ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 2
3. 1950 – 1960 Dönemi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu politikasını etkileyen küresel konjonktüre bağlı iki unsurdan söz etmek mümkündür. Bunlardan
ilki, uluslararası sistemin Soğuk Savaş’ın başlamasıyla iki kutuplu bir düzleme evirilmesinin yansımalarıdır. Türkiye değişen güç dengeleri içinde, Sovyet tehdidine karşı 1952 yılında NATO kanalıyla Batı ile güvenlik ittifakına girmiştir. Uluslararası işbirliği prensibiyle beraber, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren “çağdaşlaşma” hedefi politika önceliği olmaya devam etmiştir.
Bu politikaya bağlı olarak, güvenlik nosyonuyla şekillenen stratejik
öncelik Avrupa ile bütünleşme sürecinde etkili olmuştur. NATO’nun yanı sıra Avrupa Konseyi, OEEC (Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) ve Avrupa
Topluluğu ile ilişkiler geliştirilmiştir.14 Türkiye ayrıca Batı kampında yer alma isteğini Orta Doğu’da etkinliğini artırarak vurgulamaya girişmiş ve Orta Doğu
vizyonunu adeta Batılı devletlerin perspektiflerine göre şekillendirmiştir. Bu uygulama, bölgedeki hassasiyetleri dikkate almadığından, bölge ülkelerinde
Türkiye’nin Batılı emperyalist ülkelerle beraber hareket ediyor algısını oluşturmuş ve olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
Türkiye’nin bölge devletleriyle ilişkilerini dönüştüren bir diğer etken ise 1950’lerden itibaren Orta Doğu’daki devletlerin bağımsızlıklarını kazanmış
olmalarıdır. Ankara önceki dönemde mandater yönetimlerden ötürü dolaylı ilişkiler kurduğu Suriye ve Irak’la artık doğrudan irtibata geçmiştir. Bu dönemde
Mısır ve Suriye ile ilişkiler genelde gergin seyrederken diğer bölge ülkeleriyle ikili ilişkiler geliştirilmiştir. 1950’de İsrail’le elçilik düzeyinde diplomatik ilişkiler başlatılmış, Süveyş krizinin ardından ilişkiler maslahatgüzar düzeyine indirilmiş ise de, 1958’de İsrail Başbakanı Ben Gurion’un ziyaretiyle kurulan Çevre Paktı dâhilinde ikili işbirliği sürdürülmüştür. 1953’te Libya’da büyükelçilik açılmış, ardından karşılıklı üst düzey ziyaretler gerçekleştirilmiştir.
Bu dönemde Lübnan’la da diplomatik temaslar artmış, Başbakan Menderes ve Cumhurbaşkanı Bayar 1955’te bu ülkeyi ziyaret etmiştir. Musaddık
hükümeti dönemindeki kısa süreli gerginliğin ardından, Şah Muhammed Rıza’nın iktidara geldiği 1953 darbesinden sonra İran’la ilişkilerde de gelişme
kaydedilmiştir.
< Türkiye Batı kampında yer alma isteğini Orta Doğu’da etkinliğini artırarak vurgulamaya girişmiş ve Orta Doğu vizyonunu adeta Batılı devletlerin
perspektiflerine göre şekillendirmiştir. Bu uygulama, bölgedeki hassasiyetleri dikkate almadığından, bölge ülkelerinde Türkiye’nin Batılı emperyalist ülkelerle
beraber hareket ediyor algısını oluşturmuş ve olumsuz sonuçlar doğurmuştur. >
Avrupalı devletlerin Orta Doğu’daki etkinliğinin azalmasına karşın, 1953 yılında General Eisenhower’ın başkan olmasıyla ABD’nin bölgedeki etkinliği
artmaya başlamıştır. Bölgenin yeniden şekillenen siyasi görünümünün bir değerlendirilmesi yapılmış ve “Kuzey Kuşağı (Northern Tier)” teması kapsamında; Orta Doğu savunmasının Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Pakistan üzerinden gerçekleştirilmesi fikri ortaya atılmıştır.15 Bu inisiyatif çerçevesinde,
Türkiye ve Irak 1955 yılında Bağdat Paktı olarak bilinen Karşılıklı İşbirliği Antlaşması’nı imzalamıştır. Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere’nin taraf
olduğu Pakt, Arap devletleri ve İsrail’in tepkisini çekmiştir. Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan doğrudan karşı çıkarken; Ürdün ve Lübnan büyük ölçüde
Mısır’ın etkisiyle uzak durmayı tercih etmiştir.16 İsrail ise Arapların kendisine karşı olan hasmane tutumlarını teşvik edeceği ve Arap saldırganlığını artıracağı
gerekçesiyle Bağdat Paktı’na tepki göstermiştir.
1950-60 döneminde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını Batı’nın yönlendirmesiyle şekillendirmesi ve bölge hassasiyetlerini yeterince dikkate almaması, uygulanan politikalarla ulusal çıkarlar arasında çelişkiler oluşturmuş ve istenilen sonuçların alınmamasına neden olmuştur. Örneğin, Eisenhower doktrini doğrultusunda uygulanan politikalar, Türkiye’nin önceki dönemde geliştirdiği Orta Doğu’daki ihtilaf halindeki devletler arasında taraf tutmama politikası ile çelişmiştir.17
4. 1960-1980 Dönemi
1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu vizyonunda bir önceki döneme göre daha ihtiyatlı olma yönünde bir değişim gözlenmektedir. Önceki on yılki süreçte,
Türkiye iki kutuplu güç dengesi çerçevesinde şekillendirdiği ve kendi ulusal çıkarlarıyla değil de Batı’nın gözlüğüyle tasvir ettiği Orta Doğu perspektifinin
yan etkilerini tahlil etmiştir. Bu bağlamda, göze çarpan ilk farklı uygulama Cezayir’in Fransa’ya karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin desteklenmesi
ve hatta Fransa ile arabuluculuğun bile gündeme getirilmesidir.18
1960’larda ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan Küba füzeler krizi sonrasında; ABD’nin Türkiye’deki orta menzilli (IRBM) füzelerini Türkiye’ye
haber vermeden çekmeyi kararlaştırması, Türkiye’ye yaptığı askeri ve ekonomik yardımları önemli oranda kısması Türkiye’nin Orta Doğu politikasını
etkilemiştir. ABD’nin, Kıbrıs sorununda Türkiye’nin politikalarına destek vermemesi, tam tersine Yunanistan tezlerini desteklemesi Türkiye’nin ABD
ile ittifak ilişkilerini sorgulamasına neden olmuştur. Nitekim önce 1964’te Johnson mektubu ve ardından 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı neticesinde
Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde pürüzler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Batı ile sorunlarını dengelemek, Arap ve İslam dünyasının desteğini alabilmek için
Orta Doğu ülkeleriyle sıkı ilişkiler kurulmaya çalışılmış, İslam Konferansı Örgütü’nün oluşum sürecinde yer alınmış19 ve Sovyetler Birliği’yle diyalog
kurulmuştur.
Orta Doğu’daki bu açılımlarla birlikte Türkiye, Avrupa ile ilişkilerini de önemsemiştir. Ankara, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında
kurulmasından itibaren gelişmeleri yakından takip etmiş ve 1959’da bu topluluğa üyelik için başvurmuştur. Karşılıklı müzakereler 12 Eylül 1963 tarihinde
imzalanan Ankara Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Hazırlık, geçiş ve son dönem aşamalarını öngören Ankara Antlaşması ile Türkiye’nin AET’ye tam üyeliği amaçlanmış ve gümrük birliği hedeflenmiştir.20 Hazırlık dönemi, 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ile tamamlanmış ve geçiş dönemi başlamıştır. Gümrük Birliği, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin 6 Mart 1995 tarihli toplantısında kabul edilen 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı uyarınca, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren tamamlanmıştır. Ankara Antlaşması, Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyon sürecinde ortaklık ilişkisi kurması, ilişkinin genel esaslarını belirlemesi ve bu yönde etkin bir platform oluşturması bakımından önem arz etmektedir.
Avrupa ile ilişkiler geliştirilirken Orta Doğu’ya yönelik açılımlar da ihmal edilmemiştir.
1965 yılından itibaren uygulanan Orta Doğu’ya karşı çok yönlü açılım politikası doğrultusunda; Arap ülkeleriyle, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf tutulmadan ve paktlarla bölünmeye mahal vermeden ikili ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmiştir.21 Nitekim bu politikanın kazanımları Mısır, Irak, Tunus ve Suudi Arabistan ile ekonomik, kültürel ve siyasi alanlarda ikili ilişkilerin geliştirilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Burada altının çizilmesi gereken husus; Orta Doğu politikasının eşitlik, denge ve karşılıklı saygı prensiplerine uygun, Türkiye’nin kendine özgü çıkarları doğrultusunda şekillendirildiğinde daha olumlu sonuçların alındığının ortaya çıkmasıdır. Bu akılcı uygulamaların bölgenin istikrarına da katkısı olduğunu söylemek mümkündür.
1960-80 döneminde Türkiye’nin değişen Orta Doğu politikası, İsrail-Filistin ihtilafındaki tutumuna da yansımış, Ankara hareket tarzını Arap devletlerinin
Kıbrıs meselesindeki tutumunu da göz önünde bulundurarak belirlemeye başlamıştır. Bu nedenle Ankara, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Arap devletlerinden yana bir tutum sergilemiş, ABD’nin Türkiye’deki üsleri İsrail’e destek vermek amacıyla kullanmasına izin vermemiştir. Türkiye 1967 savaşında
Mısır, Suriye ve Ürdün’e Kızılay vasıtasıyla yiyecek yardımı yapmış, 1973 savaşında ise Arap devletlerine askeri malzeme taşıyan Sovyet uçaklarına
hava sahasını açmıştır. Ankara 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanımış ve 1979’da FKÖ’nün Ankara’da
temsilcilik açmasına müsaade etmiştir.
Bu dönemde Orta Doğu coğrafyasında güçler dengesindeki yeni oluşumlar, Türkiye’nin ikili ilişkilerini de etkilemiştir. 1960’lı yıllarda Orta Doğu’da etkinliği
artan ve sosyalizm ile Arap milliyetçiliği temeline dayanan Baas hareketi 1970’li yıllara gelindiğinde Irak ve Suriye’ye yayılmıştır.22 Bu ülkelerdeki Baas iktidarlarının SSCB ile ilişkilerini geliştirmeye başlaması ve Mısır’daki Enver Sedat yönetiminin öncekinden farklı olarak Sovyetler Birliği ile ilişkilerini
sınırlandırması doğal olarak Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini etkilemiştir. Bu kapsamda, Batı’ya yakınlaşan Mısır ile ilişkiler geliştirilirken, Suriye ve Irak ile ilişkiler olumsuz yönde seyretmiştir.
1970’lerdeki petrol krizi ve sonrasındaki gelişmeler, Türkiye’nin bölgeyle ilişkilerinde ekonomik boyutu ön plana çıkarmıştır. Türkiye, petrol ihtiyacını
karşılayabilmek için başta Irak olmak üzere petrol zengini ülkelerle ilişkilerini geliştirmiş, bu dönemde Türkiye-Irak petrol boru hattı inşa edilmiştir. Ancak
Türkiye, yeterli finansal ve endüstriyel kapasitesi olmadığı için artan petrol fiyatları sayesinde zenginleşen Orta Doğu’ya ihracatını yeterli oranda artıramamıştır.23
< Orta Doğu’ya karşı çok yönlü açılım politikası doğrultusunda; Arap ülkeleriyle, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf tutulmadan ve paktlarla bölünmeye mahal vermeden ikili ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmiştir. >
1979 yılında bölgedeki güç dengelerini etkileyecek önemli bir gelişme olarak “İran Devrimi” gerçekleşmiştir. İran’da Şii esaslara uygun yeni bir devlet
sistemi oluşturulmuş ve bu sistemin bölgeye ve hatta tüm İslam dünyasına ihracı noktasında açıklamalar yapılmıştır. Türkiye-İran arasında rejim ihracı
noktasında karşılıklı olarak artan güvensizlik, Türkiye’nin İran’a doğrudan bir tepki vermekten imtina etmesi sayesinde aşılmıştır. Tahran’da kurulan yeni
rejimi tanıyan Türkiye bu dönemde İran’a ambargo uygulayan ABD’nin tek taraflı yaptırımlarını uygulamamış, İran’la ticari ilişkilerini sürdürmüştür.24
Bu gelişme, dış politika uygulamalarının çok boyutluluk ve denge prensipleri doğrultusunda, milli menfaatlerle bağdaştırılarak ülkenin menfaatleri perspektifinde değerlendirildiğine işaret etmektedir.
5. 1980-2000 Dönemi
1979’daki İran Devrimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve 1980’lerde İran-Irak Savaşı; ABD, Batı dünyası ve Türkiye’nin Orta Doğu’yla daha
fazla ilgilenmesine neden oldu. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikasına ilişkin tutumu; PKK terör örgütü ile mücadelesinde güvenlik eksenli ve
Turgut Özal iktidarı boyunca ekonomik yaklaşımlar doğrultusunda şekillenmiştir.
1980 yılında başlayan ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, “milli menfaatler” doğrultusunda değerlendirme yaparak tarafsızlığını ilan etmiş,
doğrudan savaşın tarafı olmamaya özen göstermiştir. Türkiye’nin “aktif tarafsızlık” olarak nitelendirilebilecek bu politikası; Körfez ülkeleriyle ekonomik
ilişkilerin geliştirilmesini, İran ve Irak’la siyasal ve ekonomik bağlantıların sürdürülmesini sağlamıştır. Bu bağlamda, İran-Irak Savaşı esnasında
İslam Konferansı Örgütü tarafından oluşturulan Arabuluculuk Heyeti’nde Türkiye’nin üstlendiği rol dikkat çekicidir. İran’da Irak’ın ve Irak’ta İran’ın
çıkarlarının korunmasının Türkiye tarafından gerçekleştirilmesinin bu devletler tarafından istenmiş olması, Türkiye’nin Orta Doğu’da sürdürmüş olduğu
tarafsızlık politikasının gerçekçi ve akılcı yönlerini gözler önüne sermiştir.25
Bu dönemde, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle başlayan yayılmacı tutumuna karşı Batı’nın aktif caydırıcılık mücadelesinde; Türkiye NATO ittifakının
güneydoğu kanadı olarak yer almıştır. ABD Başkanı Carter, hem Sovyetler Birliği’nin hem de İran’ın bölgeye yayılmasını önlemek amacıyla petrol zengini
Körfez ülkelerine yapılacak herhangi bir saldırıya, gerekirse silah kullanmak dâhil her türlü karşılığı vereceğini ilan etmiş, bölge ülkelerinden de da
yanışma ve işbirliği içinde olmalarını istemiştir. Bu süreçte Türkiye jeopolitik konumunun da etkisiyle, tehditlere karşı bölge ülkeleriyle daha sıkı ilişkiler
geliştirmiştir.26
Küresel gelişmelere ek olarak; Türkiye’de 1980 askeri müdahalesi sonrasında istikrar ve güvenlik ortamının sağlanması ve Turgut Özal’ın iktidara gelmesi
Türkiye’nin Orta Doğu vizyonuna etki etmiştir. Özal’ın, Batılı değerlerle Orta Doğu ile tarihi ve kültürel bağları sentezlemeyi amaçlayan politikaları Türkiye-
Orta Doğu ilişkilerine ivme kazandırmıştır. Liberal bir vizyonla, bölge ülkeleri arasında barış ve istikrarın yerleştirilmesi amacıyla Avrupa’dakine benzer
bir bölgesel ekonomik ve ticari işbirliğinin oluşturulması için gayret sarf edilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) içindeki
katılımı üst düzeye çıkarılmıştır. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, İKÖ’nün Kazablanka Zirvesi’ne katılmış ve bu zirvede Türkiye İSEDAK’ın (İslam Konferansı Örgütü Ülkeleri Arası Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin) başkanlığını almıştır. Türkiye, bölgesel dengeleri de göz önünde bulundurarak
bir yandan Irak’la iyi ilişkiler geliştirmiş, Suudi Arabistan ve Kuveyt ile İran’ın devrim ihracı politikalarına karşı işbirliği yapmıştır. Öte yandan, bu
gelişmelere rağmen İran ile iyi ilişkiler zeminini muhafaza etmiştir.27
1980’li yıllardan başlayarak Türkiye’nin Orta Doğu vizyonunda güvenlik boyutunun ağırlığını artıran faktör PKK terör örgütü ile mücadelesi ve Sovyetler
Birliği, İran, Suriye ve Irak’ın örgüte destek vermeleridir. 1984’ten PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılına kadar devam eden aktif
mücadelede Türkiye, kuzey Irak’taki Kürt liderler ile ilişkilerini geliştirerek PKK’ya karşı operasyonlarda işbirliği yapmıştır. Ayrıca ABD ile işbirliğini
ilerleterek süreç içinde bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışmıştır.
Suriye, Irak, İran ve Sovyetler Birliği’nin örgüte lojistik ve mühimmat; bazı Avrupa ülkelerinin kamuoyu desteği sağlamasına rağmen Türkiye, bu ülkelerle
ekonomik ve siyasi ilişkilerini zedelememeye özen göstermiştir. Türkiye’nin izlediği bu politika; içeride terörle mücadeleyi ve Kuzey Irak’ta sınır ötesi
operasyonları; dış ilişkilerde ise ekonomi, diplomasi ve kültür ögelerini esas alıyordu.28 Türkiye’nin izlediği bu iç-dış politika dengesinde dikkate değer
husus; bölgedeki hedef ve çıkarlarını belirlerken içinde bulunduğu ittifakların
da beklentilerine özen göstermesidir.
1990’lı yıllara gelindiğinde Soğuk Savaş’ın bitmesiyle uluslararası sistem bir dönüşüm daha geçirmiştir. Oluşan kuvvetler denkleminde, SSCB’nin dağıl
masıyla iki kutuplu güçler dengesi yerini ABD’nin liderliğinde tek kutuplu bir düzene bırakmıştır. İki kutuplu düzende bloklar arası politika oluşturma
zorunluluğu biçimsel olarak ortadan kalkınca, Türkiye’nin yeni oluşan bu küresel tabloda hareket alanının genişlediği ileri sürülebilir. Fakat 1990’lı yılların
başından 2000’lerin ilk yıllarına kadar geçen zaman aralığında ülkede yaşanan ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıklar ve koalisyon hükümetlerinin
kırılgan durumu gibi bazı iç politika gelişmeleri, dış politikada sürdürülebilir bir etkinlik sağlanmasını engellemiştir.29
Bu dönemde, ABD’nin dış politika çerçevesinde Orta Doğu’ya ilgisinin arttığı gözlenmektedir. ABD, gerek petrol kaygısı gerekse İsrail’in güvenlik tehdidi
algısıyla 1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgaline karşı aktif rol oynamış, BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla Irak’a harekât başlatılmıştır. Kuveyt
Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu ise “milli menfaat” perspektifinde, temkinli ve savaşa fiili olarak katılmayı öngörmeyen bir politika olmuştur. BM Güvenlik
Konseyi’nin Irak’a karşı aldığı kararlar; ABD’nin bölgeye en büyük askeri yığınağını yapması; Sovyetler Birliği’nin açık desteği; Mısır, Suriye ve Suudi
Arabistan dâhil 13 Arap Devleti’nin ABD yanında yer alması Türkiye’nin Körfez Savaşı politikasında çok önemli bir rol oynamıştır. Batı ile Doğu arasında
köprü olarak değerlendirilen Türkiye, Körfez koalisyonuna destek vererek hem Batılı müttefiklerine hem de koalisyona katılan Arap devletlerine
güvenilir bir dost imajı vermeye çalışmıştır.30 Bu kapsamda, Birinci Körfez Savaşı’nda İncirlik Üssü’nü müttefik uçaklarına savaş görevine katılmama
şartıyla açmış ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştır.31
Türkiye’nin istikrarlı dış politikası Körfez Krizi sırasında kilit ülkelerden biri olmasında etkin olmuş, aynı zamanda farklı siyasi rejim ve ideolojilere
sahip Arap ülkeleriyle ticaretine olumlu yansımıştır. Bu dönemden itibaren, Türkiye diplomatik tercihini bölge ülkelerine yöneltmiş, bölgede barış ve
işbirliği kuşağı oluşturma önceliğini uygulamaya koymuştur.32 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Arap devletleri ile İsrail arasında başlayan barış sürecinde
Türkiye, denge politikası gereği hem İsrail hem de Arap ülkeleriyle yakın ilişki içinde bulunmaya özen göstermiştir. Bu kapsamda, İsrail ile diplomatik
ilişkiler büyükelçilik seviyesine yükseltilmiştir. Diğer taraftan Türkiye, Filistin Devleti’nin kurulmasına da destek vermiştir.
1998 yılında Suriye’de bulunan PKK terör örgütünün elebaşı Abdullah Öcalan, Türkiye’nin askeri ve diplomatik baskıları neticesinde sınır dışı edilmiştir.
< Türkiye’nin istikrarlı dış politikası Körfez Krizi sırasında kilit ülkelerden biri olmasında etkin olmuş, aynı zamanda farklı siyasi rejim ve ideolojilere sahip Arap ülkeleriyle ticaretine olumlu yansımıştır. >
Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasından sonra terör olayları büyük oranda sona ermiştir. Türkiye’nin bütünlüğünü ve güvenliğini doğrudan tehdit eden
teröre karşı uyguladığı yöntem; hak-kuvvet dengesi çerçevesinde gücün barışçıl yollarla kullanılarak, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğin kesilmesidir.
Bu yöntem sayesinde, Suriye ile herhangi bir çatışmaya neden olmadan PKK terör örgütüne verilen destek engellenmiştir.
1999 yılında Bülent Ecevit’in Başbakan ve İsmail Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, Türk dış politika vizyonunda “bölge merkezli dış politika” stratejisi benimsenmiştir. Bu stratejinin temeli; komşularla ve yakın bölgelerle iyi ilişkiler ve dayanışmaya öncelik vererek, bir barış ve güvenlik kuşağı oluşturmak, kendi konumundan güç alarak Batı’ya ve başka bölgelere açılmaktır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin çok boyutlu jeopolitik konumuna vurgu yapılarak, bu konumun avantajlarının dengeli bir platformda işlerlik kazanması gerektiğinin altı çizilmiştir.33 Bu eksende, özellikle AB ile ilişkiler hızla gelişmiş; ülke içinde özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi konularında ileriye dönük atılımlar yapılmıştır. Bölge merkezli perspektifle komşularla ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirilerek Türkiye’nin etrafında bir barış kuşağı oluşturulması için girişimlerde bulunulmuştur.
Orta Asya ile var olan ilişkiler sürdürülürken, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’ya yönelik açılımlar gerçekleştirilmiştir.
Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri tam üyelik müzakerelerine giden yolda hızla derinlik kazanmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Türkiye için öngördüğü “komşularına, bölgesine ve dünyaya katkı verme potansiyeli olan aktif ve yapıcı dış politika vizyonunun” önemli katkılarıyla
Türkiye-Avrupa Birliği ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde dönüm noktaları yaşanmıştır. İsmail Cem’in “Avrupa’nın geleceğine katkı sağlama potansiyeli yüksek ülke olma” misyonu, Türkiye-AB ilişkilerine yansımış ve Avrupa ile bütünleşme sürecine olumlu etki etmiştir.34 1987 yılında Avrupa Topluluğu’na tam üyelik müracaatında bulunan Türkiye’ye, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği üyelerince adaylık statüsü verilmiştir.
Helsinki Zirvesi’yle AB’nin genişleme stratejisine katılan Türkiye; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme konularında “AB Uyum Paketleri”
adı altında birtakım anayasal, yasal ve idari değişiklikler yapmıştır.35 İç politikadaki Batılı değerler sistemiyle oluşan bu dinamizm, dış politika vizyon
ve reflekslerini de doğrudan etkilemiştir. Türkiye’nin NATO dâhil olmak üzere Batı’nın hemen tüm kurumlarına üye olması, aynı zamanda Orta Doğu
ülkelerinin içişlerine karışmaktan ve taraf tutmaktan kaçınmış olması bölgede belirli bir ağırlık kazanmasını sağlamıştır.36
Bunun yanı sıra, AB süreci kapsamında gerçekleştirilen reformlarla devlet yapısının çağcıl değerler doğrultusunda yeniden yapılandırılması, özgürlükler,
insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisinin yerleşmesi dış politika hedefleriyle örtüşmekteydi. Bölge merkezli dış politika stratejisi
çerçevesinde, Türkiye etrafında barış kuşağı oluşturulması için komşu ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmekteydi. Bu kapsamda,
Yunanistan ile güvenlik artırıcı tedbirlerle iki ülke arasında etkileşim artırılarak diğer alanlardaki işbirliğine temel oluşturulmuştur.37
Çok boyutlu dış politika çerçevesinde, Orta Doğu bölgesinden başlamak üzere Afrika ve Latin Amerika açılımları gerçekleştirilmiştir. Türk dış politikasına
Latin Amerika boyutu bu dönemde kazandırılmış ve bu konuda bir “Eylem Planı” uygulamaya konmuştur.38 Aynı şekilde, Orta Asya açılımlarına devam
ederken, Doğu Asya ve özellikle Çin ile 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren resmi ziyaretlerde önceki dönemlere göre önemli artış görülmektedir.39
Türkiye-Afrika ilişkilerinde ise 1998 yılından itibaren bir dönüşüm yaşanmış, İsmail Cem döneminde “Afrika’ya açılım” politikası dâhilinde bir Eylem Planı
hazırlanarak ilişkilerin geliştirilmesi öngörülmüştür. Bu bağlamda, siyasi ve ticari temasların artması ileriki dönemlerdeki Türkiye’nin Afrika politikalarına
temel teşkil edecek niteliktedir.40
Çok yönlü dış politika stratejisinin bir diğer ayağı da, ekonomik açılımlarla karşılıklı bağımlılık yaratmak suretiyle hem dış ödemeler dengesinin
sağlanması hem de siyasi ilişkilerin geliştirilmesiydi. Gerçekleştirilen yapısal reformlarla ekonomik krizin olumsuz etkileri azaltılmış, ekonomik istikrar
sağlanmış ve kalkınmanın önü açılmıştır.41 Yakalanan iyileşme ve istikrarla kişi başı gelirin artması, AB ile entegrasyon sürecine olumlu yansımıştır.
Bu süreçte Orta Doğu ülkelerinin de Türkiye’ye bakışı değişmiş ve Türkiye’nin bölgedeki saygınlığı artmaya başlamıştır.
Bu dönemde Suriye ile ilişkilerde karşılıklı üst düzey ziyaretler yapılmış, iki ülke arasında diyalog ortamı gelişmiştir. Bu elverişli ortamda gerçekleştirilen
protokollerle ikili ekonomik ilişkiler canlandırılmıştır. 1999 sonrasında PKK’nın ateşkes ilan etmesiyle bölgede oluşan görece istikrarlı ortamda Türkiye,
Irak’la da ticari ilişkilerini geliştirmiştir. “Komşu ve Çevre Ülkelerle Ticareti Geliştirme Stratejisi” sayesinde Arap ülkeleriyle ticaret hacmi artmıştır.42
11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılar sonucu ABD, dış politika söylemini ‘teröre karşı küresel savaş’ üzerine revize etmiştir. Küresel
ve bölgesel dengeleri önemli ölçüde etkileyen bu retorik çerçevesinde ABD, Ekim 2001’de Afganistan’a müdahale gerçekleştirmiş ve 2003’te ise
Irak’ı işgal etmiştir. Türkiye, ABD’nin Afganistan müdahalesi sırasında koalisyon güçleri içinde yer almış, hava sahasını ve iki askeri hava alanını ABD
nakliye uçaklarına açmıştır. Ancak Türkiye sıcak çatışmalara girmemeye özen göstermiştir.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder