29 Aralık 2017 Cuma

Ortadoğu’nun Yeni Aktörleri ya da tehlikenin farkında mıyız?

Ortadoğu’nun Yeni Aktörleri ya da tehlikenin farkında mıyız?

Mehmet Akif OKUR
27.11.2014


Musul’un düşmesi ve takip eden gelişmeler, IŞİD’in adını küresel gündemin kolay değişmeyen maddeleri arasına barut ve kanla yazdırdı.  Dünyanın büyük güçleri IŞİD’i, en az bölgedeki yangından doğrudan etkilenecek ülkelerdeki kadar endişe ve merakla tartışmayı sürdürüyor. Çünkü önemli başkentlerin tamamı, yalnızca silahların patladığı coğrafya bakımından değil, küresel sistem açısından da ciddi sonuçlar doğuracak bir olaylar zinciriyle yüz yüze olunduğunu anlamış vaziyette. Bu farkındalık, gelişmelerin yorumlanması bakımından yeni bir aşamaya geçilmesini de gerekli kılıyor. Her aktör, muhtemel senaryoları kendi çıkarları, hedefleri, gelecek vizyonu vb. bakımlarından tahlil edip, hangi müdahaleleri yapması/yapmaması gerektiğine karar vermeye çalışıyor. Ardından, somut hamlelerin sürat kazandığını da göreceğiz. IŞİD’in faaliyetleri kadar bu müstakbel hamlelerin sonuçları da üzerimizde mutlaka tesirler yaratacak. Bu yüzden, çok sayıda aktör ve değişkenin muhtemel etkileşimlerini çabucak yorumlayabilmemiz, mümkün olduğunca da öngörebilmemiz gerekiyor. Kriz dönemlerinde ciddi problemleri diğerlerinden hızlıca ayırarak ilgimizi ve kaynaklarımızı yerindelik esasında tahsis edebilmenin ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu yeniden hissettiğimiz günlerden geçiyoruz. Ancak, bu kaygıyla hareket ederken odak dağılmalarının yol açacağı yanlışlar sarmalına kapılmamak için dikkatimizi de diri tutmalıyız. Örneğin, “aciliyetler” listemizi yalnızca bizden hemen somut reaksiyon bekleyen aktüel başlıklarla doldurmamalıyız. Bunun yerine, karşımızdaki manzarayı analitik maksatlarla belirli temel düzeylere ayırıp farklı seviyelerdeki meselelere ‘aciliyetler’ listesinde kendi ritimlerine uygun bir takvimlendirme yapabiliriz.

IŞİD’i bu çerçeve etrafında düşünmeyi sürdürelim. Başta rehineler meselesi olmak üzere, örgütün sonraki adımları ve bunların yaratabileceği doğrudan/dolaylı güvenlik sorunları hakkındaki tahminler ile gidişattan dolayı tehdit algılayan/fırsat pencerelerinin açıldığını gören hangi aktörlerin ne kadar kararlılıkla harekete geçebileceğine dair sorular ilk düzeye âitler. Musul’daki konsolosluğumuza yapılan saldırının zamanlaması ve takip eden hadiseler, Türkiye’nin daha en baştan eli-kolu bağlanarak devre dışı kalmasının IŞİD ve destekçileri tarafından ne kadar şiddetle arzulandığını gösteriyor. Madalyonun diğer yüzünde ise parçası olduğumuz ittifak sistemi tarafından Irak’la ilgili temas trafiğine krizin aktif öznesi olarak alınmak istenmeyişimiz var. Türkiye’nin savunmasına yönelik taahhütler tekrarlansa da, Ankara’nın NATO üyeliği vb. kaldıraçlar aracılığıyla Ortadoğu’da kendi oyunu için adımlar atmasına imkan tanınmayacağı anlaşılıyor. İran gibi bölgesel rakiplerimizin müttefikleriyle beraber açtığı kartlarda ise bize yer olmadığını söylemeye gerek bile yok.

Bölgede doğrudan Ankara ile özdeşleştirilen Türkmenlerin maruz kaldıkları saldırılar karşısındaki savunmasız halleri, Türkiye’ye hem önemli ahlaki sorumluluklar yüklüyor hem de Ankara’nın prestijine muazzam zarar veriyor. “Türkmenleri bile koruyamayan Türkiye” imajı, çatışmaların rutine dönüştüğü Ortadoğu’da işbirliği arayan aktörler için Ankara’yı bir seçenek olmaktan uzaklaştırıyor. IŞİD terörünün doğrudan ülkemize uzanma ihtimali ise maalesef hiç de imkansız değil. Türkiye’de işleyen hassas ve gerilimli siyasi süreç, örgütün eylem yapma mantığı bakımından elverişli bir zemin sağlıyor. Türkiye’deki çatışmasızlık halini Suriye’nin kuzeyinde elinde tuttuğu bölgelerdeki tahkimat için kullanan PKK ve uzantıları da IŞİD karşıtı koalisyondaki yerleri üzerinden güç ve meşruiyet devşirmeye çalışıyor. Dünya sistemine, namlusunu IŞİD ve benzeri örgütlere çevirmiş seküler bir gerilla yapılanması olduğu mesajı vermeye çalışan örgüt, hedefine başarıyla ulaşabilirse silah bırakma baskısını da üzerinden atabililir.

Aciller listesi...

Bu ve bağlantılı diğer konular, masanın üzerini dolduran ilk düzeydeki “acil” meseleleri orta vadeli ikinci düzeyin “acillerine” bağlayan kesin geçiş noktası belirsiz koridorda yer alıyor. IŞİD’in Musul’daki hamlesi, bağımsızlık için fırsat kollayan Erbil’e çok önemli bir imkan penceresi açtı. Barzani, Bağdat yönetimi ile arasında sorun teşkil eden Kerkük ve civarındaki zengin petrol bölgelerinin denetimini merkezi hükümetle çatışma yaşamaksızın ele geçirdi. Irak’ta IŞİD saldırılarının alevlendirdiği; köken, dil ya da mezhebe dayalı etnisiteler ile iktidar arayışındaki diğer grupların taraf oldukları savaş, ülkenin bir arada kalamayacağına ABD gibi aktörleri de ikna ederse süratle bağımsızlık ilan edilmesi sürpriz olmayacak. Maliki’nin birlik hükümeti kurulması çağrılarını reddedişine İsrail’in Erbil’e son dönemde dozunu arttırarak verdiği desteği de eklersek çok da uzak olmayan bir gelecekte böyle bir haber, gazete manşetlerine yerleşebilir. Bağımsız Kürdistanı, Irak’la sınırlı kalmayıp Suriye’ye de uzanacak parçalanma sürecindeki ilk büyük domino taşı kabul etmek gerekiyor. Sonrasında, Suriye ve Irak’taki çözülmenin ikili-üçlü parçalanmalarla mı yoksa bir miktar petrolü ele geçirenin devlet kurma sevdasına düşeceği paramparça olma senaryosu üzerinden mi ilerleyeceği sorusunun tartışıldığını görebiliriz.

ABD’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma politikasının ardında, başka gerekçelerle birlikte bu fotoğrafın öngörülebiliyor oluşu yatıyor. Washington, parçalanmanın yaratacağı kaosun bölgeyle sınırlı kalmayacağını, çıkarlarını korumak ve düzeni sağlamak için bir aşamada kaynaklarını ucu belirsiz maceralara akıtılmak üzere seferber etmesi gerekeceğini düşünüyor. Alternatif senaryolara ise daha kaygıyla bakıyorlar. Örneğin, ABD’nin bıraktığı boşluktan karmaşaya yuvarlanacak Ortadoğu’da Çin gibi aktörlerin düzen sağlama iddiasıyla arzı endam etmeleri ihtimalinin telaffuzu bile alarm zillerini çaldırıyor.

80’ler ve 90’larda Ortadoğu’daki Arap devletlerinin ufalanmasını İsrail’in genel güvenlik çevresi bakımından olumlu sayan yaklaşımlar, İsrail sağı içinde taraftar bulmuştu. Her ne kadar, böyle bir parçalanmanın örgütler üzerinden daha ciddi tehditler yaratacağını savunanlar olsa da Tel-Aviv’in Suriye ve Irak’ın parçalanmasına itiraz edeceğini gösteren ciddi bir işaret bulunmuyor. Özellikle Bağımsız Kürdistan’ın Araplarla bitmeyecek kan davası sebebiyle ister istemez İsrail’in doğal müttefiki haline geleceği beklentisi epeyce yaygın. Geçmişte Kuzey Irak’a yapılan yatırımlar ve devlet alt yapısı için verilen destek hâlâ hafızalarda. Erbil’in boru hattıyla Akdeniz’e inen petrolüne İsrail’in müşteri olması aradaki iyi ilişkilerin hiç zedelenmediğini gösteriyor. Bu yüzden Erbil, Irak’taki gelişmeler bağımsızlık yolunu daha da temizlediğinde Washington’u ikna etmek için İsrail’in yardımını isterse buna şaşırmamak gerekiyor. Tel Aviv-Erbil hattının güçlenmesi, Bağımsız Kürdistan’ın hep Türkiye’nin nüfuz alanı olarak kalacağını varsayanları büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.

Bu noktada Türkiye’deki siyasi elitler, kararlarını verirken şu parametreleri değerlendirmek durumundalar. Bağımsızlık, bölge jeopolitiğini temelden sarsacak kalıcı bir statü değişimi iken Ankara’nın elinde tuttuğunu düşündüğü boru hattı vb. kartlar ise yeni konjonktürlerde pekala etkisizleşebilecek politika kaldıraçları konumundalar. Bırakın uzun vadeyi, kalıcı statü kazanıldıktan sonraki 5-10 yılda Erbil’de nasıl bir iktidar olacağını da petrol akışı için hangi güzergahların tercih edileceğini de kesinlikle tahmin etmek mümkün değil. Özerkliği Türkiye ile yürütülen sürecin bir parçası saydığını, Suriye’nin kuzeyinde belirli bir bölgeyi denetim altına aldıktan sonra yüksek sesle vurgulamaya başlayan PKK/BDP çizgisi, talep çıtasını yüksek tutma politikasını Erbil’in bağımsızlığı ile birlikte perçinleyecektir. Ayrıca, Suriye ve Irak iç savaşlarının tek yangına dönüşmesi eğilimi kalıcılık kazanırsa, işin sonunda çatışmaya yeni haritalar üzerinden çözüm aranacak masanın müştereken kurulmasını da sürpriz saymamalıyız. Bu ihtimal hakikate dönüşmeye başlarsa, Barzani’nin Suriye sınırına kazdığı hendeğin hiç derin olmadığını da farkedebiliriz.

“Aciller” listemizin şimdiyi ve yakın geleceği de etkileyen uzun vadeli kısmında, küresel sistemle ilgili normların ve bölgemize hakim olan kimliklerin dönüşümü gibi başlıklar var. Sınırların değişmezliği prensibinin erozyona uğradığı bir dönemdeyiz. Yalnızca Ortadoğu’da değil, eski Sovyet coğrafyasından Afrika’ya ve hatta Avrupa’ya dek uzanan geniş bölgede devletlerin parçalanışlarına ve toprak ilhaklarına şahitlik ediyoruz. Karşımızdaki manzara, hukukun iyi-kötü korunduğu, istikrarlı bir dünya düzenini değil, kendi hukukunu oluşturan şiddetin yayıldığı bir dünyayı tasvir ediyor. Muhtemelen bunun sonuçlarını Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’nin yakından ilgilendiği başka coğrafyalarda da göreceğiz. Şiddetin sonuç alabildiği bir çağda sert güce yatırım yapmaktan vazgeçmek mümkün gözükmüyor. Sert güç tasarlanırken ise Ukrayna’dan Irak’a ciddi alt yapılara sahip olmalarına rağmen savaşamayan orduların ve motivasyonu yüksek savaşçı grupların/örgütlerin yüz yüze geldiği yeni savaş alanlarının iyi analiz edilmesi gerekiyor. Kodları toplumsal kimliğin içine gömülü olan asabiyye, uğruna savaşılası değer kalmayıncaya kadar çözüldüğünde teknoloji harikası silahların nasıl demir yığını haline dönüştüğünü somut biçimde anlatan örnekler üzerinde düşünmeye ihtiyacımız var. Savunmakla yükümlü olduğu milletin adını yürekten telaffuz edemeyen ordular, ilk kurşunda dağılıyorlar.

Dış politika pusulası

Kimlik kodlarındaki çözülmeler parçalanmaları tetiklediği gibi, parçalanmaları somutlaştıran çatışmalar da kimlikleri dönüştürüyor. Artık, ne büyük parantezler içinde bahsettiğimiz Sünnilik ya da Şiilik ne de çatışma konusu yapılan dil ve köken referanslı diğer kimlikler eski yerlerinde duruyorlar. İnanç ilkelerini ya da pratiklerini anlama/yorumlama farklılıklarından kaynaklanan ortaklıkların/ayrılıkların doğal sonuçlarıyla değil; sırtını bunların etnikleşmesine yaslamış siyasal çatışma süreçleriyle yüzleşiyoruz. Bu noktada Türkiye’nin dış politika pusulasını düzgün tutabilmek için Osmanlı sonrası Ortadoğu’sunda özellikle Sünniliğin dönüşümüyle ilgili ciddi bir farkındalığa muhtaç olduğunu söylememiz lazım. Gevşek davranır, çizgilerimizi kalın çekemezsek bunun bedelini, önce gençlerimizi bize ait olmayan savaşlara kurban vermekle başlayıp, ardından tarafı olmadığımız yangınların çatımıza sıçradığını görerek ödeyebiliriz. Türkiye, Osmanlı’yla ilgili sembollerin çok kullanıldığı bir dönem yaşamasına rağmen Ortadoğu’yla temaslarında kendi geleneği içinden ürettiği bir İslam anlayışının adresi olarak ışıldayamadı. Osmanlı’yı bölgeden süren rüzgarla serpilen tohumların nasıl zehirli yemişler verdiğini ise etrafımızdaki cinnet hali uzun açıklamalara gerek bırakmaksızın özetliyor. Bölgenin enerjisini kin ve nefret ateşleriyle tüketen kargaşa durulmaya başladığında medeniyet coğrafyamızın en temel ihtiyacı, üzerine kardeş kanı sıçramamış ilkelerin kurucu kılavuzluğunu destekleyecek ciddi bir güç merkezi olacak. O sebeple, uzun vadeli “aciller” listemizin başında bunun için gerekli maddi ve entelektüel alt yapıların inşasına hız verilmesi yer alıyor...


https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/mehmet-akif-okur/ortadogu-nun-yeni-aktorleri-ya-da-tehlikenin-farkinda-miyiz-965

***



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder