AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 1
Berna KIZILKAYA
Yüksek Lisans Tezi
ANKARA-2014
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ANTROPOLOJİ (SOSYAL ANTROPOLOJİ) ANABİLİM DALI
Tez Danışmanı
Yrd. Doç. Dr. H. Çağlar ENNELİ
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/200…)
ÖNSÖZ
Kürtlerin tarihi, siyasi ve toplumsal yapısı ile ilgili yaptığı araştırmalarla dünya çapında tanınan Martin van Bruinessen Kürtlerle ilgili araştırma yapmanın zorluklarından bahseder. Kürt sorunu üzerine araştırma yapmaya karar verdiğim ilk günden itibaren Bruinessen’in bahsettiği zorlukları iliklerime
kadar hissettim. Şüphesiz ki devletin resmi politikalarına karşıt konumda çalışan akademik çalışmalar çok daha zor bir pozisyondadır. Araştırmamı
söylediğim herkes bana alaycı bir ifadeyle, “bu sorunu sen mi çözeceksin” diye sordu. Daha yakınlarım ise, araştırmalarda Kürt sorununun tuttuğu
yasaklı yerin bilincinde olarak benim için endişelendiler. Her şeyden önce ben ne araştırmamla sorunu çözme iddiasındayım ne de devletin sinir
uçlarına dokunmak. Genç bir araştırmacı olarak Kürt sorununu, tabiri caizse Arap saçına dönmüş, çok katmanlı ve karmaşık konumundan beş basamaklı,
görece basit bir konuma çekmeye çalıştım. Bunu yaparken de elimden geldiğince Kürtlerin sesine yer vermeye çabaladım. Bu çabamı olanaklı hale
getiren değerli görüşmecilerime ve samimi sohbetlerine şükran borçluyum. Başta annem ve babam olmak üzere isimlerine tek tek yer veremeyeceğim
herkese, araştırmam boyunca verdikleri destek için en içten teşekkürlerimi sunarım. Ve elbette ki tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Çağlar Enneli’ye süreç
boyunca yaptığı katkılardan dolayı teşekkür ederim. Dilerim ki Türkiye’de akademisyenler ve akademik çalışma yapan diğer araştırmacılar
çalışmalarını ortaya koyarken resmi anlatıları daha fazla sorgularlar ve göz ardı edilen sorunlara daha fazla işaret ederler.
ÖZET
Bu tez, Kürt sorununu kimlik, anadilde eğitim, özerklik, anayasa ve ekonomik yatırım olmak üzere Kürtlerin beş temel talebi içinde birbirleriyle
ilişkilendirerek ve tarihsel bağlamına oturtarak incelemektedir. Tek başına kimlik ya da anadilde eğitimle Kürt sorununu sınırlamayıp söz konusu beş
temel talebin bir arada ele alınması gerektiğine işaret ederek, sorunu, Kürtlerin gözünden tarihsel ve güncel gelişmelere odaklanan bir perspektifle
ele almaktadır. Bu bağlamda, devletin Kürt politikasıyla Kürtlerin gündelik hayatının kendi iç dinamiği arasında Kürt sorununa bakılarak merkezin
uygulamalarının yerel düzeyde karşılığı ve görünümü irdelenmiştir. Tezin önemli bir kısmını oluşturan alan çalışması ile Kürtlerin gündelik hayat
içerisinde söz konusu beş temel talebi nasıl anlamlandırıp yorumladıkları nitel çalışma yoluyla etnografik verilere dayanılarak değerlendirilmiştir. Eleştirel
tonda yazılanlar da dâhil bu çalışmada, son tahlilde, çözüm odaklı bir yaklaşım benimsenmiştir.
Anahtar Kelimeler:
Kürtler,Kürt Sorunu,Kimlik,Anadilde Eğitim,Özerklik,Anayasa,Ekonomik Yatırım,Politika,Berna KIZILKAYA,Yrd. Doç. Dr. H. Çağlar ENNELİ, AÇILIMLA YAŞAMAK,
1. GİRİŞ
Türk ulus inşası diğer etnik kimliklerden siyasi uyum beklemekle kalmamış, milli kimliğin yaratılmasında siyasal, kültürel ve ekonomik olarak
öteki kimliklerin varlığına yer vermemiştir. Kuruluşunu takiben Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu ve Rumeli’deki etnik kimlikleri tanımayı reddetmiş, inşa
edilen Türk milli kimliğine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğunu savunmuştur. Bu durumun önemli bir geçerlik kazanması için
devletin öncelikli olarak uyguladığı politika, asimilasyon olagelmiştir. 7 Aralık 1936 günü Umumi Müfettişler Konferansı’nda konuşan Birinci Umumi
Müfettiş Abidin Özmen, asimilasyon sözcüğünü kullanarak, Kürtlerin nasıl asimile edileceğini anlatır (Mumcu, 2002: 98-100). Türkiye’deki ulus inşa
pratiğinin sonucu olarak Türk etnik kimliğine dayanan ulusal kimliğin içinde kendisini algılamayan kimliklere karşı geliştirilen asimilasyon araçları
Çerkezler, Lazlar, Boşnaklar, Araplar ve Arnavutların etnik kimlikleri üzerinde kitlesel olarak kayda değer bir başarı elde ederken; aynı araçlar söz konusu
Kürtler olunca büyük oranda başarısız olmuştur. Yeğen (2011: 17), örneğin Boşnaklar gibi göç vasıtasıyla yeni yer edinen toplulukların çoklukla
gösterdiği asimilasyona yatkın olma eğiliminin Kürtlerde çok güçlü olmamasının anlaşılmaz bir tarafının olmadığını belirtir. Yeğen, Kürtlerin
bugün yaşadıkları toprakların kadim sakinleri olmalarının ve “hatırlayabildikleri ya da hatırlatılan” tarihlerinin, Kürtleri, “asimilasyona
direnebilecek denli güçlü bir bizlik duygusuyla” donattığını ve bu sayede Cumhuriyet’in önerdiği ulusal gelecek ile aralarına belli bir mesafe
koyduklarını ifade eder (Yeğen, 2009: 13; Yeğen, 2011: 16-17).
Asimilasyona direnen Kürtler, 1960’lardan bu yana özellikle de 1990’lardan beri siyasi olarak örgütlenmiş ve etnik kimlikleriyle temel hak ve
özgürlüklerinin devlet tarafından kabul edilmesini talep etmişlerdir. 1960’ların liberal politik ortamında, örneğin grev hakkı gibi, yeni sosyal hakların bireysel
haklar ve özgürlükleri çoğaltması, sivil toplum ve sol hareketleri büyüterek meydana çıkarmıştır (Romano, 2006: 41). Aynı yıllarda çok sayıda Kürt’ün
çeşitli şehirlere yerleşmesi yeni fırsatlar yaratmış, özellikle üniversite eğitimi, hem zengin hem de fakir Kürt yeni jenerasyonunu milliyetçilik ve devlet
zorbalığına karşı diğer insanların mücadeleleriyle tanıştırmıştır (Romano, 2006: 42). 1965-68 yılları arasında Dicle Fırat ve Deng gibi Türkçe-Kürtçe
gazeteler, Kürtçe Dil Bilgisi kitabı, Kürtçe-Türkçe sözlük, Birina Reş “Kara Yara” adlı bir oyun yayınlanmış ve Mem-u Zin isimli uzun bir destan
günışığına çıkarılmıştır. Fakat bu kısmi özgürlük ortamı uzun sürmemiş ve tüm bunlar kısa sürede yasaklanarak kitap ve gazetelere el konulmuş,
yayıncıları ve yazarları yargılanmıştır. Irak Kürdistan’ında süren ayaklanmanın Türkiye’deki Kürtleri etkilemesini önlemek amacıyla 25 Ocak
1967’de çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararname metninde, “Kürt dilindeki her türlü yayın, plak ve kasetin yurda sokulması ve dağıtılması yasak ve kanun
dışıdır” denmesi üzerine 19 ildeki Kürt öğrenciler harekete geçip, alınan kararların Anayasa’nın 12., Lozan Antlaşması’nın 37. ve 44. maddelerine
aykırı olduklarını duyurmuşlardır. Nisan 1970’te Silvan ve Diyarbakır’da yürütülen askeri operasyonlarda çok sayıda Kürt öğrenci gözaltına alınmıştır.
TİP’in eski Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar parlamentoda konu hakkında soru önergesi vermiş ve 24 Temmuz 1970’te çok uzun bir konuşma yapmıştır
(Minorsky, Bois ve Kenzie, 2004: 110-111).
1961’de yasal bir sosyalist parti olarak kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), Kürt sorununun hassaslığından dolayı on yıldan uzun bir süre bu konuya mesafeli
kalsa da, partinin, sosyal ve ekonomik eşitlik ile adalet mesajlarıyla Kürtleri etkilemesi ve desteklerini kazanması olağandı (Marcus, 2009: 37).
Kürt gençleri TİP’in savunduğu, üniversitelerde yayılan sol fikirlerin etkisi altına girerken, kimi Kürt eylemciler yeni liberal atmosferi doğrudan doğruya
deneyimleyip hayal kırıklığına uğradılar. Siyasete TİP’le başlayan Kemal Burkay, hayal kırıklığını, “Türkiye Solu’nun hakiki bir Kürt programına sahip olmadığını
ancak zaman içinde anladık” (Marcus, 2009: 39) şeklinde ifade eder. Türk Solu’ndaki parti ve örgütlerin çoğu, Kürtlerin kültürel baskı altında bulunduğunu kabul ediyorlardı. Ancak önerdikleri çözüm, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek sosyalist bir devrimdi. Buna göre, Kürtlerin talepleri mevcut koşullarda
zamansız, hatta gerici olarak görüldü. Bu yaklaşım ise Kürtler açısından söz konusu hayal kırıklığına neden oldu. Dolayısıyla 1970’lerin sonlarına doğru
çok sayıda Kürt, üyesi oldukları Türk parti ve örgütlerini terk ederek ayrı Kürt örgütlerine katıldılar (Bruinessen, 2005: 347).
1980’de ise askeri cuntanın kurulmasından sonra Kürt sorunu dramatik bir hal aldı. Örneğin, Kürtçe üzerindeki yasak her zaman olduğundan daha katı bir şekilde uygulanmaya başlandı. Bruinessen’in yazdığı gibi, dönemin askeri liderleri Kürt hareketinin tamamen yok edilmesi görüşündeydiler. Bu doğrultuda, Kürtlerin aktif olduğu bölgelerde, askeri harekâtlar yürütüldü ve köylere baskınlar düzenlendi. Bu noktada, çok daha sıkı önlemler almak adına on binlerce insan tutuklandı ve işkence altında sorguya çekildi (Bruinessen, 2005: 353). Mevcut koşullar altında, 1980’li yıllar boyunca, Kürt siyasi hareketi görece sinmiş gözükür.
1990’lı yıllara gelindiğinde ise, Kürtler ilk kez legal alanda siyasal mücadeleye HEP ile başlar ve DEP, HADEP, DEHAP, DTP ve BDP ile devam eder1. Fakat bu yasal siyaset deneyimi pek de hoş karşılanmaz. Çakır’a Kürtlerin yasal siyaset deneyimini değerlendiren Sırrı Sakık, yasal anlamda siyaset yapmanın zorluklarından bahsederken, parlamentoya gittikleri gün Mesut Yılmaz’ın kendilerine “bu kürsüyü kirlettiniz” diye hakarette bulunduğunu aktarır (Çakır, 2004: 133). Yasal çerçeveler ölçüsünde hakları sürekli inkâr edilen Kürtler, Türkiye’de Kürt sorununun varlığını kabul ettirebilmek için mücadele ederken; ret ve inkâr politikasında ısrar eden devlet aygıtı, Kürt sorununun adını koymamak için uzunca bir süre terörizm sorununu ön plana çıkarmıştır. Örneğin, Mehmet Ali Birand (1992)’ın Abdullah Öcalan ile yaptığı söyleşileri aktardığı Apo ve PKK isimli kitabında, Öcalan’ın “insana dair yanlarını” öne çıkarması büyük yaygara koparmıştır.
Bugün gelinen noktada meseleye artık yalnızca terörizmle yaklaşılamayacağı bizzat devlet yetkilileri tarafından kabul edilmektedir. Kürt sorununun nihai olarak çözülmesi sorunsalına askeri seçeneği dışarıda bırakarak yaklaşan devlet, yetki verdiği kişiler aracılığıyla barış görüşmeleri 2 adı altında Kürtlerle masaya oturmaktadır. Kürt sorununa askeri yoldan çözümün mümkün olmadığını, sorunun siyasi çözümüne öncelik vermenin gereğini anlayan siyasi iktidar, daha kesin bir karşılığı olacağı düşünülen demokratik açılımla sorunu çözme planına geçmiştir.
Kürt siyasal hareketinin öne sürdüğü taleplerin ve bu taleplerin birinci derecedeki ilgi alanı olan Kürt toplumunun değişik sınıf ve katmanlarıyla
çözüm sürecine dâhil olmasının önemi haizdir. Olası çözüm sürecinin her türünün Kürt halkının müdahalesine ihtiyaç duyduğu bilincinde olan araştırmam ile Kürtlerin sesini aktarmaya çalışacağım. En basitleştirilmiş haliyle geçmişten bugüne Kürtlerin talep ettiği temel kavramları gündelik hayat pratikleri üzerinde tartışmanın gerekli olduğunu düşünmekteyim. Araştırmanın Problemi başlığı altında ayrıntılarıyla açıklayacağım gibi, bu araştırmanın tezi, Kürt sorunu olarak ifade edilen toplumsal durumun sonucu olarak yaratılan onca dezenformasyona karşın, sorunun çözümünün kimlik, anadilde eğitim, özerklik, anayasa ve ekonomik yatırım olmak üzere Kürtlerin dile getirdiği beş temel talebin anlaşılmaya çalışılmasından geçtiğini ileri sürmesidir. İleride detaylandıracağım üzere, bu araştırmada Kürt sorununun çözümünde öne çıkan söz konusu beş kavramı güncel gelişmelerin ışığında birbirleriyle ilişkilendirerek ve tarihsel bağlamına oturtarak inceleyeceğim. Kürt sorununun çözümünde olumlu bir katkı yapmayı amaçlayan bu araştırmanın arkasındaki itici gücü oluşturan şey ise, en eleştirel tonda yazdıklarım da dâhil, sorun üzerinde fikir beyan eden tartışmalara getirebilecek çözüm önerilerine farklı bir bakış açısı ortaya koymaktır.
1.1. Antropolojik Bağlamsal Dayanak
Antropolojinin geleneksel çalışma konuları ile iktidarlar ve siyasalar arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu belirtmek gerekir. Antropologlar iktidarlar
tarafından oluşturan politikalarla yakından ilgilene gelmişlerdir. Toplumdan topluma, kültürden kültüre değişkenlik gösteren siyasalar, antropologların
yaptığı çalışmalarla her zaman ilişkili ve bağlantılı olmuştur. Nitekim sömürge yönetimleriyle antropoloji arasındaki sıkı ilişki bilinen bir olgudur. Disiplinin
sömürgecilikle yan yana ilerlemesine bağlı olarak antropologlar uzun bir süreden beri siyasal olanın içinde sosyal grupları, sosyal aktörleri, sosyal
sınırları ve kimlikleri ve bunların inşa ediliş ve işleyiş süreçlerini çalışmaktadırlar (Balandier, 2010; Lewellen, 2011). Pek çok antropolog disiplin için yeni yollar önermiş ve belki de sömürgecilik ile geçmişte olan problemli ilişkiye tepki olarak siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeleri farklı bir perspektifle çalışmanın ürünlerini ortaya koymuşlardır. Küresel ekonomi, siyaset kurumları, devlet ve yerel gruplar arasındaki etkileşim, antropologların araştırmalarında politikalarla iç içe geçerek çok geçmeden öteden beri önemsenen konuların tuttuğu merkezin yerini almıştır.
Sosyal antropolojinin ‘kabile’den ‘etnik gruba’ geçişiyle ‘modernler’ ile ‘ilkeller’ arasındaki eskiden önemsenen mesafe daralmış, modern bir ideoloji
olan milliyetçiliğe duyulan antropolojik ilgiyle, antropologlar kendilerinin de içinde oldukları sosyal dünyaları araştırır olmuşlardır. Eriksen’in (2004)
belirttiği gibi, eskiden antropologlar ‘egzotik’ diye isimlendirdikleri toplumları çalıştıklarında çoğu kez kendi toplumlarını tam bir karşıt olarak kullanırken
şimdilerde bunu uygulamaları zordur. Sosyal antropolojinin geçirdiği terminolojik değişimle ‘etnik grup’ teriminin kullanımının yaygınlaşması, etnisitenin “aynı anda her yerde var olan bir gerçeğe” (Eriksen, 2004: 23) dönüştüğünü ilan etmiştir. Denilebilir ki, dünyanın her yerinde etnik grupların birbirleriyle teması ve karşılıklı ilişkisi artık toplumların tam bir izolasyon içinde yaşayamayacağını gösterir. Dolayısıyla günümüz antropolojisi eskiden olduğu gibi toplumları homojen birimler olarak değerlendirmemekte, çok anlamlılığın ve karmaşıklığın değişen dinamiğini anlamaya çalışmaktadır. Zira etnik gruplar birbirlerinden farklıdır ama diğer etnik grupların üyelerinin varlığından da haberdardırlar ve onlarla ilişki içindedirler (Eriksen, 2004: 24).
Şimdilerde Barth (2001b), Bruinessen (1992) gibi sosyal antropologlar Kürt sorununu devlet, siyaset, küreselleşme ve kalkınma gibi diğer pek çok
konuyla harmanlayarak çalışmakta ve araştırmalarda tuttuğu merkezi konumun farkına varmaktadırlar. Bu gelişmelere paralel olarak devlet yönetiminin nasıl işlediği, politikalara siyasi meşruiyetin nasıl kazandırıldığı, kimliklerin nasıl inşa edildiği ve yönlendirildiği, siyasal antropolojinin sorduğu ve çalıştığı temel sorulardandır. Siyasal antropolojinin önemli bir ayağını siyasal orijinallikleri, “ötekine” ait siyasal formları öğrenme ve tanımaya dönük bir etkinlik oluşturur (Balandier, 2010; Lewellen, 2011). Nispeten yeni olan bu disiplin, insan topluluklarının siyasal etkinliklerini, çeşitli kurum ve uygulamalarını ve tüm bunları temellendiren sembolleri ve düşünce sistemlerini incelemeyi ve keşfetmeyi amaçlar (Balandier, 2010: 5).
Antropoloji, politikanın toplumun şekillenmesinde nasıl bir işlev gördüğü ve nasıl bir etki yaptığı ile ilgilenmektedir. Politikalar toplumların gündelik yaşamlarında oldukça etkili bir role sahip olup bireyleri kamusal ve sosyal alanda içine alarak kuşatır ve hareketlerini kontrol etmeye çalışır. Türkiye’nin Kürt sorununa dönük politikaları Kürtlere belirli bir biçim vermeye çalışan araçlar haline gelmiştir. Hatta denilebilir ki, bu araçlar aracılığıyla, Kürtler özne olarak şekillendirilmekte, kategorilere ayrılmakta ve kendilerine çeşitli roller biçilmektedir. Türkiye’nin Kürt politikaları üniversitelerden sokağa, kamu kurumlarından sivil toplum örgütlerine kadar uzanan geniş bir alanda etkili olmaktadır.
Eriksen’in (2004) bahsettiği toplumun heterojen birimlerinin karmaşık dinamiğini ve çok anlamlılığını, karşılaştırmalı antropolojik çerçeveden Kürt sorununa formüle edecek olursak, Türkiye toplumunun bünyesindeki etnik ya da ideolojik farklı gruplar arasındaki etkileşim değişkendir. Muhafazakâr cenah, sağ-milliyetçi reflekslere sahip olduğu kadar Kürt sorununa yaklaşımıyla ilginç bir şekilde dönemsel olarak “demokrat-sol” bir çizgi de çizebilir. Nitekim hem Erbakan hem de Erdoğan hükümetleri Kürtlerin kimlik, hak ve özgürlük taleplerine karşılık verme adına belli dönemeçlerde bir takım adımlar atmaya çalışmışlardır. Refah Partisi’nin 4. Kongresi’nde Erbakan, “Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir ve tartışılabilir” önerisini ortaya koyarak, “yaşadığımız tecrübe bu önemli problemin şiddet ve terörle ya da zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiştir” ifadesinde bulunmuştur (Yayman, 2011: 351). İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hazırladığı, Refah Partisi’nin ilk Kürt raporunda, “Bugün ‘Doğu’ veya ‘Güneydoğu Sorunu’ olarak adlandırılan sorun, aslında bir ‘Kürt sorunu’ dur” denilerek sorunun adı, “Kürt sorunu” olarak ifade edilmiştir (Yayman, 2011: 355). Fakat sağ cenahtaki bu dönemsel sol-demokrat söylemleri de fazla büyütmemek gerekir. Nitekim Yeşilyurt köyünde askerlerin köylülere insan dışkısı yedirme olayında sessiz kalan Refah Partisi, örneğin, Özgür Gündem’den Mehmet Aktaş tarafından şöyle eleştirilmiştir: “Türkiye’de İslami hareket içinde Refah gerçeği kadar Kürtlerden politik çıkar elde edip de karşılığında hiçbir şey vermeyen başka bir İslami oluşuma rastlamak mümkün değil” (Çalmuk, 2001: 22). Grupların karmaşık dinamiğini göstermesi bakımından Erbakan’ın Kürt politikası, 1991 genel seçimlerinde MHP ile kurmuş olduğu ittifakın gösterdiği gibi, aynı zamanda milliyetçidir. Yine buna karşılık, Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi’nin 1972 yılında kurduğu Milli Selamet Partisi’nin (MSP) 1974’te CHP ile koalisyonundan sonra MHP’nin MSP’ye “yeşil komünist” (Çalmuk, 2001: 17) ifadesiyle yüklenmesi grupların değişken iletişimine bir başka örnektir. Benzer şekilde 25 Aralık 2002’de Moskova gezisinde bir Kürt işçinin “Kürt sorununu halletmeniz lazım” cümlesine Başbakan Erdoğan “sorun var diye inanmayacaksın… Sorun var diye inanırsan, sorun olur…” (Akçura, 2008: 262) şeklinde cevap verir.
Bu konuşmadan sadece birkaç yıl sonra ikircikli ve tutarsız görünmesine rağmen hükümetin Kürt söylemlerinin ciddiye alındığını söylemek gerekir. 2009 yılında AKP hükümetinin başlattığı Kürt açılım süreci, Bilbilik (2010), Kamel (2010) gibi birçok araştırmacı/yazar tarafından “parçalanma”, “kuşatma”, “dış güçlerin oyunu” olarak eleştirilmiştir. Bilbilik’e (2010: 153) göre, “açılım bir ABD projesidir”. Bilbilik Kürt açılımını kendi ifadesiyle, “AKP’nin ‘Açılım Siyasası’nın mimarı Beyaz Saray’daki siyah başkandır” şeklinde özetler (Bilbilik, 2010: 155). Kamel (2010) ise açılım sürecine “kaos ve çalkantılı” bir tablo çizer. Kürt açılımının zamansızlığına dikkat çeken Kamel (2010: 10), “hem ülkemizin içinde bulunduğu kargaşa ve zafiyet durumu ve hem de dünyada ve özellikle bölgemizde meydana gelen gelişmeler dolayısıyla” şartların müsait olmadığını ileri sürer. Türkiye’de Kamel (2010) gibi düşünen birçok araştırmacı/yazar açısından Kürt sorununun çözümü için atılacak adımların zamanlaması genellikle uygun değildir. Sol cenahtan Perinçek (2010: 21) gibi bazı yazarlara göre ise, AKP iktidarının 2009 yazında gündeme getirdiği Kürt açılımı, emperyalizmin
Türkiye’yi etnik gruplara ve cemaatlere bölerek yeniden yapılandırmasından başka bir şey değildir.
Farklı grupların değişen temasını Türkiye’nin sol fraksiyonunun farklı zamanlarda Kürt sorununa yaklaşımında da görebiliriz. Türk Solu’nun ana damarının genel anlamda evrimini özetlediğini düşündüğüm Doğu Perinçek’in 2000’e Doğru Dergisi’nde Kürt sorununu ele alış biçimiyle ulusalcılığa kaydığı yeni dönemi, sol cenahın değişimini göstermesi bakımından önemli bir olgudur. Perinçek (2010), Toprak Ağalığı ve Kürt sorunu isimli kitabında, meseleyi Kemalist dar bir çerçeveye indirgeyerek toprak ağalığı, aşiret reisliği ve şeyhlik ile Kürt sorunu arasında doğrudan bir ilişki kurar. Sol fraksiyondan bir diğer yazar Pekdemir (2000) ise, pek çok Marksist yazarın öngördüğü gibi Kürt sorununu sınıf çekişmesiyle açıklamaya çalışarak, çözümün “Türk-Kürt işçilerinin birleşmesinden” geçtiğini ileri sürer. Marksistlerin yapması gerekenin Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını “kayıtsız şartsız kabul etmek” olduğunu, “kendi devletini kurma hakkı başta olmak üzere Kürt ulusu eğer isterse bu hakkı kullanabileceğini kabul etmemiz gerek” dedikten birkaç satır sonra Türkiye’de Kürt sorununun çözümünün ayrılmaktan geçmediğini, Kürt halkının çıkarlarına uymadığını ifade eder (Pekdemir, 2000: 360).
Geleneksel Türk Solu’nun Kürt sorununa bakış açısı, genel bir ifadeyle, etnik yapıda bir sorun olarak görmekten çok uzaktır. Beşikçi (1970) benzer bir
eleştiriyi Türk Solu’na yöneltirken Kürt sorununun aynı zamanda etnik bir sorun olduğu gerçeğine işaret eder. Buna karşın sol cenahta, mesele, ekseriyetle sınıf çatışması üzerinden okunmakta; Kürtlerin kimlik, hak ve özgürlüklerini dile getiren bazı sol partiler, sol içi tartışmalarda, genellikle liberal ya da sol-liberal olarak eleştirilmektedirler.
Son bir örnek olarak, Türkiye’de birbirinden farklı gruplar arasındaki karşılaştırmalı bakış açılarının konumlanışı Demokrat Parti’ye verilen
tepkilerden kolaylıkla çözümlenebilir. Merkez-sağ partilerin öncülü Demokrat Parti’nin kuruluşuyla Mecburi İskân Kanunu’nun ortadan kalkması ve 1927
yılında Batı’ya iskân ettirilmiş Kürt ağalar, şeyhler ve reislerin, yirmi yıl sonra, 1947 yılında topraklarına geri dönmesi Türkiye’de değişik kesimler tarafından
farklı karşılanır. Örneğin, Ekinci (2004) gibi Kürtlerin ağırlıkta olduğu bir grup Demokrat Parti’nin uygulamalarını hoş karşıladıklarını ifade ederken; Şimşir
(2009b: 442), Türkiye’nin çok partili siyasal hayata geçişini ve Demokrat Parti’nin kuruluşuyla devletin Kürt politikasının görece yumuşamasını,
“bölücülüğe karşı” CHP döneminde alınmış önlemlerin birer birer kaldırılması ve bölücü emellerin gerçekleşmesine rahat ortamın yaratılması olarak algılar.
Bu noktalarda göstermeye çalıştığım gibi, Kürt sorununun çözüm sürecinde, sosyal ve siyasal bakımdan farklı gruplarıyla Türkiye toplumu, sorunu
algılayışı ve yorumlayışı noktasında dönem dönem farklı tutum ve içeriklerle muhatap olur.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder