İNSANLAR YAŞADIKÇA., BÖLÜM 1
Prof.Dr.Sait Yılmaz
07 Mart 2019
Kendi hayatını gerçekten yazabilirsen, Sonuna da sen karar verirsin.
Viking Atasözü.,
Giriş.,
Hayatınız bir hiçten ibaret, halbuki başka türlü olabilirdi. İnsanlık tarihi boyunca pek çok insanın başına geldiği gibi; ailesiyle başa çıkamamış, kendini işine vermiş birisiniz. Hayatınız “iş” denilen, başkalarının hayatını kolaylaştırmak ve kazancını artırmakla geçiyor.
Küçük dünyanızın dışında size elini uzatacak bir akıl hocasıyla karşılaşmadınız. Diplomasız, belgesiz ya da size bir kapı aralayacak bir şeyiniz olmadan öylece kalakaldınız. Erkenden evlendiniz, yeni bir hayat için bırakıp gitmeye hiç bir zaman cesaret edemediniz.
Hiçbir zaman bağımsız bir insan gibi yaşayamadınız, sesinize kulak verilmedi. Başkalarının mülkü gibi yaşadınız ve hayatı hiç olan modern bir kölesiniz; kudretsiz ve köşeye sıkıştırılmış. Yaşamınızda doğru insanları ve doğru şartları bir araya getiremediniz.
Bütün hayatınız çocuklarınızı okutmak ve bir ev sahibi olabilmek için geçti. Şimdi çocuklarınız işsiz ve bu yüzden emekli olamıyorsunuz. Hastalıklar da yakanıza yapıştı. Yaşadığınız tüm tecrübe ve hayal kırıklıklarının sonunda “hayat zaten böyle bir şeydir” diye düşünüp “hayatım bitti” diyorsunuz.
Kızların kız-kıza gezdiği bir dünyadan geliyorsunuz. Kendi hikâyenizin sıradan olmasına göz yumuyorsunuz. Hayatta tek bir ilişki (evlilik) türü ile yetinmek zorunda kaldınız. Bir müzeyi bekleyen sessiz bir fare gibi yaşadınız, kaderinize hapsoldunuz.
Kültürsüzsünüz, konuşmayı beceremiyorsunuz. Yapmak istediğiniz hiçbir şey yok. Kapatıldığınız kafesten çıkmak için boşuna kanatlarınızı çırpıp duruyorsunuz. Hayatınız koca bir sıfır. Açlığın daimi olduğu bir dünyada, kıtlık ve fahiş fiyatlarla mücadele ediyorsunuz.
Geleceği kafasına takmayan, günü birlik yaşayan insanlardan oldunuz. Kendi ekseni etrafında turlayan küçük devlet memuru dünyasında yaşıyorsunuz. Zaten tüm tutkuları azgınlaşmasın diye budanarak bitkiye dönüşmüş bir insan olarak yetiştirildiniz.
Yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdunuz, zengin oldunuz ama o birisi olamadınız. Toplumsal basamağın en altından en üstüne çıkmanız en az üç kuşak alır; bu yüzden sadece bir ara nesil olmayı kabullenmek zorundasınız. Yani siz bir hiçsiniz çünkü birisi olmak için erken bir başlangıç yapmanız gerekirdi.
İş yerinizdekilerin çoğu mutsuz ve mutlu olan birkaç kişi ise neredeyse işine din gibi sarılmış. Hâlbuki insanın işi ile ilişkisi aşk hayatı gibidir, sevmiyorsanız bırakmalısınız. Ailenizde biri işçi, diğeri temizlikçi, öbürü işportacı, sanki aileniz sonsuza kadar en kötü işlerde çalışmaya mahkum edilmiş.
Yaşamınızı belirleyen karşılaşmalar bu kadar düşük profilli, yüzeysel ya da rutin olmasaydı, daha fazla kaliteli fikir alış verişi yapabilseydiniz, belki yaşamınız daha farklı olabilirdi.
Dünya değişir ama insanlar değişmez, bu yüzden açgözlülük ve bencillik hiç bitmez. Korkuyorsunuz ve en cesur işleri yaparken bile aslında hep kaçıyorsunuz. Kadın-erkek ilişkilerini çözemediniz. Bu makalede, insanın tarihini yani yaşadıkça değişmez yazgımızı ele alacağız.
İnsanın Tarih yolculuğu..
Dünyada bütün olaylar, açlık ve aşk tarafından yönetilir. En öncelikli ihtiyacımız ilk insanla başlayan her doğan çocuğun ilk anından itibaren ömür boyu devam eden açlık oldu. Mutlaka bir şey yemeli bunun için de hala çalışmalı ya da birikim sağlamalıyız.
İlk insanın (Homo Sapiens) ortaya çıktığı 70 bin yıldan öncesinden beri insanlar yiyecek ararken bir yerden başka yere göç etti, adeta yollarda yaşadı. İnsanların Doğu Afrika ile Çin arasındaki mesafeyi 10 bin yılda kat ettiği hesaplanıyor . İlk uygarlıklar yiyecek ve su için büyük nehirlerin etrafında kurulmuştu; Çin (Sarı Nehir), Hint (Ganj), Mezopotamya (Dicle-Fırat) ve Mısır (Nil).
M.Ö. 10 bin yılı civarında dünya 5-8 milyon dolayında avcı toplayıcıya ev sahipliği yapıyordu. M.S. 1. yüzyılda avcı toplayıcı nüfusu 1-2 milyona düşerken, çiftçilerin sayısı 250 milyonu buldu .
Tarım Devrimi, insanlığın elindeki toplam gıda miktarını kesin olarak arttırdı. Kalıcı yerleşimler tarlaların yanında kuruldu. Tarlalarının yanı başındaki evlerde yaşayan çiftçilerin “eve” bağlılıkları onları zihinsel olarak dönüştürdü ve benmerkezcilik oldukça belirgin hâle geldi.
Çiftçilik, büyük ölçekli siyasi ve sosyal sistemlerin kurulmasına yol açtı. Her yerde ortaya çıkan yöneticiler ve seçkinler, köylülerin emeğiyle üretilen fazla gıdayla beslenip, çiftçileri boğaz tokluğuna mahkûm ettiler. El konan bu yiyecekler, siyaseti, savaşları, sanatı ve felsefeyi canlandırdı. Kaleler, tapınaklar, anıtlar inşa edildi.
M.Ö. 10.000’de binlerce farklı insan dünyası vardı. M.Ö. 2000’de ise sayıları yüzlere inmişti. M.S. 700-970 yılları arasında asimile edilen halk tolulukları yeniden organize edildi; sermayesi elinden alındı ve üretime dâhil edildi. İnsanlar (artık köleler) ve hayvanların enerjilerinden sadece tarımda değil, savaşta da istifade edilmeye başlandı.
İnsanlar, gücün ne olduğunu keşfettiler; güç, başkalarına kendi istediğini yaptırabilmek demekti. Krallar, kendilerini Tanrı ya da onun yeryüzündeki temsilcisi ilan ettiler. Topraklarını işleyenler; asiller ve savaşçı çeteleri tarafından sindirildiler. Yaşamaları için mahsulün bir bölümünü onlara bırakmaları, diğer ülkelerin yağmalanmalarında kullanılmaya rıza göstermeleri gerekti.
Sermayenin zamanla birikimi, 13. yüzyıla gelindiğinde başka coğrafyalardaki lüks eşyalara artan talep neticesi yaşanan ticari değişim, ekonomik uzmanlaşmaya geçilmesine yol açtı. Bu aynı zamanda kasabalarda burjuva sınıfının doğmasına, alternatif sosyal seçenekler ile okuma-yazmanın artmasına ve yeni dağıtım fikirlerine yol açtı.
Toplumun çoğunluğunu oluşturan bireyler, seçkinlerin sömürüsüne, yönetimin koyduğu ağır vergilere rağmen bir arada yaşamayı sürdürebilmelerini, ortak mitlere olan inançlara borçluydular. Mevcut bir hayali düzeni değiştirmek için ise alternatif bir hayali düzene inanmak gerekti. Ancak insanlar din, ırk, dil farkı gözetmeden ancak paranın etrafında birleşebildiler. Para pek çok yerde farklı zamanlarda icat edildi .
Orta Çağ’ın başında Batı Uygarlığı, kendi kendine yeterli malikânelerin etrafında organize olmuş, tamamen tarıma dayalı, ticaret veya sanayisi olmayan bir ekonomik sisteme sahipti. 1270-1420 arasında çatışma dönemine girildi ve Yüzyıl Savaşları, Kara Veba, dinsel büyük sapıklıklar ve ciddi sınıf çatışmaları yaşandı. Dönemin sonunda eski feodal-tarım düzenine dayanan yeni bir toplum yapılanması ile yeni bir genişleme süreci başladı.
İngiltere’de 1725 yılı civarında başlayan yeni Tarım Devrimi yiyecek üretimi, elli yıl sonra 1775’deki Sanayi Devrimi ise fabrika üretimi ile alakalıydı . Sanayi Devrimi ile Batı dünyası, kendini feodal ve dini etkiden kurtardı. Geçtiğimiz 250 yıl boyunca besinimizi çoğunlukla şehirlerde çalışarak sağladık. Bu süre atalarımızın avcı ve toplayıcılıkla geçirdiği on binlerce yılın yanında çok az bir süredir.
Tablo 1: İnsanın Tarihi
Geldiğimiz aşama Dördüncü Sanayi Devrimi’dir yani sanayi üretiminde insanın yerini büyük ölçüde robotlar alacak, fabrikalar karanlık olacaktır. Evimiz aynı zamanda işyerimiz ve okulmuz olacak, devlet düzeni gittikçe geri plana çekilirken, aile kurumu da önemini yitirmeye devam edecektir.
İnsanın parametreleri..
Akıl, bizi diğer canlılardan ayıran özel bir kabiliyettir. İnsan aklı ve beyni sayesinde bilgiyi depolayabilir, yararlı bir şekilde kullanabilir, yataracılık yeteneğini koyabilir. Kişiliğimizi etkileyen diğer bir etken genetik özelliklerimizdir. Bazı genetik özelliklerimiz 0-6 yaş arasında yaşanılan şartlara göre daha etkin hale gelirken, bazı özelliklerimiz ise daha sinik kalabilir.
Duygularımız içinde; sevgi, aşk, şefkat, cömertlik, merhamet, erdemli olmak gibi insanı yücelten duygular yanında insanı felakete sürükleyebilen kin, düşmanlık, kıskançlık, kibir gibi duygularımız da bizi yoldan çıkarmaya hazırdır.
Şekil 1: İnsanlar Yaşadıkça
İhtiyaçlarımız, arzularımız, korkularımız arasında gider geliriz. İnsanlığın açlık ya da yeme-içme ihtiyacı en temel gereksimidir ve bu fiziken gelişmesi insanlık var oldukça böyle olmaya devam edecektir. Bunun yanında barınma ve üreme (cinsellik) ihtiyaçları da temel gereksinimleri içinde yer alır.
İnsanoğlu ancak açlık ihtiyacı giderecek gıda depolamasını yaptıktan sonra başka işlere zaman ayırmaya başlamış ve böylece daha iyi bir yaşam (refah) peşinde koşarken; bilim, sanat, felsefe gibi uğraşlara zaman bulmuştur. Orta Çağ’ın feodal sisteminin yıkılması ile mülkiyet hakkına kavuşan insanlar, farklı mutluluk kaynakları aramaya yönelmişlerdir.
Modern dünyanın gelişimine yol açan temel hususların başında 1648’deki Vestfalya Anlaşması sonrası ‘devlet’ anlayışının ortaya çıkması ve Sanayi Devrimi sonrası kapitalizmle birlikte kitlesel üretim (fabrikalar) ve bilimsel buluşların getirdiği elektrik, araba gibi teknolojiler insan hayatını ve toplum yapısını oldukça değiştirmiştir.
İnsanlar farklı ülke, coğrafya, doğa, iklim, devlet, toplum yapısı içinde yaşasalar da devleti yönetenlerden kanun ve düzeni sağlamasını, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetleri yürütmesini beklemişlerdir.
Özgürlük, eşitlik ve adalet gibi beklentileri için gerektiğinde devlet ötesi kurumlara başvurmaya başlamışlardır. İnsan hayatını daha anlamlı kılmak için politika, felsefe, bilim, sanat gibi çeşitli disiplinler ortaya çıkmış; doğru, iyi ve güzel kavramlarını pekiştirmişlerdir.
İnsan hayatının geçirdiği evreleri şu şekilde özetleyebiliriz;
İnsan topluluklarının ancak savaş, göç ve diğer yollarla yeni gruplara katılarak ve acılara katlanarak yaşamlarını sürdürebilmeleri; geçmişte insanların çoğu huzur vaat ettiği ve komşularıyla uyum içinde yaşamalarını sağlamak için bir işgalci güce, otoriteye ve onun feodal beylerine itaat etti.
Hayatta başarılı olmanın yolunun askeri güçten, asil kan sahibi olmaktan ya da bir hami edinmekten geçmesi; insanlar geçmişte üç nedenle köle oldular .
(1) Korkudan (ölmemek, korunmak için hor görülmeye ve kullanılmaya razı olmak).
(2) Gönüllü (yoksulluk nedeni ile kendini köle gibi satanlar).
(3) Hırslı liderlerin (kral, padişah vb.) yanında robot gibi başkasına iradesine bağımlı olarak yaşamayı seçenler (günümüzün yönetici ve bürokratlarının ataları).
Günümüzde köleliğin yeni biçimleri ortaya çıktı çünkü özgürlük her zaman yorucu ve zorlu bir işti. Bugün insanlar sürekli seyahat etme ve kentlerin sıkışıklığı ve dumanından kaçmaya çalışırken, geçmişte Türk ve Moğol göçebeleri tıklım tıklım kentlere doluşmuş insanlarla alay ediyordu.
Erkeklerin kadınlara duyduğu arzunun yüzyıllar içinde şekil değiştirmesi, kadınlar ve erkekler zamanla ilgi çekici konuşmalar yapmayı öğrendiler. Ancak, kadın-erkek ilişkilerinin kırılganlığını sürdürüyor. Aşk, seksten ayrıldı ve yeni aşk biçimlerinin ortaya çıktı. Aile kurumundaki kriz devam ediyor, ebeveynler ve çocuklarının birbirlerinden beklentilerinin değişti.
Köklerini araştıran insanların yeterince derinlere bakmayı öğrenmesi; insanlar kan bağlarını keşfetti ve uluslara bölündü. Ulus-devlet anlayışı, dünya sisteminin merkezine oturdu. Ulusun ve toplum yaşamının düşmanlarını yok etmek, giderek daha güç hale gelmektedir.
İnsanların korkularından kurtulmak için yeni korkular icat etmesi; dertlerden kaçma sanatının gelişmesine rağmen nereye kaçacağının bilme sanatının gelişmedi. Bazı insanların yalnızlığa karşı bağışıklık kazandı.
Karamsarlık; tüketim toplumu içinde herşeyi elde edebilme imkânı ve cinsel özgürleşemeye rağmen, zenginlerin bile hayata karamsar bakması, saygı görmenin kudretli olmaktan daha arzulanır hale gelmesi.
Zevklerin değişmesi; insanların kendi hayat tarzını seçmesine rağmen tatmin olamıyor. Merak, özgürlüğün anahtarı haline geldi. Gezgincilik ve seyahatin gittikçe artmaktadır. Mutfak sanatındaki ilerleme, seksteki ilerlemeyi geride bıraktı.
Merhamet; insanların merhamet duygusunu genellikle ailesine saklamaya devam ediyor. Hherkes kendi sorunlarını kendi çözmelidir anlayışının merhametin önündeki en büyük engeldir. Merhamet hala yükselmekte olan bir yıldız olsa da hoşgörünün sorun çözmede yetersiz kalmaktadır.
Sevgi azlığı; yeryüzünden gelip geçen insanların pek azı herkesi sevdi. İnsan, etrafından uzaklaştıkça şiddeti azalan bir sevecenlik çemberi içinde yaşıyor. Sevgi-aşk-evlilik çelişkisi yüzünden, çok azı dışında insanların bir kaç hayat yaşayacak zamanı ıskalamaktadırlar.
Modernite ve insan..
Modernite’nin sosyal ve ekonomik koşulları 16. yüzyılda uluslararası ticaretin genişlemesi, Avrupa’da köylü nüfusun şehirleşmesi ve okur-yazarlığın sürekli artışı ile başlamıştı. Çağımızın yeni düzeni olarak tanımlanan post-modernite ise, kapitalizmin geleneksel eşya üretimi anlayışı yerine bilgi üretimine geçişi ile karakterize edilmektedir.
İnsanlık tarihinde yaklaşık 20 uygarlık ortaya çıktı ve bunların on dördü öldü ya da ölmek üzeredir. İşgalciler onların uygarlıklarını önce güç kullanarak dağıttı, düşünceleri ile kültürlerini değiştirdi ve sonunda yuttu. On iki ölen ya da ölmekte olan uygarlığın altısı Avrupalılar tarafından imha edildi ve Batı uygarlığı kültürü içinde erimekteler.
Geçmişteki kültürlerin çoğu, er ya da geç, onları tarihin çöplüğüne gönderecek acımasız imparatorluklara yem oldu. Ancak, imparatorluklar eninde sonunda yıkılırlar ve geride zengin ve kalıcı miraslar bırakırlar. 21. yüzyılda yaşayan herkes neredeyse bir imparatorluğun bakiyesidir.
Bir imparatorluğun kurulması ve sürdürülmesi, genellikle büyük kitlelerin katledilmesi ve geriye kalanların da zalimce bastırılıp yaşadıkları yerlerin kaynaklarının seçkinlerce sömürülmesi anlamına gelir. İmparatorluklar genellikle halkların kültür birikimlerinden mümkün olduğu kadar çok şey alan melez medeniyetlere dönüştüler.
Kapitalizm ve ulus-devletin birbirine ihtiyacı vardı ve bu da daha önceden var olan ideolojik ve askeri sistemlere eklemlendi. Böylece Weber’in ‘devlet’ tanımına gelindi yani belirli bir coğrafi alanda asker ve polisi kontrol eden örgütlenme. Devlet genişledikçe, onun düzenleyici rolü ve kapitalizm de genişledi.
İnsanlığı birleştiren “para” ve “devlet” kavramlarının yanında “din” her ne kadar bugün çoğunlukla, ayrımcılık, anlaşmazlık ve savaş kaynağı olarak görülse de, insanları birleştiren üçüncü unsurdur. Devlet, insan hayatının düzenlenmesi için tek çözüm oldukça, milliyetçilik ve din yaşamaya devam edecektir.
Tablo 2: Dinlerin Ortaya Çıkışı
Özlemini çektikleri saygıya kavuşmak için insanların en sık başvurdukları çare dine sarılmak oldu. Yönetenleri zorbalıkları, hakaretleri ve günlük hayatta karşılaşılan zorluklar dış benliğe değip geçtiğinde, daha derinlerdeki inançların verdiği avuntu her şeye rağmen katlanmayı kolaylaştırıyordu. Dinin yetmediği yerde ise insanlık onurunun muhafazasına önem veren başka inançlar vardı; stoacılık, sosyalizm, liberalizm, feminizm vb.
Modern dönem devlet ve sınıf ilişkilerinin kökeninde ‘özel mülkiyet’ kurumu yatar. Öncesinde feodal lordlar, mülkiyetlerini korumak ve halkı sömürmek için devlete ihtiyaç duymuyorlardı. Mülkiyet hakkı ile birlikte bağımsız tüccar sınıfı ortaya çıktı. Böylece ekonomik ağ içinde bağımsızlık arttı. Tüccarlık ve sanat, uygarlık içinde bağımsız konumlar edindiler.
Modern dünyanın teorik çerçevesi olan serbest pazar, hegemonya, Batı kültürü (Modernizm), barış ve demokrasi gibi kavramlar dünya politikalarında ve Amerikan dış politikasında 20. yüzyıldaki değerini önemli ölçüde kaybetmektedir.
Devletlerarası ortam, kaba kuvvet ve gücün geçerli olduğu, gerçek ve geçerli bir hukuk düzeninin olmadığı, bir kaos ve düzensizlik ortamıdır. Dünya ülkelerinin sınırları, olması gereken hukuk açısından geçersizdir. Çünkü bütün barış anlamları silahların gölgesinde ve adaletsiz bir şekilde yapılmıştır.
Günümüzde dünya, siyasi parçalanmışlık hâlinde ve ekonomik, siyasi ya da iklimsel türden küresel sorunlar, ülkelerin tek başlarına halledebilecekleri boyutları çoktan aşmış vaziyettedir. Bu yüzden, “bağımsızlık” kavramı iyice gevşiyor. Ülkeler, uluslararası düzenin baskısı yüzünden iç meselelerini bile kendi uygun gördükleri biçimde yönetme imkânından uzaklaşıyorlar.
Tarihin bir sonraki aşaması, sadece teknolojik ve örgütsel dönüşümler değil, insan bilinci ve kimliği üzerinde de temelden etki eden dönüşümler içerecektir. Üstelik bu dönüşümler o kadar temelden olacaktır ki, bizzat “insan” kavramını bile sorgulatacaktır. İnsanı başka bir tür yaratığa çevirebilecek bilimsel projeler hızla devam ediyor.
Ölüme çare bulamayan insanoğlu ölüm fikri ile yaşamayı öğrendi. Bazılarına göre ölüm hala kaçınılmaz bir kader değil sadece teknik bir problemdir ve bir çözümü vardır. Bilim insanlarının en önemli projesi, insanlığa ebedi yaşamı sunmaktır.
Toplum ve insan..
Toplum, insanların ihtiyaçlarını gidermek için var olmuş, ilişkiler bütünüdür. Yani bir araçtır, insan ise amaçtır. Bu yüzden, toplum düzeni insanın ihtiyaçlarını giderek şekilde düzenlenmelidir. İnsanın amaç olabilmesinin temel şartları ise özgürlük ve eşitliktir. Eşitlik için özgürlük, özgürlük için de eşitlik şarttır.
Saat icat edilmeden önce insanların hayatları hesabının verilmesi gereken küçük parçalardan oluşmuyordu. Dünya koca bir bulut içinde gibi gözüküyor, insanlık bu bulutun dağılmasını bekleyip duruyordu. Genellikle yaşlarını tam olarak bilmiyorlardı, daha çok yeni bir hayatı vaat eden ölümle ilgili idiler. İnsanların çoğu zamanın geçip gitmekte olduğunu kendilerine dert etmemişti.
Başlangıçta ne özel hayat vardı ne de toplumun eleştirilerinden kurtulma imkânı. Daha sonraları orta sınıf, sırlarıyla yaşamayı öğrendi. Kendinize ait bir odaya sahip olmak 20. yüzyıla kadar çok ender bulunan bir imtiyazdı. Özel dünya, hem kendi düşüncelerinizle baş başa kalabileceğiniz hem de azarlanmadan ve aşağılanmadan hata yapabileceğiniz yerdi.
Eskiden insanlar, savaşlar aracılığıyla bir cemaat edime duygusuna sahipti. İnsan hayatını düşünenlerin hepsi insanın doğasından yola çıkarak merkeze ‘çatışma’ olgusunu koydular ve çözümü devlet olmakta gördüler. Bugün çatışmayı yeryüzünden silmek isteyenler bile onunla savaşmak için aynı yöntemleri kullanıyorlar.
Beş yüzyıl önce insan hayatını yeniden düzenlemek için Avrupa, dört yeni katalizör getirdi ;
- Özgürlük ve güzelliğin dinin karanlığından kurtarılması,
- Yeni keşif ve teknolojiler sayesinde dünyanın her yeri ile temasa geçilmesi,
- İnsana ve insan ihtiyaçlarına daha fazla önem,
- Dine nasıl bakılması gerektiği ile ilgili yeni bir anlayış.
Bugün yeni bir Rönesans olasılığı çılgınca görülse de insanlığı uykusundan uyandırmanın, yenilenmenin bir sosyal patlamaya hızla gittiği dönemdeyiz. Bu aynı zamanda insanlığın sorunlarının evrensel çerçevede ele alınma gereği ile birlikte düşünülmelidir. Ülke halkları da kendi içine gömülmüşlükten kurtarılmalıdır.
Tablo 3: Filozoflara Göre Hayatın Anlamı
İnsanların eşitsizliği artarak devam etmektedir. Dünya devletlerinin ve dünya insanlarının gelirleri ve yaşam standartları arasında önemli farklılıklar vardır. Kişiler kendi çocuklarının eğitim ve geleceğinden endişe etmeden yaşamalıdır.
Dünya genelinde bir ahlaki çöküş yaşanmaktadır. Ahlak kuralları toplumlarda kendiliğinden oluşan, toplum yaşantısını düzenleyen kurallardır. Pek çok ülkede bilinçli bir ahlak eğitimi verilmemekte, dolaylı şekilde ve değişik yorumlarla öğrenilmektedir.
Miras kurumu, olması gereken hukuk açısından geçersiz ve adaletsiz bir kurumdur. İnsanlar miras yoluyla, hiçbir zaman çaba harcamadan, kendi ana, baba veya akrabalarının yaşamları içerisinde kazandıkları veya sahip oldukları ekonomik güç sayesinde, hak etmedikleri bir güç ve zenginliğe sahip olmaktadır.
Teknoloji ile birlikte hayatın nabzı hızlanmış; iş, eğitim, seyahat, eğlenceyi mevcut zaman dilimine sıkıştıran insanlar, her gün yeni bir şeyler daha tıkıştırarak kendine ait zamanı ağzına kadar doldurmuştur. Bir yanda hayat gereğinden hızlı akarken, diğer yandan işyerindeki gerginliğin, sıkılığın, monotonluğun insanların geriye kalan zamanları nasıl geçirdikleri konusunda bir tartışma başlattı.
İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaktadır. Gerçekte bugünkü can sıkıntısı, bunaltıdan çok soruna yol açmaktadır. Üzücü olan insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemeleridir. Bazen varoluşsal boşluk çeşitli maskelerle örtülür. Depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkanlığı gibi yaygın durumların altında yatan varoluşsal boşluğu kavramalıyız.
Toplumsal açıdan yan yana duran iki ayrı dünya var. Birinde iktidar savaşı hemen hiç değişmeden sürüyor. Diğerinde ise önemli olan iktidar değil saygı. Saygı artık iktidara ait bir şey değil. Tarih bize göstermiştir ki iktidarı ustaca kullanmayı bilenler, ancak aynı düzenbaz yeteneğe sahip olanlar tarafından yerinden oynatılabilirler ama bu da aynı sistemin sonsuza kadar devam etmesine hizmet eder. İşte geldiğimiz yol budur.
Bugün eski usul politikaların insanlarda yol açtığı yılgınlık, ortak esenliğe ilgisiz kalmalarından değildir. İktidar savaşı insafsız bir savaştır çünkü müttefik edinmeden kazanılamaz. Bu savaşa bir kez katılınca kimsenin ne dini ne de prensibi kalır.
Demokrasinin iktidar sorununu çözmek için gerçekten yeni bir yol bulamamış olması büyük bir hayal kırıklığı olmaya devam ediyor. İnsanlığın en eski rüyası olan adalet, ele geçmez bir hedef olmayı sürdürmektedir. Çünkü hakkaniyet sanatı daha yeni yeni öğrenilmektedir.
Erkek-Kadın İlişkileri..
Tarihte farklı toplumlar, farklı hiyerarşileri benimsediler. İnsanlar her yerde kendilerini erkekler ve kadınlar olarak ayırdılar ve hemen her yerde erkekler daha iyi konumdaydı. Tarım Devrimi’nden bu yana, çoğu insan topluluğu, erkeklere daha fazla değer veren ataerkil yapıdadır.
Eski çağlarda kadınlar, gerek hamilelikleri boyunca, gerekse çocuğun ilk yıllarında avlanıp beslenme ihtiyaçlarını gideremiyordu ve bu anlamda erkeğe muhtaçtı. Bu yüzden de erkeğin sunduğu şartları kabullenmek zorunda kaldı. Böylece gelecek nesillere uysal ve bakıcı kadın genleri aktarılmış oldu.
Tarih boyunca kadınlar, kadın gibi davranma baskısı altında yaşadılar. Evin erkeği fiziken güçlü ve evin geçiminden sorumlu olduğu için, ona karşı çıkmak akıl karı değildi. Bugün de ev kadınlarının yeterince saygı görmemesinin nedeni para kazanmamalarıdır.
Bununla birlikte her kültürlerde kadınlar zamanla değişen roller edindiler. Eski Türklerde kadın, erkekler uzun seferlerde iken ‘yurdu koruyan’ rolünde idi. Türk kadını at sırtında doğum yapmakla ün kazanmıştı. Alper Tunga’nın intikamını alan kadın silahşörlerdi.
İslamiyet ile birlikte Türk ailesi yapısı değişti. Türk asıllı ‘baş hanım’ yanında ikinci, üçüncü hanımlar ya da besleme, yanaşma, cariye gibi bir kadın ordusu aileye dâhil oldu. Türklerde aile kavramı, Araplar da ise aşiret ve kabile kavramı önemlidir. Araplar, cariyelerini değerli bir misafirine ikram edebiliyordu.
Erkek-kadın ilişkileri uzun bir evrimden geçti. Gelenekler, iki cinsi birbirinden ayırıyor, ayrı zihinsel ve fiziksel dünyalarda yaşamalarına yol açıyordu. Toplum ise erkekler ile kadınlar arasında kalpten bir dostluğa müsaade etmiyordu. Din, kadınların erkeklerle konuşmasına ateş püskürüyordu.
İki yüzyıl önce kadınlar, erkeklerle arasındaki bağlarda bir dönüşüm yaratmak için kolları sıvadı. Bunun ilk yolu erkeklere hislerini açıklamak, akıllarından geçen her şeyi söylemekti. Kadınlar buna, samimiyet diyordu. Dostluk cemiyetleri bu gelişmenin merkezi oldu.
Böylece ilişkiler zerafet, neşe ve romantizm kazandı. Kadınlar, mantığın neşe ve kibarlık içinde yürüyebileceğini gösterdiler. Böylece on sekizinci yüzyıl nesline berraklık, zarafet ve evrensellik aşıladılar. Bu şiirden romana, güzel sanatlara ve estetik olan herşeye olumlu yansımalar getirdi. Ancak, hala çözülmesi gereken çok sorun var.
Hayatın hakkını vermek kadınlar için daha zordur çünkü toplum erkeklere göre düzenlenmiştir ve kadınların daha çok güce ihtiyacı vardır. Güçlü ve başarılı kadınlar üzerinde yapılan bir çalışma bunun sırrını kadınların çekici olmasına bağlamıştır. Üst düzey yöneticilere kafa tutan bir kadın erkekleri ürkütür, kadında yumuşaklık aranır. Bu tür kadınlar, fazlaca burnunun dikine gitmekle suçlanabilir.
Hala erkekler fazlası ile işleriyle meşgulken, karılarının hayatında ise onlara eşlik eden biri olmadan tüketemeyecekleri kadar boş vakit var. Kocanın gerçek anlamda konuşabileceği iş arkadaşı olmadığı için karısının onu dinlemesine, kafasını boşaltıncaya kadar sabretmesine ihtiyacı vardır. Çiftler birbirlerinden çok şey istedikleri, taviz vermeyi reddettikleri, sabırla daha iyi günleri beklemeyi bilmedikleri için boşanıyorlar.
Depresyon üzerine yapılan 1991 yılında bir çalışma, erkeklerin esas olarak ilgilerini başka şeylere yönelterek rahatlamaya çalıştıklarını, kadınların ise derin düşüncelere dalmayı tercih ettiklerini, sıkıntılarını kafalarında tekrar tekrar döndürüp kendilerini daha da mutsuz ettiklerini gösteriyor.
Genel kanıya göre kadınlar pek yaratıcı değildir ve bu yüzden ‘dahi’ kadınlara nadiren rastlanır. Yaratıcılıklarına engel olarak, kadınların; enerjilerini savurganca harcadıkları, fazla duyumcu oldukları, yeterince cesur ve acımasız davranmadıkları, erkekler kadar dengesi olmadıkları düşünülüyor. Sigmund Freud, kadınların düşünmeye ilgi duymamasının altında seks hakkında düşünmelerinin yasaklanmış olduğunun yattığını, çünkü kadınların en çok sekse önem verdiğini söylüyordu .
Kadınlar ve erkeklerin, arkadaşlığa bakışında temel bir farklılık vardır. Erkekler bunu birlikte vakit geçirmek ve en gizli düşüncelerini (varsa eğer) kendilerine saklamak olarak gördüler. Kadınlar içinse arkadaşlık, yakınlaşmak ve duygularını paylaşmak, gerçek endişelerini açık yüreklilikle dile getirmek demekti.
Dostluk her zaman zordur, çünkü güvenlik sağlamaz. Kadınlar arası dostluğa gelince, sosyologlara göre, bu dostlukların ancak yarısı destekleyici niteliktedir, geri kalanı enerjinin boşa harcanmasıdır. Erkeklerin bir bölümü, kadınların arkadaşlığını istemediklerini, erkek arkadaşlarının kendilerine yettiğini, kadının seks ve çocuk var olduğunu söylemekte ısrarlıdır.
Kadınların giderek daha serüvenci olmaları ve hayattan beklentilerini hiç durmadan yükseltmeleri, erkekleri her gün biraz daha yetersiz bulmaları yönünden önlenemez bir trend var. Aradığı erkek, onun sahip olmadığı becerilere sahip olmalı, hayranlık duyabilmeli.
Öte yandan, kadın ruhunu anlamaya heveslenmek, pek çok erkeğin kapalı tutmayı tercih ettiği bir kapıyı açmak demekti. Hiçbir erkeğin gönlünde tek bir kadına yetecek kadar yer yoktur. Evlilik dışı ilişkiler ve boşanma bu gerçeğe ayak uydurmanın pek de yaratıcı yolları olamamıştır.
Evlilik,
En azından iki yüzyıldır insanlar, evlilikle arkadaşlığı birleştirme denemeleri yapmışlardır. Bazılarına göre insanın karısıyla arkadaş olması harika olurdu ama kadının ruhu, bu kadar sağlam ve bu kadar dayanıklı bir düğümün yükünü çekecek kadar kuvvetli değildi.
Arkadaşlığa dayalı evliliklerin dayanıksız yapılar oldukları anlaşıldı, bu evlilikleri boşanma ile sonuçlanma sıklığı günden güne arttı. Evlilik anlaşması, tarafların karşı cinsten başka insanlarla arkadaşlık etmelerine yönelik hiçbir düzenleme içermediği için, bu gibi arkadaşlıklar en küçük kıskançlık gösterisinden ufalanıp gitmeye mahkûm oldu.
İnsanlar, eş seçerken; önce sihirli karşılaşmayı beklediler sonra bulabilecekleri en iyisiyle yetinmeye karar verdiler ve pişman olmayacaklarını umdular. Hayatın kısa olduğu o dönemlerde bunda bir tuhaflık yoktu. İnsan ömrünün neredeyse bir yüzyıla dayandığı günümüzde, bütün bir yolu aynı arkadaşla yolculuk ederek geçirmeyi tercih edenler azalmaktadır.
Ancak, hayat arkadaşınızı değiştirmeniz yetmez, bir de nereye gitmek istediğinize karar vermeniz gerekir, hayatınızı yeni bir düzene sokmanız gerekir. Varılan yer genellikle hayal edilen yer değildir. Evliliğin yürümesini istiyorsanız, birbirinizin ruhunu didiklemekten vazgeçin. Paldır kültür konuşmamaya, kırıcı olmamaya dikkat edin.
Erkeksiz bir dünya, bir kadın için varlığının tehlikeye düşmesi demekti. Erkeklerin çoğu bir başka kadınla birlikte olsalar bile, karılarını bırakmaya cesaret edemediler. Ancak, aşkın bir evliliğe hiç uğramadığı durumlar oldukça yüksek orandadır.
Erkeklerin kadınlara yönelik tutumunda dönüm noktası, evlenebilmeleri için âşık olmalarının gerekmesi ile yaşandı. Nitekim erkeklerin birbirlerine karşı kapanmaları evlilik ile başladı. Ancak, arkadaşlığa dayalı evliliğinde çözüm olmayışı nedeni ile evli çiftlerin eşleri dışında karşı cinsle kurdukları arkadaşlıklar konusunda ne yapılması gerektiği hala çözülmemiş bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder