AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 8
6.2. Çözümün Şafağında Ekonomik Bağımsızlık Modeli
Önceliği sermayeye hizmet olan ekonomik bazlı çözüm önerileri Kürtlerin demokrasi, eşitlik ve özgürlük taleplerini karşılamaktan uzak gözükmekte dir. Şüphesiz ki sermayeyi gözeten yatırım politikalarıyla Kürt sorununun çözümünün mümkün olmadığını söylemek Kürtlerin yatırım talep etmediği anlamına da gelmemektedir. Kürt sorununun ekonomik faktörlere hapsedilmesindeki yanlışlığı dile getiren bu çalışma yatırımın elzemliğini tartışma dışına itmez. Vurgulanmak istenen, hükümetlerin ekonomik açılımlarında yalnızca sermaye bazlı yatırımı esas alarak Kürt sorununun ‘hallini’ istemelerindeki yanlışlıktır. Günümüzde bir ülkenin dış sömürüye maruz kalması için sömürgeci bir güç tarafından işgal edilmesi ve hâkimiyet altına alınması gerekmemekte, François Partant’ın belirttiği gibi bu işi ekonomik rekabet, dış ticaret ve yatırımlar daha etkin olarak
gerçekleştirmektedir (Başkaya, 2002: 12). Şu soruyu sormanın önemli olduğu kanısındayım: Örneğin, Ciner grubunun Doğu’da yatırım yapması26 Türkiye
Kürdistan’ının sorunlarını ne kadar çözebilir ve Kürt sorununun çözümüne nasıl katkı sağlayabilir? (Sağlar mı?).
Buraya kadar aktarılanlarla bağlantılı olan bir başka sorun, Kürt meselesinin ortaya çıkmasını ekonomik sıkıntılarla, gençlerin dağa çıkmasını da işsizlikle açıklamaktan kaynaklanıyor. Eğer bu açıklama gerçekten geçerli olsaydı, onca acıların yaşanmasına gerek kalmadan büyük ekonomik yatırım projeleriyle Kürt sorununu çözmek mümkün olabilirdi. Bölgenin ekonomik azgelişmişliği ve yüksek nüfus artış hızının hem ekonomik hem sosyal anlamda yoksulluk ve yoksunluk gibi büyük sorunlara yol açtığı doğrudur.
Bununla birlikte ekonomik etken, Kürt sorununu ortaya çıkaran faktörlerden yalnızca bir tanesidir ve sorun esasen büyük ölçüde politik bir durumun
sonucudur. Matur’un (2011: 62) konuştuğu kişilerden birinin, “neden herkesin bir kimliği var, bizim yok? Benim dağa çıkışımdaki en temel neden budur”
ifadesi Kürt kimliğinin peşine düşüşün ekonomik faktörlerle basitleştirile meyeceğine dönüktür. Beşikçi (1970), ilk basımı 1969 yılında yayınlanan “Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyo-Ekonomik Ve Etnik Temeller” isimli kitabında, “Doğu Sorunu”nu yalnız ekonomik açıdan “ilerilik” ve “gerilik” sorunu olarak ele almanın yanlışlığına vurgu yapar. Beşikçi’ye göre, “Doğu Sorunu”nun aynı zamanda etnik bir sorun olduğunu gözden kaçırmamak gerekir (Beşikçi, 1970: 15). Ekonomik yatırım taleplerini yadsımaksızın günümüzde insanlığın ve Kürtlerin birincil taleplerinin siyasal ve kültürel haklar ile sermayeyi gözeten getirim sistemine karşıt konumda ekonomik bağımsızlık olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Egemen söylemin üniversitelerle, medyayla, aydınlarla “ideolojik bulanıklık yaratarak” insanları inandırmaya çalıştığı gibi Kürt sorununun yalnız ekonomik mahiyette bir sorun olmadığı şimdilerde birçok araştırmacı tarafından ileri sürülmektedir.
Türkiye Kürdistan’ının diğer bölgelerle arasında milli gelirin eşitsiz dağılımından kaynaklı bölgesel eşitsizlik sorunu olduğuna değinmemek doğru olmaz. Bölge halkı büyük maddi ve manevi sıkıntılar ve yokluklar çekmektedir. Dolaylı olarak Kürt siyasi hareketine göre, Kürt sorununun çözülmesi sürecinde en acil görevlerden biri ekonomik sıkıntıların ve yokluğun giderilmesidir. Kaynak sorunu üzerine düşünen araştırmacılardan Partant (2002)’nin önerisi ise yeniden düzenlemeye gitmektir. Bu yaklaşımı soruna formüle edersek, bölgesel eşitsizlik sorununun çözümünü Kürt sorununun çözümüne doğrudan bağlantı kurmaksızın bölgeye kaynak aktarımında yeniden düzenlemeye gitmek gerekmektedir. Hemen bu noktada belirtmek gerekir ki, Partant (2002)’nin denklemine göre, Kürt toplumu kendine özgü sosyo-politik örgütleriyle, yaşadığı ortama uygun şekilde geliştirilen tekniklerle kaynak kullanımına gitmelidir. Partant’a göre, bölgesel özerklik planıyla bölgesel bir topluluk, sadece kendi öz kaynaklarına dayanıp kendi pazarına güvenerek üretim yapıp, hangi koşullarda çalışıp yaşayabileceğini belirleyebilir (Partant, 2002: 165-166). Bu doğrultuda
Partant’a göre yapılması gereken, “kalkınma’ planı değil de, yaşamı sürdürme planı olmalıdır”. Yine belirtmek gerekir ki fakirleşmiş bir bölgede ekonomik faaliyetlerin canlandırılması, gerçek bir ekonomik demokrasi ortamında düşünülebilir (Partant, 2002: 167).
Ekonomik demokrasiyle kastedilen, Partant’ın işaret ettiği üzere karar verenlerle işi yapanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ekonomik ve sosyal özerkliktir.
Ulusal üretimi yörenin özgül koşullarına yeniden uyumlu kılma konusunu Korsikalılar ve Şevenollar üzerinde örneklendiren Partant (2002: 190-191),
kestaneliklerini yeniden canlandırırlarsa eskiden olduğu gibi mobilya ve aletler üretebileceklerini, halklarını da kestane satın almaya davet ederek kendi üretimlerini tüketebileceklerini ve böylece bir özerklik deneyine ortam hazırlanabileceğini yazar. Alanda görüşme yaptığım Konya Kürtleri de kendi
deneyimlerinden yola çıkarak mühim olanın “ekonomik bağımsızlık” olduğunu öne sürdüler. Devlet teşviklerinin bir yere kadar sürdürülebilir olduğunu, esas
itibariyle yapılması gerekenin, kendi öz kaynaklarıyla, bağımsız sosyo-ekonomik varlığa ve kendi toplumsal üretimlerine sahiplik olduğunu ifade ederlerken, ancak bu şekilde kalkınma koşullarının oluşturulacağını öne sürdüler. Partant’a (2002: 51-52) göre ise:
Nasıl bir çocuk yetişkin elbisesini giyerek değil, büyüyerek yetişkin insan oluyorsa, bir toplum da kendi sahip olduğundan hareketle, çevresindeki kaynaklardan ki bunlar gezegenin bir yerinden diğerine değişiyor yararlanarak kalkınabilir.
Sonuç olarak devlet, özellikle sermayecileri memnun eden, ekonomik yatırımlarla ‘kalkınmış’ Kürdistan’ı vaat ederek Kürt sorununun üstesinden
nasıl gelinmek istendiğini gösterir. Örneğin, 2008 yılında başbakan Erdoğan’ın Gap Eylem Planı çerçevesinde yapılan toplantılara yalnız iş dünyasından ve meslek kuruluşlarından temsilciler davet etmesi hükümetin bölgenin kalkınma sorununa nasıl yaklaştığını gösteriri. Nitekim TESEV (2008: 20-21) raporunda da bir biçimde eleştirilen bu durum şöyle ifade edilir:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 27 Mayıs 2008’de Diyarbakır’da açıkladığı GAP Eylem Planı’nın hazırlanış sürecinde yapılan toplantılara ağırlıklı olarak iş
dünyası ve meslek kuruluşları temsilcilerinin davet edilmiş olması ve sendikalar, yoksullukla mücadele eden örgütler, kadın kuruluşları ve insan hakları örgütleri
temsilcilerinin sürecin dışında bırakılmış olması, bölge halkı açısından planın inandırıcılığını ve güvenirliğini baştan zedelemiştir. Sonuç olarak ortaya çıkan metin de, ağırlıklı olarak bölgedeki işveren temsilcilerinin görüşlerini yansıtmakta, GAP konusunda söz sahibi olması gereken birçok başka kesimin seslerinin duyulmamasına yol açmaktadır.
Kürt sorununun çözümü tartışılırken Türkiye Kürdistan’ının nasıl bir ekonomik sisteme sahip olması gerektiği noktasında kimileri -Kürt hareketi de kısmen dâhil- sermayeyi bölgeye yatırım yapmaya davet etmektedir. Kapitalistleşmenin başatlık kazanmadığı ‘Doğu-Güneydoğu’ Anadolu’da neoliberalizme göz kırpılması gerçekten gerekmekte midir? Bugüne kadar gelişmemiş kapitalizmi sorun olarak değerlendirip bölgenin kapitalist ilişkilere açılması tek geçerli yol mudur? Türkiye’nin yaklaşık bir buçuk asırdır kapitalizmle bütünleşme çabalarının sonuçları düşünüldüğünde bölge için farklı bir sistemin varlığı mümkün müdür? Çözüme doğru gidilirken Irak Kürdistan’ının ekonomide seyrettiği yol mu takip edilmeli yoksa yeni bir alternatif mi tartışılmalıdır? Bu ve benzeri soruları Kürt sorununun ekonomi başlığına akıl yürüten herkesin ciddiyetle sorması gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü kapitalist gelişme tecrübelerinin gösterdiği üzere Kürdistan’da getirim temelli üretim ve zenginliğin artması, zenginlerin zenginliğini artırmaya
devam ederken yoksulluğu ve eşitsizliği de artıracaktır. Amin’in (1999) ileri sürdüğü gibi, kapitalist üretim tarzı bir toplumun bunalımını çözüm bulmak
için değil, genellikle kendi çıkarları için yöneltmek ister. “Türkiye Kürdistan’ı için küreselleşme ve kapitalizme bütünleşme kaçınılmaz mıdır?” şeklinde sorulacak bir soruya Amin (1999), birçok farklı dünya düzeninin bulunmasının olasılığını ve buna ilişkin alternatifleri düşünmekten alıkoyulmaması gerektiğini önerir. Sermayeden kurtulmanın olanaksızlığı göz önüne alındığında sistem karşısında demokratik özerklik uygun bir düzen yaratabilir mi?
7. ALAN BULGULARI
Konya’nın Selçuklu İlçesi’nin Fatih, Işıklar, Özalkent, Mehmet Akif ve Kılıçarslan mahalleleri şehrin batı tarafında yer alır. Bu beş mahalleye doğudan girişte Fatih ve Işıklar Mahalleleri önce gelir. Sırt sırta olan bu iki mahalleyi doğudan batıya doğru ismi Malas olan dar bir cadde ayırır. Işıklar mahallesinin güneyinde ise Kılıçarslan Mahallesi bulunmaktadır. Sille yolu caddesi de bu iki mahalleyi doğudan batıya doğru birbirinden ayırır. Malas ve Sille yolu caddelerinin bitiminde Beyşehir-Isparta çevreyolu başlar. Çevreyolunun öbür tarafında hemen Malas caddesinin bitiminde Özalkent Mahallesi yer almaktadır. Sille yolu caddesinin çevreyoluyla kesilmesinin batı tarafında ise Mehmet Akif Mahallesi bulunmaktadır. Mehmet Akif ile Özalkent de tıpkı Fatih ve Işıklar gibi sırt sırta yerleşim birimi olarak yer almaktadırlar. Kürtler Konya’nın her semtinde yaşamakla birlikte ağırlıklı olarak adı geçen bu beş mahallede ikamet etmektedirler. Diğer bir deyişle, Kürtler bu beş mahallede diğer semtlerde olduklarının çok üstünde görünürdürler.
Dolayısıyla mekânsal etnik kümelenmeye dair kısmi bir eğilimin varlığından bahsedilebilir. Buna ilaveten, Türklerle iç içe yaşamaktadırlar. Kürtler ve
Türkler sosyal ve ekonomik ilişkilerin oluşturduğu karmaşık ağlarla birbirlerine bağlanmışlardır. Bir günün ilişkiler ağında faaliyetlerini Türklerle bir arada
gerçekleştirirler. Denilebilir ki, günlük hayatta insanların ilişki kurdukları her ortamda Kürtler ile Türklerin karşılaşmaları bölge için sıradan bir durumdur.
Kürt kasaptan etler alınırken, Türk bakkaldan ekmekler tedarik edilerek gün içerisindeki ihtiyaçlar giderilir. Görünen o dur ki, Konya Kürtleri Türklerle,
coğrafi bölge olarak Kürdistan’daki Kürtlerle kurduklarından daha fazla ve daha kolay ilişki kurmaktadırlar. Her ne kadar Türklerle güçlü bir ilişki örüntüsüne sahip olsalar da, Konya Kürtleri coğrafi anlamda ‘uzak’ Kürtlere kendilerini daha yakın hissettiklerini ifade ederler. Bu durum Anderson’un (1995) hayali cemaatlerini akla getirir. Sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaat olarak Kürtler her birinin zihninde toplamlarının hayalini yaşatmaya devam ederler. Birbirlerinden uzakta yaşamalarına rağmen Konya Kürtleri özelinde Orta Anadolu Kürtleri ve coğrafi bölge olarak Kürdistan Kürtleri bu ortak etnik kimliği devam ettirmede zorluk çekmezler.
Cihanbeyli ve Kulu’nun merkez ya da köylerinde evleri ve arazileri olan bu insanlar genel olarak iki sebepten ötürü aynı zamanda Konya merkezde
de yaşamayı tercih ederler. İlk sebep, eğitim maksatlı olup çocuklarını okutmak ve bir meslek sahibi yapmak olup; ikinci sebep ise ticarettir.
Görüştüğüm kişilerin bir kısmı bu şekilde ticari ilişkilerin içinde olup esnaflıkta tutunmuşlardır. Köyleriyle ilişiklerini kesmeyen bölge Kürtleri bir yandan
Konya merkezin olanaklarından yararlanmakta diğer yandan köyle ilişkilerini özellikle çiftçilik üzerinden yoğun olarak devam ettirmektedirler. Fatih, Işıklar,
Özalkent, Mehmet Akif ve Kılıçarslan mahallerinin Kürtler tarafından ikametgâh olarak seçiminin cazip bulunmasında hemşericilik ve akraba ilişkilerinin oynadığı rolün büyük etkisi vardır. Buralardaki evlerin satın alma ve kiralama bedelleri diğer semtlere oranla daha uygun olmasına rağmen Kürtlerin bu mahallelere yerleşim isteği parasal kaygılardan değil, manevi tercihlerden kaynaklanır. Köydeki gelenek ve göreneklerini, yaşam tarzlarını söz konusu mahallelerde daha rahat devam ettirirler. Örneğin, ev ziyaretleri, taziyeler, kız alıp vermeler, çay ocağı sohbetleri gibi alışageldikleri sosyal ilişkilerini kurarlar.
Genel olarak maddi durumları iyi olan bu insanların oturdukları ev çoğunlukla kendilerinindir. Şehre gelir gelmez kiralık ev bakmayı hiç düşünmeden ev satın alırlar. Hatta birçoğu yıllar içerisinde satın aldığı ev sayısını çoğaltır. Kiracı olan Kürtler büyük oranda ‘Doğu ve Güneydoğu’ illerinden göç etmiş olanlardır. Konya Kürtleri kendi aralarında ‘Doğu ve Güneydoğu’dan göç yoluyla gelmiş bulunan Kürtler için ‘muhacir’ kelimesini kullanırlar. ‘Muhacir’ tanımı yalnızca Konya Kürtlerine ait olmayıp genel olarak Orta Anadolu Kürtlerinin ‘Doğu ve Güneydoğu’dan gelmiş Kürtler için kullandıkları bir tanımdır. Alakom (2007: 44), bu konuyla ilgili olarak 500 yıl boyunca Kürtlerin Orta Anadolu’ya iyiden iyiye alıştığını ve en sonunda da topraklarına yeni gelen bazı diğer Kürtlere ‘muhacir’ demeye başladığını ifade eder. Muhacir tanımı sınıfsal bir içeriğe sahiptir. Özellikle köy içinde daha görünür olan ‘muhacirlerin’ genel olarak maddi durumları iyi değildir. ‘Muhacirler’ köylerde yaygın bir biçimde işçi olarak çalışırlar. Konya merkezde Kürtlerle ‘muhacirler’ arasındaki işçi-işveren ilişkisine çok fazla rastlanmamakla birlikte yaşam şartları arasındaki fark belirgindir.
Bu ikili arasındaki ilişki köyde muazzam sıklıkta iken merkezde Kürtlerin ‘muhacirlerle’ kurduğu ilişki ağı gevşektir. Konya Kürtlerinin işveren konumun da olmasının kaynağı uzun yıllardır Türkiye’nin ekonomik sistemiyle kurdukları güçlü bağdan ileri gelir. Sistemle uyum sürecini başarıyla tamamlamış Konya Kürtleri, sermaye güçlerine ulaşmada ve kendi sermayelerini oluşturmada zorlanmazlar. Bu durum kendilerini ve yaşadıkları toprakları görece refaha ulaştırmıştır.
Genel olarak bariz ekonomik sorunları olmayan Konya Kürtleri, Kürt sorununun ortaya çıkışının ekonomik nedenlere indirgenemeyeceğine önemli bir örnek teşkil ederler. Kürt sorunu söz konusu olduğunda sınıfsal farklar önemini yitirir. Gelir düzeyi, eğitim ve meslek gibi istatistiksel her grupta sorunla yakından ilgili Konya Kürtleri, Kürt sorununun temelinde Kürt kimliğinin ret ve inkârının yattığı görüşünde hem fikirdirler. Konya Kürtleri her ne kadar başarılı işadamları, ünlü tacirler ya da tıp, hukuk gibi farklı mesleki dallarda şöhret kazanmış olsalar da devletle ve Türklerle girdikleri ticari ve sosyal ilişkiler onların kimliksel aidiyetlerini öne çıkarmalarına mani olmaz. Bölgenin Kürtleri ekonomik sisteme entegre olmalarına rağmen kimliklerine sık vurgu yaparlar. Ticaret alanında, eğitim hayatında, evlilik gibi özel durumlarda Türklerle incelikli bilgi akışına ve oldukça rasyonel bir biçimde karşılıklı işbirliğine geçmelerine paralel olarak geleneklerini de sürdürmektedirler. İncelikli bilgi akışı ve karşılıklı işbirliği, onları
kimliklerinden, dillerinden ve kültürlerinden uzaklaşma yönünde tehdit etmez.
Bu durum Barth’ın (2001a) belirttiği etnik gruplar arasındaki sınırların korunması süreciyle bağlantılı olarak düşünülebilir. Konya Kürtleri, Kürt kimliğinin bilincinde ve bu konuda anlatılarıyla bir savunma içindedirler. Devletin Kürt politikasına meydan okuyan anlatılar Kürtlerin insan hakları bağlamındaki temel taleplerine vurgu yapar. Kürt sorununa duyarlı Konya Kürtleri, kimliksel, dilsel, kültürel ve yönetimsel haklarının tanınmasını ve yasal güvence altına alınmasını talep ederler. Alanda ulaşılan Kürtler, Kürt sorununun çözümünün kimlik, dil ve kültür ile özerklik taleplerinin karşılanmasından geçtiğini dile getirdiler. Sorunun ortaya çıkışında ekonomik faktörlerin nedenlerden yalnızca biri olabileceğini belirttiler.
Kimlik, dil ve kültür ile özerklik talepleri gündelik hayat içerisinde hem rutin olanı hem de siyasal olanı barındırır. Siyasetin günlüğünde olan biten her şey gündelik ilişkiler ağında günlük pratiklerin deneyimlenmesine nüfuz eder. Kürt sorunu diye tanımlanan toplumsal durum farklı bölgelerde yerleşik düzenlerini devam ettiren Kürt halkının gün içinde yapıp ettiklerinden ayrılmaz bir parçadır. Örneğin, siyasi partilerin Salı günleri yaptıkları grup toplantılarının yerele yansıması, bir Kürt’ün sermayesini yatıracağı milliyetçi ya da ulusalcı ağırlığı olan bir holdingle yaptığı anlaşmayı feshetmesine neden olabilir. Bu anlamda Kürt sorunu Kürtlerin günlük rutinlerinin dışında kalmadan gündelik ilişkiler ağı içerisinde görünürdür. Gündelik hayatın ritmine işaret eden okul sıralarından devlet dairelerine, minibüslerden restaurantlara, Konya Kürtleri her nerede olursa olsunlar siyasal ve kültürel taleplere duyarlıdırlar. Günlük iletişim ağları kurulurken bir Türk’ün bir pratikten bir sonrakine geçişte farkına varmadan kapıldığı basit rutinler, bir Kürt için ayırt edici rutinler olup farklı algıları beraberinde getirir. Örneğin, çocuğunu okuldan alırken gününün nasıl geçtiğini Kürtçe birkaç kelimeyle soran bir veli güvenlik görevlisinin sözlü saldırısına uğrayabilir. Bu bağlamda Konya Kürtlerinin açısından bakıldığında gündelik hayatın rutin işleri, devletin Kürt politikaları tarafından şekillendirilmekte, devlet söylemi bir şekilde bütün koşullar üzerinde belirleyici ve düzenleyici durumdadır. Bir Kürt, doğumundan ölümüne dek, dilinden eğitimine, kimliğinden güvenliğine kadar devletin Kürt politikası tarafından belirlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Alanda ulaşılan Kürtlerin yaşamları, insan olmanın getirdiği en temel ve en basit ihtiyaçları, devletin geliştirdiği politikalar ve araçlarının denetimi altındadır. İlkokulda çocukların öğretmen ve dil problemleri, kamuda özellikle Kürtçeden başka hiçbir dil bilmeyen yaşlı kadınların yaşadığı sıkıntılar, çeşitli durumlarda kimliklerini saklamak zorunda kalan kişilerin hayatları boyunca üzerlerinden atamadıkları travmalar gibi pek çok konu devletin Kürt
politikalarının yarattığı sonuçlardır.
Kürtlerin yaşam tarzı üzerinde belirleyici olan etkenlerin ancak alanda çalışılan insanların kendi hikâyelerini anlattıkları etnografik anlatılarla izinin sürüleceğini deneyimlemek eşsizdi. Bilindiği gibi, etnograflar alanda temasa geçtikleri kişilerle ilişkilerini geliştirerek onların değişen zaman ve mekânlarda kendilerine biçilen ya da biçtikleri çoklu rolleri inceleme fırsatı bulurlar. Bu anlamda alan çalışması yapan bir araştırmacı olarak ilk izlenimim temas kurmaya çalıştığım kişilerin bana dönük güvensizlik duygularının varlığı oldu. Büyük olasılıkla benim samimiyetimi kendilerince test etmiş olmalılar ki ilerleyen günlerde bana evlerinin kapılarını açmaktan geri durmadılar. Alana çıktığım ilk günlerde konuştuğum Kürtlerdeki tedirginliğin günler geçtikçe yerini rahatlamaya bırakması beni oldukça etkiledi. Orta Anadolu Kürtleri, ‘Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürtlere kıyasla çabuk “açılamıyor” ve rahat konuşamıyorlardı. Elimde kamera ya da kalem-kâğıt olmasından hoşlanmıyorlar, kuşkulu gözlerle bakıyorlardı. Kamera açık değilse ya da masada kalem-kâğıt yoksa yüzlerine tebessüm konuyor, rahatlıyorlardı. Bunun nedeni anlatılarının “aleyhlerinde” kullanılacağı korkusu olabilirdi.
Adeta kerpetenle ağızlarından laf almaya çalıştığım insanlar zaman ilerledikçe beni şaşırtacak derecede tutum değişikliğine gittiler. İlk günlerde kendini saklayan tutum yerini samimiyete ve güvene bırakarak bana geçmişlerini, şimdilerini, geleceklerini, özlemlerini ve umutlarını anlatmaya koyuldular. Anlattıkları her hikâye, ifade ettikleri her söz beni, Orta Anadolu Kürtlerinin “asimile oldukları”, “sistemle bütünleştikleri”, “düzene dair hiçbir sorun taşımadıkları” yargıları karşısında yeniden düşünmeye sevk etti. Uzun yıllardır bu bölge Kürtlerinin nerdeyse Kürt sayılmadıkları yargılar silsilesinin sebebi muhtemel ki bahsettiğim kendini saklayan ve kolay açılmayan tutumdan kaynaklanıyor. Bu tutumun bir nedeni Kürdistan’daki Kürtlerin “biz bize” oluşuna karşın Orta Anadolu Kürtlerinin Türklerle daha içli dışlı olması, maddi - manevi alışveriş içerisinde bulunması ve dolayısıyla olası bir yanlış anlamanın yol açacağı keşmekeş olabilir. Bu bağlamda Kürdistan’daki Kürtler, sayıca kalabalık olmaktan kaynaklı olarak kendilerini daha güvende hissetmekte hatta halk deyişiyle “arkalarını sağlam” görmekte olmalılar ki Kürt sorunu karşısında düşüncelerini görece özgür ve rahat bir şekilde dile getirmektedirler.
Bu minvalde soru yönelttiğim bir görüşmecim şu yorumda bulundu:
H/K: Orta Anadolu Kürtleri kimliklerini kaybetmeden, “asimile olmadan”, sistemle bir şekilde entegre oldular. Bu entegrasyon Kürtlüklerinden bir şey kaybettirmedi. Asimile hiçbir zaman olmadıkları gibi kimliklerinden hep övündüler. Ama şiddet görmedikleri için şiddetle cevap vermediler. Bu bölgenin Kürdü devlet terörüne maruz kalmadı. Demografik yapıdan ötürü Orta Anadolu Kürdü Türklerle biraz daha uyum içinde oldu. Ama Doğu’da Kürt nüfusu kat kat fazla. Devlet yıllar boyu bilinçli olarak oraya yüklendi. Doğu Anadolu Kürdü beyaz Renault’u da gördü bir sabah köyünün bütün erkeklerinin kurşuna dizilmesini de. Doğal olarak sesi daha sert çıktı.
Bu yorumda görüldüğü üzere Orta Anadolu Kürtleri ekonomik sisteme uyum sağlamalarını sıklıkla “asimilasyona maruz kalmadan” cümlesiyle birlikte açıklarlar. Bölge Kürtlerinin ağzına pelesenk olmuş “asimilasyona maruz kalmamak” cümlesi, “kimliğinden hep övünmek”, “dilini unutmamak” ya
da “Kürtlüğünü kaybetmemek” şeklindeki ifadelerle kullanılır. Denilebilir ki, hemen her konuda “asimile olmadık” tabirinin kullanılması seslerinin görece
sessiz çıkmasının başka bir anlama gelebileceğini düşündükleri için olabilir. Konya Kürtleri devletin ekonomik olanaklarından ‘Doğu ve Güneydoğu’da
yaşayan Kürtlere göre çok daha ileri düzeyde yararlanmışlardır. Görece şiddete daha az başvurmaları gördükleri şiddetle doğru orantılıdır. Alanda bulunduğum günler boyunca “önce kimlik! Önce kimlik tanınmalı” ve benzeri gibi ifadelere çok sık rastladım. Dolayısıyla seslerinin görece sessiz çıkması kimlik bilinçlerinin ve kimliksel taleplerinin olmadığı anlamına gelmez. Kürt kimliği, dil, kültür ve özerklik gibi temel kavramlar onlara göre, eşit ölçüde Konya Kürtlerinin de öne çıkardığı taleplerdir. Orta Anadolu Kürtlerinin ‘Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürtlerden en büyük farkları bu talepleri yüksek sesle dile getirmemeleridir. Bu ise, bir tür saklanma haliyle açıklanabilir. Uzun saatler süren görüşmeler sonrasında dışarıya yansıttıklarıyla içlerinde biriktirdikleri arasındaki açık ara fark hissedilir. Yukarıda alıntıladığım anlatıda görüşmecimin ifade ettiği gibi benim de alanda gördüğüm üzere sistemle bütünleşmelerine karşın kimliklerinden “gurur duyduklarını” belirtirler. Bu övünç durumu kendilerini saklasalar bile kimliklerini saklamama şeklinde görülür. Her biri kendisini ön plana çıkarmasa bile kimliğini hiçbir zaman saklamadığını ifade eder. Anlatılarında kimliklerinden bahsederken “kadim özellikleri” ve “tarihteki konumu” gibi tabirlerin kullanımında söz konusu ‘gururun’ izlerini görmek mümkündür. Buna rağmen yukarıda vurguladığım
tedirginlik hali hafife alınamayacak ölçüde görünürdür. Bu bağlamda görüşme yaptığım muhataplarım bu konuyla ilgili olarak şunları söylediler:
A/F: Kürt açılım süreci bizi çok rahatlattı. Eskiden stresteydik. Gelmiş geçmiş hükümetler arasında Kürtlere en çok yakınlık gösteren parti AKP’dir. Biz ne
günlerden geçtik. Daha önceki hükümetler hiç değinmedi bu konuya. Umutluyum. Dağ alanları piknik alanları olmuş. Şimdi çok daha rahatız. Dilimizi
konuşabiliyoruz. Psikolojik olarak rahatladık.
Bir başka görüşmeci:
A/Ö: Misal biz eskiden kendimizi rahat hissedemiyorduk. Kürtçeyi konuşurken dikkatli davranıyorduk. Konuşamıyorduk. Açılım devlet eliyle bir
rahatlık getirdi bize. Korkuyla yaşamıyoruz. Kürtlere psikolojik olarak yarar sağladı. Ben onu hissediyorum. Parkta konuşuyorsun diyelim herkesin yanında Kürtçe konuşulmazdı. Biz kendimizi moral açısından daha rahat hissetmeye başladık. Yani bize sıkıntı yaratıyordu. Kendi aramızda Kürtçe konuşurken çekinirdik. Artık o korkuyu hissetmiyoruz. İki üç senedir hele öyle.
Yukarıdaki anlatıların ortak yanı 2009 yılında resmi ağızlardan başlatılan Kürt açılım sürecinin Kürtleri “psikolojik olarak rahatlattığı” yönündedir. Genel olarak AKP hükümetinin Kürt politikası Kürtleri eskiye oranla rahatlatmış görünmektedir. Birinci görüşmecimin “dağ alanları piknik alanları olmuş” ifadesi 2013 yılının Ocak ayında “barış görüşmeleri” adıyla başlatılan yeni süreç sonrasında çatışma alanlarının piknik yapmak gibi gündelik hayatın çeşitli evrelerinin gerektirdiği dinlenme ve rahatlama amaçlı alanlar olarak kullanılmasına gönderme yapıyor.
9 CU BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder