İNSANLAR YAŞADIKÇA., BÖLÜM 2
Kadın-erkek ilişkilerinin ana özelliği olan mahremiyet, yıllar içinde farklı anlamlar kazanmıştır. Evlilik söz konusu olduğunda mahremiyet, ‘aile hayatı’ demekti. Romantikler ikinci bir mahremiyet türü icat ettiler. O güne kadar, âşık olduğunu iddia eden erkek, kadını geçindirebilecek serveti bulunduğunu göstererek ciddiyetini ispatlamalı idi. Kadının, evleneceği erkekle sevişmeden önce ona âşık olması gerekiyordu.
Romantiklerin getirdiği diğer büyük yenilik ise seksin onları ömür boyu mutlu edeceğini ileri sürmekti. Partnerinizi bir birey olarak sevmenize gerek yoktu, âşık olduğunuz aşkın kendisiydi. Böylece aşkın sonsuza kadar sürdüğü uydurması ile ilgili tüm önkoşullar ortadan kalktı. Ancak, pek az kişi bu ideali evliliğin gündelik gerginlikleri ile bağdaştırabilmeyi başarabildi.
Ardından insanlar üçüncü bir mahremiyet türü kurguladılar. Okuyan, yazan, gözlemleyen, hayatı bir keşif yolculuğu gibi görenlere özgü bir mahremiyetti bu. İnsanlar birbirlerini durmadan “Hala başını döndürüyor muyum?” diye sormaktan vazgeçip, “Değişip, olgunlaştıkça seni hala çekici ve uyarıcı buluyor muyum, bana hala değer veriyor musun, ben de senin bunları yapıyor muyum?” sorusunu üzerinde düşünmeye başladılar.
Kadın, erkek ile bir iktidar mücadelesine girdiğinde ilişki uzun sürmüyor. Bazı kadınlar kocasının kariyerini kendisininkinin önüne koyacak seçimi yaparlar. Çünkü erkeğin başarıya ve hayran olunmaya ihtiyacı vardır. Kadının kariyer merdiveninde üstün olması genellikle aileye zarar verir.
Para her şeydir, para kazanamıyorsanız bir hiçsiniz. Artık kadınların çoğu para kazanıyor. Ama ekonomik özgürlüğü olan kızlar artık evlilik düşünmüyor. İronik olan artan şekilde evlendiği adam çalışmıyor, evde yemek pişiriyor, tüm hayatını asalak bir şekilde yaşamaya eğilimli pek çok erkek var.
Aile..
Aile için öngörülen amaçlar yüzyıllar içinde defalarca değişmiştir. Bugünün bir veya iki çocuklu ailesinin geçmişin kâhyalar, ortak çiftçileri hizmetkârlar, gayrimeşru çocuklar ve her kuşaktan akrabadan meydana gelen hane halkıyla pek az ortak yanı vardır. Aile kurumunun kendisine nasıl bir varlık nedeni yakıştıracağı ve amaçlarını nasıl gerçekleştireceği konusunda daimi bir kararsızlık içindedir.
Anne-babaların en olumlu keşfi, çocukların ücretsiz uysal iş gücü olmak yerine birer insan olarak çok daha mutluluk verici olmalarını keşfetmeleri olmuştur. Aileye ilişkin ilk parlak fikir, geniş ailelerden vazgeçip birkaç çocukla yetinme, sevecenlik duygularını daha dar bir alana yoğunlaştırma, dünyanın acımasızlığına karşı kapalı bir sığınak oluşturmaya çalışmaktı.
Aile kurumunu, kolay bir hayat isteyen kadınların sığındığı bir huzurevi, erkekler için bir hapishane ve çocuklar için bir cehennem olarak tanımlayanlar oldu. Bu, insanların aileye bağladığı umutları genellikle boşa çıkarmış olması karşısında duyulan hayal kırıklığını dile getiriyordu.
Aile kurumunun kendinden beklenen görevi layıkıyla yerine getirmesi hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Aile elbette rahatlatıcı bir kucaklama, güvenli bir sığınak, ölümün bile ortadan kaldıramadığı hatıralar demektir. Ama aynı zamanda maceracı deneylere sahne olmuş bir laboratuar olarak da iş görmüştür. Özellikle de hayatın belirsizlikleriyle başa çıkma sanatında ustalık kazanmak için bir eğitim ocağı olmuştur.
Babaların söz geçirmediği ailelerde yolunda gitmeyen hiçbir şey yoktur; asıl tersi söz konusu olduğunda şaşırmak gerekir. Aile içindeki sevgi, rüzgâr gibidir ancak canı isteyince ortaya çıkar. Babalar ve çocukları ayrı düşüncelere ve ayrı kişiliklere sahip olduklarını keşfettiklerinde sevgi rüzgârları fırtınaya dönüşür.
Evlatlar, babaların beklentilerini nadiren yerine getirmişlerdir. Bunun için Çinlilerin buldukları geçici çare ‘görgü kuralları’ oldu. Hiç değilse görünüşü kurtarmak, ebeveyne hürmet görgü kurallarının bir parçası haline getirildi. Minnet duygusu da her zaman tutmayan bir zamk olsa da ailelerin dağılmasını engellemede etkili oldu.
Aile değerleri yüzyıllar boyunca o kadar büyük değişimler geçirmiştir ki, bu değerlerin anlamı giderek daha yoğun bir belirsizlik perdesine bürünmektedir. Çocukların görevi, anne-babaları için para kazanmak yerine, onların kazandıklarını harcamak haline dönüştü. Aile içinde ekonomik ortaklığın yerine sevgiyi koymak kolay olmadı. Ailenin sürekliliği ile bitmek tükenmek bilmeyen yenilenme arayışı arasında daima bir çatışma yaşandı.
Yüzyıllar boyunca aileleri daha istikrarlı kılma ve daha güvenilir bir erdem kaynağı getirme konusunda o kadar az aşama kaydedilmiştir ki artık ailelerin tarihinde saklı olan bütün bu belirsizliği daha faydalı amaçlara yöneltmenin bir yolunu bulma zamanı gelmiştir.
Bütün sarıp sarmayıcılığına rağmen aile hayatının fazla kısıtlayıcı ve yavan gelmeye başladığı dönem devam ediyor. Çocukluğumuzu gönlümüzce yaşamamıza izin verilmedi. Çocukluğumuzu kırık dökük parçalarını arıyoruz.
Geleneksel ailenin bireyin sırtına yüklediği zorunluluklar gevşemeye yüz tuttuğunda, zaman zaman yüreğe ve akla eşit ölçüde hitap eden yeni ilişki biçimleri onların yerini alır gibi oldu. İçinde bulunduğumuz yüzyılı geçmiş yüzyıllardan ayıran en önemli özellik, bugün koca yerine kendilerini arayan kadınların sayısının büyük ölçüde artmış olmasıdır.
Belki de geleceğin kadınının ilk örnekleri onuncu yüzyıldaki Japon kadınları idi. Kadının erkeğin geliri ile yaşaması ayıptı ve evlenince aynı evi paylaşmazlardı. Erkek ve kadın da aynı anda pek çok kişi ile evli olabiliyor ayrıca âşıkları da olabiliyordu.
Âşıklar, sabah erkenden evden sıvışır ve ardından gün içinde bir aşk şiiri gönderirdi. Kadının hayatı evde erkeklerini beklemekle geçiyordu ve peçe yerine bulunan formül paravan oldu. Bu gelenek, 19. yüzyıla kadar sürdü.
Aşk..
Tarihin büyük bölümünde aşk, bireyin ve toplumun sürekliliğine yönelik bir tehdit olarak değerlendirilmiş, çünkü süreklilik genellikle özgürlükten daha değerli sayılmıştır. Sıkıntı, çaresizlik, utanç ve suçluluk duygusunun hâkim olduğu dünyada aşk, insanların biraz olsun iyi hissetmesine yardım etmişti.
Ortadoğu, romantik aşkın doğduğu yerdir. Ancak, seksüel hazza ilişkin modern görüşlerin büyük bölümü ise Hindistan kaynaklıdır. Arap Bedevileri içinde aşkın doğuşunun temelinde kadınların erkeklerle teklifsizce kaynaşması, birbirlerine hemen her istediklerini söyleyebilmeleri, şakalaşma rahatlıkları yatıyordu .
Arapların aşk konusundaki en şöhretli bilirkişisi olan İbn Hazım şöyle demişti; “Aşk, istihzayla (alay etmek) başlar, içtenlikle sona erer.” M.S. 622’de başlayan İslam’ın ilk yüzyılı içinde kadınlar, müzik aracılığıyla yeni ruh hallerini yaratarak duygularına başka bir boyut eklediler.
Bu çalkantılı dönemde şehirlerde refah hüküm sürüyor, insanlar kendilerini zevke ve sefahate vermiş, etraflarındaki tehlikeleri unutmak için çırpınıyorlardı. Şarkıcılar bugünün pop yıldızları gibi etraftaydı. Mekke ve Medineli şarkıcılar Tambur ile yetinmeyip, İran’dan udu getirdiler. Artık savaş değil aşk şarkıları söyleniyordu.
Ud ile şehvetli düşüncelere dönüşen müzik, bu yoldan Fransızlara ulaştı. Avrupa’da yaklaşık on yüz yıl boyunca Arap aşkının iki temel bileşeni yankı buldu; kadınların yüceltilmesi ve âşık ruhların tek bir bütün halinde kaynaşması.
Aşk, daima yabancı olana uzanır, benzersiz olanı, başka kimselere benzemeyen insanı arar, ama sonunda ürkütücü olanı bildik olana dönüştürür. Yeni tecrübelere, bilinmeyene, yabancılara duyulan açlık bugün her zamankinden daha fazladır.
Ancak, hiç bitmeyen sorunlar da var; aşkın evlilikle birlikte azalmaya başlayacağı tezi gibi. Aşk ilişkileri içinde kendinizi her gün kendinizi yenilemeniz gerekir, evlilik ise güvenlik demektir ve güvenlik insanı uyuşturur, rutin öldürür.
İnsanların çoğu, aşk ilişkisinden çok kendisini evlilikte bulur. Kadın ve erkek, evliliğine, egonun ihtiyaçlarından oluşan bir bohça getirir. Evlilik şartlı sevgi, ipotekli bir sevgidir. Seveni ve özellikle sevileni baskı altına alır.
Bütün aşklarda bir düzeye kadar görme kusuru vardır. Zamanla görme kusuru düzelmeye başlar ve her şeyi olmasını istediğimiz gibi görmekten vazgeçip, olduğu gibi görmeye başlarız. Bu nedenle aşk hayal edilenle gerçek arasındaki fark edilinceye kadar geçen zamandır .
Günümüzün hızla tüketen bilgi teknolojisi toplumunda, aşk; uyandığınız anda yok olan bir rüya oldu. ‘Seni seviyorum’ ifadesinin posası çıktı. Gene de aşk, kendisini kuşkuya karşı koruyabilen az sayıda başarı biçiminden biridir.
Aşk, henüz tamamlanmamış bir devrimdir, insanların aşk sanatında ustalaşması için daha çok uğraşması gerekmektedir. Yepyeni bir aşk sanatına ihtiyacımız var çünkü aşkın başka biçimlere bürünme şansı fazladır. Bugün dünyada geçmişte çok nadir rastlanan iki kadın tipi var; eğitimli kadınlar ve boşanmış kadınlar. Yeni insan tiplerinin ortaya çıkması her zaman tutkulara yeni bir yön verir.
İlişki türleri..
Tarihin pek çok döneminde, insanların erkenden ölmesi (ortalama yaş 30 civarında idi) sebebiyle evliliklerin üçte birini yakınını ikinci evlilikler oluşturmuştur. Kadınlara kocalarını başlangıçta ne kadar itici bulsalar da, evlendikten sonra onları sevmeyi öğrenecekleri söylenirdi yani nikâhta keramet vardı.
Ancak, on dokuzuncu yüzyılda bazı kadınlar bu olasılığın nikâhtan önce kendilerine kanıtlanmasını veya en azından sevdikleri konusunda evlenecekleri erkek tarafından ikna edilmeyi ister oldular. Bu gelişme ile birlikte erkekler, kur yapma sürecinin denetimini ellerinden kaçırdılar.
İnsanlar birbiriyle tanışmak ister ama bunun başka birileri tarafından ayarlanmasını bekler. İşte bu boşluktan aracı kurumlar, çöpçatan sistemi doğdu. Bu evlilikten arayışından çok çapkınlığın faaliyet alanı oldu.
Müphem cinsel çekimleri üzerinde çalışan Fransızlar; 18. ve 19. yüzyılda özel hayatta karışıklığa meydan vermemek için flört ve çapkınlık (gönül çelenlik) kavramlarını icat ettiler. Aşık kişi, mutlaka bir cinsel partner değil, bir hayran da olabilirdi. Zaten aşk yapmanın başlangıçtaki anlamı cinsel ilişkide bulunmak değil, kur yapmaktı.
Şekil 2: Erkek-Kadın İlişkilerinin Evrimi
Flört, romantik aşka yeni bir istikamet kazandırdı; seksin dâhil olmadığı bir çeşit seks ilişkisi. Sevişmenin hazırlık safhasının sevişme ile noktalanma zorunluluğu olmadan uzatılması ve sürdürülmesiydi. Ancak, gene de insanların büyük kısmı karşısındakini bir an önce ele geçirme telaşında olduğundan, flörtçüler de rol yapmakla suçlandılar.
19. yüzyılda diğer bir ilişki türü halvet oldu. Kadın bazen elbisesini beline kadar sıyırabilir veya çorap ve pabuçlarını çıkarabilirdi. Ama bu uygulama misafir odasında baş başa kalmak kadar tehlikesizdi. Halvet, misafir odası yatak odası kadar sıcak olmadığı için kışa özgüydü.
Kadınlar, taliplerine açılma sürecinde yeni keşifler yapmaya başlamıştı; açıklık ve samimiyet. Bu iki kavram, çiftler arasında neredeyse bir saplantıya dönüştü. Erkekleri hayatın anlamını sorgulamaya davet etmek, cesaret istiyordu. Erkekler ise kendilerini gerçek yüzleriyle göstermekten korkarlar.
Bazı kadınlar ideal aşk düşüncesine takıldılar ve bu onları geriye götürdü. Önce, taliplerinin hayranlığına layık olmadığından kaygılandılar, ardından onları yeterince tutkulu bir aşk ile sevmedikleri düşüncesine kapıldılar. Bu kuşku şu açıklamayı getirdi; “Sizi duygularımın tüm yoğunluğu ile sevemediğim hissine kapılıyorum.”
Kadınlar, metanetlerini büyük ölçüde kaybetmişti ve güven eksikliği en büyük azap haline geldi. Böylece, görünüşte kendine güvenen, buyurgan ve kararlı erkeklere hayran olma eğilimi nüksetti. Bu erkeklerin en önemli hazinesi ellerinde idi; kesinlik.
Ancak, erkekler sandıkları kadar güçlü ve muhakemesine güvenilir çıkmayınca kadınlar alt üst oluyordu; “Sen daha iyilerine layıksın, Leyla”. Sorun artık, sadece doğru erkeği bulmak değil, doğru zamanda yapmak ve sonsuz kadar olmasa da hiç değilse o an için birbiriyle çelişmeyen arzulara sahip olmaktı.
Böylece 1920’lerde Amerika’da ‘çıkma (dating)’ terimi moda oldu. Bu, mümkün olduğu kadar çok kişi ile flört etmek demekti ve Amerikalılar kafayı bununla bozmuştu. Artık aşktan eskisi kadar söz edilmiyordu. Söz konusu olan, özgüven yakalamaktı ve bunu çıktığınız insan sayısına dayanarak yapıyordunuz. Gençler, aşk gibi anlaşılması zor bir şeyle canlarını sıkmak yerine, aldıkları veya kabul ettirdikleri çıkma teklifleri ile popülerlik kanıtlıyorlardı.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında erkek nüfusunun azalması çıkma sisteminin değişmesine neden oldu. Kızlarda çıkmanın yaşı gittikçe erkene giderken, emniyet duygusunun bir kenara bırakılmasının bedeli yüksek oldu. Sırada 1960’ların cinsel devrimi vardı.
Seks (Cinsellik)..
Seksten alınacak hazların kapsamı, yüzyıllar boyunca genişleyeceği yerde daralmıştır. Seks normal koşullarda yabancılara korku ile yaklaşan insanın, bir yabancının cazibesine kapılmasını sağlayan mucizedir. Ne var ki, bugüne kadar, yaratmaya muktedir olduğu, sevgiye ve anlayışa dair güzelliklerin binde birini bile yaratamamıştır.
Cinselliğe ilişkin en iyi çözüm, onu kamusal alandan ihraç edip, dört duvar arasına mahremiyet bölgesine sürmek olarak görüldü. Aşkın dini olduklarını sürmelerine rağmen, hemen tüm semavi dinler seksüel aşktan korkmuş ve onu evliliğin içine sıkı sıkı hapsetmiştir.
İnsanlar normal olarak karşı cinsin ancak haberdar olabildiği küçük bir bölümüne ilgi duymuşlardır. Cinsel hazzın üçüncü biçimi, aşk ve kalıcı yakınlık duyguları doğurur, dolayısı ile yaratıcıdır ama bugüne kadar bir sır olarak değerlendirilmiştir.
Erkekler tarih boyunca seks konusunda kadının sadece çok küçük bir bölümüne odaklandılar. Kongolu yazar Sony Labou Tansi’ye göre; erotizm, aşkı hünerle pişirme sanatıdır. Seks konusunda en yaratıcı fikirler Çinlilerden gelmişti. Konfüçyüsçülük, Budacılık ve Taoculuk seks konusunda farklı düşüncelere sahipti.
Duhul, sevgiyi göstermenin tek biçimi değildir. Boşalma ile sonuçlanmayan cinsel birleşme Çinliler ve Hintliler arasında pek çok taraftar bulmuştu. Bazı eski kavimler doğum sonrası uzun süreli cinsel perhizler uyguluyordu.
M.S.450 civarında, Vatsyayana’nın Kamasutra adlı çalışmasında cinsellikten zevk alma tekniklerini etraflıca bir şekilde anlatılıyordu. Bunu Kşemendra’nın (900-1065) Fahişe’nin Dua Kitabı ve Koka’nın (10-60-1215) İhtirasın Gizemleri gibi eserleri izledi ise de cinsel hazza ilişkin literatür pek değişmeden kaldı.
Çinliler, cinsel etkinliği kendi tıp sistemlerinin merkezine yerleştirmişlerdi. Sağlığı koruma be hastalıkları iyileştirmedeki rolüne bakarak, onu bir rahatlama kaynağı olarak gördüler. Seks, kan dolaşımını hızlandırıyor ve sinir sistemini gevşetiyordu.
Hıristiyanlık, antik Yunan ve Latin toplumlarından farklı olarak tek eşliliği, bekâreti savunuyor, eşcinselliğe karşı çıkıyor, cinselliği sadece üremeye yönelik bir faaliyet olarak görüyordu. Ovidius ve Lucretus’tan bu yana seks literatürüne Avrupa ekleyecek yeni bir şey bulamamıştı.
12. yüzyılda Kilise, fahişeliği destekliyor ve onların kazançlarını en önemli gelir kaynaklarından biri olarak görüyordu. Geçmişten günümüze hayat kadınlığı konusuna başka bir makalede değinmeyi düşünüyorum. 17. yüzyıldan itibaren Kilise’nin ilgisi cinsel davranış, normallik ve sağlık arasındaki ilişki içinde kadından, bedene doğru kaydı .
Cinsellik terimi oldukça geç, 19. yüzyılın başında üreme mekanizmaları ve insan davranışları ile ilgili bilimsel çalışmalar içinde ortaya çıktı. Batıda yoksullar küçük yaşlardan itibaren kendini genital (üreme organı) ile sekse teslim ediyor, evlilik öncesi ilişki zenginlerden yedi kat fazla iken, zenginler üç kat daha fazla fahişeler ile ilişki kuruyorlardı .
Tarihsel süreç içinde zeki kadınlarla zeki erkeklerin bir araya gelişi, seks ile zekâ arasındaki ilişkiyi farklı bir düzleme taşıdı. İki cins arasındaki ilişki platonik olmaktan öteye, dış görünüşler temelinde değil, kişilikler için değer vermeyi, kendilerini ve birbirilerini anlama çabası içinde farklılıklarından yararlanmayı öğrendiler.
Bunların kurumsal yeri ise kadın ve erkek üyeler açık, sohbet konularını şiir, bilim ve insan yüreğinin oluşturduğu dostluk cemiyetleri oldu. Bu buluşmalardan; tartışılan vecizeler, şiirler, mersiyeler, portreler, müzik ve oyunlar doğdu. Edebiyat, bilim, sanat, politika ve görgü kuralları yenilikleri takip etmeye yönelik bilinçli bir çaba söz konusu idi.
Bir aşk yaratıcısı olarak cinselliği her zaman tehdit olmuş olan yabancı madde, kıskançlıktır. Erkekler bir kadına yaklaştıklarında her zaman cinsel ilişki saplantısına kapılmamışlardır. Evliliğin yirmili yaşların sonlarına kadar ertelendiği on yedinci yüz yıl İngiltere’sinde gayrimeşru doğumların oranı yalnızca yüzde üçtü.
Dokunmaya karşı bir tabunun ortaya çıkışı ve dokunmanın yerini cinsel birleşmenin alması son iki yüzyılın ürünüdür. Erkek ve kadın, seks olmadan arkadaşlığın yolunu buldu. Seks artık arkadaşlığa giden bir yol değil, olsa olsa arkadaşlığın içinde bir sorundur. Zamanla aşk ile seksin yolları ayrılsa da cinsel ilişki aşkın vazgeçilmez bir parçası olarak kaldı.
Korku-Kaçış..
Endüstri toplumunun çıkış noktası yoksulluktan kaçış olmuştu. Bu, günümüzde boş zamana, hobilere ve spora doğru bir kaçışa dönüştü. Endişelerin daha fazla ciddiye alınmasını önlemek üzere kayıtsızlığa, mizaha ve alaycılığa itibar edilmeye başlandı.
Dinin kokutmaktan vazgeçmesi sonrasında insanlar, sanki var olma duygusunun vazgeçilmez bir parçası imiş gibi yeni korkular icat etmeye başladılar. On sekizinci yüzyıldan itibaren yeni korkunun çerçevesi ‘güvenlik’ oldu. 1762’de ilk sigorta şirketi ortaya çıktı. Güvensizlik, bugün en yaygın şikâyet haline geldi.
Geceleri aydınlatılan, bekçi koruması altındaki sokaklardan, maddi olanaklarda gelişme arayışına, refah devleti anlayışına geçildi ve bu yılda kıtlıktan, evsizlikten, hastalıktan, yaşlılıktan, işsizlikten korkan insan sayısı azaltılmaya çalışıldı. Ancak bunların karşılığında insanlar, atalarının devlete, din adamlarına veya büyücülere asla ödemediği kadar para ödemektedir.
Evlilikten boşanmaya ve sonra aynı yoldan geriye uzanan kaçış rotası, durmadan yeni şeritlerin eklendiği bir otoyoldur. İnsanların büyük bölümü düşmanları ile savaşmak yerine ondan kaçmayı tercih etmiştir. Kaçmak, hakkı teslim edilmemiş bir sanattır, çünkü girebildiği pek çok biçime rağmen hayata karşı bir tepki olarak algılanmamıştır.
Arzu, düşüncenin babası; korku ise olayın anasıdır. Korku, korkulan şeye yola açar, zoraki bir niyet de zorla arzulanan şeyi olanaksız kılar. Beklentisel kaygı, aşırı niyete ve kendine odaklanan aşırı dikkate yol açar. “Çelişik niyet” ise korkunun, korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin, arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanmaktadır . Çelişkili niyet çaredir yani yapılması gereken insanın kendisinden uzaklaşmasıdır.
Yalnızlık korkusu, hayatı hakkıyla yaşamanın önünde bir engel, tutkuların önünü kesen bir zincirdir. Refah içinde ilerleyen bir dünyada dahi yalnızlık salgını insanları kasıp kavuruyor. Ne kadar başarılı iseniz bu illete yakalanma riskiniz o kadar artıyor ve para bu sorunu çözmüyor.
Tarihe bakılırsa korkudan kurtulmak için genellikle iki yöntem kullanılmıştır. Birincisi bizzat korkunun kendisinden yardım almak, bir korkudan kaçıp diğerine sığınmaktı çünkü böylesi umuda daha çok yer veriyordu. İkincisi, ilginizi korkuyla hiç ilgisi olmayan başka bir şeye yöneltmekti. Bu da tehlikeyi geçici olarak unutmanızı sağlıyordu.
Korkuya en iyi ilaç merak olmuştur ama merak edilenler oldukça sınırlıdır, evrende ihmal edilmiş pek çok kara delik vardır. Bilgi anlamsız korkuları ortadan kaldıramamıştır çünkü bir yandan da gelecekteki olası felaketlere ilişkin yeni düşünceler üretmiştir. Uzmanlar korkutucu açıklamalarına hiç ara vermemiştir.
Farklılaşmış bilinç düzeylerine, uyuşukluğa veya heyecana kaçış, bütün dünyada her zaman değişmez bir tutku olmuştur. Alkol, tütün, çay, kahve ve türlü bitkiler yardımıyla normallikten kaçmayı denememiş tek bir uygarlık yoktur.
İnsanlık, vasatlıktan ve monotonluktan kaçmaya dönük arayışında dur durak bilmemiştir. Kaçışın beraberinde getirdiği sorun, nereye kaçacağınız sorusuna cevap bulmaktır. Derin bir mutsuzluktan mutluluğa kaçamazsınız çünkü bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hedeftir.
İnsan tabiatının belirli bir amacı yoksa sürekli kaçmakla meşguldür. Ancak, dünya sürekli değiştiği için kaçacağınız ideal bir yer de yoktur. Sırf kaçmış olmak için de kaçabilirsiniz ama biliyorsunuz ki düşman hala orada ve hayattadır. Bir amaçları olsun isteyenler, kendilerine kaçmanın dışında çözümler aramak zorundadır.
Kişisel Gelecek..
Bu bölümde, daha önce anlattığımız onca kasvetli ve umutsuz gibi gözülen insanlık geçmişinden ve özel durumlarından sonra neler yapabileceğiniz konusuna değineceğiz. Bu belki de kaderinizi yeniden yazmak ve böylece kendi sonunuza karar vermek için iyi bir rehber olabilir.
Yeni bir gelecek oluşturmanın yolu, geçmişe bakışımızı yenilemekten geçer. Düşüncelerimizin büyük bölümü, ölmüş ya da yaşayan başka insanların düşünceleriyle şekillenmiştir.
Hayatınızın bir amacı olması demek, karar vermeniz demektir. İnsanlar hayatlarında yeni bir sayfa açmaya karar verdiklerinde önlerine her zaman iki güçlük çıkmıştır; birincisi eski alışkanlıklarından nasıl kurtulacakları, ikincisi doğuştan şanslı veya şansız oldukları ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayacakları duygusunu üzerlerinden nasıl atacakları.
Arzularınız ve pişmanlıklarınız, çoktandır unuttuğunuz kökenleriniz ile çeşitli davranış biçimleri içine hapsolmuş kişiliğinizi analiz ederek işe başlayınız. İçinizde olduğunuz çıkmazların benzerleri geçmişte yaşayan pek çok toplum içindeki hayalet bir insan tarafından da yaşandı. Bu da sizi onlarla ‘kardeş ruh’ yapıyor.
Yapmanız gereken elinize-kolunuza sardığınız düğümleri çözmek ve aklınızla hayatınızın çehresini değiştirmektedir. Pek çok insan bu kadar sabırlı olmadığı için başka bir yolu seçer; hayatla alay etmek, umursamamak, böylece hayal kırıklıklarını küçümseyerek acılarını hafifletmek.
Tarihte pek az insan çocuklukta kendilerine bağlanan umutları haklı çıkarabilmiş veya yeteneklerinden küçük bir parçasından fazlasını kullanabilmiş tir. Yaşam gittikçe karmaşık ve açmazlarla dolu hale geliyor ama bu karmaşa çoğaldıkça, kıvrılıp içinde geçebileceğiniz çatlaklar da çoğalıyor; insanların es geçtiği boşlukları bulabilir ve gözden kaçırdıkları ipuçlarını yakalayabilirsiniz.
Yeni insanlarla karşılaşarak ve yeni bir gözlük takarak kendinizi toparlayabilir siniz. Karşılaştığınız insanlardan öğrendikleriniz siz de henüz bilmediğiniz bir insan çıkaracaktır. Cesaret, her gün karşınıza çıkan sürprizlerden zevk almaktır. Hayatınızı karmaşıklaştıran yeni maceralardan kaçmayın.
Bugünün dünyasında üç gelişme sayesinde insanlar arasında başka ilişki biçimleri yavaş yavaş mümkün olmaktadır;
- Artık insanları saldırganlığa iten sadece garez değil, daha çok korku olduğunu biliyoruz. Bu yüzden, en olmadık yakınlıklar ya da ittifaklar oluşuyor.
- İletişim teknolojisi, esnek ve akışkan bir yapıştırıcı olarak tüm insanlığı birbirine kenetlemiştir.
- Bugünkü dünya, eski moda ilişkileri imkânsız hale getirmiş olan çok sayıda eğitimli kadınla doludur.
İnsanları tanıdığımızı sanıyoruz ama aslında onlarda aradığımız şeyleri görüyoruz. İki insan birbirini gerçekten tanımayı başarsa bile aralarında bir mesafe kalıyor; birbirlerine açılamıyorlar. Başkalarında hep kendimizle karşılaşıyoruz, yalnızlıktan kurtulmamız mümkün değil çünkü hayatımızdaki sorunların en süregelen nedeni hala ‘konuşma’nın emekli aşamasında olmasıdır.
Konuşmanın önündeki asıl engel, tanımadığımız bir yüreğe “sözcükleri yerleştirmeyi” bilememizdir . Sorunu daha kronik hale getiren kadınlarla konuşabilmenin gerektirdiği inceliği yakalayabilmektir. Konuşmaya ilham veren şey aramızdaki farklılıklardır. İnsanların eşit olmaya başlamaları ancak, konuşmayı öğrenmeye başlamaları ile mümkün olacaktır .
Bugün insanların büyük bölümü için sevgi, en etkili büyüdür. İki yabancıyı birbiri olmadan yaşayamayacaklarını düşündüren şeydir ve o da korku uyandırır; kaybetme korkusu. İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. İnsanın yaratılışının arkasındaki gizem; insanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşudur . Sevgi, ölüm kadar güçlüdür.
Bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başkasının özünün tam olarak farkına varamaz. İyimserlik gibi umut, inanç ve sevgi ısmarlanacak şeyler değildir. Mutluluk aranmaz, ortaya çıkması gerekir. İnsanın “mutlu olmak” için bir nedeni olmalıdır. Bu neden bulunduktan sonra mutluluk kendiliğinden gelir.
Aşksız geçen bir hayat boşa geçmiştir. Ama mutlu evliliğin sırrı, aşk değildir, aşk asla yetmez. Çünkü aşk, hayal edilenle gerçek arasındaki fark edilinceye kadar geçen zamandır. Gerçek aşk, “farkındalık içeren bir sevgi” ile sağlanır.
Dünyanın her köşesine yayılmış sefaletten, her tür suçu işlemeye ve savaşmaya kadar dünyada var olan tüm sorunların asıl nedeni, insanlığın duygu ve düşüncelerindeki olumsuzluk halidir. Yaşadığımız gezegeni yok etmekle tehdit eden, insanın kavgacı düşüncesidir. İnsanların barış, anlayış ve uyum içinde yaşaması için yapılması gereken peşin hükümlerimizi kafamızdan silmek ve aklın sesine kulak vermek yeterlidir.
Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşamınız yiğitçe, onurlu ve özgün olabilir. Ancak az sayıda insan böylesine yüksek ahlaki standartlara ulaşma yetisine sahiptir. Bu, insanın içsel gücünün, onun dışsal kaderinin üstüne çıkabildiği durumdur. Bu, büyük kaderler, büyük insanlar ilişkisidir.
Her yeni çağ, yeni bir kahraman gerektirir. Başarılı bir meslek hayatı artık kimseyi kahraman yapmaya yetmiyor. Din hala bazı coşkulu takipçilere sahip olsa da din adamı olmayı pek az kişi seçiyor. Karizmatik ve devrimci lider tipine büyüyen bir kuşkuyla bakılıyor. Alçak gönüllü kahramanlar konusunda kıtlık çekilmiştir. Karşı kahramanlar bunun için icat edilmiştir.
Hayattan beklediğim bir şey yok diyenin yapması gereken şey, yaşama yönelik tutumunda temel bir değişmedir. Asıl önemli olan yaşamdan bizim değil, yaşamın bizden ne beklediğini öğrenmemiz ve bunu umutsuz insanlara öğretmemiz gereklidir.
Sağlık, aile, mutluluk, mesleki yetenekler, talih, toplumdaki konum; bütün bunlar tekrar kazanabilecek ya da eski durumuna getirilebilecek şeylerdir. İkinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın. Bunun anlamı, önce şu anın geçmiş olduğunu ve daha sonra geçmişin düzeltilip değiştirilebileceğini düşünmektir.
Sonuç..
İnsan doğası ve toplumun anahtarı içgüdüler, arzular veya rasyonellik değil; uzun aile hayatı boyunca yaşadığı baskı ve duygu karmaşası sonucu faydacı ego psikolojisi temelli düşüncenin ideolojik ağa temel teşkil etmesiydi.
İnsan doğasının merkezindeki bu güdü temel olarak; devlet anlayışı, sosyal yapı ve kültüre de etki etmektedir. Devletin zulmedici kolu altında yaşarken başka insanları ve sevilmeyi umursamamak ya da özgür olmak ve herkesi sevmek, işte bu kavşaktayız.
Dünya düzeni, ekonomi, toplum, aile için olduğu kadar insanoğlunun yeni yaşam biçimi için de bir Rönesans dönemine başlamak zorundayız. Adalet, eşitlik ve özgürlük temelli bir dünya düzeni için yeni bir evrensel toplum sözleşmesine ihtiyacımız var. Gerçek bir siyaset ve hukuk düzeni için demokrasinin sorunlarını çözmeli, zorlama ve şiddet yöntem ve araçlarına başvurulmasının önlemeliyiz.
Dördüncü Sanayi Devrimi ile birlikte insanların temel ihtiyaçları için çalışmak zorunda kalmayacağı, zamanını daha çok sevgi ve mutluluğa ayıracak yeni bir sosyal ve ekonomik sistem hayal etmeliyiz.
Size gelince; insanlar bugüne kadar hayat yolculuğunu tamamlamanın altı ayrı yolu olduğuna, bu yolculuğu yapacak altı değişik ulaşım aracı olduğuna kanaat getirmişlerdir ;
- Bunlardan birincisi itaat etmek, başkalarının muhakemesine teslim olmak, hayatı olduğu gibi kabul etmek. Bu, hapishane otobüsünde yolculuk yapmak gibidir. İtaat etmek, hiçbir zaman kolay olmamıştır, itaat edenler hep sadakat maskelerini çıkarmanın ve intikam almanın özlemini duymuşlardır.
- Mümkün olanın en iyisini koparmak amacı ile hayatla pazarlığa oturmaktır. Meselenin olumsuz yanı, arzularınız karşılandığında tatmine kavuşmanın o kadar kolay olmayışıdır. Sigortasız bir araba ile kaza yapma ve bir daha toparlanamama riski yüksektir. Nitekim bu tür insanlar, başka dünyalara kaçmak zorunda kalmıştır.
- Üçüncü seçenek, kendi bahçemizi yaratmak, liderleri, rakipleri ve meraklı komşuları dünyamızdan çıkarıp atmak ve özel hayatınıza yoğunlaşmaktır. Ancak bu, sırf kendi zevkiniz için bahçenize karavan kurup, ne yapacağınızı bilmemeye benzer. Hiç kimse, bütün ilgisini sadece kendi üzerine yöneltecek kadar ilgi çekici değildir.
- Dördüncü yöntem, (benim seçtiğim yol) bilginin peşine düşmek, ışığa yol almak’tır. Bunu hakkıyla yaparsanız sonunda varacağınız yer bilgelik olacaktır. Geçmişin ezoterik mirası, bugün, her mesleğin kendini korumak için icat ettiği jargonda varlığını sürdürmektedir. Ancak, bilgi hala kendi kuyruğunu yiyen yılandır.
- Beşinci yol; bol bol konuşmak, düşüncelerinizi açığa vurmak, tüm sırlarınızı ve hayallerinizi ortaya dökmek, başkalarının sizin hakkınızda düşüneceklerine aldırmadan ilerlemektir.
Bu yöntem bisikletle yol almaya benzer, herkesin gözü önünde ve karşınıza çıkan herkese el sallayarak ilerlersiniz.
- Son olarak diğerlerine göre çok daha az denenmiş ‘yaratıcılık’ denen altıncı bir yöntem var. Bu, füze ile yolculuk etmeye benzer. Pek çok insan, sanatsal, yaratıcı yanının gelişmesine izin verecek meslekler seçmektedir. Ancak, Bugün yaratıcılık ideali hızla yayılsa da, genç kuşak dünyadan elini eteğini çekerek yaratıcılık uğruna hayatını feda etme heveslisi değildir.
İnsanlık tarihin geldiği eşik sonraki adımın ne olması gerektiğine karar vermektir. Dünya, nereye gittiklerini bilenlere aittir. İnsanlar, dünyaya sonsuz olasılıklar içeren bir yer olarak bakmayı hala öğrenememiştir.
Keşifler çağının henüz daha en başındayız. Hala keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir sevgi menüsü var önümüzde ve bunu yapamadığımız sürece pek çok duygu ziyan olmaya devam edecek. Modern dürtüler insanları daha geniş bir yaratıcılığa çağırıyor.
Bugüne kadar insanlar, kendilerini anlama çabasına başkalarını keşfetme çabasından daha fazla zaman ayırdılar. Dünyanın her yerinden ve her kesiminden insan tanımak, yakın zamanda hayatın anlamını derinden hissetmek isteyen herkesin asgari hedefi haline gelebilir.
İnsanın tabiatına ve insan olmanın ne anlama geldiğine ilişkin düşünceler değişmektedir. İnsanlığın zihninde yeni düşünce biçimleri filizleniyor. Hayatınız ancak maskenizi çıkardığınız zaman başlayacak. Sağlam karakterli insanlar, hayatının dizginlerini elinde tutan ve kararlı kişilerdir.
***