Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 3
2.2. Laiklik bir “Felsefi İnanç” değildir
İddianame laikliği, pozitivist ve rasyonalist bir felsefî inanç olarak tanımlamakta ve savunmaktadır. İddianamede yer alan şu tanımlama ve tasvir, esasen iddianamenin bütününe yansıyan felsefî inancı temsil etmektedir: “Lâiklik, toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir (s. 10-11). Bu ilginç ifadelere karşı söylenecek ilk şey şudur: “Bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşam” yoktur ve bugüne kadar dünya üzerinde hiç kimse “bilime dayanan yaşam”ı icat edememiştir. Böyle bir yaşam biçimi olsa, siyasî yaşam için demokrasinin, sosyal ve kültürel yaşam için özgür tercihlerin bir anlamı kalmaz. O zaman bilim adına bir otoritenin bu yaşamı önümüze koyması ve bizim de ona uygun yaşamamız gerekir.
Bu tanımlama bir felsefî inançtır. Laikliğin “bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi” olduğunu kabul etmek, ancak ve ancak 19. yüzyılda geçerli olan ve “bilimcilik” (scientism, bilimperestlik) adı verilen pozitivizt felsefenin bir türünü benimsemekle mümkündür. “Bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşam” ibaresi, 19. yüzyılda kalmış pozitivizme özgü bir iddiadır. Bu iddia çağdaş bilimin varmış olduğu nokta açısından ilkel, geri ve çağdışıdır. Böylesine geri bir bilim anlayışını savunmak, modern ve ileri bir ülkede kabul edilemez. Bu geri bilim anlayışını laiklik olarak takdim etmek ise, en başta laikliğe haksızlıktır.
Üstelik iddia makamı laikliği bir felsefî inanca dönüştürerek ve bir felsefî inanç halinde savunarak Anayasa’nın 10 uncu maddesini açıkça ihlal etmektedir. Anayasanın bu maddesi herkesi “…dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit” ilan etmektedir. “Felsefî inançlar” konusunda ayrım gözetmemek için devletin, bir felsefî inançtan yana olmaması gerekir.
Aslında 10 uncu madde bu yönüyle aynı zamanda bir laiklik tanımı içermektedir. Uzun tarihi boyunca laiklik prensibi, “kanun önünde eşitlik”i sağlamak üzere yaşam alanı bulmuştur. Çünkü devletin veya siyasî otoritenin dinler karşısında taraf olması, “kanun önünde eşitlik”in gerçekleşmesini engellemiştir. Ancak, devletin dinler karşısında tarafsız olması yeterli olmamıştır. 18. yüzyıldan itibaren rekabet haline giren inançlar arasına felsefî inançlar da girmiştir. Bu felsefî inançlar arasında özellikle din karşıtı olanlar, devletin inançlar konusunda tarafsızlığını temin etmek için dini inançlar gibi mesafeli durması gereken inançlar olarak kabul edilmiştir. Devletin eşitliği tesis etmek üzere tarafsızlığı, sadece dinler arasında değil aynı zamanda felsefî inançlar için de söz konusudur. Devletin tarafsızlığını kaybetme ihtimali olan bir düşünce veya inançla karşılaştığı zaman bunun mutlaka müesses bir din olması gerekmez. Müesses dinlerle rekabet halindeki felsefî inançlardan biri yanında yer alan ve devletin zorlayıcı gücüyle bu inancı benimsetmeye kalkan devlet de tarafsızlığını, dolayısıyla laik niteliğini kaybedecektir.
İddianamede yer alan şu cümle, laikliği anayasal prensip olarak sahip olduğu güçlü konumdan uzaklaştırmakta, felsefî tartışmaların tüketiciliğine hapsetmektedir: “Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir” (s.13). Laiklik bir yaşam felsefesi olamaz. Laikliği “yaşam felsefesi” olarak tanımlamak onu felsefe dünyasının labirentlerinde kaybetmeye yol açar. Oysa laikliğin açık ve sağlam bir hukuk prensibi olarak herkesin anlayacağı ve uyacağı şekilde varlığını sürdürmesi gerekir.
2.3. Pozitivist laiklik ideolojisi çağdışıdır
İddianame, “bilimcilik/bilimperestlik” (Scientism) adı verilen bir felsefî inanca dayanmaktadır. Bilimcilik, doğa bilimlerinin yöntemlerinin sosyal alana da uygulanabileceği varsayımına dayanır. Bu varsayım, pozitivist felsefenin bir önermesidir. Pozitivizmin “denklik teorisi”ne göre doğa ile toplum arasında hiçbir gerçeklik farkı yoktur; toplumda da, doğada olduğu gibi gözlem ve tecrübe ile keşfedilmesi gereken düzenlilikler vardır. Bu varsayımdan pozitivizme özgü çok önemli bir iddia çıkmaktadır: “Gözleme ve tecrübeye dayalı pozitif bilime uygun, bilim tarafından düzenlenmiş bir toplum hayatı kurulabilir.” “Toplumsal ilerleme” fikri de, bu iddia ile temellendirilen bilimsel bilginin gelişmesi ile insanlığın sürekli daha iyiye ve mükemmele doğru evrileceği inancını ifade eder.
19. yüzyıla damgasını vuran bu felsefenin en ileri örneğini Auguste Comte, Pozitivizmin İlmihali kitabı ile vermiştir. Comte, bu kitapta bir “bilim dini”nin unsurlarını, ibadet ve ayinlerini ve örgütlenmesini anlatır. Bu tez, aynı zamanda dinî düşüncenin yerini kaçınılmaz olarak bilimin alacağını ileri sürmektedir. Amaç, bilimsel bir toplum hayatının kurulmasıdır. 20. yüzyılda bu görüşün taraftarı hemen hiç kalmamıştır.
Pozitivist bilim ideolojisi, yücelttiği bilimsel yasalara ve evrensellik ilkesine boyun eğilmesini talep eder. Bilim, bu şekilde buyurgan bir otorite halini almaktadır. Bu anlayış, tek tanrılı dinlerin yerine tek bir bilim anlayışını yerleştirir. Farklı olana, var olma hakkı tanımaz; topluma uyarlandığı zaman da demokrasiye geçit vermez. Çünkü tek bir bilimsel hakikat vardır, herkese düşen o gerçeğe teslim olmaktır. Pozitivizm, bu yüzden demokrasiye karşı çıkışı meşrulaştırmak için totaliter ideolojilerin elverişli aracına dönüşmektedir.
Pozitivist mantık tek biçimliliğin, tekdüzeliğin mantığıdır. Totaliter ideolojilerin dünyası, tek hakikatin peşinde olduğu için pozitivizme dayanır. Tek bir doğru “yaşam biçimi” olduğunu iddia eden totaliter ideolojiler ile iddianamede yer alan “laik yaşam biçimi” arasındaki bağ, pozitivizmin “bilimsel yaşam” bağlantısı ile kurulmaktadır. Başsavcılık sorgulamadan ve incelemeden laiklik diye, bu ideolojiyi savunmaktadır. Bu ideolojiyi savunmak, Anayasamızın 10 uncu maddesine aykırı olduğu gibi, çağdaş dünyaya, hatta doğrudan bugün geçerli olan bilim anlayışına da aykırıdır.
2.4 Başsavcılığın din anlayışı sosyolojik gerçeklikle bağdaşmamaktadır
İddianamede laiklik tek boyutlu bir kavram olarak görülmekte ve bireylerin benimsemesi gereken “bir uygar yaşam biçimi” ve “yaşam felsefesi” şeklinde takdim edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, “toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması” olan laiklik, ülkede yaşayan herkes tarafından benimsenmesi zorunlu bir “yaşam biçimi”dir. Bu zorunlu “yaşam biçimi”nde dinin yeri, bireylerin vicdanıdır. “Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur” (s.18).
Dahası, iddianamede laiklik insanı “Kul” olmaktan çıkarıp “Birey” haline getiren bir ilke olarak görülmektedir. Buna göre laiklik, “İnsanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünce olanaklarını veren” bir ilkedir (s.10-11). İddianamede kul terimi, teolojik ve siyasî anlamları arasındaki ayırım belirtilmeden ve her ikisini de içeren bir şekilde kullanılmaktadır. Eğer birey kelimesi ile Yaratıcıyla bütün bağların koparılması kastediliyorsa, bu durumda laik bir sistem içerisinde dinin kişinin vicdanında dahi yer alamayacağı açıktır. Bu anlayış insanın Yaratıcısıyla ilişkisini ifade eden “kulluk” ile “birey” olmanın birbiriyle çelişeceği varsayımına dayanmaktadır. Halbuki, “iyi/kötü” şeklindeki bir “birey/kul” ayrımının hiçbir teorik ve pratik dayanağı bulunmamaktadır. Laikliğin insanı kul olmaktan çıkardığı şeklindeki tez, bilimsel ve sosyolojik bir gerçeği yansıtmamanın ötesinde kendini hem bir birey hem de Yaratıcının bir kulu olarak gören inançlı insanlar açısından oldukça inciticidir.
Esasen, Başsavcılığın dinin bireysel ve toplumsal yaşamdaki yeri hakkındaki ifadelerinde çelişki ve tutarsızlıklar mevcuttur. Örneğin iddianamenin 17 inci sayfasının üçüncü paragrafında yapılan alıntıda, “Laik düzende özgün bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz” şeklinde dinin özgün bir sosyal kurum olduğu belirtilirken, aynı sayfanın beşinci paragrafında ise “laik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz…” denilmektedir. Diğer yandan, din hem “sosyal kurum” hem de Kavramsal çelişki ile birlikte “dünya işlerinin” genel kapsamı dikkate alındığında birey açısından dinin konumunun ve işlevinin ne derece sınırlandırıldığı daha iyi anlaşılacaktır.
Dinin hukukî düzenlemelere mesnet teşkil etmesi ayrıdır, dünya hayatına bireysel ve toplumsal yaşantıya yönelik değer ve davranışlarda inanan insanlar için kaynak olarak görülmesi ayrıdır. Burada çizilen din anlayışı, kişinin sadece iç dünyası (vicdanı) ile ilgili zihinsel veya duygusal düzeyde kalan kutsallardır. Bu açıdan bakıldığında dinin, toplumsal ilişkilere yansıyan herhangi bir yönü olmamalıdır. Din sadece inanan kimsenin iç dünyasını ya da topluma yansımayan yönleriyle bireysel hayatını tanzim etmeli, dinin sosyal hayat ile bağlantısı mabedin kapısında başlamalı ve kapısında bitmelidir. Bunun dışındaki alanlara dini inançların yansıması mümkün değildir. Bu anlayışa göre, örneğin dinî bayramların resmî tatil olması da laikliğe aykırıdır.
İddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve “dünya işlerine kesinlikle karıştırılmaması” gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığı yoktur.
Halbuki tüm toplumlarda din, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmektedir. Bu nedenle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laiklik, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmez. Bu noktada, iddianamede “devletin ve hukukun” dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılması temel hatalardan birisidir. Bu yüzden din ve vicdan özgürlüğünün dışavurumları olan olgu ve ifadeler, “devletin temel düzenlerinden birini dine dayandırma” gibi çok yanlış bir şekilde yorumlanmış ve suçlanmıştır.
Sonuç olarak, Başsavcılığın laiklik anlayışına esas teşkil eden din algısı, gerçek hayattaki sosyolojik din olgusundan uzaktır. İddianamede ve esas hakkındaki görüşte dine, İslâm’a ve Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik perspektif, Türk toplumu ve Türkiye Cumhuriyetinin hak ve özgürlükler açısından kazanımları, günümüz küresel dünyasının dinî duygu ve olgulara bakışı ve insanlığın inanç ve ifade özgürlüğü noktasında ulaştığı aşama ile örtüşmeyen, indirgemeci ve dogmatik bir ideolojinin ürünü olarak temayüz etmektedir.
2.5 Başsavcılığın “demokratik laiklik” alerjisi anakroniktir
Başsavcılığın pozitivist ve militan laiklik penceresinden bakıldığında, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu ifade eden “demokratik laiklik” kavramı “yeni siyasi terim” olarak görülebilmektedir (Esas hakkında görüş, s. 6). Aslında sorun, laikliğin anlamı ve gerekleri konusundaki bu anakronik bakış açısından kaynaklanmaktadır. Modern demokratik toplumların, din ve vicdan özgürlüğünü öne çıkaran laiklik anlayışı, 19 uncu yüzyılın dini dönüştürmeyi ve sadece bireylerin vicdanına hapsetmeyi amaçlayan pozitivist laiklik anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
İddianamede ve esas hakkındaki görüşte, laikliğin tıpkı Fransa’da olduğu gibi, zaman içinde demokratikleşen bir olgu olduğu gerçeği anlaşılamamıştır. Başsavcılık demokrasi ile laikliğin birlikte anılarak “demokratik laiklik” kavramının kullanılmasına adeta isyan etmektedir. Buradaki temel problem, laikliğin demokrasinin olmazsa olmazı olduğu belirtilirken, demokrasinin de laiklik için vazgeçilmez olduğunun söylenmemesidir. Demokrasinin olmadığı yerde laikliğin tek başına bir anlamı yoktur. Yakın tarih laik bir siyasi ve hukuki yapıya sahip olup da totaliter olan çok sayıda siyasi rejimin varlığına tanıklık etmiştir. Bugün de birçok devlet, dinin devlet işlerine karıştırılmaması anlamında laik olduğu halde, demokratik anayasal devlet niteliğine sahip değildir.
Laikliğin dinamik bir kavram olduğu ve devletin demokratikleşmesi sürecinde laiklik anlayışının da demokratikleştiği bir gerçektir. Laikliğin dünyada en katı şekilde uygulandığı Fransa’da bile bu dönüşüm yaşanmıştır. Bu ülkede de demokratikleşme sürecinde laikliğin ikinci temel unsuru olan din ve vicdan özgürlüğü diğer özgürlükler gibi gelişmiştir. 1905 yılında çıkarılan kanunla din ve devletin birbirine müdahale etmemesi ilkesi benimsenmiştir. Bu dönemde tartışma ve gerilim kaynağı, Kilisenin yönettiği özel okulların laik devlet sistemindeki yeri olmuştur.
Laiklik zamanla radikal ve militan uygulamalardan arınarak, din ve vicdan özgürlüğüne daha fazla yer veren demokratik bir görünüm kazanmıştır. Laikliğin demokratikleşmesi, onun toplumsallaşması sürecini de hızlandırmıştır. Kısacası, bir yandan laiklikle hızlanan modernleşme süreci, diğer yandan laikliğin kendisinin demokratikleşmesi, toplumun geniş dindar kesimlerinde de laik devlet ve demokrasinin benimsenmesini sağlamıştır.
Türkiye’de de laikliğin, din ve devlet işlerinin ayrılığı anlamındaki tanımı elbette devam etmekle birlikte, bu ilkenin diğer boyutu olan din ve vicdan özgürlüğü Tek Parti dönemine göre, tıpkı ifade, toplantı ve örgütlenme özgürlükleri gibi, oldukça gelişmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olan laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi gibi diğer niteliklerle eklemlenerek bugünkü halini almıştır.
Nitekim bu sosyolojik dönüşüm, laikliğin toplumsal açıdan algılanmasını ölçmeye yönelik bilimsel çalışmalarda da ortaya çıkmaktadır. Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın Kasım 2006’da yaptıkları sosyolojik araştırma bu bakımından son derece önemlidir. “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” adlı bu bilimsel araştırmaya göre, toplumda laikliği benimsemeyenlerin oranı ciddi ölçülerde düşmüştür. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarda da benzer sonuçlara ulaşılmıştır.
Çarkoğlu ve Toprak’ın araştırması, aynı zamanda iktisadi seviye yükseldikçe laikliği benimseyenlerin oranının arttığını göstermektedir. Bu noktada AK Parti’nin yoksulluğun etkilerini azaltmak için uyguladığı sosyal yardım politikalarıyla, izlediği ekonomik büyüme ve gelir dağılımı politikalarını çok iyi değerlendirmek gerekir. (Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul: TESEV Yayınları, 2006).
AK Parti, bir yandan “devletin temel düzenlerini” Avrupa standartlarına uyarlayarak laikliğin hukuki boyutunu güçlendirirken, diğer yandan da demokratik özgürlükleri genişletmek, din ve vicdan özgürlüğüne özen göstermek ve ekonomik politikalarıyla refahı yükseltmek suretiyle laikliğin toplumsal temellerini pekiştirmiştir.
Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmek ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabilir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, partimizin laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği iddiasının hiçbir somut, nesnel ve bilimsel dayanağı bulunmamaktadır.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne yansıyan “demokratik laiklik” alerjisine paralel olarak, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan çok partili yaşamı “irtica”yla ilişkilendirme gayretiyle mahkum etmeye çalışması anlaşılır gibi değildir. Başsavcı, adeta çok partili siyasi yaşamın laiklikten tavizi ve bazı siyasi partilere sızan “irtica”ya primi beraberinde getirdiğini savunmaktadır. Halbuki, çok partili, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin olmadığı bir yerde laiklik de kendisinden beklenen toplumsal ve siyasal işlevi yerine getiremez.
Pozitivist ve militan laiklik anlayışının iddianame ve esas hakkındaki görüşe yansımalarından biri de, AK Parti Genel Başkanının “yaşam tarzı”nın değişmediğine dair sözlerinin “takiyye”nin itirafı olarak değerlendirilmesidir. (İddianame, s.33, Esas hakkındaki görüş, s.34). Başbakanın “Siyasete girerken farklı, siyasetten sonra farklı bir yaşam tarzı mı uygulayacağım, halkımı mı aldatacağım? Dün neysem, bugün de oyum, değişemem, değişmedim” şeklindeki sözlerinin, laikliği tek ve resmi “yaşam biçimi”nin herkese dayatılması olarak gören bir bakış açısıyla anlaşılması güç olabilir. Halbuki, partimizin benimsediği siyasi bir ilke olarak laiklik, bireylerin “yaşam biçimleri”ni değiştirmeyi ve herkesin ortak bir “yaşam biçimi”ni benimsemesini değil, tersine farklı yaşam tarzlarının bir arada var olmasını gerektirmektedir. Bu durum, Başsavcılığın “yeni siyasi terim” olarak nitelediği, “demokratik laiklik” anlayışının bir gereğidir.
Tam da bu nedenle, “demokratik laiklik” kavramına vurgu yapan değerlendirmeler de esas hakkındaki görüşte eleştirilmektedir. Başsavcılığa göre “batılı bazı siyasetçiler, …“demokratik laiklik-laikliğin zorla dayatılması” gibi kavramlar üreterek, Ülkemizin kuruluş felsefesini, Anayasal düzenini, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerini görmezden gelmişlerdir” (s.10). Laikliğin, özgürlükçü yorumunu vurgulamak için kullanılan “demokratik laiklik” gibi kavramlar, sonradan üretilmiş “yeni siyasi terim”ler değildir. Başsavcılık, AK Partinin kapatılması girişimini Avrupa Birliği’nin benimsediği demokratik ve özgürlükçü laiklik anlayışı açısından eleştiren AB yetkililerinin tavrından rahatsız olmuştur. Halbuki, bu eleştiriler Türkiye’nin AB’ye üyeliği için çok önemli adımlar atmış bir partinin laiklik aleyhine odak olamayacağına dair açık ve yalın gerçeğin “batılı bazı siyasetçiler” tarafından görüldüğünü göstermektedir.
Başsavcılık, ilk cevabımızda Batı demokrasilerinde siyasi parti davalarına çok istisnai olarak rastlandığı yönündeki argümanımıza karşı çıkarken şu tespiti yapmaktadır: “Bazı batı ülkelerinin Anayasalarında laiklik ilkesi ya hiç yer almamış, ya da çok az değinilmiştir. Çünkü bu ülkelerde laiklik, herhangi bir siyasal tartışmanın konusu olmayacak kadar içselleştirilmiştir” (s.8). Oysa laiklik bütün dünyada tartışılmaktadır. Avrupa Anayasası tartışmalarında, Tek Avrupa hedefinde en çok tartışılan konuların başında laiklik gelmektedir. Farklı laiklik uygulamalarını içinde barındıran Avrupanın özgürlükçü bir yorum benimsemesi, dikkatle takip edilmesi gereken bir tecrübedir. AB temsilcilerinin Türkiye’deki laiklik tartışmalarına müdahil olmaları da bu birikimin sonucudur. “Bizim laikliğimiz sadece bize özgüdür” sözü, sadece demokrasi karşıtlığını temellendirebilir. Laiklik evrensel bir birikimdir. Türkiye’nin tek özgün tarafı, laiklik prensibinden demokrasi karşıtı yorumlar üretilmesidir. Demokrasiyi imkânsız hale getiren bir laikliği savunmak, kestirmeden azınlık diktasını savunmak demektir
Diğer yandan, esas hakkında görüşte yer verilen şu ifadeler de ilginçtir: “Uzun mücadelelerle kazanılmış, evrensel bir hak mertebesine yükselmiş laikliğin tartışmaya açılması, meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi ve temel anayasal kuralları karşısında olanaksız bulunmaktadır” (s. 11). Bir kere, “demokratik laiklik” kavramını “üretilmiş” olarak niteleyen iddia makamının, siyasi bir ilke olan laikliği, muhtemelen farkında olmadan, “evrensel bir hak” olarak sunması, kavram üretmenin tipik bir örneğidir. İnsan hakları literatüründe “laiklik hakkı” diye bir kavram yoktur. Tıpkı “demokrasi hakkı” ya da “kuvvetler ayrılığı hakkı” gibi kavramların olmadığı gibi. Laiklik, baştan beri vurguladığımız gibi devletin sahip olması gereken bir niteliktir.
İkincisi, laikliğin “meşruiyetinin ve uygulanabilirliğinin referandum gibi yöntemlerle yeniden sorgulanması çabaları” olarak ifade edilen ithamın hiçbir dayanağı yoktur. Partimiz hiçbir zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmemiştir. Laikliğin uygulamada neyi gerektirdiği konusundaki tartışmalar ise, demokratik ülkelerin tamamında rastlanabilecek türden tartışmalardır. Bunları laikliğin meşruiyetinin sorgulanması olarak göstermeye çalışmak, bu kavramın demokratik ve özgürlükçü yorumu yerine onun tam da karşı olduğu dogmatik yorumunu benimsemekten kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, bu davada temel sorun, AK Partinin evrensel standartlarla uyumlu demokratik laiklik anlayışının, Başsavcılığın savunduğu bireyi ve toplumu nesneleştirici ve dönüştürücü laiklik anlayışına aykırı görülmesidir.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder