Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 4
II. BU DAVADA SUNULAN DELİLLERİN İSPAT HUKUKU BAKIMINDAN DELİL OLMA DEĞERİ YOKTUR
Partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu hakkında ikna edici hiçbir delil sunulamamış ve müddei iddiasını ispat edememiştir. Müddeinin iddiasını hukuki delillerle ispat etmesi ispat hukukunun en temel ilkesidir. İspat, olguların doğruluğu hakkında hâkimde kanaat uyandırmak için geçerli ve gerekli delillerin sunulmasıdır. Bir parti kapatma davasında kullanılabilecek deliller, partinin tüzük ve programı ile yayınladığı yazılı açıklamalar ya da doğruluğu kesin olarak tespit edilmiş ses ve görüntü kayıtlarıdır.
Başsavcı ispat konusunda hiçbir etkisi ve önemi olmayan yüzlerce gazete kupürü ve internet çıktısını doğru düzgün bir tasnife dahi tabi tutmaksızın ekler arasına istif etmiş bulunmaktadır. Bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, yargılamada zamandan ve emekten tasarruf adına böyle yapmayarak, gerçekten delil olabilecek yazılı belge ve ses kasetlerini ayıklayarak delil olarak sunması beklenirdi. Bu davada partimizin tüzük ve programı ile yazılı açıklamalarında laikliğe aykırı hiçbir husus bulamayan Başsavcı, eylemlerin Anayasaya aykırılığına dayalı dava açabilmek için doğruluğu ispatlanmamış yüzlerce gazete haberleri ile birkaç ses kaydını delil olarak sunmuştur. Esas hakkındaki görüşe birkaç ses kaydı eklenmesi, iddianamede delil olarak sunulan gazete kupürlerinin hiçbir hukuki değere sahip olmaması nedeniyle, son bir gayretle delil gösterme çabasının sonucudur. Bu durum bile, Başsavcılığın sadece gazete haber ve yorumlarının tek başına delil olamayacağını zımnen kabul ettiğini göstermektedir.
Sunulan bu deliller de partimizin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği” isnadını ispatlamaktan çok uzaktır. Bu nedenle, aşağıda ayrıntılı olarak açıklayacağımız üzere bu davanın ispat hukukuna aykırılıktan da reddi gerekir.
1. Bu davada delillerin önemli bir kısmı dava açılmasına karar verildikten sonra üretilmiştir
Bu davada toplanan delillerin erişim tarihlerine bakıldığında delilerin çok büyük bir kısmının dava açmaya karar verilmesinden sonra toplandığı izlenimi oluşmaktadır.
Yargılama hukukunun temel ilkesi delillerden sonuca gitmek iken, partimiz hakkında açılan davada bu ilke tersine çevrilmiş görünmektedir. Önce dava açmaya karar verilmiş, daha sonra da bunun için delil toplanmıştır. Nitekim iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete haber ve yorumlarının büyük bir kısmı bunların yayınlanmasından yıllarca sonra internet yoluyla derlenmiştir. Bu nedenle bu dava adeta bir “google davası”dır. Başsavcı, çok sayıda haber ve yorumu dava açma tarihine yakın bir zamanda anahtar kelime yazarak “google” arama motorundan arama yapmak suretiyle elde etmiştir. Örneğin, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 nolu eklerinde yer alan bazı deliller bunlardan sadece birkaçıdır. Bu şekilde internetten elde edilen gazete haber ve yorumlarının 2 Şubat 2008 Cumartesi ve 3 Şubat 2008 Pazar günleri indirildiği görülmektedir. Bu durum Başsavcılığın partimiz hakkında dava açabilmek için hafta sonu tatilinde bile yoğun bir mesai yaptığını göstermektedir.
Ayrıca iddianamede delil olarak sunulan konuşma ve haberlerin önemli bir kısmı, söz konusu konuşmaların yapıldığı ve haberlerin yayınlandığı tarihlerden çok daha sonraki tarihlerde, ilgili gazetelerin internet sayfalarından arşive ulaşılarak elde edilmiştir. Nitekim, delil olarak sunulan eklerin önemli bir kısmında gazetelerin internet sayfalarından elde edilen haberlere ilişkin erişim tarihlerine bakıldığında bu durum rahatlıkla anlaşılmaktadır. Aralarında ilgili haberin yayınlandığı tarih ile bunun Başsavcılık tarafından gazetenin internet sayfasından indirilip delil olarak dosyaya konulduğu tarih arasında üç veya dört yılı geçen örneklere de rastlamak mümkündür. Hatta, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 Ağustos 2001 tarihli bir gazetede yayınlanan açıklamasına yer verilen iddianamedeki 5 nolu ek, bu haberin üzerinden yedi yıldan daha fazla bir süre geçtikten sonra, 10 Mart 2008 tarihinde ilgili gazetenin internet sayfasından indirilerek elde edilmiş ve delil olarak sunulmuştur.
İddianame eklerinde sunulan belgelerden partimiz hakkında delil toplama çalışmasının 24-25-26 Ekim 2007 ve 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Kapatma davasında delil oluşturma endişesinin çok yoğun biçimde kendisini gösterdiği bu iki zaman dilimi de anlamlıdır. 24-25-26 Ekim 2007 tarihindeki birinci delil oluşturma girişimi partimizin güçlenerek çıktığı 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimleri ile Cumhurbaşkanı seçimi sonrasına denk gelmektedir. 30-31 Ocak, 1-2 Şubat 2008 tarihlerindeki ikinci delil toplama girişimi ise farklı siyasi partilere mensup 411 milletvekilinin kabulü ile Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerinin değiştirilmesi dönemine rastlamaktadır.
İddianamede delil olarak kullanılan gazete kupürlerinin çok az bir kısmı, ilgili gazetelerden günü gününe kesilen kupürlerden oluşurken, büyük kısmı ise sonradan belli bir zaman diliminde gazetelerin internet sayfalarından arşiv taraması yapılarak çıktı alınmak suretiyle verilmiştir. Örneğin, bu bağlamda iddianamedeki 5, 7, 8, 16, 22, 24, 31, 32, 33, 35, 38, 39, 40, 42, 63, 73, 79, 80, 81, 83, 84, 86, 92, 99, 102, 103, 108, 112, 119, 134, 145 ve 178 nolu ekler bu biçimde konuşmanın veya haberlerin yayınlandığı tarihten yıllar sonra internet teknolojisinin imkanlarından faydalanılarak elde edilmiştir. Bu örnekler AK Parti hakkında önceden kararlaştırılmış kapatma davası için sonradan delil toplama gayretinin açık bir göstergesidir.
Öte yandan iddianame eklerinde delil olarak sunulan gazete kupürlerinin bir kısmında sadece gazetelerde partimizle ilgili yer alan haber ve yorumlara yer verilen kısımların fotokopisi sunulmuş, ancak, gazete adı ve yayın tarihi belirtilmemiştir. Bu biçimdeki örnekler iddianamenin hem özensiz biçimde acele olarak hazırlandığını göstermekte, hem de laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu izlenimini verebilmek amacıyla partimiz aleyhine delil oluşturma gayretinin ne derece ciddiyetten uzak olduğunu gözler önüne sermektedir.
Ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmak bir hukuk garabetidir.
Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde, Siyasi Partiler Kanununun 106 ncı maddesi uyarınca, idari mercilerin siyasi partilerle ilgili yasak fiil ve haller hakkında edindikleri bilgileri Başsavcılığa bildirmeleri gerektiği halde, AK Parti hakkında “eklenen yüzlerce kanıttan hiçbiri(nin) bu kanaldan intikal ettirilmemiş” olduğu, bu “kanıtlar”ın tamamının Başsavcılık tarafından re’sen yapılan araştırma sonucunda edinildiği belirtilmektedir. Başsavcıya göre “bu durum bile … davalı partinin kamu görevlileri üzerinde yarattığı etkinin açık göstergesidir” (s.23).
Başsavcı “Bu durumu” yanlış yorumlamaktadır. Partimiz hakkında idari mercilerden laikliğe aykırı fiil ve haller olarak nitelendirilebilecek herhangi bir bilginin Başsavcılığa iletilmemiş olması, iletilebilecek bir delilin bulunmadığını göstermektedir. Ayrıca, tüm kamu görevlilerinin AK Partinin etkisinde kalarak yasal yükümlülüklerini yerine getirmediğini ileri sürmek, masumiyet karinesine aykırı bir şekilde bu kişileri suçlamak ve töhmet altında bırakmak demektir. Esasen Başsavcının “yüzlerce” dediği “kanıtlar”, başörtüsü konusundaki farklı açıklamalardan ibarettir.
2. Davada delil olarak sunulan beyanlar ve haberler hukuken delil değerine sahip değildir
İddia makamı tarafından partimiz aleyhinde ileri sürülen delillerin büyük bir kısmı gazete haberleri ve yorumlarından oluşmaktadır. Bu haber ve yorumların, gerçeklikleri başka ikna edici delillerle desteklenmedikçe, tek başına delil olma vasıfları bulunmamaktadır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi, yakın tarihli bir siyasi parti kapatma davasında, davalı parti genel başkanının yaptığı ileri sürülen bir konuşmanın sadece bir dergide yayınlanmış olmasını ispat için yeterli kabul etmemiştir. Mahkemeye göre “İddianamede yapıldığı ileri sürülen konuşma hakkında kanıt gösterilmemiştir. Her ne kadar, Sancak Dergisi’nin Ocak 1994 tarihli sayısında bu konuşmaya yer verildiği belirtilmiş ise de, konuşmanın yapıldığı saptanamamıştır.” (E. 1997/1, K. 1998/1, K.T. 16.1.1998).
Partimiz mensuplarına atfedilen sözlerle ilgili olarak, bir kaçı dışında, ses ve görüntü kaydı sunulmamıştır. Kaldı ki, sunulan ses ve görüntü kayıtlarının da tek başına kesin delil olma durumu söz konusu değildir. Teknik açıdan bunların sahte olmadığı kanıtlanmalı ve ayrıca gerçek olduğu kanıtlananların da Anayasanın 38 inci maddesinin altıncı fıkrası uyarınca hukuki yöntemlerle elde edilmiş olduğu ortaya konulmalıdır. Bunu yapacak olan da iddiada bulunan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’dır.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi de bir iddiayı desteklemek için sunulan ses ve görüntü kayıtlarının başka delillerle doğrulanmadıkça kullanılamayacağını belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, “Başkaca inandırıcı ve pekiştirici kanıtlar bulunmadıkça yalnızca ses bantlarının… çok ağır bir isnada… ciddilik kazandırabilmesi bir hukuk Devletinde düşünülemez.” Böylece Anayasa Mahkemesi, bir delilin “isnadın ciddiliği görüşüne desteklik edebilecek bir nitelikte” olması gerektiğini vurgulamıştır. (E. 1971/1, K. 1971/67, K.T. 17.8.1971 ve 19.8.1971). Ayrıca, bir siyasi parti kapatma davasında da Mahkeme, davalı partinin “kasetlerin tek başlarına delil olamayacakları” iddiasını kabul etmiştir. Buna göre, “Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Askeri Yargıtay'ın kökleşmiş içtihatlarına göre ses bantları ve kuşkusuz video kasetleri yan delillerle doğrulandığı ölçülerde delil olarak kabul edilmektedir.” (E. 1993/3, K. 1994/2, K.T. 16.6.1994).
Başsavcı esas hakkındaki görüşünü hazırlarken Türkiye içinde topladığı delillerin yeterli olamayacağını görmüş olacak ki, delil toplama çabasını ülke sınırları dışına taşırmıştır. Esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, İran’da yayınlanan bir gazetede çıkan yazıda Türkiye’de bir İslam Devrimi beklentisi olduğunun yazıldığı iddiasına yer vererek (s.25), bunu partimiz aleyhine delil olarak sunmuştur. Yurt dışındaki bir gazetede yer alan bir iddianın hangi mantıkla partimizle ilişkilendirildiğini anlamak mümkün değildir. Böylesi bir mantıkla delil oluşturmak bizi son derece tehlikeli noktalara götürebilir.
3. Gerçeğe aykırı iddialar delil olarak kullanılamaz
İddianamede partimiz mensuplarına atfedilen söz ve faaliyetlerden bir kısmı doğruluğu başkaca delillerle desteklenmeden basında haber yapıldığı şekliyle delil olarak gösterilmiştir. Hatta basında yer alan haberlerden bir kısmı da tahrif edilmek suretiyle deliller arasına eklenmiştir.
Örneğin Başbakan’ın New Straits Times’a verdiği mülakat iddianamede ve ardından da esas hakkındaki görüşte tahrif edilmek suretiyle delil olarak sunulmuştur.
Başbakan’a atfedilen ‘‘Modern bir İslam devleti olarak Türkiye, medeniyetlerin uyumuna örnek olabilir’’ (s.27) sözü, iddianamedeki çarpıtmalara dayalı kurgulamanın tipik bir örneğidir. Başbakan’ın Malezya’da yayınlanan New Straits Times adlı gazeteye verdiği mülakat söz konusu gazetede İngilizce’ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Ek’te dönemin Star Gazetesinin talebi üzerine Malezya’nın Türkiye Büyükelçiliği tarafından gönderilen ve anlaşılan oradan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iletilen New Straits Times (NST) gazetesinin söz konusu mülakata ilişkin sayfalarında Başbakan Erdoğan’ın “İslam devleti” anlamına gelebilecek hiçbir sözü bulunmamaktadır. Delil olarak sunulan kısmın İngilizcesi şöyledir:
“NST: What role would Turkey want to play in global affairs as a modern Muslim nation?
Erdogan: Turkey can serve as a model of how Islam and democracy can coexist in a harmonious way. Turkey will prove (Samuel) Huntington wrong when he said that there would be a clash of civilisations. Turkey can show that harmony of civilisations is possible.”
Nitekim, bu mülakatın Türkçe orijinali Başbakanlık Basın Merkezi’nin resmi internet sitesinde tam metin olarak yer almıştır. Mülakatın ilgili kısmı şu şekildedir:
“SORU: Türkiye modern Müslüman bir ülke olarak, ne gibi bir rol oynamak ister?
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN: Türkiye, İslâmiyet'in ve Demokrasinin, ahenkli bir biçimde birarada bulunabildiğini gösteren bir model olabilir. Türkiye, bir medeniyetler çatışması yaşanabileceğini söyleyen Samuel Huntington'un yanılmış olduğunu kanıtlayacaktır ve medeniyetlerin ahenk içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterebilir.”(EK-3)
Tek başına bu örnek bile, İngilizce metinlerin çevirisi yaptırılmadan ve doğruluğu araştırılmadan, kasıtlı gazete haber ve yorumlarından önyargılı bir şekilde aynen aktarılmak suretiyle “Ek” olarak sunulması, partimiz hakkında “delil” oluşturma çabasının ne boyutlara ulaştığını açıkça göstermektedir.
Bu gerçeklik karşısında farklı bir yaklaşım sergilemesi gereken Başsavcı esas hakkındaki görüşünde de tahrifat yapmaya devam ederek şöyle demektedir: “İddialarımızı doğrulayan kanıtlar, Başbakanın gazetecinin sorusuna verdiği yanıtın içindedir. Başbakan yanıtında, Türkiye'nin geleceğine ilişkin değerlendirmeler yaparken, geçmişine ilişkin de sonuçlar çıkarmaktadır. Laik ve demokratik bir ülkenin ‘İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği bir model’ olacağını ifade ederken, bu tespitin arkasında Cumhuriyetin laik karakterinin yadsınmasının yanı sıra, ülkemizde şimdiye kadar İslamiyet ile demokrasinin bağdaştırılamadığı, bir çatışmanın yaşandığı ön yargısı ve değerlendirmesi vardır.” (s.41). Başsavcılığın, ne anlama geldiği çok açık olan bir metinden, “niyet okuyuculuğu” yöntemiyle bu kadar farklı anlamlar çıkarma başarısı karşısında şapka çıkarmak gerekir. Öte yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde bu konuda tahrifat yapmayı sürdürmektedir. İddianamede Başbakan’ın bu konuşmasının tamamen tahrif edildiğini ilk cevabımızda açık bir şekilde ortaya koyduktan sonra, tahrifatı ortaya çıkan Başsavcılık bu defa da esas hakkındaki görüşünde kelime oyunları ile farklı bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Başbakan’ın konuşmasında geçen “Türkiye İslamiyet'in ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabildiği” ifadesi, "İslamiyetin ve demokrasinin ahenkli bir biçimde bir arada bulunabileceği” şeklinde kullanılarak farklı bir anlam üretilmeye çalışılmıştır.
Basında yer alan haberlerin ek delillerle doğrulanmadan kullanılması, hiçbir zaman var olmamış “olgu”ların delil olarak gösterilmesi gibi bir garabeti de ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, İddianamede, Meclis eski Başkanı Bülent Arınç’ın “laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri” arasında, “Başkanlığını yaptığı TBMM’nin mescidinde Kuran kursu açıldığının yazılı basında yer aldığı” şeklinde bir ifadeye de yer verilmiştir (s.57). Başsavcılık konuyla ilgili biraz araştırma yapmış olsaydı, bu haberin tamamen düzmece olduğunu öğrenebilirdi. Nitekim bu konuda CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar tarafından TBMM Başkanı Bülent Arınç’a yöneltilen “TBMM kampusü içindeki mescitte Kur’an Kursu açılıp açılmadığı” şeklinde bir soru önergesi üzerine mesele aydınlatılmıştır. Bu soruya verilen 3.7.2005 tarihli cevapta Mecliste Kur’an Kursu açılmadığı, kurs açma yetkisinin de Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtilmiştir (EK- 4).
Aynı şekilde, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmalar da iddianamede delil olarak kullanılmıştır. Halbuki, kamu adına hareket eden iddia makamının iddianamesini gazete kupürlerine dayandırırken, bu haberlerle ilgili tekziplerin olup olmadığını da araştırması gerekirdi. Ayrıca aynı haber birden fazla basın ve yayın organında birbirinden farklı şekillerde yer almış olmasına rağmen, iddianamede bunlardan sadece maksada uygun olduğu düşünülenlerin alınması da objektiflikten uzaklaşıldığını göstermektedir.
Öte yandan Başsavcı esas hakkındaki görüşünde, basında yer alan haberlerin tekzip edilmemiş olmasını bunların doğru olduğuna karine saymaktadır. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira, bir gazete haberinin tekzip edilmemiş olması orada yer alan hususların doğru olduğu anlamında gelmez. Birçok Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere gazete haberlerinin destekleyici başka kanıtlarla doğruluğunun ispatlanması şarttır. Aksi durumda basında hakkında gerçek dışı haberler yer alan ancak tekzipte bulunmayan ya da bulunamayan kişilerin bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek şekilde suçlanması tehlikesi ortaya çıkabilir. Tekzip kişinin kendi isteğiyle başvuracağı bir yoldur ve kişileri buna zorlamak mümkün değildir. Sayısız basın yayın araçlarının hergün onbinlerce haber yaptığı bir ortamda kişilerin bundan haberdar olabilmesi bile çoğu defa mümkün değildir. Örneğin Başsavcı hakkında yakın zamanda basın yayın organlarında binlerce haber yer almış ve bir kısmında da çeşitli ithamlarda bulunulmuştur. Eğer Başsavcı bunları tekzip etmediyse doğru olduğuna mı hükmetmek gerekir? Bir hukuk devletinde kişileri kendi haklarındaki asılsız haberleri takip ve tekzibe zorlamak mümkün olmadığı gibi, salt bu haberlerle o kişileri suçlamak da sorumluluk hukuku ilkeleriyle bağdaşmaz.
İddianamede, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “Reformlar sancılı olur… Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu. Bu konuda sabır ve zamana ihtiyacımız var. Önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz.” (s.85) şeklinde beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. Binali Yıldırım’ın bu konuşması çeşitli basın organlarında yer almış, bunlardan sadece birisinde “kanlı oldu” ibaresi geçmiştir. Oysa bu konuşmaya yer veren çok sayıdaki diğer yayın organlarında bu ibare kesinlikle bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanaklarında da, söz konusu cümle “Reformlar sancılı olur. Reformları uzlaşarak yapmak toplumun menfaatinedir. Reformların bir kısmının sonu alındı. Bir kısmının da zamana bağlı olarak alınacaktır. Kırıp dökmeden iş yapmak zorundayız” şeklinde yer almaktadır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde bu konuşmayla ilgili haberin yer aldığı gazetenin tekzip edilmediğinden bahisle konuşmanın yapıldığı derneğin resmi tutanağının doğruyu yansıtmadığını ileri sürmektedir. Başsavcının bu konuşmayı düzenleyen kuruluşun resmi tutanağı yerine, doğruluğu başka kanıtlarla desteklenmeyen söz konusu gazetenin haberine itibar etmesi kabul edilemez. Öte yandan, bir an için Binalı Yıldırım’ın “Tarihte de bu reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu” sözünü söylediğini varsaysak bile bunun laikliğe aykırı bir söylem olarak takdim edilmesi yanlıştır. Kaldı ki Yıldırım, iddianamede yer verilen konuşmasında bu biçimdeki yöntemi tasvip etmediklerini de “önemli olan bir şeyi yaparken kırıp dökmemek ve bu da bizim hassasiyetimiz. Yolumuza da bu şekilde devam edeceğiz” sözleri ile ifade etmektedir. İlginçtir ki, Başsavcı da esas hakkındaki görüşünde “laikliğin dini dogmalara ve hurafelere karşı verilmiş uzun ve kanlı bir mücadelenin ürünü olduğunu” (s.10) söylemektedir. Biz de şimdi Başsavcının bu sözünü, laikliğin korunması için yapılmış bir “şiddet çağrısı” olarak mı yorumlamalıyız? Bir an için Binali Yıldırım’ın bu sözü söylediğini varsaysak bile, Başsavcının kendisi söyleyince sorun teşkil etmeyen bir sözü, AK Partili birisi söyleyince kapatmaya delil olarak sunması tam bir tutarsızlıktır.
Yine iddianamede AK Parti Mardin Milletvekili Nihat Eri’nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak “Böyle olunca da gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,” dediği ileri sürülmüştür (s.77). Halbuki söz konusu konuşma iddianamede ileri sürüldüğü gibi olmayıp, bu konuşmada kesinlikle “tekke” kelimesi geçmemiştir. Nitekim Komisyon Başkanı da bu durumu teyit etmiştir. Ayrıca, basında çıkan haberler üzerine Nihat Eri, “tekzip” metni göndermiş, ertesi günkü yayınlarında bir kısım gazeteler açıklamalarından bahsetmiştir. Tekzipten hiç bahsetmeyen bir gazete muhabirine Basın Konseyi tarafından “uyarma” cezası verilmiştir.
Diğer yandan, iddianamede AK Parti İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın açıkça “Bu benim düşüncem. Partimin düşüncesini soruyorsanız, henüz bu konuyu konuşmadık” şeklinde ifade ettiği kişisel görüşleri adeta partimizi bağlayan beyanlar olarak gösterilmiştir (s.98). Bağış bu konuşmanın bazı kısımlarını tekzip ettiği ve tekzip metni 7 ve 8 Şubat 2008 tarihli basın ve yayın organlarında yer aldığı halde iddianamede bu husus belirtilmemiştir. Aksine, bu konuşmanın bağlamından koparılarak ve tekzipler dikkate alınmadan, Merve Kavakçı hadisesiyle irtibatlandırılmaya çalışılması (s.124), iddianamenin deliller açısından zayıflığını ve kurgusal boyutunu gösteren diğer bir çarpıcı örnektir. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Egemen Bağış’ın bu sözleri söylediğine ilişkin bir ses kaydından bahsetmekle birlikte, ekte sunulan deliller arasında buna dair bir kayıt bulunmamaktadır.
İddianamede, bir televizyon programında “AKP'nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Ayşe Böhürler’in türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, bu doğrultudaki önerilerini Burhan Kuzu’nun, ‘Acele etmeyin ona da sıra gelecek’ diye yanıtladığı” şeklindeki ifadelere yer verilmiştir (s. 95).
Bu iddia da tamamen gerçek dışıdır. Burhan Kuzu, hiçbir yerde böyle bir açıklama yapmamıştır. Bu konuda yayınlanan gazete haberlerine itibar etmek yerine, söz konusu televizyon programının kasetleri izlenmiş olsaydı, iddianamede bu asılsız sözlere yer verilmezdi. Nitekim Kuzu, hakkında bu yönde çıkan gazete haberlerini tekzip etmiş ve bu tekzip yazısı daha önce bu yanlış haberi yayınlayan gazetelerin köşe yazarları tarafından da yayınlanmıştır. Başsavcı esas hakkındaki görüşünde Burhan Kuzu’nun söz konusu televizyon programında “susmak suretiyle” başkasının söylediği sözü onayladığını söyleyerek, iddianamedeki ithamının yanlış olduğunu itiraf etmektedir. Ancak ne yazık ki Başsavcı, Burhan Kuzu’nun susmasından bile bir anlam çıkararak suçlamasını sürdürmektedir. Bir hukuk devletinde kişilerin susmasını bile hukuka aykırı gören bir zihniyet hak ve özgürlükler bakımından endişe vericidir.
Aynı şekilde, iddianamede partimiz Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin’in “kamuda türban takılması” hakkında beyanda bulunduğu ileri sürülmüştür. (s.97). Ancak, Fatma Şahin’in konuşması bazı basın organlarında tamamen çarpıtılarak yer almıştır. Şahin, daha sonra “kamuda çalışanların başörtüsü takması gerektiğine ilişkin bir düşüncesi ve çalışmasının olmadığını” açıkça belirtmiş ve bu konudaki düzeltmeler farklı basın organlarında yer almıştır. Ne yazık ki, bu düzeltmeler de iddianamede yer almamıştır. Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde Fatma Şahin’in sonradan böyle bir sözünün olmadığını açıklamasının hiçbir değeri olmadığını iddia etmektedir. Fatma Şahin böyle bir ifadesinin bulunmadığını belirtmek için tekzipte bulunmanın dışında acaba daha ne yapabilirdi? Bu tekzibe rağmen ne yazık ki Başsavcının önyargısı değişmemiştir. Bu durum bize Einstein’ın “önyargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur” sözünü hatırlatmaktadır.
İddianamede Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın; 2004 yılı Nisan ayında Almanya’da Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte “Eğer bir kadın kapanması gerektiğini düşünüyorsa, bu konuda bir demokrat olarak sadece şunu söyleyebilirim: buna hakkı var…Türban takılması, kamu kuruluşlarında mümkün olabilir…Bizim kadınlara kendi kurallarımızı zorlamaya hakkımız yok. Aksi halde bir yan konudan büyük sorun yaratırız” dediği ileri sürülmektedir. (s. 89). Oysa Mehmet Aydın bu sözleri Almanya’da o tarihte yaşanan başörtüsü tartışmaları hakkında söylemiştir. Mehmet Aydın’a Almanya’da adı geçen gazete muhabiri, “Berlin’de başını örterek devlet okulunda derslere giren öğretmen nedeniyle Almanya’da yoğun şekilde İslami başörtüsü tartışılmaktadır. Hicap (başörtüsü) İslamcı aşırılığın bir simgesi midir?” şeklinde sorular yöneltmiştir. Aydın’ın iddianamede yer verilen sözleri bu soruya verilen bir cevap olup, Türkiye’deki sorunla ilgisi yoktur.
Diğer yandan, iddianamede Konya'nın Seydişehir Belediye Başkanı İbrahim Halıcı’nın ''İnşallah bütün okullar imam hatip olacak'' dediği, ileri sürülmektedir (s.105). Sadece Cumhuriyet gazetesinde yer alan bu iddia tamamen asılsızdır. İddianamedeki bu söz, İbrahim Halıcı’nın konuşmasını haber yapan 30 Mart 2008 tarihli çok sayıdaki yerel gazetenin hiçbirinde yer almamıştır. Buna rağmen Başsavcılığın esas hakkındaki görüşünde hala bu iddiasını sürdürmesi anlaşılır gibi değildir.
5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder