Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadi SOMUNCUOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2019 Pazartesi

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1


Sadi Somuncuoğlu,
03.10.2018




















Giriş.,

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “Kudretli Albay” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.



15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.
CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.
Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.
Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.
Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları Kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve Eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci Dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 

   1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.
1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.
Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre (1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.
Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. 

Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.
MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve Oylama,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.
Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘ Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.
Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. 
Bugün Türkiye’de herkes Demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru.,

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. 
Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. 
Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. 
Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. 
İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. 
Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim Teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.
Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası.,

12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  
Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. 
İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. 
Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. 
Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. 
Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 Projesi ve seçilen hedef.,

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. 
İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.
Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.
Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.
ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün Amacı neydi?.,

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.
Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. 

İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün Sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b) 12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.
– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.
– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk Milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.
Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç.,

Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.
Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.
Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.
Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç;

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin sahibi Türk Milletidir.
Alıntı;

https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

17 Mart 2019 Pazar

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 4

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 4


Bir ve egemen olan Türk Milleti, açıkça inkâr ediliyor. Birçok parçaya ayrılıyor. Aslında bu, milli-üniter devletimizin yıkılması demektir. Bu anlayış yeni değildir. 
Osmanlı devrinde de, İngilizlerin adamı Prens Sabahattin ile Hürriyet ve İtilaf Partisi, Osmanlı Devletine “Ademi Merkeziyet ve liberalizm” sistemini kabul 
ettirmek için çok uğraştı, ama başaramadı. 

Konuyla ilgili olarak daha da ayrıntılı bilgi vermek için, “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adıyla 1993’te yayınlanan kitaptan, Erdoğan ile yapılan röportajı 
okumalıyız. Buradaki sorular ve cevaplar şöyle: 

RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ 
gibi tezler yanlıştır. 
Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. (Buradaki “herkesin” sözünden bireyleri değil, etnik/ırk gruplarının küme kimliğini anlamak lazım. SS) 
Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler. 
RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler (özerklik. SS) sistemi benzeri bir şey yapılabilir. 
Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse 
RTE: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa… 
Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir… 
RTE: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir. 
Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur? 
RTE: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır. 
Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı? 
RTE: Ona orda hudut tayin edemem. 
Soru: O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz. 
RTE: Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum. 
Soru: Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyorsunuz. 
RTE: Tasarlayamam çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır ki! 
Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda… “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, 
Özbekistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum! 
RTE: Onu meşru olarak görmüyorum. (23) 
Bu röportajda; “Kürtler bağımsızlık isterlerse” sorusuna verilen “Coğrafi bütünlük içerisinde evet” ve “coğrafi bütünlükten kastınız misak-ı milli sınırları mı”? 
sorusuna verilen “Ona orda hudut tayin edemem” cevabı daha da ileri hesapların olduğunu düşündürmektedir. 

Röportajın Özeti; İşte size, “çok ortaklı devletin” temeli 

Erdoğan’ın hedefi gayet açık. Bu gün de bunları savunuyor. Türkiye sadece Türklerin değil, 27 etnik gruba aittir. Atatürk devleti Türklere göre kurmakla yanlış 
yapmıştır” gibi söylemlerin tamamı, bu iddialardan kaynaklanıyor. Soyu, boyu, aşireti ne olursa olsun hepimizin, bir olan Türk Milletinin eşit, şerefli evlatları 
olduğumuz gerçeği inkâr ediliyor. Hatta Selçuklu, Osmanlı da dâhil, bu topraklardaki bin yıllık ortak tarih ve medeniyetimiz de yok sayılıyor. 

Bölücü terör örgütü PKK’nın başı APO’nun, “Türkiye vatandaşlığı” ve “coğrafi bütünlük içinde kalarak” çözüm dediği, “Demokratik Cumhuriyet Projesi”,(24) 
(İki kimlikli, iki dilli, iki özerk bölgeli cumhuriyet) de böyle değil mi? Habur, Oslo ve İmralı mutabakatı da bu gerçeği teyit etmiyor mu? 

Zannederiz ki bu değerlendirmeler, “yeni” anayasa ve ”yeni” Türkiye adı verilen toplum mühendisliği çalışmasında, siyasi iktidarın konumunu belirlemeye 
yetecektir. 

İşte biz buna bölünme diyoruz. Ama bu görüşü savunanlar; milli devletten vazgeçip, çok ortaklı devlet kurulunca, ülke büyüyecek, bu herkesin menfaatine 
olacaktır. “Milli Birlik ve Kardeşlik” tesis edilecek, ülkeye “barış ve eşitlik” gelecek diyebiliyorlar. Sanki bu devasa boyutlu çalkantılar, “çocuk oyuncağı” ve 
bu yayılmayı emperyal güçler seyredecekmiş gibi. Şu anda Suriye’de süper güçler restleşmiyormuş, sanki Saddam Kuveyt’e böylesine telkinlerle 
sokulmamış gibi. 

Geçmişte kanlı bir şekilde dağılan Yugoslavya’dan, emperyalistlerin zorla, kanla ve katliamla kurduğu bugünkü bölünmüş Irak’ın başına gelenlerden ve Libya 
ile Suriye’de yaşanan vahşetten ibret alınmadığı hayretle ve dehşetle görülmektedir. 

Sözün burasında yine soralım: Acaba iktidar, BOP ve PKK ile aynı görüşte denebilir mi? Hayır. Bir yol arkadaşlığından bahsedilebilir. Anlaşıldığı kadarıyla “çok ortaklı etnik federasyona” geçilince, siyasi iktidarın projesi tamamlanıyor, yol bitiyor, devam etmiyor. 

Ama PKK ve BOP’un yolu devam ediyor. PKK’nın yolu “Büyük Kürdistan”, BOP’un yolu, “Büyük Ermenistan”, “Büyük İsrail” ve “Büyük Yunanistan” kuruluncaya kadar devam ediyor. 

Unutmayalım ki, bütün bunlar bin yıllık haçlı seferlerinin değişmeyen emelidir. 

“Çok ortaklı etnik bir devlet” kurdurularak, ülkemiz kanlı bir iç çatışma tuzağına düşebilecektir. Bu gidiş neden görülmüyor? Komşularımızın başına gelenlerin, 
tuzağa düşürülmüş Türkiye için daha da vahim sonuçlar doğuracağı, neden kestirilemiyor? BOP’a göre, ülkemiz böylesine kanlı bir iç çatışmaya 
sürüklendiğinde, Allah korusun, “Büyük Kürdistan”a geçiş yapılacaktır. 

Bu bölünmek demektir, sonucu iç çatışmadır. Ülke bu kaosta çırpınırken, haçlılar yola devam edecektir. 

“Büyük Kürdistan” kuruldu diyelim, bu ortamda durumu ne olacaktır? Haçlının asıl hedefi, bu topraklarda Türk-İslam medeniyetini yok etmek olduğuna 
göre, cevabı açık değil mi? 

SONUÇ 

Anayasalar ve yasalar donmuş metinler değildir. İhtiyaca göre geliştirmeye ve değiştirmeye muhtaçtır. Ancak; bütün bunlar devletin milliliği ve milletin egemenliği ile oynanmadan, yapılmalıdır. Esasen temellerimizi yok edecek böyle bir yıkıma, kurucu irade, anayasamız, tarih şuuru ve sorumluluğumuz, kültürümüz ve egemenlik hakkımız izin vermez. Hiçbir iktidarın ve meclisin de böyle bir yetkisi yoktur. 
Çünkü bu ana yapı asırlardan beri gelen ve bedeli ödenmiş kutsal bir emanettir. 

Buna rağmen devletin temelleri değiştirilirse, kanaatimizce bu silahsız darbe olur. 

Çünkü devletin birinci görevi; Türk Milletinin birliğini, vatanın bütünlüğünü ve devletin bağımsızlığını korumak ve yaşatmaktır. Tarihin derinliklerinden gelen 
egemenliğini yok etmek ve ülkenin bütünlüğünü bölmek değildir. Hiçbir merci ülkenin bir parçasını, mesela Doğu Trakya’yı Yunanistan’a veriyorum diyemez. 
Böyle bir durum vaki olduğunda, Anayasa hukukçularının söylediği “milletin direnme hakkı” doğar. Bu ilke konusunda Alman Anayasası şöyle diyor: m.20/4 : 
“Bu anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.”(25) 

1982 Anayasamızın Başlangıç bölümünün son cümlesi şöyledir; “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” 

Eğer maksat samimi olarak anayasamızı daha “demokratik”, “özgürlükçü” ve “temel insan haklarına saygılı” hale getirmek ise, bu mümkündür. 
Bunun için milli kültürümüzde, parçası olduğumuz uluslararası hukukta buluşmak yeterli olacaktır. Acele etmeden, en geniş manada uzlaşarak 
çalışmaya başlanmalıdır. 

Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu çerçevede geliştirilip imzalanmış olan uluslararası bütün sözleşme ve anlaşmalar bize yardımcı olacaktır. 

Böyle bir düzenin kurulabilmesi için de, önce yargının gerçekten bağımsız ve tarafsız olması, hukuk devletinin teşkili şarttır. 

Bu yapı oluşturulmadan; devlet ve millet adına hiçbir adil düzen kurulamaz. Demokrasi ve özgürlükten, hür medya ve haberleşmeden, katılımcılıktan, özellikle partilerin demokratikleşmesinden, toplumda korkusuzca yaşamadan, insan temel hak ve özgürlüklerinden, inanç, ibadet, düşünce ve ifade hürriyetinden, nasıl bahsedilebilir? 

Umulur ve temenni edilir ki, aklın ve ilmin yolu seçilir; devletin ve milletin kimliğiyle uğraşmak gibi, hiçbir iktidarın hakkı ve üzerine vazife olmayan 
tehlikeli yanlışlardan vazgeçilir, masum milletimizin gerçek ihtiyaçlarının karşılanması esas alınır. 

Milli birliğimiz ve bütünlüğümüzün sağlamlaştırılması için; öncelikle ayrımcılığı, bölücülüğü, ırkçılığı ve siyasi etnikçiliği reddeden, milli-üniter yapımızı daha da takviye eden bir anayasa yapılmalıdır. 

Bu anayasa mutlaka “adalet mülkün temelidir” ilkesi üzerine inşa edilmelidir. Bu durumda; demokrasi, özgürlük, bireylerin eşitliği, kalkınma, huzur, kardeşlik ve insan temel hak ve hürriyetlerinin ancak bu yapı içinde gerçekleşebileceği görülecektir. 

Böylece ülkemiz, varlığına yönelen saldırılara karşı milli güçlerimizle gerçekten savunulur; kanlı terör belası ve haçlı planları ortadan kaldırılarak, milletimiz birlik içinde, refah ve zenginlik yolunu tutar, vatanımıza huzur gelir. 
Böylece milli devlet, güçlü iktidar yapısıyla ayağa kalkabilir, Türk-İslam medeniyetiyle çevremize ve insanlığa hizmet sunacak konuma gelebiliriz. 

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ HAKKINDA 

Merkezimiz ilk olarak Temmuz 2008 tarihinde, Eski Devlet Bakanı Sadi SOMUNCUOĞLU başkanlığında, faaliyetlerine Ankara Balgat adresinde başlamıştır. 
Yaklaşık iki buçuk yıl burada çalışmalarını sürdürdükten sonra faaliyetlerinin genişlemesi üzerine Ocak 2011’de şimdi bulunduğu Kızılay’daki 
yerine taşınmıştır. 
Kuruluşundan bu yana önceden belirlenmiş programı çerçevesinde ilgi duyan herkese açık olan hizmetlerine kesintisiz olarak devam etmektedir. 

Bilgi Şölenleri ismi ile her hafta Çarşamba günü gerçekleştirilen sistematik toplantılarda, ülkemizin temel meseleleri, alanında uzman kişiler tarafından sunum ve tartışmalar eşliğinde incelenmektedir. Bu çalışmaların amacı Türkiye ve Türk-İslam Dünyasının ana meseleleri üzerinde kapsamlı bir bilgi birikimi ve görüş birliği sağlamaktır. Bugüne kadar 191 Bilgi Şöleni yapılmıştır. 

Yine bu amaçlar doğrultusunda serbest sohbet imkânı sağlayan Cumartesi toplantıları da aralıksız olarak sürdürülmektedir. 
Bilgilendirici ve kaynaştırıcı nitelikte olan bu sohbetlerde gündemin önemli olayları beyin fırtınası şeklinde değerlendirilmektedir. 
Geniş katılım ile yapılan bu çalışmalar, ülkemiz içinden ve dışından, her yerden takip edilebilmesi için video şeklinde internet sitelerimizden yayınlanmaktadır. 

Öte yandan belirli kıstaslara göre seçilen üniversite ve sonrası dönemi gençlerine milli bir şuur kazandırmak üzere, belli bir program dâhilinde, bilgi seminerleri verilmektedir. 

Önemli gördüğümüz bir diğer çalışmamız da, dağınıklık içerisinde, tek tek kalmış ve birçok fedakârlıkla faaliyetlerini sürdürmeye çalışan milli düşünce 
kuruluşlarıyla, birlikte hareket imkânını oluşturmak ve bir işbirliği zeminini hazırlamaktır. Bu ortak çalışmamız müspet bir sonuca ulaştığında, bu kuruluşlarımız milli hedeflerimiz doğrultusunda güç birliği sağlamış olacaktır. 
Bunların yanında merkezimiz ülkemizin öncelikli sıcak meseleleri hakkında kamuoyunu aydınlatmak üzere yayınlar da yapmaktadır. 

Yayınlanan Eserler şunlardır: 

1- Son Haçlı Seferi: PKK Açılımı – Ocak 2010 
2- Etnik – Irkçı – Bölücü PKK Terörünü Doğru Anlamak – Temmuz 2011 
3- “Yeni” Anayasanın Şifreleri – Kasım 2011 
4- Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Hangi Milletin Devleti? - Haziran 2012 

Merkezimizin bütün çalışmalarını, bilim adamlarımızın makalelerini ve yurt içinde ve dışında gelişen önemli olaylara ait haberleri internet sitelerimizden dileyen herkes kolaylıkla takip edebilmektedir. 

GMK Bulvarı Özveren Sokak Nu:2/2 
Demirtepe Durağı Kızılay/ANKARA 
Tel: 0 (312) 231 31 94 – 95 Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
www.millidusunce.org 
www.millikanal.com 
e-posta: bilgi@millidusunce.org 
www.millidusunce.org 
www.iktidarmuhalefet.com

Kaynaklar: 

(1) Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1985 2)A.g.e, s. 96 
(2) a.g.e.173 
(3) Hürriyet, 23.10.2011 
(4) Fuat Köprülü, Akşam, 28 Teşrinievvel, 1334 (1918) 
(5) Hüseyin Rahmi Akyüz (Ed.), Yeni Anayasa Raporu II, Ankara, Memur-Sen (Memur Sendikaları Konfederasyonu), Aralık 2011. 
(6)http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Iste-Abant-Toplantisi-sonuc-bildirgesi/739126 (06.05.2012) 
(7)Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 
http://www.haber3.com/iste-gulenin-anayasa-onerisi-1121607h.htm (06.05.2012) 
(8) Avrupa Birliği Üyesi Bazı Ülkelerin Anayasaları, T.C. Adalet Bakanlığı, Mayıs 2011, s.265 
(9) Avrupa Birliği Üyesi Bazı Ülkelerin Anayasaları, T.C. Adalet Bakanlığı, Mayıs 2011, s.265 
(10) M. Kemal Pekdemir, Tarihin En Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, 2008, s.39 
(11) Pekdemir, a.g.e. s.39 
(12) Necdet Sevinç. Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü, 2008, s.434 
(13) İlhan Bardakçı, Zaman Gazetesi, (a) 7 Temmuz 1995 
(14) Dr. Ali İhsan Gencer, İlk Osmanlı Anayasasında 
Türkçenin Resmi Dil Olarak Kabulü Meselesi. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yayınları no:423, Armağan, Kanunu Esasi’nin 100. Yılı 
(15) Sevinç, a.g.e. s.435 
(16) Pekdemirli, a.g.e. s.46 
(17) a.g.e. s.47 
(18) “Yeni anayasanın şifreleri” Milli Düşünce Merkezi 
(19) II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Meclis-İ Mebusanı’nın Çalışmaları (1908-1912) 
http://ulkunet.com/UcuncuSayfa/mehmet_kaan_calen_4849.pdf 
(20)http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=1301085 
(21)Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması), İnsan Hakları Derneği yayın 
(22)http://www.milliyet.com.tr/ocalan-in-dort-ayakli-paradigmasi/fikretbila/siyaset/yazardetay/08.12.2010/1323501/default.htm 
(23)http://bianet.org/bianet/bianet/102616-dtp-kongresi-sonuc-bildirgesinin-tam-metni 
(24)http://www.akparti.org.tr/site/haberler/tezimiz-turkiye-cumhuriyeti-vatandasligi/36643 
(25)Cumhuriyet Tartışmaları (Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler) [Röportajlar] [Hazırlayanlar: Metin Sever, Cem 
Dizdar], Ağustos 1993 (2. Baskı), 462 S. Başak Yayınları. S. 417-431. 
(26)http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/03/03/abdullah_ocalan_genel_af_onerdi?paging3 


***

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 3

DEVLETLERİMİZ ve ANAYASALARIMIZ. BÖLÜM 3


Osmanlı’nın egemenlik anlayışına bakalım: 

Bugünkü tartışmaları bire bir Osmanlı da yaşadı. Devletin kimliği ve dili açısından bugün iddia edilenler, o dönemin adeta kopyası gibidir. 
Demek ki biz bu filmi daha önce de görmüşüz. Ama ders almadığımız ve tarih şuurundan mahrum olduğumuz için, başımız yine belada. 

Bugüne kadarki; 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasaları sıfırdan yapılmıştır, ama devletin Türk Milleti’ne ait olduğunu gösteren kurucu hükümler hep aynı kalmıştır. Aynı kalması da kaçınılmazdı. Zira devletin kurucusu hep Türk Milletiydi. Anadolu Beylikleri, (Bu dönemde bile etnik grupların egemenliği yoktu.) Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti, tek başına Türk Milletinin devletiydi ve ortağı da yoktu. 

Meşrutiyet dönemini hatırlayalım. Sultan Abdülhamit Han Padişah. 1876’da ilan edilen Kanunu Esasi tartışılıyor. Entrikalar birbirini kovalıyor. 
Anayasa için üç ayrı komisyon kuruluyor. Mithat Paşa’nın başkanlık ettiği komisyonun devletin diliyle ilgili teklifi, “yeni ve sivil” anayasa diyenlerle aynı. Okuyalım: “Osmanlı halkının her biri, kendi lisanı üzere talimi tekellümde serbesttir.”(10) 

İlginçtir, anayasa çalışmalarının arkasında o gün de Batılı güçler vardır. Basın yoluyla kamuoyunu yönlendirmek, çıkarlarına uygun bir anayasa yapılmasını sağlamak için işbirlikçi devlet adamlarını desteklemekteler. Birkaç misal verelim: 

İngiltere’de yayımlanan 15.11.1876 günlü Westminster Gazette’nin haberine bakalım: 

“İstanbul’daki Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin anayasa hazırlıklarında verdikleri destek, Türkleri bir kere daha medeniyet kapısından içeri sokacaktır. 
Anayasanın, üzerinde müzakereler yapılan bir maddesine göre, Osmanlı Devleti’nin çeşitli milliyetleri bundan sonra artık kendi dilleri ile okuyacaklar, yazacaklar ve devlete başvuruda bulunacaklardır. Böylece çok yakın zamanda, 
her milliyetin kendi muhtar idaresine kavuşması da imkân dâhiline girecektir. Türk asıllı olmayanlar, geri kalmış bir kültür olan Türkçenin engellerinden kurtulacaktır.”(11) 

Bu yazının sonundaki imzanın sahibi ise, “Evangelos Petridis, Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü ve Patrik Yardımcısıdır.” 

Bugün Ruhban Okulunu açmaya çalışanlar, PKK’nın siyasi ve demokratik çözüm (!) talebini savunanlar, “Kürt sorunu” güçle değil, ancak siyasi diyalogla 
çözülebilir dayatmasını yapan, dış güdümlü işbirlikçiler meselenin köklerinin nerelere kadar gittiğini anlamak için bu haberi iyice okumalıdırlar. 

Anayasa ortak komisyonda müzakere edilirken, Trablusşamlı Bahattin Dai Efendi şu teklifi yapar: 

“Peygamber efendimiz Arapça konuşur. Her padişah Türkçenin kısırlığının kurbanı olmamak için, Arapça öğrenir. 
Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dairesi olması gerekir.” (12) 

Görülen o ki, o zaman da, günümüzde olduğu gibi, devletin kurucusu olan Türk Milleti’ne karşı, Müslim-Gayrimüslim aynı safta yer alabilmişler. 
Bugün de aynı olması anlamlı değil mi? 

Sadrazam Mithat Paşa, Nafıa Müsteşarı Ermeni Odyan Efendi’yi, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby’ye gönderip desteğini ister. Odyan Efendi; “Bu anayasa Hıristiyan ve diğer uyrukluların hukuklarını daha fazla temin edecektir. 
Bu konuda istediğiniz güvenceyi hükümetim kabul edecektir. Anayasayı Avrupa hükümetleri tarafından garanti altına almanızı teklif ediyorum…” der. Bu talep Osmanlının içişlerine açıktan karışmak olarak görüldüğünden kabul edilmez. (13) 

136 yıl önce yaşanan bu ibret verici acı gerçekler, bugün de aynen tekrarlanıyor. İçeride ve dışarıda işbirliği halinde, devletimizin temellerini oymaya, egemenliğimizi paylaştırmaya ve Türk Milleti’ni aldatmaya çalışıyorlar. 

Devam edelim. Anayasa hazırlama komisyonu uzun tartışmalardan sonra orta yolu bulur. Taslağın 18. Maddesi şöyle olur: “Osmanlı ülkesinde yaşayan 
unsurların her biri kendilerine ait dil ile eğitim ve öğretimde muhtardır. Fakat devlet hizmetinde bulunmak için devletin resmi dili olan Türkçeyi 
bilmek şarttır.” (14) 

Yani resmi dil Türkçe, ama unsurların diliyle eğitim ve öğretim serbest olacaktır. 

Bu öneriler bugün de aynen önümüze konuyor. Koca Osmanlı’yı halletmişler, demek ki şimdi sıra bugünkü devletimize gelmiş oluyor. Tarih tekerrür ettirilmek isteniyor. 

Bu metne sadece Eğinli Sait Paşa itiraz eder ve Sultan Abdülhamit Han’a bir layiha (rapor) verir. Durumu yakından takip eden Sultan Abdülhamit Han, Mithat Paşa’yı çağırtıp, şu uyarıda bulunur: 

“Bilmeliydiler ki Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerimi Arapça okumaktan vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşulmasından ve Türk lisanından 
başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı Kanun-u Esasi’yi bana getirmeyin.” (15) 

Padişahın kararlı tutumu üzerine madde düzeltilir. Ama dil tartışmaları mecliste de devam eder. 12. oturumda 

Suriye Milletvekili Nevfel, Erzurum Milletvekili Ermeni Hanazap ve İstanbul Milletvekili Vasiliki Efendi, devletin dilinin değiştirilmesi amacıyla ortak bir teklif 
hazırlar. Buna göre; “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu belirten madde değiştirilmeli ve resmi dil olarak Türkçe ile beraber Rusça ve Ermenice 
de kabul edilmelidir.” (16) 

Önergeyi gören Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa öfkeyle; 

“Bu ne vicdansızlık ve bu ne vefasızlıktır!.. Sizler hala evinizde, okullarınızda, kitaplarınızda kendi dilinizle yazıyor ve konuşuyorsanız, bu imkânı bu devletin 
alicenaplığına borçlusunuz. Teklifinizi vermemiş olun. Ben de duymamış olayım” (17) diyerek işleme koymaz. 

Bugün de, Mithat paşalar, Odyan efendiler, Nevfel efendiler, Hanazap efendiler, Vasiliki efendiler görev başındadırlar. Ancak Sultan Abdülhamit Han gibi bir 
devlet başkanımız, Ahmet Vefik Paşa gibi bir Meclis başkanımız, Sait Paşa gibi bir devlet adamımız var mıdır? 

Gerçekler ortada… 

Evet, demek ki değişen bir şey yok. Emperyalistler de, işbirlikçileri de aynı. Haçlılar gemi azıya almış merhametsizce saldırıyor. 

Birinci olarak; şu çarptırılan kavramlar meselesi ile devam edelim. “Osmanlı herkesin devletiydi” diyorlar, bu ifade bireyler için söyleniyorsa doğrudur. 
Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Ancak söz konusu “egemenlik” ise yanlıştır. Zira egemenlik millete, Türk Milletine aittir. Bireye değil. 
Birey egemen değil, hür olur. Doğru cümle; “Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti de herkesin devletidir. Egemenlik ise, her ikisinde de Türk Milletinindir” şeklinde olmalıydı. 

İkincisi olarak; “Demokrasi”, “özgürlük” ve “eşitlik” gibi kavramlar, bütün dünyada bireyler/vatandaşlar için kullanılır. Etnik, ırk, din, felsefi görüş, cinsiyet, sosyal sınıf gibi topluluklar için söz konusu edilemez. Çünkü en basitinden, bunların küme adına hareket etmesi, oy kullanması, hukuk önünde eşitliği, özgürlüğü ve demokratlığı olmaz. İnsanlık kümelerin eşitliğini sağlayacak hukuki kriterleri bulamamıştır. Ama bireylerin eşitliğini sağlayacak kriterler sözleşmelerle ortaya konulmuştur. Bireylerin eşitliği, kümelerin eşitliğini de sağlar. 

Toparlarsak; Büyük Atatürk ve arkadaşlarının, Osmanlı Devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini, aynen Osmanlı Devletinde olduğu gibi, 
Türk Devleti olarak kurması, son derece isabetli ve gerçekçi olmuştur. Asırlardan beri süren Türk egemenliğinin ve çağın gereği de buydu. 

Soruyoruz; “Etnik gruplar yok sayıldı, inkâr edildi, devlete ortak yapılmadı. Osmanlı böyle değildi” dayatması üzerine “yeni” anayasa peşinde koşanlar, 
acaba yaptıklarının ne manaya geldiğini vicdanları önünde hiç sorguluyorlar mı? 

Bu gerçek dışı iddia, Türk Milletini bir bütün olarak görmek istemeyenlerin zihniyetinin ürünüdür. Sosyal gruplar Türk Milleti’nin parçası ve unsurudurlar. 
Bireyleri eşittir. Uluslararası hukuk ve dünya düzeni de böyledir. 

TBMM veya siyasi iktidar “yeni” anayasa yapabilir mi? 

TBMM veya parti iktidarları, ihtiyaç halinde Anayasayı ıslah edici değişiklikler elbette yapabilirler. Hatta görevleridir. Bunda ihtilaf olamaz. Ancak, 
Türk Milletinin asırlardır devam eden egemenliğini değiştiremezler. 
Çünkü bu egemenlik, binlerce yıl öteden başlayan, bugüne ve yarına akıp giden Türk Milletine ait bir hayat hakkıdır. Bu hakkın ortadan kaldırılması, 
Türk Milletinin yok edilmesine denktir… Millete düşmanlıktır. Türk Milleti var oldukça, Türk’ün egemenliği de yaşayacaktır. 

Konuyu teknik yönüyle ele alan değerli hukukçu Prof. Dr. Çetin Yetkin şu analizi yapıyor: 

“Yeni bir anayasa yapılıp yürürlüğe girinceye kadar, eskisi yürürlükte kalacaktır. O halde, yapılacak tüm işlemler yürürlükteki anayasaya uygun olmalıdır. 
Bu açıdan 1982 Anayasası’na bakarsak, her şeyden önce, 11/1. Madde hükmünün şöyle olduğunu görürüz 

6. Maddenin 2. fıkrasında denilmektedir ki, ‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.’ 
Anayasa Yapmak hiç kuşkusuz, bir devlet yetkisinin kullanılmasıdır. O nedenle, ilk olarak TBMM’nin Görev ve Yetkileri başlığını taşıyan 87. ve sonraki 
maddelere baktığımızda Meclis’in tüm yetkileri tek tek sayıldığı halde böyle bir yetkinin tanınmadığını görüyoruz. 
İdare ile ilgili 123. ve sonraki maddelerde de böyle bir yetki söz konusu değildir. 

1982 Anayasası’nın 175. Maddesi Anayasa maddelerinin nasıl değiştirilebileceğini hükme bağlamıştır. Başka bir deyişle, Anayasa’da yapılacak herhangi bir “değişiklik”, yine Anayasa’nın belirlediği biçimde yapılabilecektir. Nitekim şu ana değin hep böyle yapılmıştır. Ancak, burada söz konusu olan 
“ Maddelerde değişiklik” tir. Sıfırdan yeni bir Anayasa değildir. 

1982 Anayasası’nın 4. Maddesi, ilk 3 Madde hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” dediğine, 2. Maddesi “Başlangıç”ta belirtilen temel 
ilkelere dayandığına, bu ilkelerde “…egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu” kaydedildiğine göre, devletin kuruluş esasları asla 
değiştirilemez. (18) 

Yeni bir anayasa hazırlama ihtiyacı 1908 yılında da gündeme gelmiş, ancak 1908-1912 Meclis-i Mebusan’ı kendini kurucu meclis olarak görmediğinden 
böyle bir yetkisinin olmadığı dikkate alınarak mevcut anayasada bazı değişikliklerle sorun çözülmeye çalışılmıştır..(19) 

Bu hukuki tespitlerden sonra tekrarlayacak olursak; Anayasanın ruhu değiştirilemez. 61 ve 82 anayasaları da, bu temel gerçeğe saygılı olmuştur. 
Türk Devleti’nin kimliğini hiçbir güç yok edemez. 

Haçlı Seferlerinin bugünkü adı BOP 

Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP), bölgenin 22 İslam ülkesinin sınırlarını, emperyalist Batının ihtiyacına göre yeniden 
şekillendirmeyi amaçlıyor. Bu belirleme ise; ülkelerin durumuna göre değişik yollardan, değişik araçlarla yapılmaktadır. Irak’ta askeri güç kullanılarak; 
Libya, Tunus, Mısır, Suriye gibi ülkelerde iç isyan ve çatışmalarla; Türkiye’de “demokrasi, özgürlük, eşitlik” siyasetiyle yürütülmektedir. 

İşbirlikçiler, PKK terörü, AB üyeliği ve “ABD stratejik ortaklığı el ele çalışmaktadır. 

Bu çerçevede gelişmelere bakıldığında, ABD, AB ve PKK’nın, “yeni” bir anayasa istediği açıkça görülmektedir. İstemekle de kalmamakta, terör dahil her yönden saldırmaktadır. Devletimizin milli (bir millet) ve üniter/tekil (tek merkezden yönetim) yapısı bozulmadığı sürece de, bölünmesi mümkün değildir. 

Bunun için millet ve devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bu hedefe ulaşılırsa, daha sonraki bir vadede devamı da gelecektir. O da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den koparılacak parçalar üzerinde “Büyük Kürdistan”ın kurulmasıdır. 

Tarih şuuruna sahip olanlar meselenin burada da bitmeyeceğini, bin yıldan beri devam eden haçlı emellerinin gereği olarak, Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi ve eritilmesiyle, bu topraklarda “Büyük Ermenistan-İsrail-Yunanistan” gibi egemenliklerin kurulmasına kadar devam edeceğini bileceklerdir. 
Bu son safha ne kadar sürer bilinmez. 

Haçlı/BOP Saldırısının delilleri 

. Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi (BOP)’un resmi haritasına bakıldığında her şey ayan beyan görülecektir. Tereddüdü olanlar, “Sevr 
haritasını” ve “Sevr Antlaşması”nı da hatırlayabilirler. 

Bunların Barzani Yerel Yönetimi haritasıyla nasıl örtüştüğünü göreceklerdir. 
. R. Tayyip Erdoğan 2004 yılında, daha yolun başında açıklıyor: “Türkiye'nin Ortadoğu'da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey 
Afrika Projesinin Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz… Diyarbakır'a çok farklı bakıyorum. Yani Diyarbakır istiyorum ki... şu anda... 
yani Amerika'nın da hani düşündüğü... Büyük Ortadoğu Projesi var ya... 
Genişletilmiş Ortadoğu... yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir... bir merkez olabilir... Bunu başarmamız lazım.”(20) 

. ABD’nin PKK terörünü nasıl desteklediğini bilmeyen yoktur. PKK’yı Irak’ın kuzeyinde barındırdığını, eğitim ve lojistik ihtiyaçlarını karşıladığını, yakinen biliyoruz. 
Besleyip üstümüze saldığı, binlerce insanımızı katleden terör örgütüyle “siyasi çözüm” adına egemenliğimizi paylaşmamız için alenen dayattığını da biliyoruz. 
. 1998’de toplanan AB Bakanlar Komitesi’nin kararı şöyleydi: “Kürt sorunu’ siyasallaştırılarak, uluslararasılaştırılarak ve halkların hukukuna göre çözülecektir.” 

13 yıldır yaşananlar, aynen böyle seyretmiyor mu? 

. PKK’nın yan kuruluşu İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin imzasını taşıyan 320 sayfalık, 1998’de hazırlanan “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat 
Taraması) kitap(19), o sırada İstanbul’da bulunan AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen’a elden teslim edilmişti. (Bu bilgiler kitabın 
giriş bölümünde verilmektedir.) 
. Bir yıl sonra, Aralık 1999’da Türkiye’ye AB adaylık statüsü verildi. 2000 yılından itibaren de uyum adına önümüze konan yol haritasındaki ve ilerleme 
raporlarında yer alan siyasi şartlar, inanılır gibi değil, ama bu kitaptan alınmıştır. 

. Kitapta; Türk Milletinin ve devletinin bütünlüğünün çözülüp, etnik/ırk gruplarına göre, çok ortak bir rejime nasıl geçileceği, ayrıntılarıyla inceleniyor. 
Kanunlardan “Türk”, “Türk Milleti” ve “milli” kavramlarının nasıl çıkarılacağı, Anayasa maddelerinden hangilerinin nasıl değiştirileceği, genel af, 66. Maddeden Türk kimliğinin çıkarılması, anadillerde eğitim, öğretim ve yayın gibi düzenlemelerin; adı ister AB süreci olsun, ister “PKK açılımı” hepsi mevcuttur. 

Gerçekler bu kadar açıktır. 

O halde, devletimizi, milletimizi ve vatanımızı muhafaza için hepimize görevler düşmektedir. Başından itibaren anlatmaya çalıştığımız da budur. 

Tarafların Konumu 

Uzatmadan Türk Milleti adına soralım, acaba siyasi iktidar, Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” denilen bu projenin neresinde duruyor? Bunun cevabı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarında mevcuttur. “Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla bir milletiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimseyi rahatsız etmemeli. Üst kimliğimiz Türkiye vatandaşlığı olmalıdır” (20) Söylemini her vesileyle tekrarlıyor. 

Eğer bu cümle şöyle kurulsaydı mesele olmayacaktı: “Biz Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Gürcü’süyle, Abaza’sıyla, Boşnak’ıyla, Roman’ıyla, Arnavut’uyla 
hepimiz Türk Milletiyiz. Türk Devletinin eşit vatandaşıyız. Bu kimseyi rahatsız etmemeli.” Ama böyle söylenmiyor. 

Devletin kimliği konusunda PKK’da aynen böyle söylüyor. Diyor ki: “Türkiyelilik üst kimliği çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı esasalınmalıdır.”(21) 
Arada fark var mı? 
Başbakan’ın Gaziantep konuşmasın daha açık. Aynen; şöyle: “Millet dediğiniz zaman zannediyor ki millet sadece Türk. Hayır, millet sadece Türk değildir. 
Milletin içinde Türk'ü de vardır, Kürt'ü de vardır, Laz'ı da vardır, Çerkez'i de vardır, Abaza'sı da vardır. Onun için 'tek millet' diyoruz ve bunu biz genişleterek 
ne dedik? 'Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı çatısı altında bu milleti toparlayalım.”(22) şeklinde ifade ediyor. Bu “halklara özgürlük” değil mi? 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDEEKTİR.

***