25 Aralık 2017 Pazartesi

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 1

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 1 


ABD-İNGİLTERE;  ÖZEL BİR İLİŞKİ 
Sedat LAÇİNER*
* Londra Universitesi, King’s College, Department of War Stuies (Mediterranean Studies Programme), doktora ögrencisi. 

  ‘Bizler bir çok şeyi aynı açılardan görüyoruz, Sizler buna zihniyetlerin gerçek bir buluşması, beraberliği diyebilirsiniz. Ben bunu çok özel, gerçekten çok özel bir ilişki olarak tanımlamaktan kendimi alamıyorum… NATO, IMF, Dünya Bankası, Atomun bölünmesi, Dünya savaşlarında, Kore’de ve Körfez’de Kazanılan zaferler, Komünizmin ve faşizmin yenilmesi ve Özgürlüğün zaferi, tüm bunlar İngiliz-Amerikan ittifakının bu yüzyılda doğurduğu sonuçlardır. Bu kayda değer bir başarının ve İki muhteşem halkın kalıcı dostluğunun Hikayesidir.’1
Margaret Thatcher
İngiltere Başbakanı



20. yüzyıl boyunca, hemen hemen tüm uluslararası politika sorununda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İngiltere aynı saflarda yer aldı. 1956 Süveyş Olayı gibi bir kaç istisna2 dışında iki ülkenin dost-düşman algılaması birbirine çok yakın oldu. Birinci Dünya Savaşı ile temelleri atılan ittifak ilişkisi İkinci Dünya Savaşı’nın ardından tahminlerin aksine, daha da gelişti ve İngiltere dünya politikasındaki yerini ABD’ye bırakırken, onun yanında yer alacağının da işaretlerini verdi. Soğuk Savaş bu ilişkileri daha ileri bir noktaya taşıdı. Soğuk 
Savaş’ın ardından gelişen olaylar ise daha gevşek bir ilişkiden çok, daha sıkı bir işbirliğine işaret etti. Körfez Savaşı, Bosna müdahalesi ve Kosova Krizi gibi uluslararası operasyonlarda Amerika-İngiltere ikilisi kelimenin tam anlamıyla birbirinden ayrılmadı. Kimi gözlemcilere göre İngiltere büyük devlet rolünü ABD’ye devrettiği tarihten bu yana ‘ABD’nin akıl hocalığı’ rolünü üstlendi. ABD’nin istihbarat ve operasyon gücünü hafife alan bu yaklaşıma göre dünyada ki tüm büyük çaplı ABD politikalarının altında ‘İngiliz parmağı’ aranmalıydı, çünkü ABD görece ‘tecrübesiz bir süper devlet’ olarak İngiltere’nin sahip olduğu donanımlardan yoksundu. İkinci görüş ise bunun tam tersini öne sürdü; buna göre İngiltere ekonomik ve siyasi yönden zayıfladıkça ABD’ye bağımlı hale geldi, iki ülke ilişkileri de buna bağlı olarak bir işbirliğinden çok ‘İngiltere’nin ABD’ye mahkumiyeti’ şeklinde gelişti. 

Yani İngiltere’nin ABD’ye neredeyse koşulsuz sunduğu destek onun bir tercihi olmaktan çok bir aczin, bir mecburiyetin ifadesiydi.3 
Gerçek bu iki uç yaklaşımın ortasında bir yerlerde olsa gerek. Fakat şurası kesin ki ABD-İngiltere ilişkileri diğer ‘sıradan’ ikili ilişkilerden oldukça farklı, ‘özel’ bir ilişki.4 Amerika, İngiliz dış politikasının hemen her noktasında merkezi bir rol oynadı ve aynı şekilde dünyadaki hemen hemen tüm bölgelerde ABD İngiliz desteğini baştan sağlamışcasına operasyonlara girdi. Derecesi tartışmalı olmakla birlikte iki devlet arasındaki ilişki diğer üçüncü ülkeler ile kıyaslanamayacak bir düzeyde seyretti ve dünyaya etkisi dikkate alındığında incelenmeye değer bir 
ilişki olduğunu kanıtladı. Bu anlamda İngiltere, ABD’nin ‘özel bir ilişki’ içinde olduğu çok ender bir iki ülkeden biridir, belki de bu alanda İsrail ile birlikte çok ayrı bir yer işgal eder. Bu çerçevede bu çalışma Türkiye’nin NATO müttefiki ve Türkiye’yi çevreleyen bölgelerin ‘ayrılmaz iki müttefiki’ ABD ve İngiltere arasındaki ilişkilerin temel özelliklerini ve bu özelliklerin tarihi ve ideolojik kökenlerini bulmaya çalışacak. 

‘ÖZEL İLİŞKİ’NİN KÜLTÜREL VE SOSYAL TEMELLERİ' 

ABD ile İngiltere arasındaki yakınlığın ilk nedeni ortak tarihi mirastır. Kurulduğu günden bugüne İngiliz geleneği ve kurumları üzerine inşa edilen ABD kaçınılmaz olarak bir çok konuda olaylara İngiltere ile aynı pencereden baktı. 20. yüzyıla kadar bir çok alanda ABD’nin esin kaynağı İngiltere oldu ve İngiliz, İskoç, Gal ve İrlanda kültürleri Amerikan kültürünün özünü (core) oluşturdu. ABD bir göçmen ülkesi olmasına rağmen Amerikan yönetimini ve karar alma mekanizmasını şekillendirenler daima beyazlar oldu. Beyazlar içinde ise İtalyan, Alman ve Ruslar bir çok alanda başarı sağlarken toplumu şekillendiren kurumlar daima İngiliz geleneğinden gelen beyazların elinde oldu. Üstelik Avrupa’nın diğer ülkelerinden ABD’ye göç zaman içinde azalırken, İngiltere’den ABD’ye göç gücünü hiç yitirmedi. İlk zamanlarda daha az kalifiye elemanla şekillenen göç zaman içinde şekil değiştirdi ve özellikle İngiltere’nin gerilemesi ile birlikte İngiltere’nin en kalifiye iş gücünün ABD’ye akmasıyla sonuçlandı. Böylece İngiltere’de yaşanan her ekonomik-sosyal sıkıntıyla birlikte İngiliz toplumunun yetiştirdigi en önemli değerler ABD’ye aktı ve bu göç ABD tarafından desteklendi. 

Bugün bu göç halen devam etmekte. Holywood’dan, basına, eğitimden sağlığa kadar hemen her alanda Britanya Adaları’ndan göç devam etmekte ve bu da ‘özel ilişki’ için gerekli zemini oluşturmakta. Ayrıca önemli noktalarda mevzilenmiş bu etnik güç ki çoğu zaman kendisini ülkenin asıl sahibi sayıyor, İngiltere lehine büyük bir lobi oluşturuyor. 

Bu lobinin etkisi Falkland Savaşı’nda açıkça gözlendi. Hatta Birinci Dünya Savaşı esnasında Wilson’ın şüpheci tutumuna rağmen, Başkan’ın çevresini saran ‘İngiltereci’ danışman ve yardımcılar ilişkilerin bozulmasına engel olabilecek bir güçteydi.5 
Bir diğer nokta ortak dil. Bu sayede fikir alışverişi diğer kültürlere nazaran daha kolay oluyor ve bu da iki ülke arasındaki etkileşmeyi kuvvetlendiriyor. Dilin bir diğer etkisi de dünyada ortak dili paylaşan ülkelerin ‘doğal bir ittifak’ içinde olmaları. Örneğin Arapça, Fransızca, Almanca konuşan ülkeler kendilerini ortak bir aidiyet içinde hissediyorlar. 

Bu çerçevede İngilizce ana dilleri olan İngiltere, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zellanda gibi ülkelerin kendilerini birbirlerine yakın hissetmleri doğal sayılmalı. Dil ortaklığına bir de etnik ortaklık eklenince bu yakınlık daha da artıyor. Örneğin, ABD-İngiltere ilişkilerine eleştirel yaklaşmasına rağmen George Ball ortak dilin olaylara ortak bakışı getirdiğinin altını çiziyor.6 

Ortak tarih ve kültür dikkate alındığında böyle bir özel ilişkinin neden sadece ABD ve İngiltere arasında ortaya çıktığı, örneğin neden Kanada ve İngiltere ya da Yeni Zellanda ve ABD arasında çıkmadığı öne sürülebilir. Nitekim bu nokta bir çok yazar tarafından kullanılmıştır da. 

Bu satırların yazarına göre böyle bir ilişki ismi geçen ülkeler arasında halihazırda mevcuttur, fakat ABD-İngiltere ilişkisi kadar dikkat çekmemiştir. 
Bunun da nedeni ABD ve İngiltere’nin ortak kültür, tarih ve yaklaşıma ek olarak ortak çıkar ve kapasitelerinin olmasında yatar. 
Diğer bir deyişle iki ülke işbirliği için gerekli ‘manevi payda’ya ek olarak bunu eyleme dönüştürecek güce de sahiptirler. İngiltere bir süper devletin sahip olması gereken entellektüel ve siyasi birikime sahip iken, ABD tartşımasız süper devlettir. Ayrıca, aşağıda tartışılacağı üzere, olaylar iki devleti birbirine daha da yakınlaştırmış, ortak çıkar her iki devleti de bu gücü kullanmaya itmiştir. 
Yukarıda bir cümle ile geçtiğimiz ortak kurumlar da özel ilişkiyi kolaylaştırıcı bir diğer etkendir. Siyasi yapılanmaları görece birbirine yakın olan bu iki ülke yakın işbirliğinin de bir sonucu olarak birbirine benzer kurumlar ve birimler ihdas etmişler, bunlar da işbirliğini kolaylaştırmıştır. 

Bu durum özellikle savunma ve istihbarat alanında böyledir. 

ÖZEL İLİŞKİ’DE KIRILMA NEDENLERİ 

Birazdan görülecegi üzere, her ilişkide olduğu gibi, ABD-İngiltere ilişkilerinde de sorunlar var ve bu sorunlar bazı yazarlarca ‘özel bir ilişki’nin olmadığı yönündeki iddialari isbat için kullanılıyor. Konjonktürel krizleri geçersek, kırılmalar için en önemli yapısal neden İngiltere’nin azalan gücüne karşın ABD’nin yükselen taraf olması. Taraflardan biri diğerine artık ihtiyacı kalmadığını hissettiğinde özel 
ilişkide kırılmalar yaşanıyor ve bu kırılma tarafların birbirlerine ihtiyaçları olduğunu anlayacakları vakte kadar devam ediyor. Rollerdeki hızlı değişim iki ülkenin krizlerde aldığı rolü de etkiliyor. Örneğin, İngiltere zaman zaman gücünün üzerinde hareket ederken, ABD gücünü abartarak İngiltere’nin desteğini kesin sayabiliyor. Bunlar iletişimde kopukluk, algıda ayrılık yaratabiliyor. Rollerdeki değişimin bir diğer sonucu da güvensizliği beslemesi. İmparatorluk günlerinden kalma bir karar alma mekanizmasina sahip olan İngiltere ‘doğal müttefik’i saydığı ABD’den olması gerekenden fazla bir ilgi bekliyor. Aynı şekilde Amerikan tarafında İngiltere’den gelecek bir ‘yanlış’ cevap diğer ülkelerden gelecek olumsuz davranışlara göre daha büyük bir hayal kırıklığı yaratabiliyor. Bu da aslında ‘özel bir ilişki’nin bulunmadığından 
çok, tarafların özel ilişkiden daha ‘özel bir şeyler beklediğini, bunun da hayal kırıklıklarını derinleştirdiğini gösteriyor. 

İkinci kırılma nedeni ulusal ve yerel çıkarlar. ABD her ne kadar büyük ölçüde Anglo-Saxon etkisi altında ise de imparatorluk-benzeri bir ülke. Ayrıca toprakları itibariyle kıtasal görünümde. Dolayısıyla yerelçıkarlar ile ulusal ve global çıkarlar arasında doğal bir rekabet var. Oysa ki ABD ile İngiltere arasındaki özel ilişki sac ayaklarını daha çok uluslararası alandaki ‘ortak çıkarlar’a dayıyor. Ayrıca ABD’nin kıtasal büyüklükte bir ülke olması onun uluslararası alandaki çıkarlarını çeşitlendiriyor. Avrupa yakasından Atlantik ülkesi olarak görülen ABD’nin Pasifik’te yükselişi ve İngiltere’nin Uzak Doğu’da etkinliğini yitirmesi özel ilişkiyi de zora sokuyor. İngiltere bu çıkmazı Kanada, Avustralya ve Yeni Zellanda’ yı devreye sokarak bertaraf etmek istiyorsa da California lobisi tarafından belirlenen Amerikan gündemi daha çok Japonya’ya odaklı. 

Bu noktada İngiltere’ye döndüğümüzde de bazı sıkıntılarla karşılaşıyoruz. İngiltere bir imparatorluk sonrasında farklı dengeleri kullanarak gücünü korumaya çalışan Avrupa Birliği üyesi bir ülke ve Avrupa dengelerine zaman zaman ‘gönülsüz de olsa sıkı sıkıya bağlı ve bu dengeler her zaman ABD ile özel ilişkileri besleyecek şekilde gelişmeyebiliyor. 

Üçüncü olarak ABD ve İngiltere arasındaki iktisadi, siyasi ve askeri güç farkı büyüyor. Farklı güçlerdeki ülkelerin dünya algılaması ve doğal olarak çıkarları değişebiliyor. ‘Özel ilişki’nin gelecekte önünde duran en önemli engel belki de bu. 

‘ÖZEL İLİŞKİ’NİN TARİHSEL GELİŞİMİ '

Bir çok yazar için İngiliz-Amerikan ilişkileri ‘özel’ temellerini tarihin derinliklerinden alır. Eski bir İngiliz kolonisi olarak ABD ilk yıllarda 
İngiltere’ye daima şüphe ile yaklaşmış bu konuda Fransa gibi bazı kıta devletleriyle işbirliği yoluna gitmiştir. 1823 Monroe Doktrini’yle doruk 
noktasına ulaşan izolasyoncu politiklarda bu şüphe ve korkuların rolü bulunduğu söylenir. Fakat tarihte tek bir boyut yoktur ve ‘düşmanlık tohumu’ gibi gorünen bir çok unsur zamanla dostluğa dönüşebilir. Nitekim İngiliz tarihçi H. C. Allen, iki ülke ilişkilerinin 18. yüzyıldan günümüze karşılıklı güvensizlikten içtenliğe uzanan, gün geçtikçe olgunlaşan bir dostluğa döndüğünü iddia eder.7 Allen gibi bir çok siyasi tarihçi için Monroe Doktrini bir güvensizlik işareti olmaktan çok, büyük bir dostluğun başlangıç tarihidir; çünkü bu doktrinin uygulanabilmesi 
İngiltere’nin denizlere hakim olmasıyla mümkün olabilmiştir. İngiliz donanması nın deniz hakimiyeti sayesinde ABD kendisini güvende hissetmiş, böylece Avrupa’nın büyük güçlerini düşünmek zorunda kalmamıştır. Hatta 1861-65 Amerikan İç Savaşı bile İngiltere’nin sağladığı güvenli ortam içinde gerçekleşmiş, İç Savaş’a yabancı unsurlar etki edememiştir. İki ülke arasındaki dostluğa vurgu yapan uzmanlar 19. yüzyıl boyunca devam eden ‘ilgisizliği’ ‘destek olarak yorumlarlar ve ticari alandaki ilişkileri de bu dostluğun bir kanıtı olarak sunarlar. 

19. yüzyılın son dönemlerinde İngiltere’de ABD ile özel ve sıkı bir ilişkinin oluşturulmasını zorunlu görenlerin sayısı arttı, fakat ABD’nin bu kadar istekli olmadığı söylenebilir. 

Diğer taraftan bazı yazarlara göre özel ilişkinin başlangıç tarihi 20. yüzyıldır, çünkü bu tarihten önce İngiltere bir süper güç olarak ABD’ye ihtiyaç duymamış, ABD de önce kendi bölgesindeki sorunları çözme gayreti içinde dünya olaylarında İngiltere’nin karşısına pek çıkmamıştır. 

Fakat ABD’nin dünya ile olan ticaretindeki artış ve çıkarlarındaki globalleşme izolasyoncu yaklaşımlara büyük bir darbe vurdu. Nitekim Theodore Roosevelt daha 1. Dünya Savaşı öncesinde ABD’nin kendi çıkarlarını kendisinin korumak zorunda kalabileceğini belirterek, eğer İngiliz İmparatorluğu zayıflar, o an ifa ettiği görevleri yerine getiremezse ABD’in dünya politikalarında öncü bir rol oynaması gerektiğini savunuyordu. 

Bu açıklamalar İngiltere’nin ABD’nin dış çıkarlarını koruduğu iddialarını da destekler mahiyettedir. Aynı zamanda Roosevelt’in kaygıları İngiliz İmparatorluğu’ndaki zayıflama emarelerinin ABDİngiltere işbirliğine nasıl meşrulaştırıcı bir zemin hazırladığını da göstermektedir. 
İngiltere cephesinden bakıldığında ise Almanya ile kızışan rekabet ve imparatorluğu tek parça halinde tutmanın gün geçtikçe zorlaşması, bir ‘kuzen’in, ABD’nin yardımını zorunlu hale getirmekteydi. 

Diğer bir deyişle, eğer Birinci Dünya Savaşı çıkmamış olsa idi, iki ülke arasındaki stratejik yakınlaşma yine de gerçekleşecekti. Çünkü İngiltere süper güç olmanın gerektirdiği sorumlulukları yerine getiremeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Geleneksel değerlere dayanan ve 19. yüzyıl düzenine dayanan İngiliz İmparatorluğu modern güçler karşısında bocalıyor, kendisininden beklenen ‘düzenleyicilik’ rolünü oynayamıyordu. Bu nedenle İngiltere bu sorumlulukları paylaşabileceği ‘dost’ bir ülke arayışındaydı. 

Bu çerçevede Birinci Dünya Savaşı tüm dengeleri değiştirdi, geçmişte belki de tohumları bulunan özel ilişkinin en parlak şekliyle ortaya çıkmasını sağladı. Bu görüşü savunan Nicholas 1. Dünya Savaşı’nda, tarihte bir ilk olarak, İngiliz hükümetinin en büyük önceliği ABD’ye verdiğini ve ABD ile yakın bir işbirliği içinde olabilmek için büyük bir gayret sarfettiğini yazar.8 

1. Dünya Savaşı’nda tarafların birbirlerine olan ihtiyacı tartışma götürmez; ABD’nin finansal, siyasi ve askeri desteği savaşın kaderini etkileyecek 
bir noktaya ulaşmıştır. 

Ayrıca İngiliz donanmasının denizlerdeki üstünlüğü ABD’nin askeri gücünü artırmıştır. Bu savaş esnasında ortak bir donanma yönetimi oluşturularak başına İngiltere’nin geçmesi bunun kanıtıydı. Fakat askeri ittifaka kadar giden işbirliği savaş sonrasında bekleneni veremedi. 

Geleneksel düzenden yana olan İngiliz İmparatorluğu ABD Başkanı Woodrow Wilson’un uluslararası ilişkilere yaklaşımını ‘fazla liberal’ buldu. İki ülkenin savaş borçları gibi bir çok konuda fikri ayrılığa düşmesi, İngiltere’nin uluslararası alanda yeni bir düzen kurmaktan çok kendi imparatorluğunu kurtarma gayretleri ilişkilerin istenen düzeye gelmesini engelledi. Bu duruma son noktayı koyan darbe Amerika’da güçlenen izolasyoncu yaklaşım oldu ve ABD bir kez daha Avrupa olaylarından uzaklaştırdı. 1920’lerin sonunda ortaya çıkan büyük ekonomik kriz bu akımı güçlendirirken, gerilemeden çöküşe geçen İngiliz İmparatorluğu’nda ABD’ye dönük şüpheler de dillendirilmeye başlandı. Bir yandan ABD’ye ihtiyacı bulunan İngiltere, diğer taraftan dünya politikalarındaki öncü rolünü ABD’ye kaptırmak istemiyordu. Dahası ABD’den gelecek yardımın bedeli İmparatorluk topraklarının kaybı gibi çok yüksek olabilirdi. Örneğin Neville Chamberlain ABD’nin dünya gücü haline gelmesiyle İngiltere’nin ulusal ve imparatorluk çıkarlarının zedeleneceğini öne sürüyordu. 

Şurası kesindi ki, İngiltere hâlâ imparatorluk mantığıyla düşünüyor, ABD ise modern güçlerden yararlanarak kendisine dünyada yeni pazarlar arıyordu. Bu durumda imparatorluk topraklarını gümrük duvarları ile sıkı bir şekilde dışa kapatan İngiltere bir yönüyle ABD’nin önündeki en önemli engeldi. 1930’ların iki ülke açısından yapıcı geçmesine ve kamuoylarında taraflar hakkında olumlu duyguların gelişmesine karşın bu çıkar çatışmasının gerçek bir çatışmaya dönüşmesi kaçınılmaz bir olgu olarak duruyordu. Örneğin 1937 yılında Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt İngiltere’nin topraklarında izlediği politikayı sert bir dille eleştirerek, İngiltere’yi halen eskimiş liberalizm 
karşıtı politikalar izlemekle suçladı.9 

Daha önce de belirtildiği üzere, ‘özel ilişki’nin ne zaman başladığı konusunda kesin bir mutabakat yoktur. Yukarıda anlatılanlar Birinci Dünya Savaşı’nın bu ilişkinin başlangıç noktası olduğu konusundaki iddiaları zayıflatıyor. Kimi yazarlara göre ise bu yakınlaşma İkinci Dünya Savaşı’nın bir ürünüdür. Bu yazarlara göre o tarihe kadar ki işbirliği bilinçli, hedefleri ve ilkeleri belirlenmiş olmaktan çok, zaman zaman refleksel, zaman zaman da şartların zorlamasıyla oluşan işbirlikleri şeklinde gerçekleşmişti. İkinci Dünya Savaşı’nı özel ilişkinin başlangıç noktası olarak alan akademisyenler bu durumun savaşın işbirliğine zorlayan özel ortamıyla değiştiğini ve günümüze dek süren bir hal aldığını 
iddia ettiler. Örneğin Coral Bell bu savaş esnasında yaşanan işbirliğinin daha önce hiç görülmemiş bir düzeye ve şekle ulaştığını iddia etti.10 
Buna göre ABD ve İngiltere, birbirleri için herhangi bir üçüncü ülkenin asla ulaşamayacağı derecede yakın bir işbirliğine girmiş, birbirlerini en 
önemli müttefik ilan etmişlerdi.11 

İşbirliğinin İngiltere için anlamı anlaşılabilirdi.1940 yılının yazında, herkesi şaşırtan bir şekilde düşen Fransa İngiltere’yi ikna etmeye yetti. 
Şimdi sadece imparatorluk değil, İngiltere’nin kendisi tehlike alındaydı ve Avrupa faşişt ve komünist ülkelerin hakimiyeti altındaydı. Dahası Japonya Uzak Doğu’da İngiliz İmparatorluğu’nu tehdit ediyor, İngiltere bir çok cephede mücadele etmekte zorlanıyordu. Bu durumda İngiliz dış politikasının tek amacı vardı, o da ne pahasına olursa olsun Amerikan desteğini sağlamak. Konuya ABD cephesinden yaklaşıldığında da işbirliğini gerektirecek bir manzara vardı. O ana kadar İngiltere’nin dünya politikasındaki üstünlüğünden fayda sağlayan 
ABD Almanya ve Japonya’nın saldırılarıyla çıkarlarının tehdit altında olduğu hissine kapıldı. Avrupa Almanya’nın tekli idaresi altına düşmek üzereydi ve Japonya Pasifik’te hakimiyet kurmanın yollarını arıyordu. Tüm bunlara İngiltere’nin ‘kışkırtmaları’ da eklenince, ABD için İngiltere’nin güvenliği önemli bir konu haline geldi. 1841 Pearl Harbor saldırısı ve Almanya’yla kopan ilişkiler İngiliz ve Amerikan ilişkilerini bir noktada birleştirdi. 

İkinci Dünya Savaşı’ndaki sıkı işbirliğinde tarafların birbirlerine karşı hissettikleri güvensizlik kaynaklarına gelirsek daha önce üzerinde durduğumuz noktalara geri dönmüş oluruz. İngiltere için en önemli korku ABD’ye bağımlılığın sürekli bir hal alması, ABD’nin, yardımları karşılığında, sterlin bölgesinde liberalleşme talebinde bulunması ve bu bölgelere İngiltere’nin aleyhine yerleşmesi idi.12 Tüm bu süreçte İngiltere, imparatorluğunu ve dünya politikalarındaki belirleyici rolünü kaybedebilirdi. Nitekim henüz savaş bitmeden Amerikalılar ‘yeni patron’un kendileri olduğunu açıkça söylemeye başlamışlardı. Amerikan Hazine Bakanı Henry Morgenthau ABD’nin savaş sonrasında kendi beklentilerine göre yeni bir Avrupa kuracağını söylüyordu, dahası Morgenthau bundan sonra dünya ekonomisine Londra’nın değil Wall Street’in hükmedeceğini açıkça ilan ediyor du.13 Sadece Morgenthau değil hemen hemen tüm Amerikan girişimcileri nin ortak sıkıntısı İngiltere’nin sömürgelerinde izlediği aşırı korumacı rejimdi. Amerikan ekonomisinin ulaşmış olduğu yapının sömürgeler ve imparatorluklar 
düzeyiniyle devamı mümkün değildi.14 Amerika’nın ekonomik çıkarları hem Almanya ve Japonya gibi saldırgan devletlerin ‘sakinleştirilip’ istikrarın sağlanmasını gerektiriyordu, hem de İngiliz sömürge imparatorluğunun dağıtılmasını. Kısacası ortada savaş içinde savaş vardı. Bir yandan siyasi ve askeri savaş Almanya ve Japonya’ya karşı sürerken, müttefikler kendi içlerinde ekonomik hükümranlık savaşı veriyorlardı. 

Fakat savaşın kendine özgü ihtiyaçları bu güvensizliğin savaş esnasında güçlenmesine izin vermedi, İngiltere bir yandan Amerikan emperyalizm 
karşıtlığını manipüle etmeye çalışırken, diğer taraftan ortak paydaya vurgu yapmayı tercih etti. İngiliz tarafının temennisi savaştan sonra yeniden siyasi güçü eline geçirerek Amerikalıların yeni dünya düzeni emellerine engel olabilmekti. 

Savaştaki işbirliği üstünlüğün ABD’ye geçmesiyle neticelenmişse de, savaş sonrasında kurulan düzende İngiltere’nin ‘alarmist’ yaklaşımının ABD’nin Soğuk Savaş politikalarını derinden etkilediği söylenebilir. Diğer bir deyişle savaşın bitimi yeni sorunları getirdi, faşizm yenilirken bu kapitalist Batı’nın zaferinden çok komünizmin zaferi haline geldi, bu sonucun öngörülmesinde de Amerikalılar’dan çok İngilizler daha başarılı olduğu söylenebilir. Denebilir ki ABD’nin İkinci Dünya Savaşı ve sonrası politikalarında Churchill hükümetlerinin ve genel olarak İngiltere’nin etkisi büyüktü ve bu nedenle İngiltere’nin konuya yaklaşımı anlaşılamadan Amerikan politikaları da anlaşılamaz. Ayrıca istihbarat ve bölge politikaları konusunda İngilizler’in Amerikalılar’a üstünlüğü savaş boyunca açıkça gözlendi.15 Kısacası bu dönemde ve hemen akabinde ABD-İngiltere ilişkileri sadece İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı ile açıklanamaz, ‘karşılıklı bağımlılık’ ilişkileri ifade etmekte daha doğru bir ifadedir. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı İngiltere’nin bilinç altında onulmaz yaralar açtı ve kendisini ABD’ye daha yakın ve bağımlı hissetmeye başlamasına neden oldu.16 Bu yakınlık ve bağımlılık savaş sonrasında ekonomik ve siyasi yardım ve işbirliği ile pekişti. Bu çerçevede İngilizler ABD’yi dış ilişkilerinin temeline yerleştirirken, adeta bir ‘kardeşler/kuzenler arası ilişki’ düşledi. Bu sadece işbirliğinin doğal 
bir sonucu değil, aynı zamanda yenilginin17 verdiği ezilmişlik duygusunun da bir sonucuydu. Nitekim ABD’nin silah ve mali yardım konusunda İngiltere’ye öncelik tanıyan yaklaşımı bu algılamayı güçlendirdi. 

Bunda, hiç şüphe yok ki, dönemin Avrupa siyasi konjonktürünün de büyük rolü vardı: Bu dönemde ABD ve De Gaulle’un birbirlerine karşı soğuk durmaları, Almanya’nın ikiye bölünmesi ve siyasi bir güç olarak Avrupa siyasetine ağırlığını koyamaması, İngiltere’yi siyasi alanda rakipsiz hale getirdi ve böylece ABD için Avrupa’da işbirliği yapılabilecek en önemli ülke İngiltere haline geldi. Nitekim 1946 yılı başlarında Amerikan Dışişleri Bakanlığı İngiltere’nin Avrupa politikaları için ne kadar önemli bir ülke olduğununun altını çizdi.18 Bu nedenle uzunca bir 
süre ABD, Avrupa ve NATO politikalarını İngiltere ile ‘ortak’ yürüttü. Türkiye’de de sıkça dile getirilen ‘İngiltere ABD’nin akıl hocası’ yargısı daha çok bu geçiş döneminin bir ürünüdür. Ne var ki İngiltere’nin zaman zaman duygusal boyutlar kazanan bu algılamasının ‘tek yönlü’ olduğu, dengelerdeki değişmeye paralel olarak ABD’nin İngiltere’den çok daha başka öncelikleri bulunduğu söylenebilir. Amerikalılar, İkinci Dünya Savaşı’na İngiliz İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ya da İngiliz kardeşlerini Almanlardan korumak için girmemişlerdi. Daha önce de belirtildiği üzere ABD’nin savaş sonrasında iki önemli önceliği vardı: 

a) Ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanması, 
b) Ekonomik liberalleşmenin tüm dünyaya hakim olması. 

Bu hedeflerden ilki İngiltere’ye yararken, ikincisi İngiliz İmparatorluğu’nun sonu demekti. Bu planlar içinde ABD’nin İngiltere’ye yaklaşımına baktığımızda 
İngiltere’nin algılamalarının tersi bir manzara ile karşılaşırız. ABD’ye göre İngiltere artık çevre ülkelerinden biriydi ve ABD-SSCB süper devlet ilişkilerindeki rolü sadece ‘yardımcı’ olmak olabilirdi. Hatta bazı Amerikalılar İngiltere’yi ‘dikkate alınmayacak bir ülke’ olarak değerlendirdiler ki bu hiç şüphesiz abartılı bir yaklaşımdı. 

ABD savaşın İngiltere’de açtığı yaraları İngiliz ekonomik hakimiyetine son vermek açısından önemli bir araç olarak gördü ve 1945’teki ekonomik yardım görüşmelerinde İngiliz sterlininin daha konvertibl olmasını önemli bir şart olarak ileri sürdü. Bu durum İngilizler’i o kadar rahatsız etti ki İngiliz hükümeti görüşmelerden çekilmeyi dahi düşündü. Fakat ABD yardımlarına ihtiyaç vardı ve ABD’yi güçendirmek İngiltere’ye pahalıya malolabilirdi. İngiltere’nin özellikle yurtdışı harcamaları için büyük miktarda dış borca ihtiyacı vardı ve savaş sonrasında kredilerde ABD’nin tartışmasız bir tekeli söz konusuydu. Ayrıca İngiltere’ye göre ABD’ye olan siyasi ihtiyaç halen bitmiş değildi. Avrupa’nın yeniden düzene sokulması ancak ABD sayesinde mümkün olabilirdi, bu nedenle ABD’yi yeniden izolasyoncu yaklaşımlara sokacak politikalardan vazgeçilmeliy di. 19 
Yani İngiltere ve ABD arasında özel bir ilişkinin bulunduğu muhakkaktı, fakat bu durum savaş döneminden oldukça farklı bir mecraya doğru yol almaktaydı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder