AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 5
4. ÖZERKLİK
Kürt sorununun ortaya çıkışında, on dokuzuncu yüzyılda başlayan ve zaman içerisinde giderek yoğunlaşan mahiyetiyle, merkezileştirmeci idari düzenleme lerin doğrudan bir etkisi vardır. Kürt milliyetçi hareketini başlangıcından 1950’lere kadar inceleyen Jwaideh (1999: 8), hareketin hikâyesinin 19. yüzyılın ilk yarısında yarı otonom Kürt prensliklerinin yıkılmasıyla başladığını öne sürer. Özerk yapılardan merkezi devletlere geçiş sürecinde uluslaşmanın etkisi Kürdistan’ın15 siyasi yapılanmasında büyük bir değişikliğe neden olmuştur. Bilindiği üzere merkezi güç, kendi statüsü dışında hiçbir statüyü tanımayarak, yerli güçlerin siyasallaşmasını reddeden bir politikada ısrar eder. Denilebilir ki, Türkiye’nin merkezileşme süreci Kürt sorunu olarak ifade edilen toplumsal duruma yol açmıştır. Dolayısıyla Kürtlerin özerklik talepleri Türkiye’nin merkezileşme sürecine ve toplumsal tarih içerisinde yaşananlara ilişkilendirilerek tartışılmalıdır.
4.1. Tarihsel Süreç
Kürtlerle ilgili yapılan nerdeyse bütün çalışmalarda atıfta bulunulduğu üzere, Kürtlerin genel manada Türkiye siyasi tarihine girmeleri 1514 Çaldıran
Savaşı’nda Osmanlıların yanında saf tutmalarıyla başlar. McDowall’ın (2004: 56) belirttiği gibi, dönemin konjonktüründe pragmatik davranmayı tercih eden
Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, siyasi yargıları önemsenen Kürt devlet adamı İdris Bitlisi’nin tavsiyelerine uyarak, Osmanlı hükümdarlığını tanımaları karşılığında bazı Kürt aşiret liderlerine yarı ya da tam bağımsızlık verilmesini onaylamıştır. Kürt aşiretleri düzeni korudukları, gerekli olduğunda askeri birlik temin ettikleri, sınır bölgelerini savundukları ve en önemlisi Osmanlı hükümdarlığını tanıdıkları sürece, imparatorluğun hemen hemen başka hiçbir yerinde görülmeyen düzeyde geniş bir özgürlüğe sahiptiler (McDowall, 2004: 57). Heper’e (2008: 70) göre, Osmanlıların Kürt politikası “böl ve yönet” türünden bir yönetim öngörmeyen, bir tür “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerini yönetmelerine izin ver” politikasıydı. Özoğlu (2005: 77) vergi ödeme yükümlülüğü olmayan Kürt aşiretlerinin 1518 yılı itibariyle geniş bir özerkliğe sahip olduğunu yazar. Kutlay’a (2002: 30) göre ise, İdrisi Bitlisi’nin sağladığı Kürt prensliklerinin Osmanlı Devleti’ne bağlı yarı bağımsız konumları, Kürtlerin en rahat oldukları dönemdir. Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’in İdris-i Bitlisi aracılığıyla Kürt aşiret ve beylerine fermanlarla güvenceler vermesi onları siyasal olarak tanıdığı anlamına gelir. Farklı Kürt aşiret ve beylikleri siyasal bir karakter kazanarak kendilerine belirli bir siyasi ve askeri yapı sağlamışlardır. Siyasal kimlik kazanan Kürt Mirlikleri, padişahtan başka hiç kimseye karşı sorumlu tutulmayarak son derece özgür bir yapıda varlıklarını korumuşlardır. Osmanlı Sultanı bu yolu izleyerek yarattığı Kürt yönetim kadrosuyla hem kendi varlığını hem de kadronun varlığını korumuştur. I. Süleyman’ın (Kanuni Sultan Süleyman) Kürt yöneticilerin imtiyazlarını tanımlayan fermanında Kürdistan’ın özerkliği şu şekilde gösterilmektedir:
< … (Kürt beylerine) her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraaları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir (Özoğlu, 2005: 72). >
19. yüzyılın ortalarına dek sadece İstanbul’a sözde bir bağlılıkları olan güçlü Kürt emirlikleri kendi iç işlerinin denetimini ellerinde tutarlarken (Özoğlu, 2005: 79); aynı yüzyılın başlarında imparatorluğun gücünün azalmasıyla Osmanlı Kürdistan’ındaki yerel beylerin ya da prenslerin yüzyıl öncesine kadar Sultan’a ödemedikleri vergiler bir sorun olarak görülmeye başlanmıştır. Osmanlı-Kürt ilişkileri başlangıçta basit ve gevşek bir ağ ile tutulurken II. Mahmut dönemiyle bu ilişkiler giderek merkezi ve sistemli bir hal almıştır. Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat’la birlikte daha önce geniş bir özerklik verdiği bölgeleri merkeze daha sıkı bir biçimde bağlamaya çalışmıştır. II. Mahmut’un temel amacı, bağımsız Kürt beyliklerini ve feodaliteyi ortadan kaldırıp merkezi devlete yönelmelerini sağlamaktır (Özer, 2010: 170). 1830’larda Osmanlı hükümeti merkezileşme politikalarını uygulamaya geçirdiğinde, bağımsızlığın kendi hakları olduğunu düşünen Kürt reisleri bu duruma anlam verememiş ve uzun süre direnmişlerdir (McDowall, 2004: 72).
II. Mahmut’un tüm kurumları yeniden yapılandırmaya gittiği yönetiminde, eyaletlerdeki saygın kişilerin kendileri ya da varisleri başka yerlere atanırken yerlerine yeni hükümet görevlileri atanmış ve hiçbir konumun miras yoluyla varislere geçemeyeceği açıkça ortaya koyulmuştur (McDowall, 2004: 73). Yerellikten merkezileşmeye geçişle Osmanlı’da belirli bölgelerde yarı devlet konumundaki Kürt beylikleri böylelikle özerklik statülerini kaybetmişlerdir. Osmanlıların 1830’lu yıllarda Kürdistan’a yaptığı kanlı askeri seferlerle Kürtlere yapılan baskılar, binlerce Kürdün hayatını yitirmesi, binlerce köyün talan edilmesi (Kutlay, 1997: 30), devletle Kürtler arasında, zamanla kalıcı hale gelen güven krizine neden olurken Kürt sorununun temelleri de atılmıştır. Örneğin buna başkaldıran Kürt beyliklerinin eylemleri, merkezileşme hareketinin Kürt sorununu ortaya çıkaran, besleyen ve dolaşıma sokan idari düzenlemeleri ürettiğini gösterir. Merkezileşme sürecinin amaçlarının aksine Osmanlı’da Kürt özerkliklerinin etkinliklerinin kırılması değişik yollarla güçlü bir konum alan Kürtlerin siyasi etkinlik kazanmalarıyla yeni bir dönemi başlatmıştır. Kürt kimliği bu yeni dönemde daha da güçlenerek özerkliği öne çıkaran başkaldırılara sahne olmuştur. Denilebilir ki, baskı altına alınan gruplar bir şekilde isyana başvururlar ve “bölücülük” denilen toplumsal durumu yaratan da bizzat “baskıcı”, “tek elden” yönetimin kendisidir. Sultan Abdülhamit dönemine gelindiğinde Kürdistan’a
özel bir ilgi gösterilerek Kürtler merkezi politikalar içine çekilmiş ve bu yolla sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır. Abdülhamit despotizminin önemli
dayanaklarından biri olan ve resmi tarihte ordu reformları çerçevesinde ele alınan Hamidiye Alayları, resmi tarihin ifadesiyle, güvenlik amacıyla kurulmuş
olup Doğu Anadolu’daki asayişin bozulmasına sebep olan aşiretleri kontrol altına almış olacaktı (Akçam, 1995: 268-269). 1891 yılında kurulan Hamidiye
Alayları’nın amacının Kürtleri imparatorluğun içinde eritmek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sultan Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nı örgütleyerek Aşiret Mektebi’nin kapılarını Kürt egemenlerin çocuklarına açması (Parlar, 2005: 513), Kürtlerin sistemin içinde eritilmek istenmesinin önemli bir göstergesidir. Yıldız’ın (2006) işaret ettiği gibi, Abdülhamit’in Kürt politikası devlet çıkarlarına “uygunluğu ve doğruluğu” ölçüsünde bugün de yürürlüktedir. Bu iddiaya koruculuk sistemi önemli bir dayanak noktası oluşturur. Dolayısıyla Yıldız (2006: 94), bu konuyla alakalı olarak, Kürtler konusunda Abdülhamit’ten beri yeni bir politikanın izlendiğini söylemenin güçlüğünden bahseder.
Osmanlıların tarih sahnesinden kaybolmaya yüz tutup Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına giden süreçte Kürtlerden özel olarak söz edilen 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın 62. maddesinde, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeler için yerel özerkliğe işaret edilirken 64. maddede, Kürtlere bağımsızlık verme olasılığı göz önünde bulunduruluyordu (Kirişçi ve Winrow, 2011: 53). Kemal Mazhar Ahmed’in doktora tezinde yazdıklarını kısaca toparlayan Kutlay’ın (2002: 27) aktardığına göre, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı sonunda, bazı bakan ve Kürt önderlerinden oluşan bir komite kurarak kendilerini yönetme istek ve çabasındaki Kürtlere özerklik vermeye karar vermiş ve fakat pratiğe geçirmemiştir. Aynı doktora tezine göre, bu arada Mustafa Kemal hareketinin başlaması ve Kemalist hareketin kendisine “ilerici” bir konum ve Kürtlere “müşterek” bir ülke sözü ve görünümü vermesi,
Kürdistan’ın, hareketin yanında tutulmasını kolaylaştırmıştır (Kutlay: 2002: 27).
16-17 Ocak 1923’te İzmit Basın Toplantısı’nda Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın Kürt meselesiyle ilgili sorusuna yanıt veren Mustafa Kemal, Kürtlere yerel özerklik verileceğini şöyle ifade etmiştir:
Ulusal sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar öylesine yerleşmiştir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumdadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir sınır ortaya çıkmıştır ki Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir… (Yayman, 2011: 43).
Ne var ki Mustafa Kemal yukarıdaki siyasetini çok geçmeden terk etmiştir. Modern devlet eğilimlerinin arttığı Cumhuriyet döneminde, yerel yönetimler merkez denetimine alınmıştır. Bu tarihten itibaren Kürtlerin özerklik talepleri bölücülük olarak algılanmaya başlamıştır. Buraya kadar aktarılanlar Türkiye’nin Kürdistan sorununa tarihi gelişimi içinde nasıl yaklaştığını gösterir. Özerklik tartışmalarına antropolojik bağlamda yaklaşmak gerekirse ulus öncesi halkların tanımları gereği “kendi ulus devletlerine dair hak iddia eden ve ‘başkalarınca idare edilemeyeceklerini’ savunan siyasi liderleri” (Eriksen, 2004: 30) vardır. Bu gruplar bölgesel olarak belli bir toprağa yerleşik olduklarından ötürü bir ulus devlet olma isteğini meşru kabul ederler. Zira etnik gruplar kendilerini yalnızca ortak bir dil, geçmiş ve akrabalıkla değil, bilhassa bir toprak parçasıyla özdeşleştirirler (Özoğlu, 2005: 19). Bu bağlamda Kürtlerin özerklik talebi, tarihsel serüveninde ele alındığında, Kürt sorununun ortaya çıkışında ve kalıcı
çözümün tesisinde değerli görünmektedir. Türkiye’de önemli bir kesim ise bu talebi bölücülük olarak değerlendirmektedir. Örneğin, Özdağ’a (2007: 132)
göre özerklik teklifinin amacı Türkiye’yi bölünmeye sürüklemenin birinci adımıdır. Oysa Sönmez’in (2012: 55) yazdığı gibi, “demokratik özerklik’
bölücülüktür deyip sıvışmak” tüm Türkiye için geçerli olan merkezi yönetim sorununa çözüm olacak yanları kategorik olarak reddetmek ve işin kolayına
kaçmaktır. Bu noktada İspanya’yı örnek gösteren Sönmez (2012: 56), ülkenin özerk bölgeler biçiminde bir reforma tabi tutulmasının illaki bölünmeyle
sonuçlanmayacağını ifade ederken “Neden İspanya bölünmedi” diye sorar. İlerleyen satırlarda görüleceği üzere özerklik kavramı yerelleşme, yönetişim
ve yerindenlik ilkeleriyle bağlantılı olup küreselleşmenin esaslı bir sonucu olarak siyasal antropolojinin işaret ettiği bağlamda günümüz devlet-toplum-
birey üçgeninde kendisini ulus-devlet modeline bir şekilde dayatmaktadır.
4.2. Demokratik Özerklik Modeli
Küreselleşmenin her alanda etkinliğinin daha fazla hissedildiği günümüz dünyasında, küreselleşmeye verilen bir tepki niteliğinde, hemen her ülkede öncelikli gündem maddesi olan yerellik ilkesi ve demokratik yerinden yönetim modeli, kamu hizmetlerinin daha etkin ve halka yakın hale getirilmesini öngörür. Parlak’ın belirttiğine göre, dünya genelinde yaşanan yönetimde demokratik leşme, şeffaflaşma ve özerkleşme eğilimleri, merkeziyetçi ve vesayetçi yapıdan uzaklaşarak halka daha yakın, katılımcı ve güven verici bir idare anlayışını yaygınlaştırmış ve kamusal hizmetin halka dönük ve verimli olması bakımından en yakın idare tarafından yürütülmesini gündeme getirmiştir. Bu trend “merkezi yönetim-yerel yönetim ilişkilerinde yeni arayışların ve gelişmelerin doğmasına yol açmıştır” (Parlak, 2006: 346). Kösecik’e göre yerellik ilkesi, bireyi toplumsal kurumun odağına yerleştirerek, devlet merkeziyetçiliğine ve totaliterliğine karşı daha küçük toplumsal birimleri hareket serbestisine ve sorumluluğuna kavuşturmak amacı taşır (Kösecik, 2006: 11).
Ökmen’in (2006: 44) ifade ettiği gibi, “küresel gelişmeler bugün, karar verme ve ilişkiler sistemini kontrol altında tutan eski merkeziyetçi yönetim sistemlerinden farklı, yeni, kompleks ve adem-i merkeziyetçi sistemler yaratmaktadır”. Ökmen’e (2006) göre, ulus-devletin temel dayanaklarının aşınmasına bağlı olarak, ülkelerin katı merkeziyetçi-bürokratik yapıları âdem-i merkeziyetçi yapılara doğru yönelmekte, modernist düşüncenin yerini post-modernist düşüncenin almasıyla, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkinin niteliğinin değişmesi interaktif bir anlayışın yerleşmesini öne çıkarmaktadır. Devlet, toplum ve birey arasında interaktif ilişkiler gereğince gelişen yeni yönetim anlayışı olarak ifade edilen yönetişim kavramı, “devlet merkezli yönetim yerine toplum merkezli ve yapabilir kılma stratejisini esas almaktadır” (Ökmen, 2006: 50). Bu şekilde yerel yönetişim olarak adlandırılan bir alt süreç, çoğulculuğu ve yerel yönetimleri öne çıkaran yaklaşımıyla yönetimde âdem-i merkeziyetçilik modelidir. Ökmen’in paylaştığı gibi, yerellik ilkesi ile yerinden yönetim ve yönetişim-yerel yönetişim kavramlarıyla bağlantılı olarak yeni anlayışlar ve yapılanmalar çerçevesinde ele alınması düşünülen özerklik kavramı ise, bir yerel topluluğun, yerel nitelikte olan işlerini, kendi başına, kendi organlarıyla yapabilmesi ve buna olanak sağlayacak kaynaklara sahip olabilmesidir (Ökmen, 2006: 56).
Örneğin, Türkiye’nin siyasi ve idari yapısını özerk bölgeler oluşturarak yeniden yapılandırmayı öneren BDP ağırlıklı ‘Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku’, ülke yapılanması konusunda “merkez- bölgesel meclis- demokratik yerel yönetimler” biçiminde üç kademeli bir yapıyı öne çıkarır. Blok, bölge yapılanmasında önemli bir kademe olarak düşünülen bölgesel meclisler konusunda çok genel olarak şu açıklamayı yapar:
Bu bölgesel meclisler, eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, kadın, gençlik, spor ve diğer
hizmet alanlarından sorumlu olacaktır. Dışişleri, maliye ve savunma hizmetleri de merkezi hükümet tarafından yürütülecektir. Emniyet ve adalet hizmetleri merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak yürütülecektir (Sönmez, 2012: 52).
Kösecik (2006) ve Ökmen’e (2006) göre bölgesel/yerel özerk yönetim, merkezle ilişkisinde bağımsız olmamakla birlikte merkezi ve bürokratik yönetimin yarattığı sıkıntıları gidermek için düşünülen bir idare modelidir.
Buna göre, yetkilerin tek elde toplanması, kararların üst düzeylerde merkez organları tarafından alınması yürütmeyi geciktirmekte ve hizmetleri
aksatmaktadır. Bu anlamda Ökmen’e göre özerklik, kurumların öz sorumlulukları altında kendi hizmetlerini düzenleme hakkı olup, bu hak genellikle anayasalarca güvence altına alınmaktadır (Ökmen, 2006: 56). Yerel özerklik kavramı ile anılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimlere politik, mali ve idari özerklik getirmekte ve bu özerkliklerle ilgili olarak anayasal garantileri içermektedir (Kösecik, 2006: 12). Özerklik Şartı, hem Avrupa Birliği içinde hem de Türkiye dâhil daha fazla üyeye sahip Avrupa Konseyi üye ülkelerinin demokrasi idealinde, küreselleşmeyle eşzamanlı yerelleşmeye doğru seyreden yönetim modellerine uluslararası ölçekte standartlar getirmeyi amaçlamıştır (Ökmen, 2006: 72). Özerk yerel yönetim kavramı, Özerklik Şartı’nda şöyle ifade edilmektedir:
< Özerk yerel yönetim kavramı, yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamı taşır. Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın imkân verdiği durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere, referandum gibi yöntemlere
başvurulabilmesini hiçbir şekilde etkilemeyecektir (Ökmen, 2006: 73). >
Özerklik Şartı’na göre, yerel yönetimlerin yetki ve sorumlulukları anayasa ya da yasa ile belirlenecektir (Ökmen, 2006: 73). Nişanyan ise, Türkiye’de Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulunabilecekse, örneğin, İspanya modelinden farklı bir seçeneğin mevcut olmadığını belirtir (Kolektif, 2009: 82). Dolayısıyla esinlenme adına İspanya’nın 17 Özerk Topluluk esasından bahsetmek gerekirse, her Özerk Topluluk, Ulusal Meclis tarafından onaylanan kendi anayasası ile yetki ve hakları Ulusal Hükümet ve Meclis’ten alır (Ergil, 2009: 203). Türkiye toplumunun çok etnikli toplumsal ve siyasal bir yapıya sahip oluşu, devlet yapısının bölgesel özerklikler şeklinde yeniden düzenlenmesini öngörür. Baran’ın (2003: 200) da değindiği gibi, “yönetim anlayışında yönetilenlerin anlaşılabilmesi ve yöneten-yönetilen diyalogu açısından kültürel özelliklerin bilinmesi zorunludur”. Örneğin, merkezden Hakkâri’ye atanan bir valiyle Hakkâri içinden seçimle işbaşına gelen bir valinin yönetim çalışmalarına gösterilen ilgi ve tepkinin doğru değerlendirilmesi açısından kültürel tanıma büyük öneme sahiptir. Çok renklilik ve çeşitlilik gösteren ülkeler için devlet idaresinde demokratik özerk yönetimlerden oluşan birleşik yapılar ideal bir model olarak görünür (Ergil, 2009; Baran, 2003). Türkiye örneğinde; yedi coğrafi bölge için yedi farklı bölgesel özerkliğin varlığının, merkezden yedi bölgeyi adeta tek bir düğmeye basarak yönetime kıyasla, çok daha işlevsel olacağını söylemek yanlış
olmaz. Türkiye’nin demografik yapısı tüm sosyo-kültürel ve siyasal özellikleriyle yedi farklı bölgeye ayrılmış bulunmaktadır. Ankara’dan her bir bölgenin gerek ekonomik gerek siyasi sorunlarına anbean çözüm bulmak güçtür. Bu noktada Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda tanımlanan ve yerellik ve katılımın somutlaşmasını ve belirginleşmesini sağlayan ‘yerindenlik ilkesi’nden bahsetmek gerekir. En basit tanımıyla yerindenlik, nerede bir sorun varsa, o sorunun çözümünün idari mekanizması, kaynaklarının temini ve kullanımının en yakın birimde hallolmasıdır (Uğur, 1999: 188). Örneğin Cihanbeyli’de yeni bir cadde yapılacaksa, bunu Ankara’ya, merkeze, yazıp ödenek bekleyen bir yöntemle değil de Cihanbeyli belediyesinin ve yerel halkın kendi imkânlarıyla –bunun içine yerel vergi sistemi de girebilir- yapması yerindenlik ilkesidir. Yerel yönetimlerin çok daha ileri bir düzeyde güçlendirilmiş formatı olarak özetlenebilecek demokratik bölgesel özerklikler vatandaşların sorunlarına ivedilikle çözüm bulmada öne çıkmaktadır (Uğur, 1999; Keleş, 1999). Bir görüşmecimin ifade ettiği gibi, “bir beldedeki hemşire yahut öğretmen ihtiyacının merkezden atanması vatandaşın hayatını zora sokarak” eğitimden sağlığa gün içerisindeki ihtiyaçların giderilmesinde sıkıntılar doğurur. Keleş (1999: 124), yerel
yönetimlerimizin yapısal özelliklerini şöyle ifade ediyor:
Üzerlerinde bir vesayet, denetim, gözetim var. Kararlarının, uygulama yetkisine sahip olan üst makamlarca onaylanması gerekiyor kesinlik kazanması için.
Kendi işlerini ilgilendiren konuda aldığı karar hemen kesinlik kazanmıyor, ancak başka mercilerin onayı sonucunda kesinleşiyorsa, orada özerk bir yerel
yönetimden söz etmek mümkün değil. Kaldı ki, aldığı karar, kararın alındığı düzeyde uygulanabilir hale gelse bile, yeterli kaynağa sahip olmadığından onu
gerçekleştiremeyecek olduğu için, yani kaynak bakımından da merkeze bağlı olduğu için, hangi açıdan bakarsanız bakınız, merkeziyetçilik Türkiye’de yerel
yönetim sisteminin değişmez özelliklerinden, temel, önemli özelliklerinden bir tanesi olarak görülüyor.
Mali kaynakların sağlanması yerel yönetimler için önemli bir konu ve hatta sorun olarak gözükmektedir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın temas ettiği gibi, örneğin, öğretmen ihtiyacının ya da vasıfsız memur ihtiyacının yerelden atanması için yerel makamın gereken harcamalara yetecek mali kaynaklara sahip kılınması gerekir. Finansal özerklik konusunda deneyimli İspanya, Özerk Toplulukların mali kaynaklarını anayasasında belirtirken, hem devlet tarafından topluluklara devredilen vergiler hem de toplulukların kendi bölgesel vergileri, harçları ve özel rüsumları kaynakların bir kısmını oluşturduğunu yazar. Ayrıca, bölgeler arasındaki dengesizliği gidermek amacıyla özerk toplulukların yatırım giderlerini karşılamaya yönelik bir fon ve topluluğun kendi emlakından ve özel hukuk aracılığıyla elde ettiği gelirlerle kredi işlemlerinden elde edilen gelirler diğer mali kaynakları oluşturmaktadır (Ergil, 2009: 205). Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın 9.maddesinde yerel makamların mali kaynakları şöyle düzenlenmiştir:
< Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dâhilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacaktır.
Yine, yerel makamların mali kaynakları anayasayla ve kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır. Yerel makamların mali kaynaklarının en azından bir bölümü, oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dâhilinde belirleyebilecekleri yerel vergi ve harçlardan sağlanacaktır. Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı mali sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olabildiğince izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır. >
Mali bakımdan daha zayıf olan yerel makamların korunması, potansiyel mali kaynakların ve karşılanması gereken mali yükün eşitsiz bir biçimde dağılımının etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik mali eşitleme yöntemlerinin ve buna eş önlemlerin alınmasını gerektirir. Bu yöntemler ve önlemler, yerel makamların kendi sorumluluk alanlarında kullanabilecekleri takdir hakkını azaltmayacaktır. Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır. Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi, yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir. Yerel makamlar sermaye yatırımlarının finansmanı için kanunla belirlenen sınırlar içerisinde ulusal sermaye piyasasına girebileceklerdir (Ökmen, 2006: 75).
BDP ağırlıklı Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku ise özerk bölgelere gerekli mali kaynaklar konusunda şu formülü önerir: Bölge meclisleri gelişmişlik düzeylerine ve nüfusa göre her yıl merkezi hükümetin aktardığı bütçenin yanında, kendi yerel gelir ve gelir kaynaklarından pay alarak hizmetlerin yürütülmesini sağlayacaktır. Azgelişmiş ve yoksul bölgelere merkezi yönetim tarafından pozitif ayrımcılık uygulanacaktır (Sönmez, 2012: 52).
Buraya kadar aktarılanlara göre, örneğin Keleş (1999) ve Ökmen’in (2006) belirttikleri gibi, gündelik hayatın yürütülmesinde vatandaşlarının rutin
ihtiyaçları ve alışkanlıklarını doyurma saikiyle hareket etmesi düşünülen devlet yönetimi, gün içerisinde vatandaşıyla ilişkiye girme biçimi ve vatandaşa ulaşma sıklığını özerk yönetimler modeliyle dinamik bir yapı ve içeriğe sokabilir. Buna göre, demokrasinin gelişmesine paralel olarak üst yapının çatısı altında varlığını sürdüreceği öne sürülen özerk yönetimlerin her biri bugünkü aşamada söz konusu devletin parçaları olarak ülke içi demokratikleşme idealine paralel yönde düşünülür. Baran’a (2003) göre, bir tür özerkliğin gerçekleştirilmesi büyük çabaları gerektirmekle birlikte Kürt halkının kimliğinin tanınması ve onun dil ve kültür haklarının yasal güvence altına alınması, bilhassa Türk kamuoyunun geleneksel refleksleri göz önüne alındığında, özerkliğin verilmesinden önce gelmek zorundadır (Baran, 2003). Buna göre, ancak o zaman tam anlamıyla iktisadi, siyasi, kültürel ve idari özerklik başlatılabilir. Bir tür bölgesel özerklik fikrinin Türkiye’de bir sorun olarak her zaman Kürt meselesi etrafında yoğunlaştığını söylemek yanlış olmaz. Bana göre ise, bu sorun tek başına Kürtleri ilgilendirmemekte, tamamıyla demokrasi sorunsalı olması bakımından Türkleri de ilgilendirmektedir. Kürtlerin özerkleşme sürecinin, Türklerin demokratikleşme sürecinden ayrılamayacağını düşünüyorum. Sönmez’in (2012: 44) aktardığına göre ise Abdullah Öcalan, demokratik özerklik tartışmalarında şunları kaydeder:
Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmıyor… Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir… Türk, Kürt,
Araplığa dayanmıyor, demokrasiye dayanıyor… Örneğin Hatay’da, Adana’da da demokratik özerklik kurulabilir. Orada da Araplar kendilerini ağırlıkla ifade
edebilir. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan’a ilişkin değil… Ege, Karadeniz, Orta Anadolu’ya da ilişkindir. Kürtler bugün bunu öncelikle
yapabilir ancak demokratik özerklik bütün Türkiye’yi kapsayan bir projedir.
Sonuç olarak, Türklerin ağırlıklı olarak yaşadığı bölgelerde de yerel yönetimlerin güçsüzlüğü göz önüne alındığında, yerelin sorunlarına eğilmede merkezi yönetimin yetersizliğinin Türkiye genelinde bir mesele haline geldiğini düşünüyorum. Dolayısıyla denilebilir ki, Türkiye’nin demokrasi sorunu her şeyden önce tekelci merkezi yönetim ve idari düzenlemeler sorunudur. Son dönemde Gezi Parkı eylemleriyle bir kez daha gündeme gelen demokrasi ve halkın yönetime katılımı sorunsalının Kürtlerin özerklik talebi ve yerinden yönetim uygulaması çerçevesinde tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Dahası, Gezi Parkı eylemlerinin esasında Kürtlerin dile getirdiği doğrultuda demokratik özerklik talebi olduğunu söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Denilebilir ki, eylemlerin ortaya çıkışı ve ülke geneline yayılışı merkezle yerelin güç ve çıkar unsurlarına dayalı çatışmasını ve halkla merkez arasındaki iktidar çekişmesini gözler önüne sermiştir.
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder