7 Kasım 2017 Salı

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 2

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 2


AB'nin 3 Ekim 2005'de Çıkardığı Engellerin Stratejik ve Taktik Boyutu 

3 Ekim öncesinde çıkan bütün zorluklara rağmen AB'nin Türkiye ile müzakerelere başlayacağı yüzde yüze yakın bir kesinlik taşımaktaydı. Çünkü, AB, 1999 Helsinki sonrasında Türk iç ve dış politikasında sağladığı mutlak hakimiyetin farkındaydı. AB'ye hiçbir maliyeti olmayan ancak getirisi büyük olan bu kontrolün terk edilmesi akla aykırı görülmekteydi. AB'nin açık bir "hayır" demesi ile Türkiye üzerindeki kontrolü sona erecek ve uluslar arası itibarı ağır 
yara alacaktı.[4] İngiliz gazetesi Guardian, Türkiye-AB ilişkilerini izah etmek için, "ABD'nin Irak'ta işgal ederek yaptığı biz Türkiye'de tam üyelik süreci ile 
gerçekleştiriyoruz" diyerek açıklamaktadır. [5]Üstelik, AB tarafından bu şekilde dışlanma neticesinde Türkiye'nin yeterince zayıflamadan Anadolu'da "Batı 
karşıtı" bir güç olarak toparlanması ihtimali Avrupa Birliği'ni ürkütmekteydi. 

AB'nin siyasi ve hukuki kararlarının menfaatleri karşısında ne kadar çürümüş olduğu, 3 Ekim 2005'de bir kez daha ortaya çıkmıştır. Avusturya'nın Türkiye'ye 
karşı Hırvatistan ile müzakerelerin başlaması talebinin önündeki en büyük engel olan Hırvatistan'ın savaş suçlusu bir generalin yakalanması konusunda AB ile 
işbirliği yapmamasıydı. Konu ile ilgili olarak mahkeme baş savcısı Carla del Ponte Hırvatistan'ı işbirliğine yanaşmamakla suçlayan bir rapor vermişti. Ancak 
3 Ekim 2005 günü Carla del Ponte görüşünü değiştirerek "Hırvatistan'ın mahkeme ile yakın işbirliği içinde" olduğunu bildiren ikinci bir rapor hazırlamıştır. Bu hususun altını çizmemizin nedeni gelecek 15 yıl içinde müzakere süreci içinde bulunacağımız yapının siyasi ve hukuki hiçbir kararının altında ahlaki bir 
endişenin olmadığını göstermektedir. 

AB ile 3 Ekim öncesinde yaşadığımız krizin niteliğini doğru tespit etmez isek gelecekle ilgili yapacağımız çözümlemeler doğru olmaz. Yaşanan ve aşıldığı ileri 
sürülen krizin iki boyutu vardır. Bu iki boyuttanbirisi stratejik boyutu ve bu anlamda AB-Türkiye ilişkilerinin özü ile ilgilidir. Kendi hakkında federasyon mu 
yani yoksa konfederasyon mu olacağı kararını vermemiş ve içinde iki kanadın yoğun bir mücadele verdiği bir AB'nin Türkiye'ye tam üyelik sözü vermesi mümkün değildir. 

Stratejik boyuttaki muhalefete Fransa ve Hollanda'da Avrupa Birliği Anayasası için yapılan referandumda "hayır" çıkması çok önemli yeni bir boyut eklemiştir. 
Fransa'da Avrupa federasyonunu yani bir süper güç olmayı hedefleyen "Avrupa Birleşik Devletlerini" savunan Cumhurbaşkanı ve Fransız Hükümeti, referandumda "hayır" çıkmasında Türkiye ile 3 Ekim'de başlayacak görüşmelerin etkisi olduğunu düşünmüş ve "referandumu tekrarlatmak" üzere kurdukları siyasetlerinde Türkiye'ye karşı açık ve kapalı muhalefete başlamışlardır. Bazı yazarlara göre "hayır" diyenlerin %40'ı Türkiye'nin tam üyeliğine karşı oldukları için Anayasaya "hayır" dediler.[6] Avusturya, bu stratejik krizi kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendirmek için ön plana çıkmış, arkasında 
federasyoncu-Türkiye karşıtı cephenin desteğini hissetmiştir. 

3 Ekim öncesinde Türkiye'ye muhalefetin taktik boyutunu ise "3 Ekim'de başlayacak olan/başlayacağına inanılan tarama süreci" oluşturmuştur. 3 Ekim'de müzakereler başlayacak deniliyor ise de başlayacak olan sadece başka aday ülkelerde 3-4 ay, Türkiye söz konusu olunca iki sene sürecek olan tarama 
sürecidir. Bu aşamada yapılan muhalefet görüşmeleri durdurmaktan çok Türkiye'nin tam üyeliğinin önüne yeni şartlar ekleyerek geleceğe yönelik daha güçlü engeller oluşturmaktır. 

AB içinde muhalefeti gerçekleştiren Avusturya'nın muhalefeti sadece 2 Ekim 2005'de yapılan seçimlerle ilgili bir iç seçim manevrasına bağlamamak gerekir. 
İktidardaki Muhafazakarların bu politikasını muhalefetteki sosyal demokratlarda desteklediklerini açıklamışlardır. Tarihsel olarak Türkiye'ye karşı en tepkili 
ülkelerin başında Avusturya'nın gelmesi hiçte şaşırtıcı değil.[7] 

Avusturya'nın Türkiye'ye yönelik muhalefetinin sadeceHırvatistan ile ilgili olduğunu düşünmek yanlış olur. Bazı üye ülkeler adına Avusturya'nın temsilci 
olarak oluşturduğu taktik krizin nedeni ise aslında Türkiye ile taramayı/müzakereyi durdurmak olmamıştır. Mesele öne çıkarıldığı gibi müzakere çerçeve belgesine Türkiye ile müzakerelerin özel statü ile bitebileceğini yazdırmak hiç değil. 

17 Aralık 2004'de imzalanan belgenin birinci maddesi ile Türkiye tam üyelik sürecinin önünün zaman ve görüşmelerin sonucu açısından açık olacağını ve tam üyeliğin gerçekleşmemesi durumunda da Türkiye'nin Birliğe güçlü başlarla bağlı olacağını kabul ederek, kesin belirginleştirmemekle birlikte özel statünün önünü açmıştır. 17 Aralık 2004 belgesine göre yıllarca sürecek müzakerelerin sonucu koca bir hiçte olabilir.

Bu anlamda 3 Ekim 2005 öncesinde ortalıkta dolaşan imtiyazlı ortaklık/özel statü veya şartlı üyelik hatta önce savunma, adalet ve iç işlerinin halledilerek diğer 
konuların zamana yayılmasını öngören "aşamalı bütünleşme" yaklaşımı gibi kavramlar Türkiye üzerinde oluşturulmaya çalışılan psikolojik baskının bir 
parçasıdır. 

AB içindeki Türkiye karşıtı grup 3 Ekim öncesinde Avusturya aracılığı ile çıkardığı taktik krizle dikkatleri başka yöne çekerken, müzakere çerçeve belgesine ilişkileri orta ve uzun vade de zorlaştıracak yeni şartlar ekletme oyunu sergilemiştir. 1999'dan bu yana AB'nin yayınladığı İlerleme Raporları ve 
nihayet 17 Aralık belgesi ile yeni şartların eklendiği düşünüldüğünde AB'nin bu ahlak ve ilke dışı oyunu hiçte yeni değildir. 1999'da Türkiye'ye diğer üye 
ülkeler ile ayni şartlara sahip olacağı sözü verildiği halde o günden buyana sürekli yeni şartlar gündeme getirilmektedir.

Bu çerçevede Türk kamuoyunun dikkatleri İmtiyazlı Ortaklığa yöneltilirken,ortaya "AB'nin Türkiye'yi hazmetmesi" şartı getirilmiş ve Türkiye'ye kabul ettirilmiştir. Esasen, Kopenhag Kriterleri belgesinde bu hususun altı çizilmiştir. Yani bir ülke Kopenhag Kriterlerini yerine getirse de AB tam 
üyeliği güvence altına alınmamaktadır. Ancak burada köklü bir fark vardır. Türkiye, tam üyelik müzakereleri sona erdiği zaman Kriterleri yani ön şartları 
yerine getirmiş olmanın dışında tam üyelik sürecini tamamlamış yani bütün şartları tamamlamış bir ülke olacaktır. Bu anlamda "AB'nin Türkiye'yi 
hazmetmesi" Türkiye'nin önüne konulmuş yeni bir şarttır. 

3 Ekim sonrası ile ilgili olarak ise kısa vade de Türkiye'nin önüne konulacak olan hususları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.

1) KKTC'nin yok olmasına yol açacak, Güney Kıbrıs Rum Kesiminin müzakereler bitmeden siyasi olarak tanınması, 

2) 2006 yılında GKRK'ne Türk liman ve havaalanlarının açılması[8] ve NATO'ya girmesine veto koyma hakkından vazgeçmesi gibi şartlar sadece giriş niteliği taşımaktadır. Büyük Britanya tarafından "Konsey'in Onayı" ile verilen ve bir kelime oyunundan başka bir şey ifade etmeyen AB Belgesinin Helsinki'den sonra Finlandiya Başbakanı Lipponen'in Kıbrıs ve Ege'nin şart olmayacağına dair 57. Hükümete verdiği mektupdan daha fazla değer taşımadığıkısa zaman içinde görülecektir. 

3) Sözde Ermeni soykırımının kabulü, (Bu noktada Avrupa Parlamentosu'nun aldığı soykırım kararını küçümsemek yanlıştır. Çünkü çerçeve belgesinin 8. maddesine göre AP kararları ve deklarasyonları Türkiye için bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Unutulmamalıdır ki, Kıbrıs meselesinde de AP'nin kararları ilk çerçeveyi çizmiş daha sonra Kıbrıs AB tam üyeliğinin temel şartlarından birisi haline gelmiştir.)

4) Saldırgan bir devlet olan ve komşu Azerbaycan'ın topraklarının % 20'sini işgal altında tutan Ermenistan ile sınırların açılması,

5) Kürtçe'nin eğitim dili haline gelmesi,

6) Kürtlerin, Zazaların, Arapların, azınlık statüsüne sahip olmayan hristiyanların, Alevilerin azınlık statüsüne sahip olması,

7) AB Müktesabatında yer almayan ırk temelli azınlık tanımlamalarından hareket ederek, Türkiye'ye federal devlet veya bölgesel özerklik statüsünün dayatılması, 

8) Dicle ve Fırat nehirlerinin içinde İsrail'in de temsilcisinin bulunduğu bir heyet tarafından yönetilmesi,

9) Ege Denizinde Türk-Yunan ihtilafının çözülmesi,

10) Müzakere Çerçeve Belgesi'nin 11. maddesi Türkiye'nin daha önce imzaladığı uluslar arası anlaşmaların AB müktesebatına uydurulmasını istemektedir. Bu madde Türkiye'nin özellikle KKTC ile imzaladığı bütün anlaşmaları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Türkiye'nin KKTC ile imzaladığı anlaşmalar doğal olarak AB müktesebatına aykırıdır. 

Bütün bunların sıra ile gündeme gelmesi ile beraber Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkiler büyük bir gerilime girecektir. AKP Hükümeti ile basının kurmuş olduğu ittifak her ne kadar Türk halkına yönelik bir perdeleme çalışması gerçekleşirse de kaçınılmaz olarak gelişmeler kamuoyuna sızacaktır. AKP'li eski Dış İşlerine Bakanı ve TBMM AB-Türkiye İlişkileri Komisyon Başkanı Yaşar Yakış, AKP'nin gelecek programı ile ilgili ipucu verecek şekilde "Rum gemileri ve uçaklarına Türk liman ve havaalanlarının açılmasının dünyanın sonu olmadığı" değerlendirmesini yapmıştır. Özetle, AKP, Türkiye'yi bir bilinmeze sürüklemektedir. Bu noktada olayları bütünlüğü içinde görebilmek için geriye doğru bir bakış gerekmektedir. 

3 Ekim 2005 Sonrası

3 Ekim neyin müjdecisi, niye bu kadar seviniyoruz acaba diye kendi kendimize sorduğumuz zamanmesele Milliyet gazetesinden aldığımız cevap, 

"
1) Çöp dağlarına son, 
2) Eğlence yerlerinde yüksek sese sınırlandırma, 
3) Atık suların temizlenme zorunluluğu, 
4) Gıdaların pakete gireceği, 
5) Çiftçi kadınların sigortalanacağı, 
6)Taksi ve dolmuşlara makyaj yapılacağı (Milliyet, 5 Ekim 05) 
7) Örgütlenme özgürlüğü gelişecek, 
8) Hava ve su daha temiz olacak, 
9) Açıkta yiyecek satılmayacak, 
10) Otoyollar daha dayanıklı olacak, 
11) Yükler demiryoluyla taşınacak, 
12) Yollara akustik duvar çekilecek, 
13) Yabancı dil eğitimi gelişecek, 
14) Kayıt dışı ekonomi dönemi bitecek, 15) Köyler cazip hale gelecek (Hürriyet, 5 Ekim 06)
İşte Türkiye'nin en fazla satan iki gazetesinin AB tam üyeliğinin Türkiye'ye hediye edeceğini düşündüğü ve ön plana çıkardığı hususlar bunlardır. Bunların gerçekleşmesinin için Türkiye'nin AB tam üyesiolmasının gerekip gerekmediği sorusu bile sorulmamıştır. Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül'ün yorumu ise Türkiye'nin artık çok daha öngörülebilir bir ülke haline geldiğidir. Bir yazar bunu "istikrar ve refah" olarak yorumlamaktadır. Oysa öngörülebilir olmanın ilk özelliği istikrar ve refah değil, "kontrol edilebilirliktir."

3 Ekim tarihi otuz sene sonra incelendiğinde Türkiye'nin aslında 17 Aralık 2004'de sona eren tam üyelik macerasının sona erişinin çok boyutlu olarak teyit 
edildiği tarihtir. Tam üyelik sürecinin sona ermesinin açığa kavuşması ile birlikte, önümüzdeki günlerde/aylarda ve yıllarda AB'nin Türkiye'ye karşı yaşama 
geçireceği saldırgan tavır, ülkemize "istikrar ve refah" değil, aksine huzursuzluk getirecektir.[9] Müzakerelerde çıkacak büyük engellerin yaratacağı 
siyasal ve toplumsal huzursuzluklar, AB Müzakere Sürecinden beklenen hızlı ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma hayalini tamamen ortadan kaldıracaktır.

AB ile Müzakere sürecinde AB'nin Türkiye'den yapmasını istediği yapısal dönüşümler için gereken paranın yılda 30 milyar Avro olduğunu Avrupa Komisyonu hesaplamıştır. [10] Bu paranın AB kaynaklarından Türkiye'ye aktarılmayacağı ve Türkiye tarafından bulunması gerektiği ortadadır. Türkiye gibi yüksek borçlu bir ülkede bu sadece yeni huzursuzluklar anlamına gelecektir.

Bazılarının sandığı gibi AB tam üyelik görüşmelerinin başlaması ile birlikte Türkiye'ye büyük ölçüde yabancı yatırım gelmeyecektir. Benzer bir beklenti 
Gümrük Birliği süreci öncesindeki tartışmalarda da ortaya atılmış ve boş olduğu anlaşılmıştır. İşgücünün pahalı, enerjinin pahalı, bürokratik yapılanmanın ise 
yatırımı güçleştirdiği bir ülke olduğu Türkiye'de Türk işadamlarının Balkan ülkelerine kaçtığı düşünülür ise dışarından sermaye yatırımının geleceğini 
beklemek bir hayal gibi görünmektedir. 

AB tam üyelik sürecinin beklenin aksine huzur değil huzursuzluk getireceği şimdiden anlaşılmaktadır. Çünkü, AB, 3 Ekim 2005 sonrasında hemen yeni 
taleplerle zemin yoklanmasına başlandı. Fransız politikacıları, Avrupa Komisyonu'na verdikleri öneri ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın kurulacak 
bir Boğaz Kurumu aracılığı ile AB ve Türkiye tarafından ortak kontrolünü önerdiler. Ayni önergede Türkiye ve AB'nin göç akımlarını ve Türkiye'nin 
sınırlarını beraber kontrol etmesi gündeme getirilmiştir. Önerge, Türkiye'nin Kafkaslar, Orta Doğu ve Karadeniz bölgesinde önemli bir istikrar unsuru olarak 
bloklardan ve AB'den özerk olması gerektiğini, AB ile özel dış ve savunma politikası bağları oluşturulmalıdır denilmektedir. Böylece, AB, hem Türkiye'yi 
savunmasında kullanacak hem de yükü paylaşmak zorunda kalmayacaktır. 

Ek ProtokolunTBMM'de Onaylanması

Kasım 2005'de AB, Türkiye'nin önüne geçtiğimiz yıllarda hazırladığı ilerleme raporlarına dayanarak yeni Katılım Ortaklığı Belgesi'ni koyacaktır. Son 
müzakereler ve sadece 2004 İlerleme Raporu göz önüne alındığında Türkiye'nin önüne sadece gelecek beş yıl içinde gelecek talepleri aşağıdaki başlıklar 
altında sıralamak mümkündür. Esasen Müzakerelerin başlaması için imzalanması gereken Ek Protokol ile birlikte, AB'nin Rum Kesiminin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak 
tanıma talebi kabul edilmiş olacaktır. 

Üstelik AKP Hükümeti büyük bir ihtimal ile AB'nin isteği çerçevesinde Ek Protokolu imzalarken yayınladığı ve Rum kesimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul etmediğini belirten deklarasyonu TBMM'nin onayına sunmayacak veya Ek Protokol ve deklarasyon TBMM'de ayrı ayrı onaylanacaktır. Öte yandan Avrupa Parlamentosu Ek Protokolu eğer TBMM Ek Protokolü AKP Hükümetinin yayınladığı deklarasyonu onaylamadan onaylar ise kabul edeceğini açıkladı. [11]

Ek Protokolün TBMM tarafından onaylanması meselesi bile başlı başına Türkiye'ye karşı kurulmuş bir tuzak niteliğini taşımaktadır. 1963 tarihli Ankara 
Anlaşması'nın bir parçası olan Ek Protokolün TBMM tarafından onaylanmasına gerek yoktur.Sadece Resmi Gazetede de yayınlanarak yürürlüğe girmesi gereken Ek Protokol TBMM'e de onaylatılarak, Anayasa'nın yeni 90. maddesi gereği uluslar arası anlaşmaların iç hukuka üstünlüğü çerçevesine oturtularak bir başka iktidar tarafından iptali mümkün olmaktan çıkarılacağı gibi, Hükümetin yaptığı deklarasyon da uluslar arası bir anlaşmanın üzerinde olamayacağı için geçersiz olacak.[12]

Sonunda üye olup olmayacağı belli olmayan bir sürecin içine itilen Türkiye'den Avrupa Birliği önümüzdeki 15 yıllık süreç içinde Türkiye'nin geri adım atması 
mümkün olmayan adımlar atmasını istemektedir. Yani Türkiye kendisinden istenen bütün şartları yerine getirecektir. Bu çerçevede örneğin bütün hukuk sistemini değiştiren, Ermenistan sınırını aşan, sözde soykırımı kabul eden, Kıbrıs Rum kesimini tanıyan, KKTC'nin yok olmasına ses çıkarmayan, Türkiye'nin 
politik-idari düzenini üniter devlet yapısı dışına iten bunu kabul eden, NATO'da Rumlarla ortak olan ve daha bir çok geri dönülmez konuda adım atan bir 
Türkiye'ye sonunda "kusura bakmayın, biz sizi hazmedemeyeceğiz" dendiğinde bu ülkenin nasıl bir tepki vermesi beklenmektedir.

Ara Değerlendirme 

AB yetkililerinin mesela "Türk dostu" Alman şansölye Schröder'in "Türkiye'ye kapıyı açık tutmak ulusal çıkarlarımız açısından gereklidir. Türkiye'yi tam 
uzaklaştırarak başkalarının kucağına, bize karşı kullanılmaz üzere düşmesini engelleyelim, tam üyeliğinin de bir felaket olduğunu unutmayalım" derken, tam 
üyelik masallarını AB'nin Türkiye'ye attığı kazıkları Türk halkına affettirecek bir tarzda anlatan eski büyükelçiler, gazeteciler ve akademisyenler içlerine 
nasıl sığdırıyorlar? 

Bu vatana karşı duydukları sevgi bu kadar mı az? Yoksa hayatta sürekli yanılanlar sınıfına mı giriyorlar? Öyle ya AB'cilerin % 90'ının eski 
sosyalistler olduğu ve sosyalizm konusunda ne kadar yanılmış olduklarını düşününce bu sefer haklı olmaları için hiçbir gerekçe bulamıyorum. Ve tarih 
kendisini akılı zannedip sürekli yanılan ahmakları affetmiyor. 

Türkiye'yi aşağılayan bu bakışın Türkiye politikası ise doğal olarak düşmancadır. AB'nin Türkiye düşmanı çizgisini, Avrupa Birlikçi Başbakan, "AB'nin 
Türkiye'de Kürt milliyetçiliğini tahrik ettiğini" açıklayarak, ortaya koymaktadır. Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'de Harp Aakdemilerinde yaptığı 
konuşmada "AB'nin Türkiye Anayasası'nın 3. maddesini ortadan kaldırarak, federal bir devleti hedeflediğini, bunun Türkiye'de bir iç savaşa yol açacağını" ortaya koymaktadır. 

Herhalde bizim sahip olmadığımız belge ve bilgilere sahip olan Başbakan ve Genelkurmay Başkanı, durumun ne kadar vahim olduğunu görmüşler ki, AB'nin 
politikalarını açık bir şekilde açık bir dille eleştirmeye başladılar. Hale cereyan eden sözde Ermeni soykırımı tartışmalarının arkasında da Avrupa 
Birliğinin izini görmemek mümkün değil. Özetle, artık bu halka yalan söylemeyelim. Onurlu veya onursuz, AB tam üyelik politikasında israr etmek, 
Türkiye'yi bir iş savaşa sürüklüyor. 

Türk halkı her geçen gün bir az daha fazla bunun farkına varıyor. Türk milliyetçilerinin görevi, Türk halkına yönelik AB adlı beyin yıkama faaliyetinin 
sonuçlarını ortadan kaldıracak ve onlara doğruyu anlatacak bir karşı propoganda ve bilgilendirme faaliyetinin altına imza atmaktır. "Halk önce AB karşıtı olsun, 
biz ondan sonra AB karşıtı oluruz"şeklinde bir yaklaşımın doğru ve ahlaki olmadığı, Türk milliyetçiliğine yaraşmadığı ortadadır. 

AB politikasının "devlet politikası" olması gibi bir bahanenin arkasına da sığınamayız. Devlet politikası olsa ne olur? Bu devlet hiç mi yanlış yapmıyor? 
Devlet politikası olsa da yanlış olmasa da yanlış. Aslında bu devlet baştan aşağı yanlıştır.Çünkü, devletin kurucu ideolojisi olan Türk milliyetçiliği 1944'de devletten çıkarılmıştır. Bu tarihten sonra yapılan hiçbir şeyden geliştirilen hiçbir politikadan Türk milliyetçileri ve Türk milliyetçiliği 
ideolojisi sorumlu tutulamaz. 

Türk milletinin bugün ki durumundan çoğu zaman zaten yanlış devlet politikaları sorumlu olmuştur. Eğer bu devlet politikalarına meydan okumayıp, onları 
değiştirmeyecek isek nedenTürk milliyetçilerinin bir siyasal partisi olsun ki? Nasıl olsa birileri devlet politikalarını uyguluyor zaten? Artık, "amaların" 
arkasına sığınma dönemi sona ermelidir. Ülkemiz, AB bölücülüğü tarafından bir felake sürükleniyor. MHP, bölünmenin onurlusu olmadığını anslamak ve halka 
anlatmak zorundadır. 

MHP, açık, keskin ve sert bir "AB tam üyeliğine hayır" politikası ile Türk halkının gerçek özlemini olan "bağımsız ve zengin Türkiye modelinin" temsilcisi 
olmalıdır. Halkın şu anda %35'i "Türkiye'nin AB tam üyesi olmasını ister misiniz?" sorusuna "HAYIR" demektedir. Halkın % 82'si "Ermeni soykırımını tanıma pahasına AB tam üyeliği istermisiniz?" sorusuna "HAYIR İstemeyiz" demektedir.[13] 

Türkiye'de "herşeye rağmen AB tam üyeliği" diyen taban % 10'u geçmez. MHP, bu gerçeği görerek, Türk halkına sokulmak istediği çemberden dışarıya yolu 
göstererek öncü olmalıdır. Ülkücü Hareket, Türklüğü Ergenekon'dan çıkaran Bozkurt gibi, 21. yüzyılın başında stratejik bir kıskaç içine alınmış olan Türk 
milletini bu kıskaçtan dışarı çıkaracak atılımı gerçekleştirmelidir. Türk milliyetçileri, Ülkücü Hareket,MHP'nin bu tavrı karşısında büyük bir inanç, 
çoşku ve kararlılıkla partilerini arkasında yer alacaklardır. 

"AB Tam Üyeliği" sürecine açık bir şekilde "Hayır" demek, AB ile ilişkileri sona erdirmek veya ilişkileri mevcut ve bağımsız bir ülkenin kabul etmesinin mümkün olmadığı Gümrük Birliği modeli üzerinde bırakmak mümkün değildir. Bu noktada Türk milliyetçileri, AB ile ilişkiler konusunda ortaya yeni bir model 
koymalıdırlar. 

 AB-Türkiye İlişkilerinde Yeni Model:Serbest Ticaret Bölgesi

Türkiye bu tavizleri sonu belli olmayan bir süreç adına gerçekleştirirken Türk iç politikasında da AB düşmanlığı gittikçe yoğunlaşacaktır. Görüşme sürecinde 
ortaya çıkacak zorluklar, AB'ye karşı bugün manipule ile bastırılmaya çalışılan toplumsal zeminin genişlemesine ve radikalleşmesine neden olacaktır.

AB'nin 1999'da Türkiye'ye aday adaylığı önermiş olması Türkiye'nin tam üyeliğine duyulan arzu ve inançtan değil, Birliğin Türkiye'nin iç ve dış politikası 
üzerinde hakimiyet kurma arzusundan kaynaklanmıştır. 17 Aralık dahil olmak üzere görüşme sürecinde karşılaşılan uygulamalarda Ankara'nın zaman zaman "çifte standart" diyerek yumuşattığı "ahlaksal zeminden yoksunluk" sürecini kanıtlamaktadır. 

Yaşanan süreç, AB'nin Türkiye'nin iç ve dış politikasını mümkün olan en uç noktaya kadar kullanıp Ankara'yı bıktırarak geri çekilmeye zorlama veya Türkiye 
üzerinde tam denetim isteğinden değil, Türkiye'nin çılgınca bir tutkuya dönüşmüş olan tam üyelik isteğinden da kaynaklanmaktadır. Ancak, Türkiye'nin yaklaşımı ne kadar yanlış ise AB'nin mevcut samimiyetten uzak yaklaşımı da o kadar tehlikelidir. Her şeyi yapmasına rağmen AB tam üyesi olamayan bir Türkiye kendisini ihanete uğramış hissederek sadece Avrupa Birliği'nin değil AB'nin temsil ettiği herşeyin düşmanı olacaktır. Bu Türkiye ile Avrupa arasında Lozan ile gerçekleşen barışın zihinlerde sona ermesi anlamına gelebilir. 

Bu sürecin durdurularak Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin hızla sağlıklı bir zemine oturtulması için her iki tarafında şimdiye kadar olduğundan daha akıllı 
ve dürüst bir ilişki modeli üzerinde çalışmaya başlamaları gerekmektedir. AB-Türkiye ilişkilerinin sadece tam üyelik modeli çerçevesinde oluşabileceğini 
düşünmek büyük bir hatadır. Aksine böyle bir modelin sadece Türkiye ve AB üzerinde değil, bütün bir Orta Doğu ve Avrasya üzerinde olumsuz etkileri 
olacaktır. 

Türkiye'nin AB üyeliği kaçınılmaz olarak Türkiye'nin komşularından başlayarak büyük bir coğrafyada ergeç AB tam üyeliği arzusunu uyandıracaktır. AB yanlış bir algılama ile "demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" dörtlüsünü gerçekleştirmenin tek aracı olarak görünecektir. Oysa bu doğru değildir.

Türkiye'de modernleşme Avrupa Birliği sürecinden bağımsızdır ve AB tam üyeliği dışında da gerçekleşen bir projedir. Türkiye'nin AB tam üyeliği dışında 
"demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" süreçlerini gerçekleştirmesi, AB ve Batı'nın geri kalan kısmı ile sağlıklı ilişkiler içinde 
olması Orta Doğu ve Avrasya'da önemli bir doğru örnek oluşturacaktır. Modernleşmenin AB tam üyeliği dışında da gerçekleştiğinin görülmesi ile 
uygarlıklar arası iletişim ve etkileşim çok daha etkili bir temel üzerine oturacaktır.

Tam üyelik dışında, Türkiye ile AB arasında sağlıklı bir ilişki modelini serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde oluşturmak mümkündür. Böylece, kendi 
geleceği hakkında bir karar verememiş olan AB'nin üzerinden Türkiye'nin manevi ağırlığı kalkmış olacaktır. Brüksel, bugün izlediği yanlış politikalar ile 
Türkiye'yi bıktırma ve vazgeçirme adına Türkiye'de kendisine düşman bir halk ve devlet oluşturmaktan sürecini durdurur.

Tam üyelik sürecinin durması ve serbest ticaret anlaşmasına geçilmesi ile birlikte AB'nin Kıbrıs, Ege, azınlıklar gibi şartlar öne sürmek hakkı 
kalmayacağı gibi Türkiye'nin AB tam üyeliği için AB'ye Ulusal Program'da taahhüt ettiği yükümlülüklerden arınmış olacaktır. Ankara, Ulusal Programı tekrar gözden geçirerek tadilat yapmalı, milli dinamiklerden kaynaklanan bir yeniden yapılanma süreci içinyaşama geçirilmelidir.

Serbest ticaret bölgesi anlaşmasının gerçekleştirilmesi için mevcut Gümrük Birliği anlaşmasının tam üyelik sürecinin iptal edilmesi gerekmektedir. Türkiye, 
AB ile serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde ilişkilerini yeniden şekillendirilirken Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkilerin özel niteliği 
gözönüne alınarak Türkiye'ye bazı ayrıcalıklar sağlanması gerekmektedir. Türkiye, AB ile Serbest Ticaret Bölgesi oluşturacak olmasına rağmen,2004 ve 
2008'de tam üye olacak olan ülkelerin faydalandığı mali katkıların ciddi bir bölümünden faydalanmalıdır. Türkiye, Birliğin Komisyonlarında temsil 
edilmelidir. Türkiye ile AB arasında özel bir komisyon kurulmalı ve Birliğin Dış İlişkiler ve Savunma konularındaki çalışmalarını Türkiye ile koordine etmesi 
sağlanmalıdır. Yeni model, hem Birlik-Türkiye ilişkilerine hem bölgeye hem küreye çok olumlu katkılarda bulunacaktır.


Sonuç

Cumhuriyetimiz, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılı ile karşılaştırabileceğimiz bir dönemden en uzun on yılından geçmektedir. AKP başta olmak üzere Türk siyasal seçkinlerinin "yılan karşısında hipnotize olmuş tavşan" ruh hali ile devleti yönetmeleri ülkemizi büyük bir felaketin sınırına getirmiş durumdadır. İçinden geçtiğimiz günlerde AKP'nin teslimiyetçi ve federasyoncu zihniyetinin medya ile yoğun bir işbirliği halinde anılan felaket sürecini sürdürmekte kararlı olduğu görülmektedir. TBMM içindeki ve dışındaki muhalefet etkisizdir. Bu durumda Türk halkı çaresiz görünmektedir. 

Bu noktada aksiyoner Türk milliyetçisi aydın ve kurumlara büyük görev düşmektedir. Varlıkları ile milli tepkinin öncüsü ve milli duruşun temsilcisi 
olması gerekenler, aksine milli tepkinin tıkacı haline gelirler ise Türk milliyetçilerine düşen görev bir yandan onları harekete geçmeye itmek ama 
harekete geçmelerini beklemeden harekete geçerek onların tepkisizliklerini aşarak milli görevi üstlenmek olmalıdır. 

Türk milliyetçisi aydınların, Türk milletine, bu aziz soyun tarihine, kültürüne, varlığına ve Cumhuriyeti kuranlara karşı üstlerine düşen görevi tekrar 
hatırlayarak, içlerindeki kırgınlığı bir yana atarak, kızgınlıklarını milli bir uyanışın ilk yakıtı haline getirmelidirler.Bu çerçevede bulundukları il, ilçe, 
kurum, kuruluşta sözde Ermeni soykırımından Dicle ve Fırat'ın kontrolunun AB'ye terk edilmesine kadargündeme getirilen bütün AB taleplerine karşı yoğun bir aydınları ve halkı bilgilendirme çalışması yapmalıdırlar. 

Tek parti rejiminin ve faşist bir televizyon-gazete yayıncılığının hakim olduğu bir ülkede milliyetçi aydın ve kitleler bir şeyi değiştirebilirler mi? Sovyet 
yönetimi altında daha da zor koşullarda mücadele eden rahmetli Elçibey veya Mustafa Cemiloğlu gibi isimleri örnek almanın zaruri olduğu günlerden 
geçmekteyiz. Verdiğimiz mücadelenin zor olduğunu biliyorum ancak ne kadar zor olursa olsun, milli haysiyet adınaverilmesi gereken bir mücadeledir bu. 


[1] AB'nin kendisi de AB üyesi ulus-devletlerle karşılaştırıldığı zaman anti-demokratik bir yapılanmadır. Avrupa Dostlar Derneği Genel Sekreteri Giles, 
Merrit International Herald Tribune adlı gazetede yazdığı makalede şöyle demektedir. "Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde seçmenlere bırakılamayacak kadar önemli meseleler var; idam cezası bunlardan biri, Türkiye'nin AB üyeliği ise bir diğeri. Her iki konunda da ana siyasi partiler arasında sıkı bir konsensus var; halbuki bu konuları seçmenlere danışsalar, onlar yanlış karar verebilir."International Herald Tribune, 9 Ekim 2005

[2] Hasan Pulur, "Haberlerden esinlenerek", 19 Ekim 2005, Milliyet

[3] Semih İdiz, „AB Türkİşgücünü kendisi isteyecek", Milliyet, 10 Ekim 2005

[4] Le Figaro, 14 Ekim 2005, Douglas Alexander, "AB daha güçlü olacak"

[5] Üstelik müzakere sürecinin başlaması, AB için Türkiye'yi başta tarım olmak üzere büyük bir Pazar haline getirmiştir. Gümrük Birliği'nin dışında tutulan 
tarım ve hizmetler sektörüne AB üreticileri müzakereler sürecinde girecektir. Le Monde 14 Ekim 2005, Jean Antoine Giansily "3 Ekim kararının olumlu yanları"

[6] bkz. Nilgün Cerrahoğlu, Cumhuriyet, 4 Haziran 2005

[7] Bir yandan Avusturya-Macaristan imparatorluğunun mirası üzerinde bir milliyetler ve dinler hoşgörüsü gerçekleştirmiş olan Viyana öte yandan bilinç 
altında kendisini yüzlerce yıl tehdit eden 157 yıl ara ile başkenti Viyana'yı iki kez muhasara eden Türk ordusunu unutamamış olabilir. Öyle ki, Viyana 
belediyesinde 19, yüzyılın ortalarına kadar görevi bir kuleden güneye bakarak Türk ordusunun gelip gelmediğini haber vermek olan bir görevli vardı. 

[8] Eski AB Genel Sekreteri Büyükelçi Murat Sungar, AKP'nin havaalanları ve limanları 2006 yılı içinde açmaya hazırlandığını ima etmektedir. Bkz. 
Cumhuriyet, 10 Ekim 2005

[9] AB sürecinin baş mimarlarından olan İsmail Cem dahi 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesinin Türkiye ile AB arasında olduğu gibi Türkiye içinde de sorunlar 
çıkarmaya aday olduğunun altını çizmektedir. Cumhuriyet, 18 Ekim 2005

[10] Jorg Reckmann, "Genişleme nereye?", Frankfurter Rundschau, 5 Ekim 2005

[11] AB komiseri Rehn, 7 Ekim 2005'de TBMM'nin Ek Protokol ile birlikte 
deklarasyonu da kabul etmesi halinde müzakerelerin başlamayacağını açıklamıştır. 

[12] Sadi Somuncuoğlu, "Kıbrıs'ta maskeler düşsün", Yeni Çağ 19 Ekim 2005

[13] Türkiye'deki AB faşizminin yaratmak istediği sahte AB heyecanı konusunda Avrupa'da da bazı tereddütlerin başladığı anlaşılıyor. Bir Alman gazetesinde 
"seçkinlere ve kamuoyu yoklamalarına inanılacak olursa, Türkler bu zorluğu göğüs germeye hazır" diyerek Türkiye'deki durumla ilgili şüphe dile getiriliyor.Gerold Büchner, "AB'nin değişmesi lazım", Berliner Zeitung, 5 Ekim 2005


ÜMİT ÖZDAĞ
Uzmanın Diğer Yazıları

  Ordu Astsubayların Omuzlarında Yürür 
  AKP’nin Kürt Açılımı Politikası Milletten Gizlenerek Devam Etmektedir 
  AKP Hükümeti Kerkük’ü Peşmerge Kuşatmasına Terk Etti 
  Öcalan İle Gerçekten Bir Protokol İmzalandı Mı? 
  PKK'nın Girişim Üstünlüğü ve AKP Hükümeti 
  2011 Başında PKK Terörü Nereye Gitmeye Hazırlanıyor? 
  Amerikancı "Başarılı" Dış Politika ve Ermenistan 
  İsrail AKP Hükümetine Tazminat Ödeyecek 
  Neden Üniter-Milli Devlet Modeli Üstündür? 
  Yunan İşbirlikçi Abdullah Öcalan 
  Ateşkes Ya Da Öcalan İle Müzakere Sürecinin Başlaması 
  İnegöl ve Dörtyol Olayları Nasıl Tahlil Edilmeli? 
  Şok Teröre Karşı Alınması Gereken Şok Önlemler 
  İskenderun’da Deniz Kuvvetlerine Yapılan PKK Terör Eylemi Beklenmeyen Bir  Baskın Mıydı? 
  Terörle Mücadelenin Ekonomik Maliyeti veya 300 milyar Dolar Safsatası 
  Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı 
  Demek ki Halk Kürt Açılımının Muhatabı Değilmiş 
  KAMU DİPLOMASİSİ KOORDİNATÖRLÜĞÜ VEYA PROPAGANDA BAKANLIĞI MI? 
  AMERİKAN ORDUSU KUZEY IRAK'A YERLEŞİYOR MU? 
  DTP ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN KAPATILMAMALIDIR 
  10 VE 13 KASIM SONRASINDA KÜRT AÇILIMI 
  10 KASIM'DA KÜRT AÇILIMINI TARTIŞMAK 
  Prof. Dr. Ümit Özdağ-Kürt Açılımı Hangi Şartlar Oluşur İse Başarılı Olur? 
  AKP, Irak Türkmen Cephesi’ne Ne Yapıyor? (1) 
  AKP, Irak Türkmen Cephesi’ne Ne Yapıyor? (2) 
  AKP, 1000 Yıllık Telafer'i Barzani'ye Teslim Ediyor 
  3 Mayıs Türkçüler Bayramı 
  Yeni Bir “Süleymaniye” Girişimi 
  Prof. Özdağ'ın Güler Kömürcü'ye Yazdığı Mektubun Tam Metni 
  Türk-Amerikan İlişkilerinde Girilmesi Zorunlu Aşama: Kontrollü Kriz 
  22 Temmuz 2007 Seçimleri ve MHP 
  PKK Liderlerini Öldürmek 
  Terör Zirvesi Sonrasında Terör Değerlendirmesi 
  Türkiye-İran İlişkilerinde Son Durum 
  Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması 
  Mitingler; Protestolar, Duruşlar 
  Mitingler; Protestolar, Duruşlar 
  Partiler Seçime Hazır Mı? 
  İran Bir Örnek Olabilir mi? 
  Partiler Seçime Hazır mı? 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/avrupa-birligi-arastirmalari-merkezi/2005/11/03/11/3-ekim-ve-sonrasinda-turkiye-ab-iliskileri

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder