ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3
İlk olarak Amerikan deniz birimleri ve istihbarat birimleri yakın mesaiye başladılar. ABD resmi görüşmelerin sona ermesini takiben Arjantin’e karşı ekonomik önlemler almaya başladı ve 1956 Süveyş Krizi’nin aksine İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin ABD tarafından kabul edilemez bir sonuç olacağını ima etti. ABD tüm bunlara ek olara İngiltere’ye maddi yardımda da bulundu.
Bu yardımlar İngilizler tarafından ‘önemli fakat hayati değildi’ şeklinde değerlendirilmekteyse de ABD’ye göre bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin başarıya ulaşabilmesi neredeyse imkansızdı. Amerikan donanması İngilizler’e savaş boyunca lojistik destek sağladı. Falkland Adaları ve İngiltere arasındaki mesafenin uzaklığı dikkate alınırsa ABD’nin iletişimde sağladığı yardımlar olmasaydı İngiliz iletişimi ve istihbaratı sekteye uğrayabilirdi. Özellikle Amerikan uyduları savaş boyunca İngiltere’ye çalıştı. Yine bu çerçevede Amerikan Sidewinder füzeleri İngiliz Harrier uçaklarının vuruş gücünü arttırdı, böylece bu uçaklar çok alçaktan isabetli vuruşlar yaparak savunmasız Arjantin uçaklarını devre dışı bıraktılar. Yine Amerikan Shrike füzeleri de İngiliz vuruş gücünü arttıran diğer bir yardımdı. Ayrıca Amerika Falkland Adaları’na en yakın mevzilerden Ascension Adası’nın İngilizler tarafından üs olarak kullanılmasına ‘göz yumdu’. Tüm bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin bu savaşı kazanması
şüphesiz zor olacaktı. Aslında savaş boyunca ABD’in kalbi tamamen İngiltere’den yana değildi ve Falkland Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle ABD Latin Amerika’da prestij kaybına uğradı. İçerideki Latin lobisine ek olarak İngiltere’nin haklılığı da su götürür nitelikteydi. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde denebilirki bu savaşta ‘özel ilişki’ ve bağlar çatıştı ve ABD İngiltere’nin ‘doğal bir müttefiki’ gibi davrandı.
İki ülke arasında etkisini daha sonraki yıllarda da sürdüren bir diğer gelişme de NATO’nun ani müdahale gücünün geliştirilmesi alanında oldu. Afganistan’ın işgali sonrasında Körfez’de ve genel olarak Ortadoğu ve Güney-Batı Asya’da Batı’nın ani müdahalelere hazır olması gerektiğini savunan İngiltere bu konuda ABD’yi ikna etti ve bu tarihten itibaren iki devletin sınır ötesi hareketleri daha hızlı ve koordineli yürütebilmeleri için çalışmalar başlatıldı. NATO alanı dışında ortak operasyon konusunda diğer üyeler isteksiz göründüğünden bu proje de
ABD ve İngiltere arasındakı yakınlığı arttırıcı etki yaptı. Her ne kadar bu çalışmalar İngiliz ekonomisine yük olmuş, İngiltere bu konuda ABD’ye
yetişememisse de, sonuçta kalıcı bir işbirliği oluşturulmuş oldu.46
Günümüzde eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinde ve Kuzey Irak’ta görev alan İngiliz ve Amerikan kuvvetleri arasındaki uyum kendisini biraz da bu yıllara borçludur. Ayrıca bu işbirliği sayesinde İngiltere diğer NATO üyelerinin hiç bir şekilde ulaşamayacakları bilgilere ulaşabildi.
İşbirliğinin en uç noktada yaşandığı bir alan da istihbarattı. Daha önce de gösterildiği üzere ‘özel ilişki’nin en yoğun yaşandığı alan istihbarat olmuştu ve bu gelenek bu dönemde de bozulmadı. Dahası iki ülke oluşturdukları ağ sayesinde tüm dünyadaki iletişimi izleyerek birbirlerini haberdar etme yoluna gittiler. Bu konuda en önemli görev Cheltenham’daki İngiliz GCHQ (Government Communications Headquarters, Hükümet İletişimler Merkezi) ile Amerikan NSA’ya (US National Security Agency, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) düşüyordu.
İki örgüt tüm dünyadaki tüm iletişim şekilleriyle yapılan haberleşmeyi takip edip, bunları anlamlı olacak şekilde sınıflandırmakla görevli idiler.
Bu haliyle iki örgüt hem iki ülke istihbaratına, hem de genel olarak ortak politika oluşturulmasına zemin hazırlıyordu. 1982’de GCHQ’da yaşanan ‘sendika krizi’ ilişkilerde kısa dönemli bir gerilim yarattıysa da işbirliği derinleşerek devam etti.
1983’te ABD İngiliz Devletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi olan Grenada’ya İngiltere’ye haber vermeden bir müdahalede bulununca (Grenada Olayı) ilişkiler biraz gerildiyse de bu olay dikkat değer bir zarar vermedi.47 Sadece İngiltere’de bazı siyasi grupların ABD’nin İngiltere’ye yeterince güvenmediği yönündeki endişeleri kuvvetlendi. İkinci önemli ve ‘sıcak’ işbirliği 1986’da Libya Olayı’nda yaşandı.
Libya’yı bombalayan F1-11 uçakları İngiltere’deki üslerden kalktı. İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu ABD’nin bu üsleri kullanmasını kınamasına karşın Thatcher üslerin kullanımına izin verdi.48 Muhalefete göre ABD, İngiltere’ye sormadan İngiltere’deki üsleri SSCB’ye karşı bile kullanabilirdi. Fakat hiç bir Batılı devletin ABD’ye destek vermediği bir ortamda Thatcher bu kararı sayesinde ABD’deki popülaritesini ve etkisini artırmayı başardı. Tıpkı Falkland Olayı’nda olduğu gibi Libya’nin bombalanması olayı da ‘özel ilişki’ye bir delil sayılabilir. Çünkü
saldırıda Amerikan üslerinin kullanılmasına Avrupa’da izin veren tek ülkeydi İngiltere. Bir çok Avrupa ülkesi saldırıyı yapacak olan uçakların hava sahalarını kullanmalarına bile izin vermiyordu. Ayrıca Thatcher da biliyordu ki Libya Saldırısı’nda ABD’ye açıktan destek vermek İngiltere’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Nitekim olayın ardından Arap dünyasında bazı İngilizler öldürülürken, İngiltere de ‘ABD’nin emperyalist politikalarının aracı’ olarak görülmeye başlandı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki diplomatik gücü büyük kayba uğradı. Bu da ‘özel
ilişki’nin gücünü gösterir.
Thatcher aşırı komünizm düşmanlığına rağmen ABD’yi komünizm konusunda yumuşatma işini yaparken bile puan topladı ve Avrupa’lı müttefiklerin tartarak söylediklerini Washington’a ‘daha yumaşak bir üslupla’ iletti. Sovyetler Birliği’nin verdiği tavizler sayesinde Reagan’ın Soğuk Savaşı yeniden canlandırma çabaları sonuçsuz kalırken İngiliz- Amerikan işbirliği daha çok kendisini Ortadoğu’da göstermeye başladı. İran-Irak Savaşı ile başlayan çatışmalarda İngiltere ABD’ye destek veren ilk ülke oldu ve bir çok operasyonda işbirliğine gitti. Bu işbirliği Körfez Savaşı’nda doruk noktasına ulaştı. Bu savaşta denebilir ki uluslararası toplum neredeyse ortak hareket etti. Fakat İngiltere’nin desteği zamanlaması
ve içeriği açısından dikkat çekiciydi ve İngiliz desteği savaş sonrasında 10 yılı aşkın bir süre neredeyse hiç değişmeden devam etti ve İngiltere bu bölgede adeta çıkarlarını ABD ile birleştirdi.
Nükleer alanda İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı devam etti. Bu konuda iki ana akım ortaya çıktı: İngiltere’nin ekonomik gerileme döneminde nükleer silahlara kaynak aktarmasını öngören birinci grup, ülkenin güvenliğini tamamen Amerikan silahlarına bırakması gerektiğini savunurken, sol gruplar İngiltere’nin nükleer silahlardan vazgeçmesi gerektiğini, çünkü bu silahların sadece Amerikan
çıkarlarına hizmet ettiğini, İngiliz savunma sistemine riskten başka yeni bir şey eklemediğini öne sürdü.
Yeni Dünya Düzeni: ABD-İngiltere Ortak Yapımı?
Soğuk Savaş’ın ardından dünyanın siyasi görünümü çok değişti; artık denge Doğu ve Batı arasında değildi. Her ne kadar yeni durumu açıklayacak yeterlilikte bir uluslararası ilişkiler teorisi ortaya çıkamamışsa da, ön plana çıkan açıklamalar ‘kapitalizmin zaferi’ ve ‘medeniyetler çatışması’ şeklinde oldu. Özellikle ikinci açıklama ABD’de geniş bir taraftar kitlesi buldu. ‘Batı’ kavramını ön plana çıkaran bu anlayışa göre dünya medeniyetlerden oluşuyordu ve bundan sonraki çatışmalar din ve kültür farklılığı üzerinde bu medeniyetler arasında yükselecek ti. Teorinin sahibi Samuael P. Huntington’a göre Batı medeniyetinin karşısındaki en önemli tehditler de İslam ve Çin medeniyetleriydi. Bu teorideki ‘Batı’ kavramına İngiltere ve ABD dışındaki diğer ‘Batılı’ ülkeler heyecanla sahip çıkmadılar. Özellikle Fransa ‘Anglo-Sakson senaryosu’ olarak algıladığı bu yaklaşıma uzak durdu. Buna karşın projeyi ilk sahiplenen İngiltere oldu. Thatcher yeni tehdidin İslam radikalizminden geldiğini öne sürerek, NATO ve diğer Batı savunma örgütlerinin bu tehdidi dikkate alarak yeniden yapılandırılma sı gerektiğini söyledi. Her ne kadar ABD başkanları teoriye sahip çıkmak istememişlerse de pratikte İngiltere ile birlikte ABD’nin yeni dünya düzeni algılamasında uluslararası terörizm, tehdit olarak İslam özel bir yer tuttu ve iki ülkenin uluslararası ilişkileri algılamasında ortak bir bakış açısı geliştirildi.
Üçüncü Yol, Amerikan Yolu mu?: Blair ve Clinton
Daha önce de görüldüğü üzere okyanusun iki tarafı arasındaki yakınlaşma biraz da iktidardaki partilerin ideolojik yakınlıklarıyla da ilgiliydi. Örneğin Thatcher ile Reagan’ın sağ ideolojiye getirdikleri benzeri yorumlar onları diğer alanlarda da işbirliğine taşımıştı. Benzeri bir gelişme, görece kısa sayılan, Major yönetiminden sonra Blair-Clinton örneğinde de yaşandı. Daha önce yeni sağda sağlanan birleşme, bu sefer yeni solda sağlandı.49 Blair ile Clinton arasındaki benzerlikler, seçim öncesi tahminleri boşa çıkardı ve İngiltere-ABD ilişkileri eskisinden
daha iyiye doğru gitmeye başladı. Daha ilk basın toplantılarında Blair ve Clinton ‘özel ilişki’yi yeniden tesis etme konusunda görüş birliğine varırken, Blair ortak tarih bağları ve mirasın iki ülke arasındaki anlayışı belirlediğini söyledi. Kendisinden önceki hükümetlerin ABD politikalarını derinleştirerek devam ettiren Başbakan Tony Blair ABD’yi en önemli ortak olarak görmeye başladı. Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkiler en üst düzeyde devam ettirildiyse de, Blair daha önce Heath’in düştüğü hataya düşmedi ve Avrupa ile ABD’nin birbirinin rakibi sayılmamaması gerektiğini söyledi. Blair’in şu sözleri tarihi ‘özel ilişki’nin devam ettiği yönünde kesin ipuçları verdi: ‘İngiltere ile Amerika biraraya geldiğinde bizim başaramayacağımız çok az şey vardır.’51 İngiliz dış politikası uzmanı William Wallace’a göre kullanılan bu ifadeler ‘basit bir kelime jesti’ olarak alınamaz,52 çünkü Blair’in kullandığı dil ve yaklaşım onun Fransa ya da Almanya’ya yaklaşımından çok daha sıcak ve içtendi.
Major ve Blair döneminde asıl işbirliği uluslararası ortak operasyonlarda yaşandı. Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası ilişkilerin temel özelliklerinden biri de bölgesel çatışmalar oldu. Doğu-Batı dengesinin döndürdüğü çatışmalar dengenin sona ermesiyle yeniden alevlenirken (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi), varlıklarını Soğuk savaş değerlerine borçlu olan bazı devletler de çözülme sürecine girdi (Yugoslavya gibi). Bunlara ek olarak teknolojik gelişmenin de yardımıyla ulusal düzeydeki suçlar uluslararası alana taşındı ve tüm dünyayı tehdit eder oldu (uyuşturucu kaçakçılığı, uluslararası terörizm gibi) Ayrıca bu dönemde ülkeler ararası göçte büyük bir artış yaşandı. İstikrarı tehdit eden tüm bu gelişmeler ile, süper devlet bile olsa, tek bir devletin başa çıkabilmesi çok zordu. Özellikle savunma harcamalarında büyük kesintiler yapılması yönünde baskıların olduğu bir dönemde bu daha da zordu. Bu nedenle ABD Körfez Savaşı’ndan, Bosna’ya, Bosna’dan Somali ve Kosova’ya kadar özellikle NATO’daki müttefiklerinden yardım bekledi. Fakat Almanya bu boşluğu dolduramadı, Fransa da eski muhalif tutumunu bir çok olayda devam ettirdi. İtalya gibi diğer müttefiklerin ise bu boşluğu dolduracak ne siyasi, ne de ekonomik ağırlıkları bulunuyordu. Böyle bir ortamda sahneye yine İngiltere çıktı ve Kuzey Irak’tan Kosova’ya kadar her operasyonda ABD’nin yanında
yer aldı. Hatta bu operasyonlarda işbirliği ve karşılıklı danışma sistemi Soğuk Savaş’tan daha iyi çalıştı. İngiltere bu konuda ABD’ye destek vermekle
kalmadı, kendi silahlı kuvvetlerini bölgesel müdahaleye göre yeniden dizayn etti. Bu çerçevede bir yandan kara kuvvetlerinde azaltmaya giderken, diğer taraftan uluslararası operasyonlarda başarıyı artıracak hava ve deniz gücüne ağırlık verdi. Tüm bu değişikliklerin Amerikan silahlı kuvvetleriyle yapılan ortak çalışmaların bir ürünü olması dikkat çekiciydi. Major ve Blair döneminde yapılan bir diğer işbirliği de askeri alanda ve istihbarat alanında iletişimde yaşandı.
Ortak haberalma sistemleri de bulunan iki ülke bir çok bilgiyi düzenli olarak paylaştı ve bu işbirliği halen devam ediyor. Denebilir ki ABD ve İngiltere arasındaki bu işbirliğini ABD ile her hangi bir üçüncü ülke arasında görme imkanı yoktur.
Soğuk Savaş sonrası dönem ile ilgili olarak eklenmesi gereken son bir nokta da ABD’nin Avrupa’da asıl ‘partner’ olarak Almanya’yı gördüğü iddiasıdır. Benzeri iddialar Heath döneminde de ortaya atılmış olmasına karşın o dönemde Almanya Avrupa’nın siyasi liderliği rolünü yerine getiremedi ve ABD’nin Avrupa politikasında beklenen rolü oynayamadı. Kohl ile birlikte Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez liderlik konusunda inisiyatifi eline almak istedi. Bunda iki Almanya’nın birleşmesinin ve Alman ekonomisinin gösterdiği başarının
büyük rolü oldu. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı ve Hitler dönemlerinin gölgesi altında siyasi liderlik için gerekli ‘moral ağırlığı’ ortaya koyamadı.
Ayrıca uluslararası alanda uluslararası toplumun ortak sorunları ve Batı’nın genel çıkarlarından çok, geçmişte olduğu gibi kısır, yerel çıkarlar çerçevesinde bir politika izledi. Almanya’nın Balkan politikası buna güzel bir örnektir.
Bu çerçevede Almanya ABD ile ortaklık için gerekli entellektüel birikim, tecrübe, esneklik ve çıkar birliğini ortaya koyamadı. Avrupa Birliği’ndeki dengelerin Almanya ile, ABD karşısında mesafeli durmaya özen gösteren, Fransa arasındaki işbirliğine dayanıyor olması Almanya’nın ABD ile ilişkilerde İngiltere’nin yerini
almasında başka bir engeldi. Tüm bunlara ek olarak Almanya’nın bölgede ABD’nin ‘taşeronu/ortağı’ olma konusunda ne kadar istekli olduğu da tartışmalıdır.52
Blair döneminde belirtilmesi gereken bir diğer işbirliği alanı da nükleer alandı. Daha önce de belirtildiği üzere, İngiltere’nin ABD’ye olan nükleer bağımlılığını eleştiren grupların başında İngiliz solu geliyordu. Fakat İngiltere’de iktidara sol bir partinin, İşçi Partisi’nin, gelmesine rağmen ‘nükleer işbirliği’ devam etti ve İngiltere ağır maliyetine rağmen nükleer silahlar için taşıyıcılar almaya devam etti. Amerikan Trident nükleer denizaltılarının alımı bunun için iyi bir örnektir.
Blair döneminde özel ilişkide kırılma yaratan istisnalara gelince, temelde ciddi bir fikir ayrılığı olmadığı görülür. Bu dönemde kayda değer kırılma olarak 2000 yılı içinde ortaya çıkan ABD’nin İngiltere ile ortak kurduğu Echelon adlı elektronik istihbarat sistemini İngiltere aleyhine ekonomi casusluğu için kullanması sayılabilir.53
SONUÇ
Tüm bu anlatılanlardan sonra, her ne kadar gücü ve sınırları üzerinde bir mutabakat bulunmuyorsa da ABD ile İngiltere arasında ‘özel bir ilişki’ olduğu söylenebilir. Bu ilişki diğer ülkeler arasındaki ilişkilerden özü ve şekli itibariyle farklılıdır. İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi konjonktürel olaylar bu ilişkinin gelişimine destek olmuştur, fakat bu ilişkinin gücü çok daha derinlerde saklıdır. Ayrıca zamanla gelişen farklı ulusal çıkarların erozyon etkisine rağmen, bu özel ilişki zaman içinde şekil değiştirse de günümüze kadar etkisini son derece
canlı bir şekilde ortaya koymuştur. Bell’in de belirttiği gibi bu ilişki çok güçlü, fakat bu gücü iki taraf tarafından oluşturulmasından kaynaklanmıyor.
Ortak anlayış gibi bir çok faktörün birleşmesiyle ortaya çıkan bir kapasiteden alıyor.54
Diğer bir deyişle bu ilişki bir amaca ya da olaya özgü oluşturulmuş bir yapı değil, doğal olarak orada duran bir olgu. Yukarıda anlatılan olaylarda görüldüğü gibi taraflar birbirlerini farklı algılasalar, farklı çıkarların peşinden koşsalar da, tarih iki ülke arasında ‘özel bir ilişki’nin bulunduğunu kanıtlıyor. Churchill (1951-55), Macmillan (1957-62) ve Thatcher (1979-90) dönemlerinde özel ilişkinin
bulunduğu konusunda neredeyse kesin bir mutabakat var. Elbette bu ‘özel ilişki’nin de istisnaları var. Eisonhower’ın Süveyş politikası, Wilson’ın Johnson’dan gelen Vietnam’da yardım isteğini reddetmesi ve Heath hükümetinin İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırıp Avrupa’ya yakınlaştırma çabaları bu istisnaları oluşturuyor ve bir grup yazarca bunlar ‘özel ilişki’nin sadece bir illüzyon olduğunu, gerçekte var olmadığını kanıtlamak için kullanılıyor. Fakat bu örneklerin, bu iddiayı tam olarak kanıtlayabildiğini söyleyebilmek çok güç, çünkü ülkeler arasında çıkar farklarının olması doğaldır ve her alanda, her zaman işbirliği ve yakınlık beklemek mümkün değildir. Bu nedenle istisnalardan
çok ortak noktalara bakmak daha doğru sonuçlara götürebilir.
20. yüzyılın başından günümüze, faşizmin yıkılmasından, komünizmin yıkılmasına kadar hemen hemen bir çok uluslararası kampanyayı birlikte yürüten bu iki ülke arasında eğer ‘özel bir ilişki’ yok idiyse bile sırf bu yüzyılda yaşanan ortak tecrübe ‘özel bir ilişki’yi doğurmuş oldu.
Bu nedenle son söz olarak ‘özel ilişki’nin sadece tarihte yaşanmadığı, fakat günümüzde de bir çok alanda etkisini gösterdiği söylenebilir.
‘Özel ilişki’nin derecesine gelince, işbirliğinin ortak istihbarat gibi çok hassas konularda da etkisini sürdürmesi, hatta bu alanlarda diğer alanlara göre daha güçlü olması etkisinin derinliğini de göstermektedir.
İstihbarat alanında İkinci Dünya Savaşı’yla resmiyet kazanan işbirliği sonraki yıllarda çok büyük bir yol katetti. ABD’nin teknolojik işbirliği İngiltere’nin entellektüel birikimiyle birleşince iki ülke de bu işbirliğinden vazgeçemeyecek bir noktaya geldiler. Özellikle İngiltere istihbaratın teknolojik boyutunda Amerika’ya büyük oranda bağımlı durumda. İstihbaratın dışında diğer savunma teknolojilerinde de İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı üst düzeyde.
Bu konuda başta uzun menzilli füzeler ve nükleer silah taşıyıcıları olmak üzere savaş teknolojisinde Amerikan’ın katkısı tartışılamayacak kadar önemli.55 İngiltere işbirliği siyasi alana yansımasa bile Amerika ile ‘özel ilişki’den bu alanlarda sonuna kadar yararlanıyor. ABD tarafına gelince, İngiliz entellektüel birikimi ve tecrübesine ek olarak ABD hemen hiç bir olayda tek kalmıyor. İngiltere’nin etkilediği geniş bir uluslararası grup ve Avrupa’dan Afrika’ya, Uzak Doğu’ya yayılan bir siyasi nufüzu/ağırlığı olduğu da dikkate alınırsa İngiliz desteği ABD için önemli. Özellikle Avrupa’da seslendirilen ABD karşıtlığının yanında ABD’yi ‘doğal müttefik’ olarak gören İngiltere’nin yaklaşımı ABD için vazgeçilemeyecek bir avantaj.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder