FRANSA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FRANSA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI.,

TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI.,



TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI

30 ARALIK 2013 


Ankara’nın Ortadoğu politikasında sıkıntıların meydana geldiği hakkında son zamanlarda daha fazla sayıda haberler yapılıyor. Bunun fonunda Türkiye’nin jeopolitik nüfuzunun azaldığı izlenimi oluşabilir. Fakat Ankara’nın Afrika ve Kafkasya yönündeki politikasının analizi farklı bir manzarayı ortaya koyuyor. Burada Türkiye’nin küresel ölçekte değerlendirilmesi gereken jeopolitik hattından konuşmak gerekir. Bu ise geniş bir konudur.

Ortadoğu Zorlukları: Gerçeklik Veya Hatalar?

Ortadoğu’da yaşanan çelişkili jeopolitik olaylar Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu ciddi etkiledi. Öncelikle Ankara’nın bölge önderliğine tam esası ve gücü olduğu kanaati vardı. Suriye ve Mısır konularında bu hayal biraz değişti. 

Bazı analist ve uzmanlar Türkiye’nin bölgede rolünün azalmaya başladığı hakkında fikir söylemeye  başladılar. Bu, ABD ve Rusya’nın Ortadoğu uğruna mücadelesinin yeni tonlar arz etmesine zemin oluşturdu.

Çünkü artık Türkiye’nin Suriye olaylarına aktif müdahalesi müşahede edilmemekte dir. Mısır ise Ankara ile diplomatik ilişkilerini hayli sınırlamış. Şimdi Kahire’nin Türkiye’de Büyükelçisi faaliyet göstermiyor. Onu söylemek gerekiyor ki, tüm bunlar Erdoğan’ın İsrail’le ilişkileri bozmasından sonra yaşandı. Şimdi her iki süreç arasında bağlantı aramak girişimleri de mevcuttur.

Mesele şu ki, Tel Aviv Ankara ile işbirliğine hep Ortadoğu bağlamında bakmış. Türkiye’nin İsrail’i köşeye sıkıştırarak bölgenin önderi olmak arzusuna başkent Tel Aviv’in hangi tepki verebileceği bilinmektedir. Üstelik Filistin meselesine göre Ankara’nın daha sert davranmaya başlamasının jeopolitik yankısı olmalıydı. Bazı uzmanlar Türkiye’nin Mısır ve Suriye’de karşılaştığı zorlukları İsrail faktörü ile anlatmaya çalışıyorlar. Fakat bu görüşü tam tasdik edebilecek olgular yoktur.

Ankara’nın Ortadoğu’da jeopolitik nüfuzunun azalmasının diğer nedeni olarak İran faktörünü ele alıyorlar. Tahran Türkiye’nin bölgede nüfuzunu hızla artırmasına sert tepki gösterdi. O, daha çok mezhep düzleminde çelişkileri öne çıkardı. Ankara’yı Sünnileri savunmakta suçlayan Tahran bölgedeki dayanakları ile kendi nüfuzunu artırmaya başladı. Sonuçta, Suriye’de İran askerleri ve “Hizbullah” savaşlara katıldı. Bunlar Türkiye’nin desteklediği Suriye muhalif güçlerinin konumlarını kaybetmesine yol açtı. Şu anda Suriye’de hangi grubun tam avantaja sahip olduğu bilinmemektedir. Türkiye’ye kalan ise 500 bin Suriyeli mülteci oldu.

Nihayet, ABD ve Rusya’nın bölgedeki etkinliğinin Türkiye’nin Ortadoğu’daki jeopolitik nüfuzunu etkilemediğini söylemek doğru olmaz. Her iki büyük devlet, tabii ki, Ankara’nın belli seviyeden sonra etki imkanlarının olmamasını istiyorlar. Bunun içindir ki, uzmanlar ABD-İran yakınlaşmasının bir açısının Türkiye’nin iddialarını sınırlamak isteği ile ilişkilendiriyorlar. Rusya ise geleneksel olarak Ankara’yı Kafkasya ve Ortadoğu’da önemli rakiplerinden biri olarak kabul ediyor.

Yukarıda sunulan argümanları sistemleştirince Türkiye’nin Ortadoğu’da, gerçekten, ciddi jeopolitik sorunlarla yüzleştiğini söylemek mümkündür. Fakat bu, Ankara’nın genel olarak jeopolitik pasifliğinin belirtisi midir? Yahut Türkiye diplomasisi herhangi hatalar mı yapmıştır? Bu sorulara kesin bir cevap vermek zordur.

Afrika’ya Nüfuz: Türkler “Ölü Kıta”yı “Diriltiyor Mu”?

Çünkü birincisi, modern Jeosiyaset çok yönlüdür ve bir devletin tek başına önderliği artık olanak dışıdır. İkincisi, Türkiye’nin dış politikası sadece Ortadoğu’yla sinirli değildir. Ankara artık dünya çapında söz sahibi olmak hattını tutuyor. Onun bir takım bölgesel bütünleştirici kuruluşlara katılımı bunu doğruluyor. Örneğin, MİTKA (Meksika, Endonezya, Türkiye, Güney Kore, Avustralya) adlı örgütün oluşturulması rastgele değildir. Bu kurumu BRİCS’e alternatif olarak da sunuyorlar. Ankara’nın Avrupa Birliği ve “Şanghay kulübü”ne olan ilgisi de sır değildir. Bunlarla birlikte, Türkiye Afrika, Kafkasya ve Orta Asya yönlerinde bağımsız siyaset yürütüyor.

Ankara’nın Afrika politikası sistemli, tutarlı ve stratejik mahiyettedir. Bununla ilgili düşünce kuruluşlarının geniş tahlilleri mevcuttur (Bkz.: Soner Karagül, İbrahim Arslan. Türkiye’nin Afrika Açılım Politikası: Tarihsel Arka Plan, Stratejik Ortaklık ve Geleceği / “Uluslararası Hukuk ve Politika”, cilt 9, № 35, s. 21-55, Aralık 2013).

Henüz 1998 yılında Ankara Afrika ile ilgili faaliyet planı yapmış. 2005 yılından ise onun aktif biçimde uygulanması aşaması başladı. Ekonomik, kültürel ve insani alanlarda Türkiye Afrika ülkeleri ile işbirliğini hayli güçlendirmiştir. Şu anda bu kıtanın kuzey bölümünde Ankara ile Çin, Fransa, Rusya ve ABD arasında gergin mücadele gidiyor. Burada en çok Pekin’in şansının yüksek olduğu vurgulanıyor.

Fakat Türkler insani açıdan diğerlerinden daha faaller. Onlar Somali’ye büyük gıda yardımı yaptılar. Kıtanın diğer fakir ülkelerinde de aynı programları gerçekleştirdiler. Ankara son yıllarda daha çok eğitim alanında Afrika ülkeleri ile işbirliğini tercih ediyor. 2008 yılında Afrika Birliği’nin Addis-Ababe’deki toplantısında Türkiye stratejik ortak ilan edildi (Bkz.: önceki kaynak, s.31).

Şu anda Ankara’nın Afrika’daki etkinliği geniştir. Ekonomik alanda yatırım durmadan artıyor. Özellikle, enerji alanında ilişkiler güçleniyor. Ocak 2013 tarihinde Başbakan R. T. Erdoğan Gabon, Senegal ve Nijerya’ya gezi yaptı. Nijerya, Çad, Somali, Tanzanya, Uganda ve diğer Afrika ülkeleri başkanları da Ankara’ya geldiler. Bu gibi geziler artık bazı büyük devletlerin endişesine neden oldu.

Fransa, Çin ve Rusya Ankara’nın Afrika’daki aktifliğine kıskançlıkla yaklaşıyorlar. Paris için Türkiye’den önce ABD, Çin ve Rusya’nın Afrika’da nüfuzlarının artması önem taşımaktadır (Bkz.: Fuad Ferhavi.Ortadoğu ve Afrika’da Fransız Dış Politikası / Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), Analiz № 27, Aralık 2013). Fakat Fransa üç yönde mücadeleye zorlanıyor. Öte yandan, Türkiye’nin bu kıtadaki faaliyetlerinin güçlenmesi ek sorunlar yaratmıştır. Paris Afrika’nın kuzeyinde İslam radikalizmi ile silahlı mücadele yapıyor. Fakat bunun hangi sonuçlar vereceği bilinmemektedir.

Kafkasya: Gergin Mücadele Mekanı

ABD, Çin ve Rusya Afrika’da nüfuzlarını güçlendiriyorlar. Onlar büyük ölçüde Ankara’nın konumunu olumsuz etkiliyorlar. Buna rağmen, artık Türkiye’nin Afrika’da jeopolitik konumunun sağlamlaştığını ve bu sürecin artan hatla devam edeceğini tahmin edebilirsiniz. Burada din faktörünün daha çok rol oynaması mümkündür.

Kafkasya Afrika’ya nazaran daha karmaşık bölgedir. Burada Batı, Rusya ve Çin’in çıkarları büyük ölçüde çatışmaktadır. Tarihi açıdan ise Türkiye ve İran’ın bu bölgeye iddiaları mevcuttur. Bu nedenle Ankara’nın Güney Kafkasya’ya daha fazla önem vermesi doğaldır. Son zamanlarda bu yönde Moskova – Ankara işbirliğinin genişlediğine ilişkin haberler yayılıyor (Bkz.: Игорь Мурадян. Турция и Россия в обоюдном поиске / “Lragir.am”, 17 Aralık 2013).

Rus uzmanlar ise Türkiye’nin Güney Kafkasya’da yeni düzeyde karmaşık jeopolitik oyunlara hazırlaştığını vurguluyorlar (Bkz.: Анкара готовится к сложной шахматной партии на Кавказе / “Фонд Стратегической Культуры”, 14 Aralık 2013).

Burada Ankara’nın temel amacının bölgenin her üç ülkesi ile normal ilişkiler kurmaktan ibaret olduğu vurgulanıyor. Aynı zamanda, Türkiye’nin 2015 yılında “Ermeni soykırımı”nın yıldönümünün geniş ışıklandırılmasına olan hazırlıkları bozmak niyetini belirtiyorlar. Belki, Ankara’nın etkinliğinde ünlü soykırımı masalını boşa çıkarmak motifleri mevcuttur. Fakat meseleye daha geniş açıdan bakmak daha doğru olurdu.

Türkiye Afrika’nın yanı sıra, Kafkasya ve Orta Asya yönlerinde de küresel düzeyde etkisi olan jeopolitik hat yürütüyor. Bu meselede onun ne kadar başarılı olacağının bu açıdan önemi yoktur. Ana nokta şu ki, artık Ankara dünya çapında oynamaya çalışıyor. Bu anlamda Güney Kafkasya’da Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmek girişimi anlaşılıyor.

Fakat Ankara’nın mutlaka Azerbaycan faktörünü dikkate alması gerekiyor. Çünkü Ermenistan Dağlık Karabağ ve çevre bölgelerden askeri güçlerini çekmediği sürece onunla herhangi işbirliği mümkün değildir. Düşünüyoruz ki, Ankara bunları iyi anlıyor.

Türkiye’nin bir takım zorluklara rağmen, Afrika ve Kafkas yönlerindeki jeopolitik etkinliği onun küresel ölçekte söz sahibi olma isteğinin habercisidir. Aynı düzlemde Ankara’nın Ortadoğu’daki konumu da umutsuz görünmüyor. Mücadele henüz ileridedir.

Kamal ADIGOZALOV

Kaynak: Newtimes.az

Uluslararası Politika Akademisi 

(UPA) TÜRKİYE: AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI


http://politikaakademisi.org/2013/12/30/turkiye-afrika-ve-kafkasya-politikasinin-yeni-tonlari/


***

11 Kasım 2020 Çarşamba

BALFOUR DEKLERASYONU - İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI

BALFOUR DEKLERASYONU  - İSRAİL DEVLETİNİN KURULMASI

 Balfour Deklarasyonu: İsrail'i Doğuran Belge

18.11.2017
Süleyman KIZILTOPRAK

 

Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulmasına destek vaadinin beyanı olan bu mektup Britanya İmparatorluğu’nun dışişleri bakanı Arthur James Balfour tarafından Britanya Yahudilerinin lideri Lionel Walter Rotschild’e hitaben yazılarak doğrudan ona gönderildi fakat mektubun asıl adresi Britanya’daki Siyonist lider Chaim Weizmann'dı.

BEYAZ TARİH \ MAKALE

2 Kasım 1917 tarihli mektup, 20. Yüzyılda Ortadoğu’nun siyasi coğrafyasını ve demografik yapısını değiştiren önemli belgelerden biridir. Britanya İmparatorluğu yani İngiliz Hükümeti tarafından Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulmasına destek vaadinin beyanı olan bu mektup Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirdiği gibi Avrupa’da yaşayan Yahudiler ve Filistin’de yaşayan Arapların kaderini de yeniden tayin eden gelişmelere yol açtı. Britanya İmparatorluğu’nun dışişleri bakanı Arthur James Balfour tarafından Britanya Yahudilerinin lideri Lionel Walter Rotschild’e hitaben yazılarak doğrudan ona gönderildi. Ama mektubun asıl adresi Britanya’daki Siyonist lider Chaim Weizmann idi. 
 

Arthur James Balfour.

Balfour’un imzasını taşıyan metin taraflar arasında 1917 yılı mart ayından itibaren başlayan uzun görüşmeler ve pazarlıklar sonucunda ortaya çıktı. Toplam 67 kelimeden meydana gelen metnin kesin anlamı tartışmalıdır. Mektubun asıl ilgili tarafı olan Chaim Weizmann’ın baştan beri üzerinde durduğu daha kuvvetli vurgular barındıran beklentisini bir kenara bırakacak olursak içerikteki ifadeler İngilizlerin Araplara ve müttefiklerine verdikleri sözleri tamamen devre dışı bırakıyordu. Şöyleki, söz konusu metin bir yandan İngiltere ve Fransa arasındaki gizli görüşmelerle saptanan ve Ortadoğu’daki coğrafi paylaşımı belirleyen Sykes-Picot Anlaşması’na aykırı iken bir yandan da Şerif Hüseyin ile McMahon arasındaki yazışmalarda geçen vaatlerle çelişkili idi.

Balfour Bildirgesi adıyla bilinen bu mektup Britanya İmparatorluğu’nun bir Yahudi devleti kurma vaadi idi. Londra'daki Siyonist liderler Chaim Weizmann ve Nahum Sokolow'un lobicilik faaliyetleri ve yoğun çabaları ile mektup kaleme alındı ve ilan edildi. Weizmann daha net ifadeler içeren bir mektubun kendisine ulaşmasını arzu ediyordu. Bu açıdan özellikle mektubun ikinci kısmındaki ifadeler arzu edilmemişti. Filistin'in Yahudi ulusal evi olarak yeniden yapılandırılmasını isteyen Siyonistlerin beklentilerinin altında kaldı. Bununla birlikte, Siyonistler arasında umutları uyandırdı ve Dünya Siyonist Örgütü’nün büyük devletler nezdinde muhatap alınması belgelenmiş oldu.

İngilizleri Balfour Deklarasyonu'na Götüren Süreçte Ortadoğu Çıkmazı
İngilizlerin Siyonist hareketi kabul edip muhatap alarak destek vermesi Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedileceği endişesiyle ortaya çıktı. 1917 yılının ortalarında, Britanya ve Fransa, Batı Cephesinde Almanya ile savaşlarında bir çıkmaza girmişti. Bunun öncesinde ise, 1915 yılında Çanakkale cephesinde Türklere karşı girişilen harekat çok başarısız olmuştu. 29 Nisan 1916 tarihinde Kut’ül Amare’de sadece savaşı değil prestijlerini de kaybeden Britanya ordusu, General Charles Towvnshead dahil 13 generali, çok sayıda yüksek rütbeli subayı ve 13.300 askerini esir düşürmüştü. 17 Mart 1917’de Bağdat’a girmeyi başaran İngilizlerin yarası sarılır gibi olsa da Doğu Cephesinde Rusya gibi önemli bir müttefik saf dışı kalıyordu. 1917 Mart ayındaki devrim Çar II. Nikolas'ı devirdi ve geçici hükümet, ülkenin Osmanlı, Almanya ve Avusturya-Macaristan'a karşı savaşı sürdürmek noktasında belirsizlikler içindeydi. Nitekim kısa bir süre sonra Lenin savaştan çekilip karşı tarafla birer birer barış anlaşmaları yaptı. Birleşik Devletler Savaşı Müttefikler tarafına yeni girmiş olsa da, ertesi yıla kadar Amerikan birliklerinin büyük bir kısmının kıtaya ulaşması konusunda bir planlama yoktu.

Bu bağlamda, Aralık 1916'da tayin edilen Başbakan David Lloyd George hükümeti, Siyonizm'i açık olarak destekleme kararı aldı. Rusya’da doğan İsviçre ve Almanya’da kimya eğitimi aldıktan sonra Manchester'da yerleşmiş olan Chaim Weizmann Filistin’de bir devlet kurma fikrini savunan Siyonist hareketin liderliğini yapıyordu. Weizmann’ın Siyonist hareketin liderliğini yapma misyonu 1948 yılında İsrail’in kurulmasına kadar sürdü. İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı oldu ve 1952 yılında ölene kadar bu görevde kaldı. Lloyd George'un nezdinde kuvvetli bir lobi yapan Weizmann Siyonist davanın doğruluğuna onu inandırmıştı. İngiliz kabinesindeki bazı politikacılar, Siyonizm lehine resmi bir bildirgenin, tarafsız ülkelerdeki Yahudilerin desteği ile ilgili hükümetlerin desteğini kazanmayı umuyordu. En büyük beklentileri Amerika Birleşik Devletleri'nden gelecek destek idi. Buna ilaveten Rusya’da bir devrim yapılmıştı ve bu devrim anti-semitik Çarlık Hükümetine karşı Yahudi nüfusunun kayda değer desteği ile vuku bulmuştu. Rusya Yahudilerinin devrimci kadrolar üzerindeki etkisi, Britanya’nın savaştaki bir müttefiğini kaybetmesini engelleyebilirdi.
 

Chaim Weizmann
Son olarak, Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonrasında bölgede nüfuzunu Fransa ile paylaşan İngiltere, bu konuda daha önce bir anlaşmaya imza atmasına rağmen, Filistin’i Fransızlara bırakmayı düşünmüyordu. Lloyd George Filistin'de İngiliz egemenliğini, Hindistan ile Londra arasındaki “hayat yolu” üzerinde önemli bir stratejik nokta olarak görüyordu. Filistin’de İngiliz koruması altında Siyonist devlet kurulması İngilizlerin çıkarlarına uygun olduğu kadar ABD Başkanı Wilson’un “ küçük ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” ilkesini de destekler mahiyette idi.
1917 yılı boyunca, Britanya’da parlamento içindeki güçlü bir anti-Siyonist yaklaşıma sahip üyeler söz konusu deklarasyonun daha evvelden ilan edilmesini engelledi. Anti-Siyonistler, İngiliz kabinesinde önde gelen Yahudi bakanlardan biri olan ve Hindistan koloni bakanı olarak görev yapan Edwin Montagu liderliğinde İngiliz destekli Siyonizm'e karşı çıkıyorlardı. Bu karşı çıkış onların anti-semitik olmalarından ziyade deklarasyonun Yahudiler aleyhine sonuç vereceği düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Zira, onlara göre, Filistin’de kurulacak bir Yahudi yurdu çeşitli Avrupa ve Amerika şehirlerine yerleşmiş Yahudilerin sahip oldukları konumlarını ve servetlerini kaybetmelerine neden olacak bir sonuç doğurabilirdi. Bu yüzden anti-Siyonistler bu planın mahzurlarını ortaya koyarak muhalefetlerini sürdürdüler. Bu yaklaşımlarında isabetli olduklarını ifade etmek mümkündür. Nitekim 1930’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan anti-semitizm bir şiddet hareketini başlattı ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bir Yahudi soykırımına dönüştü.

Deklarasyona Fransa, ABD, İtalya ve Vatikan da destek verince, Lloyd George hükümeti Filistin planını sürdürmüştür.
Bildirgede "Filistin'deki mevcut Yahudi olmayan toplulukların sivil ve dini haklarına halel getirecek hiçbir şey yapılmayacak" ilkesi özel olarak belirtildi. Bu ifadede yer alan Yahudi olmayan halklardan kasıt öncelikle Filistin’de yaşayan Araplar idi. Bunun yanında, Arap olan veya olmayan Ortodoks, Katolik, Habeş, Kıpti, Maruni gibi çok sayıda Hristiyan toplulukları yanında Dürziler ve Şiiler de vardı. Bildirgedeki mezkur ifadelerin bir kısmı Arap halklarının haklarını koruma taahhüdü idi. Ancak söz konusu belge Hristiyan Araplar ve Müslüman Arapların siyasi veya ulusal haklarının neler olduğunu belirtmedi ve onlara açıkça atıfta bulunmadı.

Balfour Deklarasyonu Birinci Dünya Savaşı’nın en kritik zamanında yayınlandı. Savaşın kısa bir sürede sona ermesini isteyen İngilizler elindeki tüm kozları ortaya koymakdan başka çıkar yol görmüyordu. Bu deklarasyonun arkasında elbette karmaşık bir süreç söz konusudur. Birinci Dünya Savaşı’nın beklenenin aksine uzaması savaşan tarafları yormuş ve bitkinleştirmişti. Bu yüzden savaşı bitirecek sürpriz hamleler yapılıyordu. Bu bağlamda, İngiltere-Fransa arasındaki pazarlıklar, gizli antlaşmalar, diplomatlar arasındaki kapalı kapılar ardındaki görüşmeler, müttefikler arasındaki iç çekişmeler, Arapların ütopik hayalleri ve Siyonistlerin olağandışı beklentileri ve pazarlıkları meydana geliyordu.
Mektup aslı;
 

Mektup Tercümesi;
Dışişleri Bakanlığı,
2 Kasım 1917
Kıymetli Lord Rothschild,
Majesteleri'nin Hükümeti adına, size Kabine'ye sunulup tasdiklenen, Yahudi Siyonist isteklerine yönelik aşağıdaki niyet deklarasyonunu iletmekten memnunum:
"Majesteleri'nin Hükümeti, Filistin'de Yahudi halkına ulusal bir yurt kurulmasını olumlu görmektedir ve bu amaca ulaşılması için elinden gelen gayreti gösterecektir. Filistin'de halen mevcut Yahudi olmayan halkların toplumsal ve dini haklarına ya da diğer ülkelerdeki Yahudilerin hak veya politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Siyonist Federasyonu da bu deklarasyondan haberdar ederseniz memnuniyet duyarım.
Saygılarımla,
Arthur James Balfour
 
Kısacası, İngiliz bakanın asıl amacı, Britanya’nın Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına destek verdiğini ilan etmek ve Siyonist Federasyonu bu konuda bilgilendirmek idi. Böylelikle Britanya dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Yahudilerin maddi ve manevi desteğini almayı hedefledi. Özellikle, ABD’deki Yahudi lobisinin desteği ile ABD’nin İngiltere yanında hızlı bir şekilde savaşa dahil olmasını sağlamak temel amaç idi. ABD resmi olarak 6 Nisan 1917 de savaşa dahil oldu. Fakat askerlerin eğitilmesi ve cepheye sürülmesi 1918 yılının ilk aylarını buldu. Deklarasyon bu bakımdan kısa vadeli hedefini başarmıştı.
 Aynı zamanda, İngiliz yanlısı Yahudi bir nüfusun Filistin'deki yerleşmesi Britanya İmparatorluğu’nun Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumaya da yardım edecekti. Filistin topraklarına komşu olan Mısır'daki Süveyş Kanalı üzerindeki çıkarlarını korumasına yardımcı olacak bu dinamik Yahudi topluluk Londra-Bombay denizyolu hattında stratejik bir görev yapacak kapasitede idi.

Britanya Birinci Dünya Savaşı’nı bitirmek konusunda bu deklarasyonla bir hedefini gerçekleştirmiş idi ama Ortadoğu’da daha kanlı bir çatışmanın fitilini ateşlemiş oldu.

Arthur James Balfour, 20. Yüzyıla damgasını vuran söz konusu deklarasyonla önemli bir dünya gücünün ‘vatansız Yahudi halkının halkı olmayan bir vatanda’ vatan kurma hakkı olduğunu resmen ilan etti. Bu belge, daha sonra, 24 Temmuz 1922'de yeni kurulan Milletler Cemiyeti tarafından resmi olarak onaylanan Filistin üzerindeki İngiliz manda idaresinin referans noktalarından biri oldu. Milletler Cemiyeti kararında yer alan Balfour Beyannamesi ve Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulması çağrısı, bir politika mevzusu olarak yeni bir süreç başlattı. Söz konusu belge uluslararası topluluk tarafından özellikle metnin ikinci kısmı yani Filistin’de yaşayan Yahudi olmayan halkların hakkını ihlal etmeme ilkesini hayata geçiremeden İsrail’in kurulması noktasında bir uluslararası hukuk yükümlülüğüne dönüştürüldü.

Sonuç

Balfour Deklarasyonu ile Siyonisler başarı kazandı ve İsrail’i kurmaya muvaffak oldular. Ama aradan geçen yüzyıla rağmen metnin son cümlesinde geçen Filistin’deki Yahudi olmayan halkların haklarına ve politik statülerine zarar verilmeyeceği taahhüdü yerine getirilemedi. O günden bugüne geçen yüzyıllık zaman diliminde mektubu yazan ve alan tarafların bile beklemediği çok dramatik olaylar Filistin ve Ortadoğu’yu bitmek bilmeyen çatışmalara sürükledi. Taraflar arasında uzlaşının ve barışın ne zaman sağlanacağı konusunda pozitif bir yaklaşım henüz ortada yoktur. Ortadoğu’yu içten içe tüketen bu çatışma halinin ne zaman sona ereceği konusunda iyimserliğin olmaması başta İsrail olmak üzere tüm Ortadoğu devletlerinin geleceğe güvenle bakmasını engellemektedir.

***

31 Mart 2020 Salı

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak

Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak




Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Libya Örneği Üzerinden NATO’yu Okumak


Orta Doğu ve özellikle Arap devletlerinde yaşanan hadiseler küresel güçler için tarihten günümüze kadar genel anlamda büyük öneme sahiptir. Bilhassa bölgede bulunan zengin enerji ve yer altı kaynakları açısından Ora Doğu, küresel güçler (ABD, İngiltere ve Fransa) için çekim merkezi haline gelmiştir. Bu bağlamda, Arap ülkelerindeki değişimi ve halk isyanlarını tetikleyen önemli faktörlerden birinin de, küresel güçlerin bölge üzerinde oynadığı oyunlar ve yaptıkları ince hesapların olduğu aşikârdır. 

Bu güçlerin bölge üzerinde hem yaptıkları işbirliği hem de güç mücadelesi bağlamında, Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı gösterilen halkın tepkisine ve hareketlerine ciddi ölçüde payı olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Libya’daki halk direnişinden sonra NATO güçlerinin bölgeye müdahale etmesi, halkın rejimin değişmesi konusundaki tutumunu daha da artırmış ve tetiklemiştir. Başka bir ibareyle, NATO’nun Libya’ya müdahalesinde olduğu gibi küresel güçler tarafından halk hareketinin uzun süreli ayakta kalması için, askeri teçhizat ve çıkara dayalı siyasi destek yapılmasaydı, Arap ülkelerinde meydana gelen olaylarda halkın yönetime karşı bu kadar gösterilere devam etmesi zor olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerindeki yönetimlere yönelik başlayan halk isyanları olarak kabul edilse de, daha sonra bölgesel ve küresel güçlerin yardımına ve hatta vekâlet savaşlarına dönüştüğüne dikkat çekmek gerekir.

Bu bağlamda Arap ülkelerinde baş gösteren halk ayaklanmalarıyla birlikte bölge üzerinde birçok küresel aktörün siyasi, ekonomik ve nüfuz kurma mücadelesine yol açmaktadır. Değişim sürecine giren Arap ülkelerinde ortaya çıkan otoriter boşluğu doldurma ve Orta Doğu’da etkinlik kurmak isteyen tüm aktörler, bölgedeki pastadan aslan payı elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Kaddafi sonrası Libya üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Fransız ve İngiliz petrol şirketleri, 2011 yılında Trablus direnişçilerin eline geçer geçmez Ulusal Geçiş Konseyi ile anlaşmak için görüşmelere başlamıştı. Ayrıca Fransa ve İngiltere, Libya’daki direnişçilere Kaddafi’ye karşı her türlü desteği sağlamaya çalışmıştır. 1 Eylül 2011 tarihinde Paris’te yapılan Libya konferansı sırasında Rusya’nın, hemen Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’ni resmen tanıdığını açıklamıştı. 

Aslında Aralık 2010’dan bu yana başta Libya olmak üzere Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve genel olarak Orta Doğu üzerinde keskin bir güç mücadelesi söz konusudur. Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libyalı muhalif grubundan yana bir tavır almasının iki nedeni vardır. İlk nedeni, Kaddafi döneminde, Rusya ile Libya arasında 4 milyar dolarlık bir silah anlaşmasının var olduğudur. Moskova’nın Trablus’taki yönetimi tanımasındaki temel gayenin, Libya’da kurulan yönetimle de söz konusu sözleşmeyi devamlı kılmaktı. Diğer neden ise, Rusya’nın bölgedeki gelişmelerden uzak kalmamak ve bölgedeki etkinliğini devam ettirmek isteğidir. Dolayısıyla Rusya, Arap ülkelerindeki değişimle ve Suriye’deki iç savaşla birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Doğu bölgesinde kendine yeniden nüfuz alanları açtı. 

Orta Doğu’daki Krizler ve Türkiye’nin Libya Politikası

Arap ülkelerindeki değişimin bölgesel ve bölge dışı aktörlerin de değişmesine sebep olduğu ifade edilebilir. Çünkü otoriter rejimlerin yerine farklı anlayışlara sahip yönetimlerin gelmesi, hem bölge ülkeleri arasındaki ikili ve çok taraflı diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkileri tesiri altına almaktadır, hem de küresel aktörlerin yeniden yönetimsel şeklinin oluşması, ister istemez bölgedeki aktör lerin de değişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle Arap ülkelerindeki eski yönetimlere yönelik gelişen kontrolsüz gösterilerin sonucunda deyim yerindeyse ABD’ye yakınlığı ile bilinen liderler, Arap halkı tarafından devrilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ABD yönetimi, bölgede eski müttefiklerini kaybetmeye başladıktan sonra Suriye’de PKK/YPG terör örgütüyle, diğer ülkelerde ise devlet dışı aktörlerle ilişkilerini güçlendirmeye başlamıştır. 

Bu çerçeveden bakıldığında bundan sonra ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir. Çünkü liderlerini deviren ve isyana devam eden Araplar arasında, söz konusu gösterilerin sonucunda elde edilen başarının ABD ve Avrupa ülkeleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından müdahaleye uğraması ve kontrol altına alınması kaygısı hâkim olmuştu.

Öte yandan Orta Doğu’da tek NATO üyesi olan Türkiye’nin Libya’ya karşı sergilediği tutum dikkate alındığında Ankara, Libya’daki gelişmelerin 
başlangıcında Libya’da bulunan Türk işçilerinden dolayı temkinli bir politika izlemiştir. Ardından yaşanan gelişmelerin seyrine göre Türkiye, Libya muhalefetine tam destek 

“ ABD’nin yeniden dizayn edilmeye başlayan Orta Doğu bölgesinde hem kendi çıkarlarını, hem de İsrail’in güvenliğini korumak için iki seçeneği vardır: 
Bunlardan biri Arap kamuoyu nezdinde hep tepki çeken ABD’nin yeni stratejik arayışları içine girmesi kuşkusuzdur. İkinci seçenek ise, Arap halklarının gösterilerle, yönetimleri devirme konusunda elde ettiği başarıya mesafeli 
durup, tepki ve dikkatleri çekmeden ilişkilerini geliştirebilmesidir.”verdiğini duyurmuştu. Türkiye, Libyalı muhalefet grubuyla İstanbul’da çeşitli konferanslar düzenlemiş ve bunun sonucunda Libya Temas Grubunun kurulmasına öncülük etmiştir. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 23 Ağustos 2011 tarihinde Bingazi’yi ziyareti etmiş, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ne sağladığı 
300 milyon dolarlık yardımın 100 milyon dolarını nakit olarak yardım yapmıştır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin Fransa’yla Libya üzerinde rekabet içinde olduğu analizleri yapılmıştır. Aslında Libya üzerinde bu kadar rekabet ve güç mücadelesinin Kaddafi sonrası Libya’daki Türkiye’nin konumunu riske altında olduğu da söylenebilir. Kaddafi döneminde Libya’da, Türk müteahhit ve müşavirlik firmaları 2009-2010 yılları arasında 7 milyar 627.2 milyon dolar tutarında proje almıştır. Türk inşaat firmaları ise bu rakamın 23 milyar dolar olduğuna işaret etmektedir. Libya olaylarından sonra yukarıda gösterilen rakamların yarısından fazlası kadar zararın olduğunu da dikkate almak gerekir. Böylece Ankara’nın, Libya krizindeki girişimlerine bakıldığında, bu ülkedeki eski varlığını yakalamasının konjonktürel anlamda zor olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Libyalı muhalif grubu ağırlaması, destek olması ve hatta Kaddafi güçleri tarafından yaralanan Libyalıların Türkiye’de tedavi görmelerini sağlamasına rağmen Trablus düştükten sonra Libya’da “teşekkürler Fransa” 
şeklindeki pankartları öne çıktığı unutulmamalıdır. 

Ankara, Libya’da çok zor bir güç mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi kazanıp kazanamayacağını zaman gösterse de, aslında Libya’daki yerel, bölgesel ve küresel bağlamındaki çok aktörlü bir sahaya dönüştüğünü ifade etmek mümkündür. 

Orta Doğu’da NATO Müdahalesi Çözüm mü? 

Orta Doğu’da süregelen gelişmelerin ve halk ayaklanmaları gibi olaylara bölgedeki müdahaleci güçlerin genellikle ABD merkezli organize ve koalisyonlara tanıklık edilmiştir. Ancak son dönemlerde bölgede ve özellikle Libya’da baş gösteren halk ayaklanmalarına yönelik ABD yerini dolaylı olarak NATO’ya bırakmak istediği söylenebilir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra bölgede oluşturduğu güvensizlik ortamının ve nispeten de olsa, uğradığı askeri başarısızlık Obama yönetimi döneminde değişim sürecine giren Arap ülkelerine askeri müdahalede bulunma cesaretinin kırıldığı görülmektedir. 

Bilhassa Arap kamuoyunda ABD’ye yönelik oluşan güvensizlik kırılan cesaretin önemli çizgilerden biridir. Washington yönetimi, Orta Doğu halkları arasında oluşturduğu müdahaleci ve işgalci imajını değiştirmek istediği için Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına sadece söylem ile NATO ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin adı altında harekâta geçmeye çalışmıştı. 

Kaddafi güçlerinin, Libya’daki göstericileri bastırmak amacıyla uyguladığı şiddetin sonucunda, başta Fransa ve ABD olmak üzere 19 Mart 2011 tarihinde NATO güçleri Libya’ya müdahalede bulunmuştur. NATO’nun bu tutumu Araplar arasında önemli bir yankı uyandırmıştır. Araplar, Batılıları genellikle sömürgeci olarak görse de NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle, özellikle Fransa ve İngiltere’ye karşı duydukları kinin ve nefretin yerini sempatinin aldığı görülmüştür. Arapların bu konudaki genel görüşü NATO’nun desteği olmasaydı, Kaddafi güçlerinin Libya’daki tüm göstericileri katledebilirdi. Bu nedenle Libya’daki olayların ardından bölgedeki müdahaleci aktörlerin rol değişimine uğradığı değerlendirilebilir. Dahası Libya lideri Kaddafi’nin, NATO’nun yaptığı 7459 sorti ve harcanan 2 milyar doları aşkın para ile devrildiği ifade edilmektedir. 
Finansmanını sağlayan ülkelere bakıldığında, ABD 938 milyon dolar, İngiltere 362 milyon dolar, Fransa 359 milyon dolar ve İtalya 320 milyon dolar harcamıştır. Kaddafi’nin devrilmesi için harcama yapan ülkelerin Libya’yı kolay kolay terk etmeyeceği görülmelidir.

Libya’daki sürece NATO’nun müdahalesi dikkate alındığında, 2011 yılında Arapların yeni kurtarıcısı olarak nitelenen NATO’nun, Libya’daki başarısının ardından acaba Suriye’ye ve Arap ülkelerindeki diğer benzeri gelişmelere müdahale eder mi?” sorusunu gündeme getirmişti. 
Arapların NATO’nun müdahalesine olumlu yaklaşmalarını iki şekilde açıklanabilir. Bunlardan birincisi 20 Ekim 2011 tarihinde NATO güçlerinin yardımıyla Libya lideri Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından ülkeden çekilmesi, Arapların NATO’yu kurtarıcı olmasına ve sempati duymasına sevk ettiği söylenebilir. Çünkü ABD misali Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirdikten sonra ülkeye yerleşmemiştir. Diğer neden ise, NATO örgütünün içinde Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin de içinde bulunması Arapların NATO’ya olumlu bakmasında önemli bir etken olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, Libya’daki müdahalesinden sonra Arap ülkelerinde otoriter iktidarların halka karşı silahlı güce başvurduğu durumlarda, NATO Araplara kurtarıcı olarak takdim edilmekteydi. Hatta Libya’dan sonra Suriye’ye müdahale olasılığı da tartışma konusu olmuştu. Aslında NATO’nun Libya’ya müdahalesinin temel amaçlarından biri de, Afganistan’daki başarısızlığının ardından Libya’da 
başarılı olması NATO’ya motivasyon kaynağı olduğunun da altını çizmekte fayda vardır. 

Sonuç

Libya’da, halk direnişinin kanlı başlamasının Fransa ve NATO’nun müdahale etmesini gerekli kıldığını söylemek mümkündür. Libya’da olayların başlamasıyla Kaddafi’ye karşı yönetimdeki bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halk direnişine destek vermesi Kaddafi’yi Sırbistan’dan paralı askerler tutmaya sevk etse de iktidardan devrilmesini önleyememiştir. Ancak Suriye’deki hadiseler Libya örneğiyle karşılaştırıldığında Esed rejimine bağlı bakan ve yüksek rütbeli askerlerin halkın safına geçtiği çok az sayıdadır. Bu bağlamda Şam’ın güçlü kalmasına hizmet eden en önemli etkenlerden birisi üst düzey devlet görevlilerin yönetimin yanında tavır almasıdır. 

Öte yandan ABD tarafından kurulmaya çalışılan Arap NATO’sunun yükleneceği misyonun İran’a yönelik bir hamle olacağı ihtimali yüksektir. 

Peki, Arap NATO’su mümkün mü? Aslında Arap ülkeleri arasında yaşanan siyasi ve diplomatik sorun ve krizlerin artığı bir dönemde ortak bir Arap gücünün kurulması uzak bir ihtimal olmasa da başarılı olacağı hususu tartışmaya meyyal bir konudur. Dolayısıyla Arap NATO’sunun kurulması; bölgesel olarak Orta Doğu’da ve Arap dünyasında yeni kutuplaşmalara ve askeri/siyasi liderlik rekabetinin derinleşmesine yol açabilir. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 

Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

 Ali Semin, Yazar Hakkında, 

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

***

8 Şubat 2020 Cumartesi

Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri

Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri 



HURİYE YILDIRIM
Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri 


Özet 

Afrika toplumları Batılı devletlerin teknolojik ve akabinde ekonomik gelişmelerinin ardından dünya üzerindeki izledikleri emperyalist politikaların altında uzunca yıllar yaşam mücadelesi vermiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra uluslararası camiada yükselen milliyetçilik olgusu Afrika’yı da etkileyerek bu bölgede milli bilincin oluşarak sömürge yönetimlere karşı bağımsızlık mücadelelerinin verilmesine neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Afrika toplumların milli mücadeleleri ABD ile SSCB rekabetinden de etkilenmiştir. 
Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde SSCB’nin Afrika’da başarısızlığa uğrayarak kıtadan ayrılması, ABD’nin politikalarında bir değişikliğe neden olmuştur. 1990’lı yıllarla ABD’nin dış politika konseptindeki ekonomik çıkarlar temelli değişiklikler bu dönemde Afrika’ya yönelik stratejilerinde de bir değişime neden olmuştur. 

Giriş 

Afrika, 16. yüzyıldaki Batılı ekonomik gelişmeler sonucunda Avrupalı devletler 
tarafından başta kölecilik ve devamında sömürgeci yönetimler aracılığıyla sömürülmeye başlanmıştır. 1884-1885 yıllarında gerçekleştirilen Berlin Konferansı sonrasında ise Afrika kıtası Avrupa’nın sömürgeci güçleri tarafından paylaşılmıştır.135 İkinci Dünya Savaşından sonra ise Afrika’da milli bilinç gelişip bağımsızlık hareketleri oluşmaya başlaması, ABD ve SSCB arasında kıyasıya süren Soğuk Savaş dönemiyle eş zamanlı olarak gerçekleşmiştir. Bu çerçevede Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Afrika politikası komünizmin bu kıtada yayılıp 
kendisine tehdit olarak yönelmesini önleme temelinde yükselmiştir. Bunun yanında Afrika maden ve mineralleri de ABD’nin kıtaya yönelik politikasında önemli bir yere sahiptir. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise komünizm tehdidinin ortadan kalkmasına rağmen Amerikan ulusal çıkarlarının güvenliği ve petrol imtiyazları Washington’ın Afrika’ya yönelik ilgisinde etkendir. Aynı zamanda savaşlar, hastalık, yoksulluk ve kıtlık gibi sorunların etkisiyle yıllarca 
uluslararası sistemde varlığını koruyan ‘’Afrika Pesimizmini’’nin yerini, kıtanın enerji, hammadde, pazar ve işgücü potansiyelinin gelişen ve gelişmekte olan ülkeler nezdinde önem kazanmasıyla ‘’Afrika Optimizmi’’nin aldığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere ile beraber ABD de Afrika kıtasındaki çıkar rekabetinde yerini almış, bu doğrultuda dış politikasında önemli yapılanmalara girişmiştir. 

ABD’nin Afrika politikalarının genel bir özeti durumundaki bu çalışmada İkinci 
Dünya Savaşının ardından uluslararası yapıdaki değişimle beraber Afrika kıtasındaki milli uyanış ve bağımsızlık hareketleri çerçevesinde gelişen ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının genel eğilimleri analiz edilmektedir. 
Burada Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki dönemlerde ABD’nin Afrika’ya yönelik politikalarında gözlemlenen temel değişikler incelenmektedir. Sonraki bölümde ise ABD’nin dış politikasında Afrika’ya yönelik uygulamaların temel parametreleri olan demokratikleşme ve insani yardım, enerji, ticaret ve 
güvenlik konuları ayrı alt başlıklar halinde ele alınacaktır. 

Soğuk Savaştan Günümüze Amerikan Dış Politikasında Değişen Afrika Eğilimleri: 

2. Dünya Savaşının ardından milliyetçilik olgusu Afrika topluluklarını etkilemeye 
başlamış, bu durum yerel halkların sömürge yönetimlerinden rahatsızlığıyla birleşince derin bir toplumsal karmaşa ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Wilson ilkelerinden biri olan self determinasyon hakkı Afrika milletleri tarafından benimsenmiş, böylece kıtada milli bağımsızlık mücadeleleri başlamıştır. 

1945-1960 yılları arasında ABD’nin Afrika’da bağımsızlık mücadeleleri ve Sharpeville soykırımı gibi trajedilere karşı gösterdiği ilginin asıl sebebi, belirtildiği gibi kamuoyu tepkisi ve vicdani sorumluluktan ziyade kıtada yayılmaya 
başlayan SSCB’nin komünist ideolojisi ve etkisini engellemektir.136 Soğuk Savaş döneminde ABD tüm dünyada olduğu gibi Afrika’da da demokrasi ve insan hakları kavramlarına vurgu yapsa da Sovyet yayılmacılığına karşı ırkçı ve otoriter rejimlerle zaman zaman ilişkiler kurmuştur. ABD’nin bu tutumuna Libya, Angola, Etiyopya ve Mozambik gibi ülkelerin iç sorunları örnek gösterilebilmektedir.137 1970’lerden sonra Mozambik Bağımsızlığı, Angola müdahalesinin başarısızlığı, Vietnam Savaşı, Küba Krizi ve Şah Rejiminin devrilmesi gibi gelişmelerle Amerikan dış politikasında önemli bir farklılaşma gözlemlenmiştir.138 

Soğuk Savaş döneminde SSCB ile nükleer savaşın eşiğine gelinmesinin yol açtığı yumuşama süreciyle beraber ABD’nin Afrika politikalarında bir değişim yaşanmıştır. ABD dış yardımlarında demokrasi ve insan hakları gibi koşullar getirerek bir anlamda kendi politikalarını dayatmaya başlamıştır.139 

Reagan döneminden sonra ABD tüm dünyada sarsılan itibarını ve hegemonyasını yeniden tesis etmek için Afrika’da daha müdahaleci bir tavır sergilemiştir.140 

Clinton’ın iktidarı boyunca Amerikan ulusal güvenlik konseptinin temeline ekonomik çıkarları ve bunun paralelinde demokrasi ve liberalizm olgularını konulmuştur.141 Bu dönemde Amerikan çıkarlarını sağlamak için dış politika araçları olarak “insani müdahale”, “yumuşak güç”(soft power), demokrasilerin ve liberal uygulamalarının coğrafi alanlarının genişletilmesi ön plana gelmiştir. Ayrıca IMF, Dünya Bankalarının fonları kapsamında dünya ülkeleri üzerinde bir hegemonya kurulması da Washington yönetimin öncelikli stratejilerinde 
olmuştur. Bu politikaların Afrika’ya uygulanması incelendiği zaman Clinton döneminde kıtada artan bir askeri varlıktan da söz etmek mümkündür. Afrika’da artan Amerikan askeri varlığının esasen iki nedeni vardır. Birincisi Amerikan ekonomik ve enerji çıkarlarını korumak, ikincisi 1998 yılında Tanzanya ve Kenya’da olmak üzere iki Amerikan elçiliğinin saldırıya uğraması ve saldırıların kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanmasıdır.142 Bunun dışında bazı ticari ilişkiler de gündeme gelmiştir. Ancak Clinton yönetimine ilişkin geleneksel 
görüş eleştirileri bu dönemde uzun vadeli dış politikalardan ziyade kısa küreli uygulamalara gidildiğini vurgulamıştır. Dünya gündemini sarsan bazı olaylara yönelik olarak ABD’nin bu gelişmelere yeterince tepki vermediği tartışılmıştır. 

Bu kapsamda Ruanda Soykırımına karşı ABD’nin duyarsızlığı örnek verilebilmektedir.143 

 G. W. Bush döneminde Afrika politikası ise kıtada genişleyen Amerikan çıkarları, Sudan üzerindeki yoğun diplomatik girişimler, bölgeye yönelik kaynak aktarımları ve bazı tarihsel girişimler üzerine kurulmuştur. 
11 Eylül saldırılarından sonra ABD tüm dünyada demokrasi, insan hakları ve liberalizasyon kaygılarının yanında terörle mücadeleye de büyük vurgu yapmıştır.144 Ancak Bush döneminde Afrika’nın bazı alt yapı ve politik sorunları nedeniyle işbirliğinin güçleşmesinin yanında, Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi aktörlerle rekabet de ivme kazanmıştır. ABD doğrudan yatırım ve enerji işbirlikleri konularına daha da önem vermeye başlarken. Amerikan ekonomik çıkarları uğruna Gine ve Moritanya’da darbeler, Etiyopya, Kenya, Nijerya, Uganda ve Zimbabve’de usulsüz seçimler gibi keskin otoriter rejim göstergelerine karşı tepkisiz kalınmıştır.145 

11 Eylül sonrası dönemde Bush’un müdahaleleri ile birlikte dünyada artan Amerikan karşıtlığına karşı ABD’nin bir imaj yenileme çalışmasına ihtiyacı doğmuştur. Ocak 2009’da siyahi bir başkanın Washington yönetiminin başına gelmesi bu imaj yenileme kapsamında yeni bir umut yaratmıştır. Yeni Amerikan başkanı Barack Obama’nın ılımlı politikalar izleyeceği imajını vermesi ilk yıllarda dünya kamuoyunda sempati ile karşılanmıştır. Obama döneminde Afrika politikası analiz edilmeye başlandığı zaman, Amerikan başkanının 

Temmuz 2009’da Gana Parlamentosu’nda yaptığı konuşma büyük dikkat çekmektedir. Bu konuşmada Obama, Afrika’nın ABD’nin bağlı olduğu siyasal alanın temel bir parçası olduğunu, bunun yanında ikili ilişkilerinin karşılıklı sorumluluk ve saygı üzerine inşa edildiğini ifade etmiştir.146 

Siyasi, Ekonomik, Toplumsal ve Askeri Açılardan ABD’nin Afrika’da Dış Politika Uygulamaları 

Demokrasi ve İnsani Yardım: 

ABD dış politikasının genel özellikleri kapsamında uluslararası alanda liberal 
politikalarının ve ekonomik çıkarlarının korunması amacıyla kendisine demokratik, insan haklarına saygılı ve serbest pazara entegre olabilecek müttefikler arayışındadır. Afrika’da da ülkelerin bu amaçla güvenlik ve istikrarın sağlanarak Amerikan politik ve sosyo-ekonomik sistemlerine dâhil olması yönünde birtakım demokratikleştirme programları ve insani yardım çalışmaları yürütülmektedir. Bu çalışmaların aynı zamanda Amerikan imajına ve kamu 
diplomasisine de hizmet ettiğini söylemek mümkündür. 

ABD, Afrika’da demokrasinin kurumsallaşması geliştirilmesi amacıyla yerel bazda bazı projeler uygulamaktadır. Bu kapsamda örneğin sivil toplum kuruluşlarına katılım ve demokratik bilinç sağlanması konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Özellikle Afrikalı gençlerin eğitim ve demokratik faaliyetlere katılımını destekleyen programlar Washington hükümeti tarafından desteklenmektedir. 2010 yılında Obama tarafından Genç Afrikalı Liderler Girişimi (YALI) bu amaçla kurulmuş ve Afrika kıtasındaki çalışmalara başlanmıştır.147 

ABD, Afrika’da sivil toplumun desteklenmesinin yanında insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması ve medya unsurlarının işlevsel hale gelmesi kapsamında da çalışmalar yapmaktadır. Bunun yanında devlet kurumlarının demokratikleştirilmesi ve işlerlik kazandırılması amacıyla başta Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler ve sonrasında Afrika devletleriyle ikili ilişkiler kapsamında demokratik tecrübe paylaşımları ve mevzuat çalışmaları yapılmaktadır.148 ABD hükümeti “Açık Hükümet Ortaklığı”149 ve ‘’Maden Endüstrileri Açıklık Girişiminde’’150 Afrika üyeliklerini genişletmeyi amaçlamaktadır. Beyaz 
Saray’ın Afrika’da demokrasinin gelişmesi adına yaptığı diğer bir girişim ise Afrika Birliği’nin Demokrasi, Seçimler ve Hükümet ile ilgili sözleşmesini desteklemektedir. 

Ekonomi ve Ticaret: 

 ABD, kendi ekonomik çıkarlarını güvenceye almak adına, hem hammaddesini 
karşılayacağı hem de daha sonrasında ürünleri için bir pazar potansiyelinde olan Afrika’da ekonomik büyüme, ticaret ve yatırımı desteklemeye büyük önem vermektedir. Yabancı yatırımcılar için elverişsiz olan hukuksal statü ve alt yapıyı geliştirmek üzere Washington tarafından “Büyüme için Partnerlik”151, “Gıda Güvenliği ve Beslenme için Yeni İttifak”152 ve ‘’Açık Hükümet Partnerliği’’ gibi uluslararası programlar oluşturulmuştur. ABD Afrika’da özel sektörü geliştirmenin yanında, kıtanın kalkınması açısından bölgesel entegrasyonlara da 
önem vermektedir. Bu nedenle Washington Yönetimi “ABD-Doğu Afrika Topluluğu Ticaret ve Yatırım Girişimi” gibi oluşumların yanında, Afrikalı hükümetlere gümrük duvarlarını düşürerek kıta içinde ticaretin canlandırılması konusunda destek vermektedir.153 Bunlardan daha önemlisi ABD, Afrika’nın dünya pazarına açılabilmesi açısından bölge hükümetlerinin kapasitesini arttırmak için “Afrika Büyümesi ve Fırsatı Sözleşmesini” (AGOA) kabul etmiştir. 
Son olarak ise Beyaz Saray Amerikan şirketlerini Afrika pazarına girmesi konusunda Ulusal İhracat Girişimi kapsamında desteklemektedir 

ABD’nin Afrika ile yaptığı ticaret hacimlerinde özellikle 2000’li yıllardan itibaren bir artış gözlenmektedir. 1998 yılında ABD’nin Afrika’ya yönelik ihracatı 11 milyon dolar, ithalatı yaklaşık 16 milyon dolar iken günümüzde bu rakamlar neredeyse üç katına çıkarılmıştır.154 ABD, Afrika kıtasında Çin mal ve hizmetleri ile ciddi bir rekabet durumundadır. Yıllardır var olan bölgesel tecrübesi ile Çin kıtaya ucuz mal ve işgücü sunarak Afrika’nın bir numaralı ticari partneri olmuştur. Bunun yanında dış politikasında Afrika hakkında yeni stratejiler oluşturan Rusya’da Washington yönetimin ticari alanda bir rakibi olarak yorumlanabilmektedir 


Enerji: 

ABD günlük yaklaşık 20 milyon varil tüketim kapasitesiyle dünyanın en büyük petrol tüketicisi durumundadır. Bunun paralelinde ABD rafine petrol ithal eden ülkeler listesinde de ilk sıradadır.155 ABD’nin enerji alanında çalışmalar yapan uzmanlar, son yıllarda Afrika’nın sahip olduğu enerji rezervlerinin gelecek yıllarda yapılacak detaylı araştırmalar sonrasında daha da artabileceğini belirtmektedir. 

Örneğin ABD Enerji Departmanı 2002-2025 yılları arasında Afrika’nın petrol üretiminin %91 oranında artabileceğini açıklamıştır. Daha eski dönemlerde de, 17 Mayıs 2002 tarihinde de “Ulusal Enerji Politikası” kapsamında Afrika petrollerinin ABD için önemine değinilmiştir. Bush bu dönemde Dick Cheney liderliğinde “Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubunu” enerji konusunda araştırmalar yapması konusunda görevlendirmiştir.156

 Bu çalışmalar sonunda “Cheney Raporu” olarak anılan metinde Afrika’nın artan üretim kapasitesinin Amerikan enerji ihtiyacı için gerekli olduğunu, bu yüzden Amerikan petrol şirketlerine Afrika’da yatırım yapması konusunda teşvik edilmesi gerektiği belirtilmiştir.157 


ABD ihtiyacı olan enerjinin yaklaşık %10’luk bir kısmını Afrika kıtasından sağlamaktadır. 
Afrika’da özellikle Libya, Angola ve Nijerya’nın zengin petrol kaynakları Amerikan yönetimin ilgisini bu üç ülkeye doğru çekmiştir. Ayrıca Afrika’daki petrollerin sülfür oranının düşük olması da kalitesini arttırmaktadır. Afrika kıtasının enerji kaynakları açısından zenginliği ABD’nin Ulusal Enerji Politikasında ve dış politikasında yer almaktadır. ABD yönetimi petrol şirketlerinin Afrika hükümetleriyle beraber çalışması konusunda bazı kararlar almıştır. Örneğin önemli enerji şirketlerinden biri olan Chevron son 10 yılda Afrika kıtasında 
37 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. Chevron’un yatırımlar konusunda iyi ilişkilere sahip olduğu başlıca ülkeler ise Fas, Sierra-Leon, Nijerya ve Çad’tır.158 Diğer bir önemli enerji şirketi olan Exxonmobil ise benzer şekilde fraklı alanlarda çalışma yapmak üzere 30’dan fazla ülkede aktif çalışmalar yapmaktadır. 159 

ABD’nin önümüzdeki yıllarda Afrika ile olan enerji bağlarını güçlendirmesi 
beklenmektedir. Öyle ki kıtanın güvenlik ve istikrarsızlık sorunlarına çözüm araması, Afrikalı devletlerin gelişmesi adına yaptığı girişimlerin önemli bir nedeninin enerji alanındaki kaygıları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 


Güvenlik: 

ABD, küresel alanda siyasi ve ekonomik çıkarlarını tehlikeye düşürecek her türlü 
duruma karşı mücadele etmeyi Ulusal Güvenlik Stratejilerinde sıkça dile getirmektedir. Tüm dünya kapsamında olduğu gibi ABD, Afrika kıtasında da doğrudan yatırımlarının, enerji kaynakları ile bunların transfer hatlarının güvenliğini ve bölgedeki Amerikan vatandaşlarının sağlamak için bu bölgede askeri olarak varlığını sürdürmektedir. Bunun yanında özellikle 11 
Eylül dönemi sonrası El-Kaide ve diğer terör örgütleriyle mücadele kapsamında da Amerikan askerleri Afrika’da görevlendirilmiştir. Son olarak ABD, Afrika ülkelerine bağımsızlık sonrası ulusal yapılanma süreçlerinde askeri yardımlarda bulunmaktadır. Buradaki amaç Afrika’da güvenlik ve istikrarın sağlanarak Amerikan çıkar ve politikalarının güvence altına alınmasıdır.160 

Amerikan askerleri Afrika kıtasına İkinci Dünya Savaşı sırasında İngilizleri Kuzey 
Afrika’da Almanya ve İtalya’ya karşı desteklemek için Meşale Operasyonu ile girmiştir.161 

Bu tarihten sonra birçok Afrika ülkesi ile güvenlik ve istikrarı sağlamak adına ikili askeri anlaşmalar yapılmış ve bu ülkeleri askeri yardımlar ulaştırılmıştır. Kıtada güvenliği ve Amerikan çıkarlarını tehlikeye düşüren Kongo, Libya, Liberya ve Sudan gibi ülkelere müdahalelerde bulunulmuştur.162 

1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan elçiliklerine yapılan saldırılar ile 11 Eylül sonrasındaki terör faaliyetlerinin Afrika kıtasında da etkili olması sebebiyle 2007 yılında Washington yönetimi ABD-Afrika Komutanlığını (AFRICOM) oluşturmuştur. AFRICOM’un görev alanı Afrika’nın Mısır haricindeki kıtasal alanı ile Hint ve Atlas Okyanuslarını ile hava sahalarını kapsamaktadır. AFRICOM için Amerikan Hükümeti tarafından 2012 yılında 276 milyon dolarlık bir bütçe ayrılmıştır.163 

ABD özellikle Amerikan şirketlerinin yatırımı ve enerji güvenliğini açısından Afrika kıtasında deniz kuvvetlerine büyük önem vermektedir. Atlantik ve Hint Okyanusunda görev alan Amerikan donanmalarının varlığı özellikle Gine Körfezi ve Somali açıklarında önemlidir. Burada var olan korsancılık faaliyetleri hem Amerikan ekonomik çıkarlarını hem de bölge insanının güvenliğini olumsuz etkilemektedir. Örneğin 2012’de Dünya Gıda Yardımı kapsamında Somali’ye besin maddesi taşıyan gemi korsanlar tarafından saldırıya uğramış ve yapılan yardım ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamamıştır.164 Bunun dışında Afrika kıyıları bazı yerel topluluklar için balıkçılık açısından önemli bir gelir kaynağı konumundadır. Afrikalılar kaçak balıkçılık yüzünden her yıl yaklaşık olarak bir milyar dolarlık bir kayıpla karşı karşıya kalmaktadır.165 Bu nedenlerle ABD, Afrika ülkelerinin sahil güvenliğinin sağlanması, çevrenin korunması uluslararası deniz hukukuna olan bağlılığın ve tecrübenin arttırılması adına Afrika Deniz Hukuku Uygulama Partnerliğini (AMLEP) oluşturulmuştur.166 

ABD’nin son yıllarda artan Amerikan çıkarlarına paralel olarak Afrika ülkelerine 
verdiği askeri destek de artmaktadır.167 
Gine ve Somali açıklarındaki korsan tehdidinin yanında; Somali, Etiyopya, Eritre, Nijerya, Sudan ve Cibuti gibi ülkelere radikal terör faaliyetlerine maruz kaldığı için ABD tarafından önem verilmektedir. Bu güvenlik algılamaları açısından Amerikan birliklerinin çalışmalar yaptığı ülkeler Nijer, Gine, Burkina Faso, Fildişi, Togo, Senegal, Benin, Çad, Liberya, Nijerya, Gambiya, Gana ve Sierra Leone’dur. Bunun yanında geçtiğimiz yıllarda Mali’de patlak veren olaylar üzerine Fransa’nın giriştiği müdahaleye “African-led International Support Mission in Mali (AFISMA)” kapsamında ABD de Fransız askerlerine destek vermektedir.168 

Sonuç 

Soğuk Savaş döneminde SSCB ile rekabet ve Afrika kökenli Amerikan vatandaşları temelli kamuoyu etkisi kapsamında Afrika ile ilgilenen ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen siyasi ve ekonomik çıkarları ve küresel konjonktür kapsamında politika değişikliğine gitmiştir. Özellikle enerji ithalatı tedarikini çeşitlendirip güçlendirmek ve Amerikan endüstrisi için hammadde ve pazar sağlama gibi amaçlarla Afrika kıtasına verilen önem arttırılmıştır. ABD’nin Afrika politikasına genel olarak bakıldığı zaman kıtaya yönelik var olan enerji ve ekonomik çıkarları, güvenlik, demokratikleştirme ve insani yardım 
politikalarıyla güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Washington hükümeti bu politikaları kapsamında hem bölgesel oluşumları desteklemekte hem de Afrika hükümetleri ile var olan bağlarını güçlendirme çabasına girişmiştir. 

Soğuk Savaş sonrası dönemde tüm dünyada gündeme oturan “Uluslararası arenada tek kutupluluk mu yoksa çok kutupluluk mu hâkimdir?” tartışmasının da ışığında Afrika kıtasına bakıldığı zaman, burada tek bir küresel gücün egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Afrika üzerinde Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci güçler yanında özellikle son yıllarda girişimleri yoğunlaşan Rusya, Çin ve Brezilya gibi aktörler de mevcuttur. ABD burada küresel hegemonyasını yeniden tesis edip, Amerikan çıkarlarını sağlama çabalarını güderken Afrika kıtasında diğer aktörlerle rekabetten de endişe duymaktadır. Özellikle dünya üzerinde azalan hidrokarbon kaynakları ve artan enerji ihtiyacı ile daralan hammadde ve pazar fırsatları Afrika üzerindeki rekabeti önümüzdeki yıllarda daha da arttıracaktır. Amerikan yönetimi burada politikalarını geliştirip uygulamaya çalışırken; AB, Çin ve Rusya gibi güçleri de sürekli göz önünde bulundurmak zorundadır. Bu güçlerle rekabette avantaj sağlanması adına ABD, kıtada Amerikan yatırımlarını desteklemeli, Afrika ülkelerini ile ikili ilişkileri 
geliştirmeli, insan hakları ihlalleri ve eşitsizliklerin önüne geçmeye çalışmalı, güvenlik ve istikrar sağlama kapsamında demokrasi ve hukuk vurgusuyla işlevsel ve kalıcı çözümler arayışında olmalı ve daha çok yumuşak güç kapsamında çalışmalar yapmalıdır. 


Kaynakça: 

. “A Regional Policy That Drove Change The Billion Dollar Treasure Hunt”, NEPAD Stop Illegal Fishing Case Study Series, No:6, Haziran 2013 
. Buğra Sarı, “Amerikan Ulusal Çıkarları ve Afrika”, Ankara Üniversitesi Afrika 
Çalışmaları Dergisi Cilt:1, Sayı:2, Bahar 2012 
. David J. Francis, US Strategy in Africa: AFRICOM, Terrorism and and Security 
Challenges, Routledge Global Security Studies, New York, 2010 
. Jennifer G. Coke, Stephen Morrison, U.S. Africa Policy: Beyond the Bush Year: Critical Challenges fort he Oama Administration, CSIS, 2009 
. Justin Vaisse, P.D. Charles, Louis Balthaza, La Politique Etrangere des Etats-Unis: Fondement, Acteurs, Formulations, Sciences-Po Yayınları, 2003. 
. Lauren Ploch, Africa Command: U. S. Strategic Interests and the Role of the U. S. Military in Africa, Diane Yayınları, 2010 
. Mark B. Feldman, “The United States Foreign Sovereign Immunities Act of 1976 in Perspective: a Founder's View”, International and Comparative Law Quarterly, 35 
. Michael T. Klare, Blood and Oil: The Dangers and Consequences of America’s Growing Dependency on Imported Petroleum, Metropolitan Books, Newyork, 2004 
. Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, USAK Yayınları, Ankara, 2010 
. Stacy-Ann Elvy, “Towards a New Democratic Africa: The African Charter on 
Democracy, Elections and Governance”, Emory International Law Review, Cilt: 27, no:1, 
2013. 
. Stephen Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission, CUP Archive, 1991 
. William Minter, “The US and the War in Angola”,Review of African Political Economy, 
Sayı:50 , Africa in a New World Order (Mart 1991), 
. “Attacks on US Embassies in Kenya and Tanzania”, 
. ABD Başkanı Barack Obama’nın Gana Parlamentosundaki Konuşması, URL: 
http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-ghanaian-parliament 
(20.09.2014). 
. YALI resmi internet sayfası, URL: http://youngafricanleaders.state.gov/yali/ (20.09.2014). 
. Open Government Partnership web sitesi, URL: http://www.opengovpartnership.org/about 
(20.09.2014). 
. Extractive Industries Transparency Initiative, URL: http://eiti.org/extractive-industries-
transparency-initiative-0 (20.09.2014). 
. Partnership for Growth, URL: http://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/11/177887.htm 
(20.09.2014). 
. The New Alliance for Food Security and Nutrition, URL: http://feedthefuture.gov/lp/new-
alliance-food-security-and-nutrition (20.09.2014). 
. The United States and East African Community Announce Progress under Trade and 
Investment Partnership, URL: http://www.ustr.gov/about-us/press-office/press-
releases/2012/october/us-eac-announce-progress (20.09.2014). 
. U.S. trade in goods with Africa URL: http://www.census.gov/foreign-
trade/balance/c0013.html (20.09.2014). 
. David H. Shinn,”Africa China, the United States and Oil”, Center for Strategic& 
International Studies, URL: www.csis.org (20.09.2014). 
. “Chevron Invest $37bn In Africa In The Last 10Years”, URL: 
http://www.dailytimes.com.ng/article/chevron-invest-37bn-africa-last-10years 
(20.09.2014). 
. “ExxonMobil in Africa”, URL: http://www.exxonmobilafrica.com/ (20.09.2014) 
. David Zambeki, “North Africa”, URL: http://www.pbs.org/thewar/detail_5211.htm 
(20.09.2014). 
. Michael O'Hanlon, U.S. Military Intervention, Done Right Could Boost African stability, 
URL: http://articles.latimes.com/2014/feb/16/opinion/la-oe-ohanlon-troops-to-africa-
20140216 (20.09.2014) 
. Nick Turse, “US Military Averaging More Than a Mission a Day in Africa”, URL: 
http://www.truth-out.org/news/item/22738-us-military-averaging-more-than-a-mission-a-
day-in-africa (20.09.2014). 
. “Threats from Piracy off Coast of Somalia”, 
URL:http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014). 
. Nick Turse, “America’s Proxy Wars in Africa”, URL: 
http://www.thenation.com/article/178839/americas-proxy-wars-africa# (20.09.2014) 
. “Berlin II ? Vers un nouveau partage de l'Afrique”, 
URL:http://cadtm.org/IMG/article_PDF/article_a4157.pdf (20.09.2014) 
. “Sharpeville And After Suppression And Liberation In Southern Africa” URL: 
http://kora.matrix.msu.edu/files/50/304/32-130-DA3-84-al.sff.document.acoa001002.pdf 
(20.09.2014) 
. http://www.globalsecurity.org/security/ops/98emb.htm (20.09.2014) 
. AFRICOM resmi internet sayfası, URL: www.africom.mi (20.09.2014) 
URL: http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014) 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


135 Bkz. “Berlin II ? Vers un nouveau partage de l'Afrique”, URL:
      http://cadtm.org/IMG/article_PDF/article_a4157.pdf (20.09.2014). 
136 Bkz. “Sharpeville And After Suppression And Liberation In Southern Africa” URL: 
      http://kora.matrix.msu.edu/files/50/304/32-130-DA3-84-al.sff.document.acoa001002.pdf (20.09.2014) 
137 Bkz. Buğra Sarı, “Amerikan Ulusal Çıkarları ve Afrika”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Dergisi Cilt:1, Sayı:2, Bahar 2012, s.99. 
138 Bkz. William Minter, “The US and the War in Angola”,Review of African Political Economy, Sayı:50 , Africa in a New World Order 
      (Mart 1991), s. 135-144. 
139 Bkz. Mark B. Feldman, “The United States Foreign Sovereign Immunities Act of 1976 in Perspective: a Founder's View”, International 
      and Comparative Law Quarterly, 35, s.302-319. 
140 Bkz. Stephen Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission, CUP Archive, 1991, s.71. 
141 Bkz. Justin Vaisse, P.D. Charles, Louis Balthaza, La Politique Etrangere des Etats-Unis: Fondement, Acteurs, Formulations, 
      Sciences-Po Yay
142 Bkz. “Attacks on US Embassies in Kenya and Tanzania”, URL: 
      http://www.globalsecurity.org/security/ops/98emb.htm (20.09.2014). 
143 Bkz. Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, USAK Yayınları, Ankara, 2010, s.264. 
144 Bkz. Jennifer G. Coke, Stephen Morrison, U.S. Africa Policy: Beyond the Bush Year: Critical Challenges fort he Oama Administration, 
      CSIS, 2009, s.1-5. 
145 Bkz. Jennifer G. Coke, a.g.e., s.4. 
146 Bkz. ABD Başkanı Barack Obama’nın Gana Parlamentosundaki Konuşması, URL: 
      http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-ghanaian-parliament (20.09.2014). 
147 Bkz YALI resmi internet sayfası, URL: http://youngafricanleaders.state.gov/yali/ (20.09.2014). 
148 Bkz. Stacy-Ann Elvy, “Towards a New Democratic Africa: The African Charter on Democracy, Elections and 
      Governance”, Emory International Law Review, Cilt: 27, no:1, 2013. 
149 Bkz. Open Government Partnership web sitesi, URL: 
      http://www.opengovpartnership.org/about (20.09.2014). 
150 Bkz. Extractive Industries Transparency Initiative, URL: 
      http://eiti.org/extractive-industries-transparency-initiative-0 (20.09.2014). 
151 Bkz. Partnership for Growth, URL: http://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/11/177887.htm (20.09.2014). 
152 Bkz. The New Alliance for Food Security and Nutrition, URL: 
      http://feedthefuture.gov/lp/new-alliance-food-security-and-nutrition (20.09.2014). 
153 Bkz. The United States and East African Community Announce Progress under Trade and Investment Partnership, URL: 
      http://www.ustr.gov/about-us/press-office/press-releases/2012/october/us-eac-announce-progress (20.09.2014). 
154 Bkz. U.S. trade in goods with Africa URL: 
      http://www.census.gov/foreign-trade/balance/c0013.html (20.09.2014). 
155 Bkz. David H. Shinn,”Africa China, the United States and Oil”, Center for Strategic& International Studies, URL: 
      www.csis.org (20.09.2014). 
156 Bkz. Michael T. Klare, Blood and Oil: The Dangers and Consequences of America’s Growing Dependency on Imported Petroleum, 
      Metropolitan Books, Newyork, 2004, s. 56-73. 
157 Bkz. Buğra Sarı, a.g.e. 
158 “Chevron Invest $37bn In Africa In The Last 10Years”, URL: 
      http://www.dailytimes.com.ng/article/chevron-invest-37bn-africa-last-10years (20.09.2014). 
159 Bkz. “ExxonMobil in Africa”, URL: 
      http://www.exxonmobilafrica.com/ (20.09.2014). 
160 Bkz. David J. Francis, US Strategy in Africa: AFRICOM, Terrorism and and Security Challenges, Routledge Global Security Studies, 
      New York, 2010, s.177. 
161 Bkz. David Zambeki, “North Africa”, URL: 
      http://www.pbs.org/thewar/detail_5211.htm (20.09.2014). 
162 Bkz. Michael O'Hanlon, U.S. Military Intervention, Done Right Could Boost African stability, URL: 
      http://articles.latimes.com/2014/feb/16/opinion/la-oe-ohanlon-troops-to-africa-20140216 (20.09.2014) 
163 Bkz. AFRICOM resmi internet sayfası, URL: 
      www.africom.mi (20.09.2014) 
164 Bkz. “Threats from Piracy off Coast of Somalia”, URL: 
      http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014). 
165 Bkz. “A Regional Policy That Drove Change The Billion Dollar Treasure Hunt”, NEPAD Stop Illegal Fishing Case Study Series, No:6, Haziran 2013. 
166 Bkz. Lauren Ploch, Africa Command: U. S. Strategic Interests and the Role of the U. S. Military in Africa, Diane Yayınları, 2010, s.17. 
167 Bkz. Nick Turse, “US Military Averaging More Than a Mission a Day in Africa”, URL: 
       http://www.truth-out.org/news/item/22738-us-military-averaging-more-than-a-mission-a-day-in-africa (20.09.2014). 
168 Bkz. Nick Turse, “America’s Proxy Wars in Africa”, URL: 
http://www.thenation.com/article/178839/americas-proxy-wars-africa# (20.09.2014) 


***

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 10

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 10




Türk Dış Politikasında Suriye Dönüşümü: Güvenliğe Geri Dönüş 


Doç. Dr. Murat ÇEMREK 

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu mütevazı çalışma, Türk Dış Politikasının 
(TDP) Suriye’ye dair dönüşümünü kısaca incelemeye matuftur. Burada 
“dönüşüm” kavramı hem kavramın en vulgar, basit ve sözlükteki etimolojik 
karşılığıyla var olan formunun ötesine geçmesi yani bir önceki formunu 
aşmasıyla ulaştığı yeni formu ve değişikliği kastetmektedir. Diğer anlamda 
ise, döngüsel tarih anlayışının bidayetten nihayete eren çizgisi bağlamında 
1998 Adana Mutabakatı ile başlayan Türkiye-Suriye ilişkilerindeki pozitif 
ilerlemenin Suriye yönetimi protestoculara “sniper” dâhil olmak üzere orantısız 
güç kullanması sonrasında artan ölüm olaylarının artık katliama varması 
sonrası geri döndürülemez bir noktaya gelmiştir. Burada da ilginç olan, 
Türkiye, Arap Baharı başladığında veya Suriye’de protestolar başladığında 
değil ölüm olayları artık katlanılmaz bir düzeye ulaştığında bu adımı atmıştır. 
TDP, on yılı aşkın bir süredir “örnek” gösterilen ilişkilerini elbette bir anda 
çöpe atması beklenemeyeceği için geliştirilen iyi ilişkilerden elde edilen 
bakiyeyi Suriye rejimi üzerinde “nush ile uslandırma” ve ikinci aşamada 
da “tekdir” noktasına getirmiştir. Bu aşamalardan sonuç alınamadığı için 
TDP yapıcıları uluslararası toplumla beraber hareket etmenin ötesinde sivil 
ölümleri önleme amacıyla öncü bir rol oynama girişimine yönelmiştir. İşte 
dönüşümden kastımız olarak form değişikliği, birinci altı ayında tedricen 
değişen üslubun artık formu değiştirmesidir. 

< TDP, on yılı aşkın bir süredir “örnek” gösterilen ilişkilerini elbette bir anda 
çöpe atması beklenemeyeceği için geliştirilen iyi ilişkilerden elde edilen bakiyeyi 
Suriye rejimi üzerinde “nush ile uslandırma” ve ikinci aşamada da “tekdir” noktasına getirmiştir. SDE Analiz >

Suriye’de yaşananlar artık hiç kimsenin yadsıyamayacağı ve gözlerini 
kapayamayacağı sadece bölgesele değil küresel bir güvenlik sorununa 
dönüşmektedir. En son Esed yönetiminin bile kınadığı Hula’da 32’si çocuk 
olmak üzere kadın-erkek demeden 108 masum insanın hunharca öldürülmesi 
on üç Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkenin ve Türkiye’nin ülkelerindeki Suriye 
büyükelçilerini personanongrata (istenmeyen adam) ilan etmesiyle zirveye 
ulaştı. Bu şartlar altında başta ABD ve büyük ölçüde hegemonik bir şekilde 
tanzim ettiği uluslararası kamuoyunun önündeki diplomatik seçenekler yerini 
hızla askerî tercihlere bırakma eğilimi göstermektedir. Kimse söylemese de 
Suriye’de adı konmamış bir “iç savaş” yaşanmaktadır. 

< Türkiye’nin AK Parti iktidarında başta askerî ve oligarşik vesayeti aşma girişimleri bağlamında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve Anayasa değişikliğine dair referandumlar katılımcı demokrasiyi de pekiştiren örnekler olarak bölgenin 
demokratikleşmesiyle sağlam bir zemin kazanacaktır. SDE Analiz  >

Elbette “iç savaş” dediğimizde Ortadoğu’da en iyi bilinen haliyle din ya da 
mezhep üzerinden silahlanan grupların devletin Weberyen anlamda şiddet 
üzerindeki monopol otoritesini aşarak birbirlerini yok etmesinden ziyade, 
içinde belirgin miktarda devlet terörü barındıran ve ülke içinde Hobbesian 
anlamda bir doğal durumun oluşmasını kastediyoruz. Zaten devlet otoritesi 
çözüldükçe devlet bu çözülmeyi önlediğini gösterebilmek için daha çok 
şiddete başvurmakta ve bu da diğer tarafın karşı koyma şiddetini arttırdıkça 
şiddet sarmalı büyümektedir. Nihayetinde şiddet sarmalı devletin şiddet 
üzerindeki tekel konumunu daha fazla aşındırdığı bir kısır döngüye doğru 
evirilmektedir. Şiddet diyalog kapılarını kapattıkça sivil siyasetin varlık 
sebebi olan meseleleri konuşarak çözmek rafa kaldırılmaktadır ve artık 
silahlar konuşmaktadır. İşte Türkiye’nin Suriye konusundaki kilit konumu 
sadece 910 km’lik uzun sınırı, ortak tarih, akrabalık bağları, Türkiye’nin 
bölgesel etkinliği değil ülkesindeki iç siyasetini özellikle askerî bürokrasinin 
vesayetinden kurtararak sivilleştirdikçe bölgede siyasetini şiddetten 
arındırma girişimleridir. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölge halklarının 
sandığa yansıması anlamında bile Arap Baharı’nı desteklemesi demokratik 
standartlarını pekiştiren bir ülke olmanın ontolojik ve yapısal gerekliliğidir. 

Türkiye’nin AK Parti iktidarında başta askerî ve oligarşik vesayeti aşma 
girişimleri bağlamında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve Anayasa 
değişikliğine dair referandumlar katılımcı demokrasiyi de pekiştiren örnekler 
olarak bölgenin demokratikleşmesiyle sağlam bir zemin kazanacaktır. İşin 
özü, Türkiye demokratikleştikçe bu konudaki ivmesi bulunduğu coğrafyadaki 
diğer demokrasilerle mümkün olacağı için en azından bölgesel anlamda 
demokratik barış kuramını imar etmek durumundadır. 

Arap Baharı, Tunus ve Mısır’dan sonra 2011 Mart’ında Suriye’ye ulaştığında 
protestoların başlamasıyla projeksiyonlar bu ülke üzerine çevrildikçe 
Türkiye’nin de bu konuda takınacağı tutum bir odak noktası haline geldi. 
1998 Adana Mutabakatı öncesinde Suriye’nin PKK’ya ve lideri Abdullah 
Öcalan’a lojistik ve barınma desteği sağlamasından dolayı savaşmalarına 
ramak kalan iki ülke arasındaki ilişkiler, Hafız Esed’in ölümü sonrasında 
koltuğunu devralan oğlu Beşşar Esed’in ziyareti -ve özellikle AK Parti’nin 
2002 Kasım’ında iktidara gelişiyle-tarihinin hiçbir döneminde olmadığı 
kadar çeşitlenmiş ve her geçen gün derinleşmişti. 

11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan ve Irak işgalinin yarattığı 
kasvetli ortam ve uluslararası izolasyonu aşmak için Suriye, Türkiye’ye 
güçlü bir motivasyonla yaklaşırken Türkiye de Ortadoğu’da pekiştirmek 
istediği nüfuzunu bir ölçüde Suriye’yi küresel sisteme entegre ederek 
gerçekleştireceğini fark etti. Türkiye de bu konuda Suriye’ye hocalık 
vazifesini şevkle üstlendi. 2007’de Serbest Ticaret Antlaşması’nın yürürlüğe 
girmesine aynı yıl imzalanan “Türkiye ile Suriye Arasında İşbirliği Mutabakat 
Zaptı” eşlik etmiş ve Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın 
imzalanmasıyla da stratejik ortaklık düzeyine çıkan işbirliği, ortak Bakanlar 
Kurulu toplantısı, vizelerin kaldırılması ve Ürdün ile Lübnan’ın da parçası 
kılındığı Şamgen Antlaşması ile taçlandırıldı. Atılan bu adımların hem iki 
ülke arasında hem de bölgede taşları yerinden oynatıp kartları yeniden 
belirleyecek ve kimsenin daha önce düşünmeye bile cesaret edemediği 
devrimsel bir ivme kazandırdığı ortadaydı. 

Türkiye-Suriye ilişkileri bugün yeniden Adana Mutabakatı öncesine hatta 
daha kötü bir döneme girmiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde 
kat edilen onca mesafeye rağmen bu denli kötüleşmesinde elbette gelişi 
ve sonuçları öngörülemeyen Arap Baharı kadar Türkiye’nin Suriye’deki 
dönüşümü uzun zamana yayan ıslahatçı bir yaklaşımın gerçekliğini yitirmesi 
büyük rol oynamıştır. Türkiye, Suriye’yi küresel sisteme entegre etmeyi 
üstlendiğinde bunun bir gecede olmayacağı için hem Suriye’nin dönüşüm 
imkanlarını hem de sistemin Suriye’yi hazmetme kapasitesi arasındaki ince 
hassas dengeyi yakalamak zorundaydı. Bundan dolayı zaman “en iyi ilaç” 
gibi duruyordu. 

< Türkiye, Arap Baharı Kuzey Afrika’da ilerlerken Suriye’ye hızlı bir şekilde yenilenen konjonktür karşısında bir yol haritası sunmuş ve Esed yönetiminden 
de aldığı taahhüt bağlamında talep edilen değişimi itidalle kabullenmesini 
beklemiştir. SDE Analiz  >

Türkiye’deki dış politika yapımının hükümet kanadı, “eksen kayması” 
tartışmaları bir yana, Ortadoğu diktatörleri ve monarşileriyle başta ekonomik 
merkezli olmak üzere ilişkileri derinleştirmeyi benimsemişti. Aslında AK 
Parti’ye kronik muhalefetleri ve iktidarda bulunmasından duydukları 
rahatsızlıklarını Türkiye’nin Batı kampından koptuğu vehmini dillendirmekle 
kendilerini görevlendiren ülkedeki laikçi çevreler, Türkiye’nin Ortadoğu’ya 
yakınlaştıkça ekseninin ve şaftının kaydığını ifade ediyorlardı. Dünyayı ve 
zamanı hala Soğuk Savaş refleksleriyle okuyan bu güruha göre Türkiye, 
Batı’nın azat istemez bir kölesi olmalı ve Türkiye’nin belki de coğrafî 
yakınlığından dolayı en çok etkili olabileceği Ortadoğu bölgesini unutmaya 
devam etmeliydi. Türkiye, Ortadoğu ülkelerin demokratikleşmesinde 
doğrudan bir rol oynamak yerine karşılıklı vize muafiyetiyle bu ülke 
halklarının Türkiye’deki demokratik dönüşümü yerinde görerek zamanla 
içselleştireceklerini umuyordu. Fakat Arap Baharı evdeki hesabı altüst 
edercesine çok hızlı bir şekilde diktatörlükleri sel misali önüne katarken 
Ortadoğu monarşileri petrol gelirleri ve/ya toplumlarındaki hegemonik 
altyapılarıyla ömürlerini şimdilik biraz daha uzatmış gözükmektedir. 


<  Siyasetin ekonomi ayağını yadsımadan Türkiye’nin bütün yapmak istedikleri ulusal, bölgesel ve küresel piyasalardan bağımsız değildir. Türkiye elbette 
büyüyen ekonomisi için genel anlamda tüketim kalıpları modernleşmese 
de nüfusu genç Ortadoğu pazarlarını kaptırmaması gereğinin farkındadır. SDE Analiz >


Türkiye, Arap Baharı Kuzey Afrika’da ilerlerken Suriye’ye hızlı bir şekilde 
yenilenen konjonktür karşısında bir yol haritası sunmuş ve Esed yönetiminden 
de aldığı taahhüt bağlamında talep edilen değişimi itidalle kabullenmesini 
beklemiştir. Öte yandan Suriye ise yönetim, Esed ailesi, Baas Partisi, el-
Muhaberat, Nusayri kliği hatta ve hatta toplumun seküler unsurlarının 
etkinliği protestolarının kanlı bir şekilde bastırılmasının önünü açmıştır. Bu 
şartlar altında Türkiye’nin başta Suriye’de değişimin mümkün olacağına dair 
umut dolu beklentisi yerini derin bir hayal kırıklığına ve sivil protestoculara 
uygulanan orantısız güç sonucunda katliama varan ölümlerin artmasıyla 
öfkeye bırakmıştır. 

Öte yandan, Fuat Keyman’ın AK Parti’nin TDP anlayışını “realist proaktivizm” 
olarak nitelendirmesinden hareketle, 1 Mart 1848’deki Avam Kamarası 
konuşmasında “Bundan dolayı bu ülke ya da şunun İngiltere’nin ezeli 
müttefiki ya da ebedi düşmanı olarak yaftalanması dar bir siyasadır. Ezeli 
müttefiklerimiz ve ebedi düşmanlarımız yoktur. Çıkarlarımız ezeli ve ebedidir 
ve görevimiz bu çıkarları takip etmektir” (”Therefore I say that it is a narrow 
policy to suppose that this country or that is to be marked out as the eternal 
ally or the perpetual enemy of England. We have no eternal allies, and we 
have no perpetual enemies. Our interests are eternal and perpetual, and 
those interests it is our duty to follow.” Speech to the House of Commons, 
1 March 1848, Hansard’s Parliamentary Debates. 3rd series, vol. 97, col. 

122) diyen siyasî kariyerine Muhafazakâr Parti’de başlayıp Liberal Parti’de 
tamamlayan dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un sözlerini 
en azından hatırda tutmasını beklenirdi. Bu minvalde, AK Parti iktidarının 
daha önce “eksen kayması” tartışmalarında eleştiri konusu yapılan 
politikalarının yerini Arap Baharı eşliğinde gelen zikzaklar, tutarsızlıklar hatta 
Başbakan Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var” deyip sonra NATO 
komutasında en büyük deniz muhrip gücünü göndermesindeki savrulma ön 
plana çıktı. Eğer bu dönüşümler realizmin gerekleriyse hükümetin Suriye 
konusunda insan yaşamını merkeze alan söylemi giderek ahlâkîliğini ve 
gerçekliğini yitirmektedir. Yok eğer bu yapılanlar proaktivizmin gerekleriyse 
yani herkesten önce adım atmak gerekliliğine dair bir tavır ise, Türkiye en 
son Hula’daki katliam sonrasında ancak on üç AB ülkesi gibi Suriye’nin 
büyükelçisini “personanongrata” ilan edebilmiştir. Bu anlamda proaktivizm 
değil ancak arkada kalmak söz konusudur. 

Siyasetin ekonomi ayağını yadsımadan Türkiye’nin bütün yapmak istedikleri 
ulusal, bölgesel ve küresel piyasalardan bağımsız değildir. Türkiye elbette 
büyüyen ekonomisi için genel anlamda tüketim kalıpları modernleşmese 
de nüfusu genç Ortadoğu pazarlarını kaptırmaması gereğinin farkındadır. 
Aslında bu eleştirileri yaparken Türkiye’nin dış politika yapımına hadi 
kuruluşundan beri değilse bile Soğuk Savaş boyunca sirayet etmiş “akmaz, 
kokmaz ve bulaşmaz” bir dış politika yapımının en azından önce çeperini 
sonra da cevherini kırma gayretlerinin yaşadığı sancılı süreç olarak da 
okumak gerekir. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşuyla unuttuğu bir coğrafyayı 
ve politika yapma usulünü hatırlamaya çalışmaktadır ve seksen-doksan yıllık 
unutması sistemli bir şekilde becerilmiş bir hafızayı tazeleme çabaları kolay 
olmazken oluşan yoğun atalet yerini hemen proaktivizme bırakmamaktadır. 

AK Parti politikalarını destekleyen yayınlarıyla bilinen Zaman’daki 02 Kasım 
2011 tarihindeki “Sıfır Sorunsuz Komşu” başlıklı köşe yazısında -daha 
önce AB Karma Parlamento Komisyonun da Eşbaşkanlık da yapan- Joost 
Lagendjik, TDP’yi inceleyen yabancı analistlerin büyük çoğunluğunun 
özel görüşmelerinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve mimarı olduğu 
“komşularla sıfır sorun” politikasıyla ile ilgili şakalarında en çok “sıfır sorun” 
kavramını ti’ye aldıklarını belirtiyor. Lagendjik’e göre, Türkiye’nin bırakın 
komşularıyla sorunlarını sıfırlamasını, azaltamadığı gibi sınırları daha 
sorunlu hale gelmiştir. Lagendjik, “Davutoğlu’nun fikirlerini gerçekleştirmek 
için yorulmak bilmez çabalar, komşularla sıfır sorun değil, sorunsuz sıfır 
komşu yaratmış durumda. Buna dair kanıt listesi de cesaret kıracak raddede 
uzun” derken AB ile tıkanan üyelik müzakerelerini, Kıbrıs’la hâlâ çok kötü 
olan ilişkileri, Ermenistan’la ilişkileri iyileştirme çabalarının başarısızlığını ve 
buna rağmen Azerilerde yol açtığı rahatsızlığı, İran ile NATO füze savunma 
kalkanına ev sahipliği ve Suriye’ye dair farklı tutumların arayı açmasını, 
Türkiye-İsrail arasındaki “keskin söylemleri ve kopan diplomatik ilişkileri,” ve 
en önemlisi Şam rejimine yönelik değişikliği saymaktadır. 

Lagendjik, German Marshall Fonu (GMF) tarafından hazırlanan Arap 
Baharı’nın Türk dış politikası üzerindeki etkilerini inceleyen bir rapora 
verdiği referansla; Mısır, Libya ve Suriye’deki isyanların “[TDP’]deki bir dizi 
tutarsızlığı açığa vurdu[ğunu] ve Davutoğlu’nun stratejisine ‘içkin normatif 
ve reelpolitik boyutlar arasındaki gerilimi’ ön plana çıkardı[ğını] belirtiyor. 
Aynı yazar 15 Nisan 2012’deki adı geçen gazetedeki “Annan’ın Suriye 
Planı Ortadaki Tek Seçenek” başlıklı köşe yazısında Türkiye’nin Suriye’ye 
olası bir tek taraflı askerî müdahalede bulunmayacağına dair umudunu 
belirtirken Suriye askerlerinin sınır ihlâli içeren Türkiye topraklarına ateş 

< Suriye konusunda Türkiye’deki özellikle liberal entelektüellerden gelen eleştiriler, Davutoğlu’nun vurgu yaptığı güvenlik özgürlük dengesinde 
Türkiye’nin dış politikasını “desecuritize” ettikçe özgürlükler lehine ekonomik 
alanda işbirliğine vurguyla örtüşüyordu. SDE Analiz >

< Başbakan Erdoğan’ın “Suriye iç meselemiz” ifadesinden bu yana her geçen  gün militer çözüme doğru evirilen ve gittikçe sertleşen söylemler, 
Türkiye’nin “soft power” olmaktan vazgeçip “hard power” olmaya mı gittiğinin 
sorgulanmasına da sebebiyet vermektedir. SDE Analiz >


açmasına Başbakan Erdoğan’ın NATO anlaşmasının 5. maddesine atıfta 
bulunarak karşılık vermesini hatalı buluyor. Lagendjik Türk hükümetine 
Suriye ile savaş bahsini kapatıp ortada başka seçenek olmadığından 
hareketle Annan Planı’nın işlemesi için çaba göstermesini tavsiye ediyor. 
Elbette Nisan ortasındaki tavsiyeler, zaten ölü doğan Annan Planı’nı daha 
da işlevsizleştirirken diplomasinin önü giderek tıkanmakta ve Suriye’deki 
hem iktidar hem de muhalif unsurlar adeta tüm dünyayı kıyamete icbar 
etmek için uğraşmaktadırlar. 

Davutoğlu’nun çeşitli vesilelerle Türkiye’nin artık Soğuk Savaş’ın ‘kanat 
ülke’si değil bölgesinin ‘merkez ülke’si ve ‘akîl ülke’si olduğundan dem 
vurmasından hareketle Türkiye’nin TDP’de yaşadığı söylem ve pratik 
düzeyde yaşadığı dönüşüm, hem ontolojik olarak teori ve pratik arasındaki 
sosyal bilimlerde eşyanın tabiatı gereği ahlâk ve reelpolitik arasındaki 
uçurum hem bu bölgede politika üretmenin zorluklarını içermektedir. 
Aslında şu an TDP’de yaşanan, var olan tansiyonun su yüzüne çıkmasından 
başka bir şey değildir. Suriye konusunda Türkiye’deki özellikle liberal 
entelektüellerden gelen eleştiriler, Davutoğlu’nun vurgu yaptığı güvenlik-
özgürlük dengesinde Türkiye’nin dış politikasını “desecuritize” ettikçe 
özgürlükler lehine ekonomik alanda işbirliğine vurguyla örtüşüyordu. Fakat 
bugün gelinen noktada tam tersine TDP’nin eski “güvenlikçi” algısı daha 
ön plana geçmiş gözükmektedir. Yazının başlığında da ifade ettiğimiz 
güvenliğe geri dönüş TDP’nin güvenlikçi reflekslerinin ön plana çıkmasını 
ifade ettiği gibi bu güvenlik endişelerinin sadece ulusal sınırları içermediğini 
bölgeye dair de endişelerle şekillendiği ifade etmek gerekir. Güvenli 
boğucu etkisiyle dozajı arttıkça özgürlüklere ket vurmasından hareketle 
siyasetin sivil unsurlarını yok ederek militerleşmekte ve böylece de diplomasi 
giderek sakıt kalmakta. Hatta bu haliyle Suriye’ye askeri müdahale ihtimali 
belirginleştikçe “komşularla sıfır problem”den “sırf sorun” ve “sıfır komşu” 
anlayışına doğru irredentist bir algı toplum nezdinde beslenmektedir. 

Başbakan Erdoğan’ın Iraklı mevkidaşı Maliki ile girdiği mezhep polemiği, 
İran ile iyiden iyiye su yüzüne çıkan Soğuk Savaş, Suriye konusunda Rusya 
ile farklı kamplarda yer alınmasının getirdiği gerilim ne demek istediğimizi 
anlatmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın “Suriye iç meselemiz” ifadesinden 
bu yana her geçen gün militer çözüme doğru evirilen ve gittikçe sertleşen 
söylemler, Türkiye’nin “soft power” olmaktan vazgeçip “hard power” olmaya 
mı gittiğinin sorgulanmasına da sebebiyet vermektedir. Bu konuda belki 
dikkate değer bir teselli, 23-30 Aralık 2011 tarihleri arasında dördüncüsü 
yapılan Büyükelçiler Konferansı’nın temasının “Türk Dış Politikasının Temel 
Dayanakları: 

Demokratik Değerler ve Ulusal Çıkarlar” olarak belirlenmesinin 
TDP’nin hedeflerini perçinlemesi açısından önemli olduğudur. Bugün zaten 
tartışılan bu değerlerin bölgede nasıl hayata geçirileceğidir. Üsluba gölge 
düşüren ise Başbakan Erdoğan’ın kısa süre önce yaptığı Suudi Arabistan 
ve Katar ziyaretlerinde Arap Baharı’nı boğan ve manipüle eden iki ülkenin 
liderleriyle aynı görüşte olduklarını açıklamasıdır. Türkiye’nin bölgenin 
demokratikleşmesinde demokrasi düşmanı arkaik monarşilerden medet 
umması, Türkiye’nin “ileri demokrasi” çıtasına da gölge düşürmektedir. 

< AK Parti’nin yaklaşık on yıllık iktidarındaki TDP yaklaşımını özetleyen 
“komşularla sıfır sorun” politikası Suriye özelinde yakaladığı başarıyla TDP’nin “amiral gemisi” iken bugün gelinen nokta itibariyle “yumuşak karnı”/ 
“Aşil topuğu” haline gelmiştir. SDE Analiz >

Sonuç olarak, AK Parti’nin yaklaşık on yıllık iktidarındaki TDP yaklaşımını 
özetleyen “komşularla sıfır sorun” politikası Suriye özelinde yakaladığı 
başarıyla TDP’nin “amiral gemisi” iken bugün gelinen nokta itibariyle 
“yumuşak karnı”/ “Aşil topuğu” haline gelmiştir. Bu geriye ket vurma basit bir 
epistemolojik dönüşüm olmayıp ontolojik olarak en güçlü noktanın bağımsız 
değişkenlerin etkisiyle nasıl da en zayıf halka haline gelebileceğinin en 
billur örneğidir. Bir savaş çeşitli rıza üretim teknikleriyle elbette rasyonize 
edilebilir ve böylece de meşrulaştırılabilir fakat hangi yol benimsenirse 
benimsensin Türkiye yanı başındaki ABD’nin Irak’ı işgaline ve sonrasında 
bugün Suriye’den daha fazla sivilin ölmesiyle sonuçlanmasına dair tutumunu 
sorgulamadıkça yapacağı hamle ister tek başına ister bir koalisyonun parçası 
olarak olsun bu tasarrufun ahlâkîliğine gölge düşürecektir. Bu bağlamda, 
Suriye farklı bir düzlemde TDP’nin motoru olmaya devam etmektedir. 
Türkiye, Suriye konusunda nasıl bir çözüm bulursa bulsun bundan sonra 
TDP’nin hangi yönde, hangi üslup ve mekanizmalarla ilerleyeceğine ışık 
tutacaktır. 

(Bu yazının daha önceki bir versiyonu Stratejik Düşünce 2012 Mayıs 
sayısında yayınlanmıştır.) 

...

Suriye Misak-ı Millîsi 

Suriyeli muhalefet grupları 1 Nisan 2012’de İstanbul’da gerçekleşen 
Suriye’nin Dostları Toplantısı’ndan sonra Suriye Misak-ı Millîsi’ni açıkladılar. 

-Suriye medeni, demokratik, çoğulcu, bağımsız ve özgür bir devlettir. 
Bu devletin egemenliği demokratik süreçle halk tarafından belirlenir. 
-Bugünkü gayrı meşru yönetimin devrilmesinden sonra kurulacak geçici 
geçiş hükümeti özgür ve nezih bir seçim düzenlenmesini taahhüt eder. 
Seçimler sonucunda kurucu meclis oluşur ve bu meclis bu sözleşmede 
yeralan ilkeleri içeren yeni bir anayasayı oluşturur ve özgür referandum 
çerçevesinde halka sunar. 
-Yeni Suriye, demokratik bir cumhuriyet olacak ve düşünce, etnik ve din 
aidiyetine bakmaksızın vatandaşlarını hukukun egemenliği çerçevesinde 
eşit gören anayasal düzene dayalı olacaktır. 
-Doğacak yeni demokraside devlet ve toplum içerisinde insan haklarına 
saygı temel ilke olacaktır. 
-Suriye halkı içinde barındırdığı farklı kültür, İslami, Hıristiyan veya 
herhangi bir dini inanca mensup olmaktan kaynaklanan inanç 
çeşitliliğinden iftihar duymaktadır. Tüm katmanlara mensup şahıslar, 
dışlanmadan, ayrımcılığa uğramadan bu birliktelikteki yerini alır. 
-Anayasa, Suriye toplumunun katmanları arasında dine, mezhebe dayalı; 
Arap, Kürt, Asuri-Süryani, Türkmen ve diğer etnik unsurlar arasında ayrım 
yapılmayacağını vurgular. Suriye’nin toprak ve halk birliği çerçevesinde
bunların haklarını tanır. 

-Ülkede özgür, nezih ve periyodik seçimler düzenlenir. Çok partili sistem 
kurulur. Suriye’de demokratik, siyasi hayata katılma yönünde isteği 
bulunan bir vatandaşın önüne herhangi bir engel konulamaz. 

-Özgür seçimle gelen parlamento meclisi halkın iradesini ve çıkarlarını 
yansıtır. Parlamento, içinden çıkacak olan hükümetlere de meşruiyet 
kazandırır. Suriye Başkanı halk veya parlamento tarafından özgürce 
seçilir. Birey veya herhangi bir konseye yönetim verilmez. 

-Seçilecek hükümet, yargı ve kurumlarının bağımsızlığını 
şüpheye mahal vermeyecek şekilde tamamen güvence altına alır. 
-Vatandaşların uluslararası anlaşmalar çerçevesinde görüş ve ifade 
özgürlüğü, tercih ve inanç özgürlükleri dahil genel ve özel özgürlüklerini 
korur. 
-Devlet, kadın hak ve özgürlüklerine riayet eder. 
-Yeni devlet, dini katmanların haklarını en üst düzeyde korur, din, inanç 
ve fikir özgürlüğünün fiiliyata dönük veçhelerini güvence altına alır. 
-Resmi otoritenin tümü, devlet kurumları ve kurumlardaki çalışanlar, 
halkın hizmetinde olur; aksi olmaz. 
-Kimseye, cezadan kaçmaya müsaade edilemez. Ceza ilkeleri yasalara 
göre ve adil bir yargı yoluyla yine adil bir şekilde pekiştirilir. 
-Suriye silahlı kuvvetleri siyasi otoriteye tabi olur. Bugünden sonra 
siyasi hayata ve rejimin çıkarlarını muhafaza etmek için müdahalede 
bulunmasına izin verilemez. 
-Güvenlik teşkilatları, yasama otoritesinin gözetiminde olabilmeleri, 
vatandaş ve vatanın hizmetinde bulunabilmeleri amacıyla yasal ve 
anayasa temelleri üzerine yeniden yapılandırılır. 
-Yeni Suriye, ülkeler arasındaki hak ettiği yere kavuşacaktır. Bölgesel 
ve uluslararası ilişkilerin de ise karşılıklı çıkar, işbirliği ve ortak çalışma 
ilkeleri esasa alınacaktır. 
-Suriye, bölgede istikrar faktörü olmak için Arap Ligi kapsamında 
çevresindeki Araplar içerisindeki aktif rolünü geri kazanacaktır. 
-Suriye tüm meşru yöntemlerle Golan Tepelerini geri almaya çalışır. 
Haklarını geri alma konusunda yaptıkları mücadelede Filistin halkına 
destek verecek, hedeflerine ulaşabilmeleri için Filistinliler arasındaki 
birliğin muhafazasına katkıda bulunacaktır. 
-Suriye ekonomisi ve çalınan kamu malları kanlı rejim ve soyguncu 
SDE Analiz 

grupların elinden alınarak halkın hizmetine sunulacaktır. Devlet, 
dürüst rekabet ve piyasa yasaları çerçevesinde ekonomik özgürlüğün 
perçinleşmesine çalışır. Ayrıca devlet, ulusal zenginliğin adil dağılımını 
sağlamakla yükümlüdür. 

Suriye İçin Annan Barış Planı SDE Analiz 

1. Suriye halkının istek ve endişelerine yanıt sunacak Suriye öncülüğünde 
bir siyasi süreç 
2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son verilmesi 
a) Hükümet meskun alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup 
buralarda bulunan askerleri çekecek 
b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak 
3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak 
ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükunet dönemleri sağlanacak 
4. Yetkililer keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin 
hızını ve kapsamını artıracak 
5. Yetkililer ülkede gazeteciler için hareket serbestîsi temin edecek 
6. Yetkililer toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı 
gösterecek. Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler AVRUPA BİRLİĞİ’NİN SURİYE POLİTİKASI 
Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN 


Son Notlar ;

1. Bu konuyla ilgili son derece ayrıntılı bir derleme ve analiz için 
Bkz.: Dr. Dilek Yiğit, “Avrupa Birliği’nin Suriye’deki Olaylara Karşı 
Tutumu” <http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1611/avrupa-birligininsuriyedeki-
olaylara-karsi-tutumu.aspx> FRANSA’NIN SURİYE POLİTİKASI Zeynep SONGÜLEN İNANÇ 
2. Bkz. O. Sander, Siyasi Tarih, 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi, 
2005; F. Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1995, İstanbul, Alkım 
Yayınevi, 2005; M. A. Okur, “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden 
Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası”, Bilig, Sayı 48, 2009, s. 137-156. 
3. P. Larrouturou, “Trente ans de relations complexes entre les présidents 
syriens et français”, Le Monde, 29.04.2011. 
4. R. H. Harboun, “La Politique française avec la Syrie”, http://www. 
mandelmike.fr/harboun//index.php ?option=com_content&task=vie 
w&id=939&Itemid=151. 
5. Fransa’nın Suriye Büyükelçiliği, http://www.ambafrance-sy.org/ 
Presentation,22. SDE Analiz
6. “Daha Fazla Gözlemci mi, İnsani Koridor Mu?” Radikal, 19.04.2012, 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Arti 
cleID=1085414&CategoryID=81. 
Suriye Krizi’nde Bölgesel 
ve Küresel Aktörler 
7. “Fransa Suriye’ye Müdahale Şartını Açıkladı”, Radikal, 18.11.2011, 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleI
70D=1069951. 
8. “La France prête à intervenir en Syrie?” Le Point, 30.11.2011, 
http://www.lepoint.fr/monde/la-france-prete-a-intervenir-ensyrie-
29-11-2011-1402017_24.php. SURİYE KRİZİ VE İSLÂM DÜNYASI 
Doç. Dr. Ahmet UYSAL 
9. http://www.thenational.ae/news/world/asia-pacific/malaysiancrackdown-
ahead-of-mass-rally-planned-by bersih 
RUSYA’NIN SURİYE POLİTİKASI Amine YAZICI 
10. ARMAOĞLU Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914- 1995, İstanbul 2004 
11. Çevreleme Politikası, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), Soğuk 
Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin (SSCB) yayılmacı politikasına 
karşı izlediği askeri, ekonomik ve diplomatik unsurlar içeren dış politika 
stratejisidir. Dışişleri Bakanlığı’nın SSCB danışmanı George F. Kennan, 
SSCB’deki rejimin yumuşayacağı ya da çökeceği beklentisiyle «Rusların 
yayılmacı eğilimlerinin, uzun dönemli, ama sarsılmaz ve uyanık 
bir politikayla çevrelenerek denetim altına alınmasını» gerektiğini 
söylemiştir.1947’deki Truman Doktrini çevreleme politikasının ilk 
yansımasıydı. Amacı komünizmin yayılmasını engellemek, ABD’nin 
güvenliği ile yurtdışındaki etkisini geliştirmek ve bir domino 
etkisini engellemek olan çevreleme politikası Sovyetler Birliği’nin Doğu 
Avrupa, Çin, Kore ve Vietnam’da giriştiği genişleme politikasına karşı 
oluşturulmuştu. 
12. KARABULUT Bilal, “Karadeniz’den Ortadoğu’ya Uzanan Bir Dış Politika 
Geçmişten Günümüze Suriye-Rusya İlişkileri”, Karadeniz Araştırmaları, 
Sayı: 15, Güz 2007, s.67-88 
13. A.g.e. s.73 SDE Analiz 
14. A.g.e. s.75 
15. Yakın çevre doktrini ile Rusya Federasyonu eski Sovyet topraklarını 
nüfuz alanı olarak kabul etmiştir. 
16. Renkli Devrimler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta ve Doğu Avrupa 
ile Kafkaslar ve Ortadoğu’da bir dizi yönetim değişikliği meydana 
gelmiştir. Sırasıyla Sırbistan (Eylül 2000), Gürcistan (Kasım 2003), 
Kıbrıs (Aralık 2003), Ukrayna (Kasım 2004), Romanya (Kasım ve Aralık 
2004), Lübnan (Şubat 2005) ve Kırgızistan (Mart 2005)’da meydana 
gelen yönetim değişiklerine verilen isimdir. 
17. Sami Mobayad, “Syria’s One True Friend-Iran,” Asia Times, 12 Temmuz 
2006. 
18. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz.: Çavuşî, Meryem, Ber-resi-yé 
Revâbét-é Îrân ve Sûriye Be’d ez Énghelab-é Éslâmî-yé Îrân (19792001), 
yüksek lisans tezi, Allame Tabatabai Üniversitesi, Hukuk ve 
Siyasal Bilimler Fakültesi, Uluslararası 
İlişkiler Bölümü, Tahran-İran. 
19. Altı dönemi kapsayan bu tasnif,United States Institute of PeaceThe Iran 
Primer’ın resmi sitesinde yer alan http://iranprimer.usip.org/resource/ 
iran-and-syria adresindeki Goodarzi, Jubing’in Iran and Syriaadlı 
makalesinde yapılmıştır. 
20. Sinkaya, Bayram, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 33, s. 40, Eylül 2011, 
Ankara. 
21. Tüm alıntılar İran İslam Cumhuriyeti lideri Ayetullah Seyyid Ali 
Hamanei’nin resmi internet sitesinden yapılmıştır; http://www. 
khamenei.ir 
22. İran İslam Cumhuriyeti Resmi Devlet Sitesi www.dolat.ir 
23. www.dolat.ir İRAN’IN SURİYE POLİTİKASI Uğur KÖROĞLU SDE Analiz 
24. 8 Eylül 2011 tarihli Aftab News haber ajansının haberi. 
25. Suriye özel temsilcisi Faysal Mikdad ile Ahmedinejad’ın görüşmelerinden, 
Asr-ı İmruz Haber Ajansı, 28 Mart 2012 
26. www.dolat.ir, 
27. www.dolat.ir, 
28. İran ve Suriye, kurdukları ittifaka son zamanlarda Mukavemet/Direniş 
Hattı adını vermektedirler. 
29. www.dolat.ir 72 
30. “U.S. secretly backed Syrian opposition groups,” The Washington Post, 
18 April 2011. 
31 “Iran calls Syrian protests a Western plot,” Reuters, 12 Nisan 2011. 
32 Fatih Altaylı, Habertürk Gazetesi, 22 Şubat 2012. 
33. Bu yazı hakkında incelemeler yaparken konuyla ilgili medyamızda 
da çıkan ve İranlı yetkililere dayandırılan “Mehdi geliyor” şeklindeki 
haberlerin kaynakları araştırılmasına rağmen bu tarz bir ifadelere 
rastlanılmadı. 
34. Talhamy,Yvette, The Syrian Muslim Brothers and the Syrian-Iranian 
Relationship, The Middle East Journal, Volume 63, Number 4, p. 563 
Autumn 2009, Washington-USA. 



***