbe yapılabileceğini, ordunun böyle bir yetkisi olduğunu” belirten düzenleme kaldırılmamıştır.
Ama İspanya darbeleriyle hesaplaşmıştır, yüzleşmiştir, yargılamıştır. Sonuç olarak, çok da böyle mevzuat odaklı gitmeyelim. Kanunlar veya kanuni
düzenlemeler bu işin çok sonunda yer alır.
Hatem Ete: Son tur sorularını alalım. Buyurun.
Dinleyici: İsmim Arife Köse. Önce Nimet Hanım’a bir soru sormak istiyorum: Komisyon çalışmaları sırasında talep ettiğiniz belgeleri göndermek
istemeyen kurumlar oldu mu? Olduysa hangi belgeler gönderilmedi?
Bu belgelerin gönderilmemesineyin ortaya çıkmasını engelledi?
İkinci sorum da Mithat Sancar’a olacak. Arjantin örneğini anlattınız.
Siz kabaca özetlediniz ama ayrıntıları hem yargılama hem de komisyonun çalışmaları açısından bizim için çok önemli derslerle dolu. Arjantin’de hem “darbeciler yargılansın” deniyor ve 1983’te yargılamalar başlıyor ama sonrasında altı tane af çıkıyor. Yani mükemmel bir darbelerle yüzleşme süreci gerçekleş miyor. Yargılamanın başlamasından darbecilerin hapse atılmasına kadar süreçte ciddi bir toplumsal mücadele süreci var. Afla serbest bırakılanlar tekrar içeri alınıyorlar vs. Dolayısıyla bu sürece toplumun katılımı,yani darbelerin asıl mağdurları olan kesimin katılımı nasıl oldu?
Kayıp annelerinin yargılama süreçlerine etkisi ne oldu? Bunu şunun için soruyorum: Türkiye’de 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz vb. davalar
var. Birilerini yargılıyoruz ama sanki bir miktar da izliyoruz bunları. Daha fazla müdahil olmak için nasıl bir mekanizma kurmak lazım?
Toplumun bir üyesi olarak, bu sürecin içerisinde olmamız, biraz bunun üzerine kafa yormamız gerektiğini, bunun önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.
Çok teşekkür ediyorum.
Dinleyici: İsmim Taner Zorbay, ODTÜ Tarih Bölümündenim. Bugün 13 Aralık: Erdal Eren’in yaşının küçültülüp idam edildiği gün. Mithat Bey’e sormak istiyorum: Türkiye, Şili’den ya da sedyede mahkemeye Mübarek’i getiren Mısır’dan daha mı az cesur ki, Kenan Evren’i sadece video yoluyla izledik? Teşekkür ediyorum.
Dinleyici: İsmim Mustafa Öztiryaki. Gazi Üniversitesinde öğrenciyim. Benim sorum Nimet Hanım’a olacak. ABD tarafından kurulan Özel Harp Dairesinin darbeler üzerinde etkisi olup olmadığını sormak istiyorum. Başbakan Bülent Ecevit’in Özel Harp Dairesinden ilk olarak 1977’de, örtülü ödenekten bu Daire için bir milyon lira istendiğinde haberi oldu. Özel Harp Dairesinin varlığını topluma açıklamak istediğini duyurunca da yanılmıyorsam Denizli’deki bir mitinginde kendisine suikast girişiminde bulunuldu. Komisyon çalışmalarında Özel Harp Dairesinin yapılan darbelerde bir etkisine rastladınız mı?
Hatem Ete:
Teşekkür ederim. Son iki sorumuzu alalım.
Dinleyici: İsmim İsmail Özkan. Sorum Sayın Bakanıma: Sayın Bakanım, Nimet Baş olarak sizi halkın seçtiğine inanıyor musunuz?
Teşekkür ederim.
Dinleyici: İsmim Saim Atik. Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Enstitüsündenim. Uzun ve yoğun bir süreç sonucu titiz bir çalışma ile Türkiye’de demokrasiyi darbelere karşı koruma ve güçlendirme amaçlı öneriler içeren ciddi bir rapor hazırlandı. Hiç şüphe yok ki, bu Rapor’la TBMM itibarını yükseltecek bir başarıya imza attı, demokrasiye ve halkın iradesine sahip çıktı. Bir anlamda darbelerin ve darbecilerin röntgenini çekerek görünenlerin ötesine geçerken, aynı zamanda, darbeciliğin de henüz yok edilmemiş olduğunu tekrar görmemizi sağladı. Darbeciliğin kökünü kazımak için de isabetli öneriler geliştirdiniz. Şu gerçeği unutmamak gerekir ki, Türkiye bir darbeler ülkesidir. Dolayısıyla darbeciliğin kökleri çok derinlere yerleşmiştir. 8-10 yıldır hükümetin iyi niyetli fakat eksik, yetersiz bir reform süreciyle bu ağır sorunun çözülmesini beklemenin, hayal kurmaktan başka bir anlamı olamaz.
Siyasi iktidarın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey yöneticileriyle iyi insani ilişkiler geliştirmesi ve uyumlu çalışması bu problemi çözmeye fazla hizmet etmeyeceği gibi, siyasi iktidarın “işin halledildiği ve daha fazla reforma gerek olmadığı” yanılgısına düşmesine de sebep olur.
Hâlihazırda böyle bir dönemden geçiyoruz. Yapısal reformlar arasında yer alan, İçişleri Bakanlığının “İç Güvenlik Sektörünün Geliştirilmesi” projesi kapsamında hazırladığı “Kolluk Yönetim Komisyonunun Kurulması Hakkındaki Kanun Tasarısı” Jandarma’nın yoğun baskısı sonucu Genel Kurul’a bir türlü gelemedi. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Teşekkür ederim.
Hatem Ete: Teşekkür ederiz. Mithat Hocam, sizinle başlayalım.
Mithat Sancar: Zaman sınırlı olduğu için pek çok ayrıntıyı atlamak zorunda kalıyoruz. Darbelerle hesaplaşma konusunda Arjantin örneği önemli. Türkiye ile nasıl kıyaslanabilir? Tabii zor. Şöyle kıyaslanabilecek yanlar var: Türkiye dünyada bu açıdan tek ülkedir, örneği yok. 50 yıl içinde 2 doğrudan, 1 yarı-doğrudan, 1 post-modern ve 1 sanal darbe şeklinde bu kadar darbenin yaşandığı ve hiçbiriyle sonrasında kurumsal, yargısal hesaplaşmanın olmadığı bir ülkeyiz. 27 Mayıs darbesiyle kurumsal anlamda yargısal ve sivil herhangi bir hesaplaşma yapılamadı.
Elbette anılar yayınlandı, insanlar o dönemi anlattılar, tatbik ettiler. Ama sistematik bir çalışma, bir Rapor hazırlanması, bir Hakikat Komisyonu
kurulması ve bir yargılama süreci olmadı. 12 Mart ve 12 Eylül ile de ilgili olarak, daha yeni yeni mahkemeler devreye giriyor.
Bütün bunlar birikmişken Türkiye’de ne oluyor? En büyük sıkıntılardan biri darbelerle ilişkiyi zayıflatacak bir mesafe almak. Darbelerle araya bir mesafe koyma sıkıntısı yaşanıyor. Türkiye bunu yeni yeni aşmaya başladı. Şöyle bir örnekle bunun neden önemli olduğunu anlatmaya çalışayım. Uzun sürmüş cunta dönemleriyle hesaplaşma yapılamıyor. Örneğin, Portekiz bu işin üstünü kapatıyor. 48 yıl sürüyor darbe yönetimi. Üstelik bir askeri isyanla sona eriyor. “Kırmızı karanfiller” denilen şey de ordunun içindendir. Brezilya’da da durum aynı. Bu iki ülke, darbeyle kurumsal bir hesaplaşmaya girişemiyor, girişmiyor. Benim çalışmalarımda vardığım sonucu bir cümleyle özetleyeyim: Darbe yönetimi uzun sürdükçe, askeri cuntanın ihlallerine, yolsuzluklarına, ahlaksızlıklarına bulaşmamış, ortak olmamış çok az insan kalıyor. O kadar uzun dönemde bir şekilde bir parçası oluyorsunuz. Toplumun büyük bir kısmında “Kim, kimden hesap soracak?” sorusu başlıyor. Ben sinema üzerinden de bu hesaplaşmayı araştırmaya çalıştım. Portekiz sinemasında darbe/cunta dönemiyle ilgili “hesaplaşma filmi” diyebileceğimiz, bir sinema değeri, uluslararası
gösterim değeri olan en fazla 2 ya da 3 film bulabilirsiniz. Aynı şey Brezilya için de geçerli. Arjantin ise dünyada hesaplaşma sinemasının motoru, öncüsü, en zengin kaynağı nerede ise.
Niye orada hesaplaşma yapılıyor da burada yapılmıyor? Türkiye’de her darbeye kendini yakın hisseden bir siyasal kesim var. 27 Mayıs sol, Kemalist vs. kesimlerin darbesi, diğeri şunun darbesi vb. Böyle bir özdeşleşme ya da kendine ait sayma konusunda o bağı koparmak için biraz zaman gerekti ki aslında bu zamanı şimdi, 2000’lerde yaşıyoruz.
Bu da kolay olmadı. 2000’lerin ilk yarısında da darbe isteyenler, darbeyi açıkça çağıranlar oldu. Ama şimdi kimse bunu açıkça yapamıyor artık. Hesaplaşma esasen bunun için, öncelikle ve özellikle bunun için önemlidir. Kimsenin hiçbir darbeyi açıkça savunamayacağı bir kamusal etik yaratıyorsunuz. Bu Rapor, bu kamusal etiğe bir hafıza temeli, bir yüzleşme malzemesi sunduğu için önemli. Yoksa “eksiği şu, gediği bu” diye oradan eleştirmeye başlarsanız, değersiz leştirmeye çalışırsanız bu doğru bir yaklaşım olmaz. Bütün bu çalışmalar eleştirilebilir.
Arjantin Raporu’nu da – ki, ne kadar önemliydi? - bir sürü insan beğenmedi.
Arjantin’de darbeye karşı mücadele, abartısız, darbenin ertesi günü başladı. Kayıplar başladığı anda anneler Plaza de Mayo’ya, yani başkanlık sarayının
bulunduğu meydana çıktılar. İlk zamanlar birkaç anne çıktı, itelendi, kakalandı, hırpalandı ama vazgeçmediler. Bütün cunta boyunca, yedi yıl, orada durdular. Sayıları arttı. Beyaz başörtüsü bağladılar, sembol oldular. Cunta doğrudan saldıramıyor du çünkü ciddi tepki alıyordu.
Sonra 78 Dünya Kupası’nın da yardımıyla dünyaya mal oldular ve dünya kamuoyunun da onları fark etmesi dolayısıyla bir güvenceleri yani bir güvenlik hattı halesi oluştu. Onlar da bunu iyi değerlendirdiler ve bugüne kadar çalışmaları devam etti. Cunta devri bitinceye kadar da hep kayıtlar tuttular, birbirlerine sordular: “Senin çocuğun ne zaman gitti? Senin kardeşin ne zaman gitti? Nereden alındı? Kim vardı yanında?”
Kendileri hafıza çalışması, kayıt çalışması yaptılar. Tanıklıklar kaybolmasın diye birbirleriyle yoğun temaslar yürüttüler. Şili’de de böyleydi.
Şili’de çok ağır bir cunta yönetimi olduğu için yerli kadınlar - Kızılderili diye bildiğimiz geniş bir topluluk – kayıpların, işkence olaylarının, faili meçhullerin ortaya çıkarılması için tanıklıklarını geliştirdikleri kilim motifleriyle birbirlerine ilettiler. Bir ülkenin bir ucundan öbür ucuna giden kilimlerin dili vardı. Sonuçta Arjantin’de cuntanın yıkılması çok iyi bilinmez. “Falkland Savaşı’nın sonucu” gibi düşünülür. Ama ondan önce zaten sendikalar, işçi kesimi mücadele yürütüyor du.
Çok büyük bir ekonomik kriz vardı. Ciddi bir mücadele vardı ve sonrasında da devam etti. Zamanımız azalıyor.
Başka zaman daha ayrıntılı konuşuruz.
Teşekkür ederim.
Hatem Ete: Sağ olun. Avni Bey, bir şey eklemek ister misiniz?
Avni Özgürel: Yok hayır.
Hatem Ete: Sayın Baş, buyurun.
Nimet Baş: Arife Hanım “Komisyon’a belge göndermeyen kurumlar oldu mu?” diye sordu. Kurumları yönetenlerin kişisel tutumlarını ben çok önemsiyorum şu safhada. Kurumlar kendi kanunları gereği göndermemeleri gereken belgeleri bile gönderdiler. Birçok kurumun Komisyon’a çok cömert davrandığı bir dönemde eleştirel bir dil kullanmayı doğru bulmuyorum. Kendi kanunları çerçevesinde, onları çok sınırlandıran düzenlemeler nedeniyle göndermedikleri belgeler oldu ama çok açıklıkla söyleyebilirim ki, gönderilenler bizim bu konuda bir değerlendirme yapmamıza yeterli düzeydeydi. Taner Bey Erdal Eren’den bahsetti. Raporumuzda da değindik. Erdal Eren 1980 darbesinin en sembol isimlerinden biridir. Her şeyden önce bir çocuktur.
O dönemde 50 gencimiz idam edilerek hayatını kaybetmiştir. Ben bütün bölümlerde yeteri kadar özetle bu acılara yoğunlaştığımızı ve değerlendirdiği mizi düşünüyorum. Mustafa Bey Özel Harp Dairesi konusuna girdi. Bu da Rapor’da çok kapsamlı olarak ele aldığımız bir husus. İlk Seferberlik Tetkik Dairesini Avni Bey anlattı.
Türkiye’de bu çerçevede bir yapılanma söz konusu. Bu yapılanmayı dönemin iki genelkurmay başkanına, başbakanlarına, Cumhurbaşkanlarına sorduk. Sayın Ecevit yaşamıyor ama daha önce vermiş olduğu bilgileri aldık ve Rapor’a yazdık. Süleyman Demirel bu konuyla ilgili olarak “Ben nasıl öğrenebilirim? Genelkurmay Başkanını çağırırım, MİT Başkanını çağırırım. Onlar ‘yok’ diyorsa yoktur. Ben gidip kendim arayıp bulacak değilim.” dedi. Dolayısıyla, eğer bu oluşum var idiyse ve bu bize söylenmediyse “yok” diyenler kabahatlidir. Onları bulun.
Hatem Ete: Sizi bu paradoksa soktu yani?
Nimet Baş: Evet. Genelkurmay Başkanları Yaşar Büyükanıt ve Hilmi Özkök “Bu yasal bir kurumdur. Özel Harp Dairesi Genelkurmay Başkanlığının bir birimidir. Zamanında siyasilerin söylediği gibi, böyle işlerle meşgul bir birim değildir. İddialar farazidir.” dediler. Bu kurumun durumunun netleşmesi açısından özel bir komisyonun kurulması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da önerdik. Yetkileri geniş, süresi geniş. adı her neyse (Gladyo, Seferberlik Tetkik Dairesi, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla vs.), çeşitli dönemlerde, çeşitli isimler almış bu birimlerin söylendiği kadar hiçbir bağı olmadığını düşünmüyoruz. Olduğu kadarını yansıttık. Emin olmadığımız hususlarla ilgili de çok kapsamlı yorum yapmadık.
“Sizi halkın seçtiğine inanıyor musunuz?” sorusu geldi. Bu Siyasi Partiler Yasası’na ilişkin, çok açık olarak katıldığım bir eleştiri. Uzun yıllardır
siyasette bulunan birisi olarak seçmenin tercihi ile seçilenler arasındaki bağın daha güçlü olması gerektiğine inanıyorum. Rapor’umuzda “12 Eylül
yasalarının en belirginlerinden bir tanesinin Siyasi Partiler Yasası olduğu ve değişmesi gerektiği” hususunda önerimiz var. Ama bu “Ben hiçbir şekilde
halkın seçtiği birisi değilim.” anlamına da gelmiyor. O kadar da kopuk bir algı oluşsun istemem. Ama nihayetinde seçmen tercihlerinin seçilen kişiler
üzerinde doğrudan etkili olabileceği bir sistem daha gelişmiş bir demokratik sistemdir. Bu konuda sizin gibi düşünüyorum.
Son olarak, Saim Bey jandarma ve güvenliğe ilişkin çok kapsamlı değerlendirmeler yaptı. Biz Raporu’muzda jandarmanın bir güvenlik biriminden
kır polisine dönüştürülmesini, İçişleri Bakanlığına devrini, profesyonel olarak güvenlik hizmetlerinin daha farklı olarak icra edilmesini önerdik. Bu konuda sanıyorum Jandarma Genel Komutanlığı da bir çalışma yürütüyor. Meclis’te de yasa çalışmaları var. Umarım bunlar kısa sürede sonuçlanır ve bu reformlar devam eder. Ben bir kez daha katılan, dinleyen herkese, SETA’ya da bu güzel toplantıya ev sahipliği için bir kez daha teşekkür ediyorum.
Hatem Ete: Biz de hepinize çok teşekkür ederiz katılımınız ve katkılarınız için.
Sonuçları itibariyle insanlığa karşı işlenmiş bir suç olan darbeler, Türkiye’de son yarım asırda sadece demokrasiye darbe vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. Demokratik seçimlere, toplumsal dönüşüme, insan hak ve hürriyetleri alanındaki hukuk reformlarına ve evrensel kriterlere dönük bütün çabalara rağmen, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler öyle derin yaralar açmıştır ki, toplumun bir kesimi için 27 Mayıs, başka bir kesimi için 12 Mart, başka
bir kesim için 12 Eylül, başka bir kesim için 28 Şubat devam etmiştir.
11 Nisan 2012’de TBMM Genel Kurulunda, iktidar ve muhalefet partilerinin ortak önergeleriyle ülkemizin en hayati meselesi olan darbeleri “birlikte” araştırması ve sorgulaması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon, Kasım 2012’de çalışmalarını tamamlayarak raporunu TBMM Başkanlığına sundu.
Söz konusu Rapor ve ele aldığı konular 13 Aralık 2012 tarihinde SETA Vakfı tarafından SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete’nin moderatör lüğünde düzenlenen ve TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel’in konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye Darbeleriyle Yüzleşiyor” panelinde tartışıldı.
...
SETA | Washington D.C.
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc
SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi
SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen
Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder