7 Kasım 2017 Salı

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 1

3 Ekim 2005 ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri BÖLÜM 1



ÜMİT ÖZDAĞ
 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
03 Kasım 2005 Perşembe,



3 Ekim ve Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri
3 Ekim 2005, AB ile tam üyelik görüşmelerinin “ Sözde ” başlaması, “ Yeni bir zafer ”, Avrupa’nın yeniden fethi, Türk halkına yeni bir viraj olarak sunuldu.

Türk halkı Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecinde kaçıncı zaferi kazandığını dahi unuttu. 3 Ekim'de Türk halkının sevinmeye ikna edilmeye çalışıldığı şey 17 
Aralık 2004'de AB'nin 25 üyesinin Türkiye'ye gerçekleştirmeye söz verdiği şey değil mi zaten? AB ülkelerinin yalan söylemek için ellerinden geleni yaptıktan 
sonra nihayet yine yalan söylememelerine mi bu kadar seviniyoruz? Neresinden bakarsak bakalım, tarihçilerin yüz sene sonra incelediklerinde şaşkınlığa 
düşecekleri, Türk milletinin moral değerlerini ve yüksek menfaatlerini tehdit eden stratejik bir kıskacın içerisine sıkı sıkıya yerleştiriliyor. 

3 Ekim 2005'de yaşanan "planlanmış" gerilimden sonra15-25 sene sürecek ve sonucunda ülkemizin bütün talepleri yerine getirdikten sonra bile tam üye olup 
olmayacağının belli olmadığı Türkiye-AB müzakere sürecinin başlaması için ilk adım atılmıştır.Ancak yukarıda altını çizdiğimiz gibi 3 Ekim 2005'de AB ile 
Türkiye arasında AKP Hükümetinin ve basın organlarının sunduğu gibi müzakereler değil, sadece tarama süreci başlamıştır. 

AB, Türkiye'nin etkilemediği bir süreçte AB üyeleri tarafından hazırlanan Müzakere Çerçeve Belgesi ileTürkiye-ABmüzakere sürecini başlatmak için 
Türkiye'nin Kıbrıs ile ilgili Ek Protokolü imzalamasını şart koşmaktadır. Diğer bir ifade ile TBMM'de yapılacak oylama sonucunda Ek Protokolün imzalanması 
reddedilirse, Türkiye-AB tam üyelik görüşmeleri başlamayacaktır. 

İşte 3 Ekim 2005'de elde edilen sonuç budur. 

Sırası ile "Gümrük Birliği", "AB Uyum Paketleri" ve "17 Aralık 2004"den sonra "3 Ekim 2005" dede "Nihayet Avrupalı olduk" başlıkları atan yazılı basın ve kendi 
halkına karşı psikolojik savaş aracı haline gelen televizyonlar, Türk halkına yönelik olarak gerçekleri perdelemeye yönelik bir yayın süreci başlatmışlardır. 
Hale devam edenbu süreçte, televizyonlarda AB'ci lobinin tek taraflı beyin yıkama faaliyeti başlamıştır. AB'ye ilkesel olarak karşı olanları değil, "bu 
şartlar" ağır diyenlerin bile "ultra demokrat AB'ciler" tarafından, "üçüncü dünyacı", "statükocu", "izolasyoncu", "faşist", "ahmak" veya "derin ve karanlık 
ilişkiler yumağı" olmakla suçlandığı, "AB faşizmi süreci" güçlenerek devam etmiştir. Halen ülkemizde demokrasi adına ağır bir anti-demokratik atmosfer 
hakimdir. Televizyonların büyük bölümü komünizm döneminde SSCB'de yayın yapan televizyon ve radyoların ruh hali ile yayın yapmaktadırlar.[1]

AB lobisinin önde gelen mensubu olan bir gazeteci AB sürecine zarar verebilecek haberlerin "sansür edilmesini" talep ederken, AB fatihi olarak sunulan demokrasi önderi Başbakan Erdoğan kendisi gibi düşünmeyenlerden bahsederken, "Bunların dünyadan haberi yok", "Dar kafalılar", Fosilleşmiş zihniyet", Sermaye ırkçıları", "Bunlar iki koyunu güdemezler", "Bunların okur yazarlıkları da yok", "Bize içerideki düşmanlıklar yeter", "Bu zihniyet sadece çöp üretir" ve "Bunlar marjinaller" gibi kavramlar kullanmaktadır.[2] Anlaşılan AB sürecinde ülkemize demokrasi gelmektedir. 

Tarihsel Arka Plan 

3 Ekim 2005'e geliş sürecinde Türk kamuoyuna yönelik olarak katlanılması zor bir çok taciz yapan Avrupalılar son tacizlerini, 3 Ekim 2005'den hemen birkaç gün önce gerçekleştirmişlerdir.İngiliz parlamenter ve Türkiye-AB parlamentolar arası komisyon eş başkanı, "Türkiye'nin AB'ye girmek için Atatürk resimlerini devlet dairelerinden indirmesi gerektiği", "federal devlet modelini benimsemesi nin gerekli olduğunu" ileri sürmüştür. Bir başka AB yetkilisi, "Orhan Pamuk'u  yargılayan Türkiye'nin AB üyesi olmak için yeterli olamayacağını" iddia etmiştir. Bu haberler, 3 Ekim öncesinde AB-Türkiye ilişkileri ile ilgili çıkan birkaç haberden sadece göze çarpanlardır. Bütün bunların nedeni nedir? AB-Türkiye ilişkilerindeki en temel belirleyici etken nedir?

Türkiye-AB ilişkileri 1000 hatta Atilla ile başlatır ise 1500 senelik tarihsel bir arka plan ve bu arka planın psikolojik yükü olmadan anlaşılamaz. Batı, Türkleri bütün insanlık tarihi boyunca kendisini yenen tek güç olarak görmektedir. Üstelik, batılı anlayışa göre Türkler, Batıyı, Batının gidip onları kendi coğrafyasında bulması neticesinde Türklere ait coğrafyada yenmemişlerdir. Aksine, Türkler Batıyı kendi coğrafyaları olan Asya'nın içlerinden kalkarak gelmiş ve Batıyı, Batıya ait coğrafyalarda 1071'den 1774'e kadar geçen zaman içinde 703 sene boyunca yenmişlerdir.

Batı için Türkiye tarihinin derinliklerinde yatan bir korkudur ve adı "DoğuSorunu" olan psikolojik bir sorundur. Onun için Batının küstahlıklarının gerisinde korku ve aşağılık duygusu vardır. Türklerin Batının sahip olduğu korku ve aşağılık duygusu ile yaşaması mümkündür. Ancak bizim için sorun bizi yönetenlerin zavallılığı ve Batı karşısında içine girdikleri aşağılık duygusudur. 3 Ekim öncesi olduğu gibi ve sonrasının belirleyicisi de bu korku olacaktır. Ancak 3 Ekim 2005'ı doğru anlayabilmek için 17 Aralık 2004 öncesi ve sonrasını doğru değerlendir mek gerekmektedir. 

17 Aralık 2004 Öncesine Bir Bakış

Türkiye'nin hayati menfaatlerini tehdit eden AB'nin talepleri 17 Aralık 2004 öncesinde AB yetkilileri değişik zaman ve yöntemlerle Türkiye'nin önüne yeni 
şartlar getirmişlerdir. Türk siyasal seçkinlerinin çok büyük bir bölümünün akılcı değerlendirmeden uzak olan "AB tutkusu" içinde olduğunu anlayan Brüksel, 
bu zaafı sürekli istismar etmiştir. AB Komisyon üyelerinden Fransız Komiser Türkiye'den 17 Aralık 2004 öncesinde "sözde "Ermeni Soykırımını" tanımasını 
istemiştir. Rum ve Yunan Komiserler ise 17 Aralık öncesinde Türkiye'nin Rum kesimini tanımasını, KKTC'de konuşlanmış askerlerimizi çekmesini gündeme 
getirmişlerdi. Almanlar ve Fransızlar Türklerin serbest dolaşım haklarının engellenmesini talep etmekte idi. Keza, Hatay gündeme getirilmiş, Türkiye-Suriye sorununun çözülmesi talep edilmiştir. 

AB'nin Türkiye'ye yönelik saldırgan, dışlayıcı, aşağılayıcı ve çifte standartlı politikaları kendisini yaşamın her alanında ortaya koyuyor. Türkiye'de bir süre 
önce gerçekleşen ve örgüt üyesi kadınların düzenlediği izinsiz gösteri yürüyüşüne müdahale eden polise yönelik olarak Avrupa Parlamentosu dahil bir çok AB kuruluşundan sert eleştiriler gelmişti. Şimdi benzer olaylar Fransa ve Almanya'da gerçekleşti. Alman ve Fransız polisi hem de çok daha sert bir şekilde sadece lise ve üniversite öğrencilerine müdahale etti.

Türkiye'de bazı aklı başında insanlar haklı olarak AB'nin Fransa ve Almanya'ya karşı da ayni tavrı almasını beklediler. AB'den gelen cevap ise çok öğretici ve 
bir o kadar aşağılayıcı oldu. AB, "Türkiye'nin imajı farklı" yorumunu yaparak, Almanya ve Fransa'nın eleştirilmeyeceğini ortaya koydu. Haysiyetli bir dış 
politikaya sahip bir ülke sadece bu cevap üzerine AB ile bütün ilişkilerini keserdi. 

Yeni Azınlıklar

Bunlardan daha da vahimi ve 2004 AB İlerlemeRaporu'nda yer alan husus, Lozan'da tanınan azınlıkların dışında azınlıkların üretilmesi ile ilgili talep olmuştu. 

İlerleme Raporu'nda şöyle denilmektedir:" Türk yetkililere göre 1923 Lozan Anlaşması altında Türkiye'de azınlıklar yalnızca üç gayri müslim topluluktan 
oluşmaktadır. Ancak, Türkiye'de Kürtlerin de aralarında bulunduğu öteki topluluklarında kültürel ve dinsel kimliklerini muhafaza etme haklarının, ayni 
şekilde uluslar arası hukuk çerçevesine düştüğünü düşünüyoruz." 

AB, 17 Aralık öncesine değin uluslar arası hukukta azınlık tanımı almadığından hareket ederek ve Kopenhag Kriterlerinin sadece bireysel haklar verdiğini öne 
sürerek, Türkiye'nin Kopenhag Kriterlerini kabul etmesi durumunda ortada bir sorun kalmayacağını ileri sürmüştü. Ancak, 17 Aralık öncesinde AB'nin etnik 
azınlık politika ve talepleri geliştirmeye başladığı açık bir hale gelmiştir.

Türkiye İçin Referandum 

1999'da Türkiye'ye önerilen diğer aday üyelerle tam eşitlik ilkesinin bir diğer ihlali ise Fransa'nın Türkiye'nin tam üyeliğinin oylamasının Fransız halkına bir 
referandum ile sunulması kararını alması olmuştur. Fransızların bu kararı daha sonra AB Komisyon Başkanı olan İspanyol Jose Manuel Borroso tarafından da 
desteklendi ve aslında bütün AB üyesi ülkelerin Türkiye için referandum yapılması gerektiği ileri sürüldü. Oysa, Fransız Hükümetinin Türkiye ile AB 
çerçevesinde masaya otururken Fransız halkından yetki almış olması gerekir.

Nüfuz Ajanları

AB'nin Türkiye'ye yönelik, çifte standartlı dayalı, ahde vefa ilkesini çiğneyen, ahlaken kabul edilemez politikaları sürerken, en elim ve vahim gelişme 
Türkiye'deki AB'ci lobinin bilinen adamları, diğer bir ifade ile ülkemizde sürmekte olan AB faşizminin Goebbels'leri Türkiye için ileri sürülen şartların 
ya diğer tam üye adayları içinde ileri sürüldüğünü iddia etmiş ya da "tabii ki Türkiye için özel şartlar ileri sürülecekti, Türkiye farklı bir ülke" diyerek, 
AB'nin ahlaki suçlarını Türk kamuoyu önünde doğrudan veya dolaylı nüfuz ajanları olarak aklamaya çalışmışlardır. 

Kürdistan

17 Aralık öncesinde Türkiye-AB ilişkileri sadece Türkiye'ye yönelik yeni şartlar ile sınırlı kalmamış, ülkemize hakaret, taciz boyutuna ulaşan ve aşağılama 
içeren Brüksel kaynaklı psikolojik operasyonlar da yaşanmıştır. AB Komisyon Başkanı, " Ankara'dan Kürdistan'a geçeceğini " söylemiş, Buna rağmen bu zat TBMM'de konuşturulmuş ve alkışlanmıştır. Bu zat ülkesine döndükten sonra, "İnsanlar istedikleri devletle birleşmek veya bağımsız devlet istediklerini söylemeliler" demiştir.17 Aralık 2004'e bu koşullar altında ulaşılmıştır. 

17 Aralık 2004: Psikolojik Operasyon 

17 Aralık 2004 televizyonlarda Türk kamuoyuna yönelik olarak gerçekleri saklama, perdeleme ve kamuoyunu yanlış noktaya yönlendirme hedefini içeren dezenformasyon süreci olarak gerçekleşmiştir. Kıbrıs, sorun olarak ön plana çekilmiş, dikkatler Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırılırken esas noktalar üzerinde hiç 
durulmamıştır.Faşist tek kanal anlayışı ile yapılan televizyon yayını ve AB lobicilerinin bildik yorumları artık basın içindeki namuslu ve vatansever bütün 
vicdanları ayağa kaldırmış durumdadır. 

17 Aralık sonrasında Türkiye-AB ilişkileri yeni bir zemine oturmuştur. Basında yapılan yanlış bilgilendirmeye rağmen ilişkilerin "gerçek yeni zeminini" 
aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür. Tam üyelik müzakerelerinin Türkiye'nin çifte standart uygulamasına maruz kaldığını gösteren temel göstergeleri şunlardır.

1) Görüşmelerin ucu açıktır, hem ne zaman biteceği belli değildir hem nasıl, yani tam üyelikle bitip bitmeyeceği belli değildir. Bu cümleyi takip eden ilk 
cümlede"müzakerelerin tam üyelikle sonuçlanmayacağı durumda" denilerek, "açık-uçluluğun çifte anlamına vurgu yapılmaktadır. İlk paragrafın üçüncü 
maddesinde AB ile Türkiye arasında tam üyeliğin gerçekleşmemesi durumunda, "Türkiye'nin AB'ye sağlam bağlarla bağlanacağı" kaydedilmektedir. Neden Türkiye daha baştan kendisine on-on beş sene yalan söyleyerek, tam üyelik müzakereleri yapan ve sonuçta kendisini tam üye kabul etmeyen bir kuruluşa sonunda tam üyelik dışında sağlam bağlarla bağlanmayı kabul etsin. AKP Hükümeti bunu kabul etmiştir. 

2) AKP Hükümeti sürekli görüşmelerin "doğası gereği" ucunun açık olduğunu ileri sürmektedir. Bunun doğru olması için diğer adaya ülkelere de ucu açık bir üyelik sürecinin uygulanması gerekmekteydi. Oysa, diğer adaya ülkeler, müzakereler sonunda tam üye olacaklarını bildikleri gibi hangi tarihte tam üyeliklerinin gerçekleşeceğini biliyorlardı. "Ucu açık" süreç kavramı ilk kez Türkiye'ye uygulanmaktadır ve bunu Türk halkına görüşmelerin doğası gereği diye "satmaya çalışanlar" yalan söylemektedirler.

3) Görüşmelerin "tam üyelik" ile biteceği kesin değildir. Gerçi, metne, "özel statü" kavramı girmemiştir ama görüşmelerin tam üyelik ile sonuçlanmaması 
durumunda Türkiye'nin isteği ile bir başka ilişki biçimi kurulacağı açıklanmıştır. Tam üye olmak isteyen bir ülkenin normal şartlarda tam üyelik dışında bir modeli talep edeceğini düşünmek akla aykırıdır. Bu maddede ilk kez Türkiye'ye uygulanmıştır.

4) Müzakere sürecinde de Türkiye'ye diğer adaya ülkelere uygulanmayan farklı bir uygulama yoluna gidilmiştir. Diğer aday ülkeler müzakereler başladığında bir kez "Hükümetlerarası Konferans" toplanmakta, daha sonra teknik görüşmeler Avrupa Komisyonu tarafından yürütülmektedir. Oysa Türkiye ile görüşmeler sırasında Hükümetlerarası Konferans her müzakere başlığı için ayrı ayrı görüşecektir. Bu aşamada AB üyesi her ülke Türkiye'nin görüşülen dosyanın gerçekleştirildiğine dair onay verecektir. Aksi takdirde görüşmeler kesilecektir. Bu süreç Türkiye'yi baskı altına almak ve şantaj uygulamak için dayatılmış özel bir uygulamadır. 

5) Diğer aday ülkeler sadece 31 müzakere başlığı çerçevesinde müzakereleri yürütürken Türkiye için sayı 35 başlığa çıkarılmıştır.

6) Tam üyeliğin ruhuna kesinlikle aykırı olarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının serbest dolaşım hakkına sürekli olarak kısıtlama getirilmiştir. 
Burada bir kelime oyunu yapılarak "AB üyeleri gerekli gördüğü sürece" denilmiş, böylece kısıtlamanın daimi olduğu intibaı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 
Öte yandan Birlik yurttaşları Türkiye'de serbest dolaşım hakkına sahip olacaklardır. Bu kabul edilmesi imkansız şartı dahi Türk halkına "AB bir gün 
Türk iş gücünü kendisi isteyecek" diyerek pazarlayan AB lobicilerine raslanmaktadır.[3]

7) Türkiye'ye diğer aday ülkelere yapılan yapısal fonlar ile ilgili mali yardımlar yapılmayacaktır. Türkiye'ye gelecek on yılda yapılacak olan mali yardım 5.5 milyar Euro ile sınırlıdır.

AKP Hükümeti ve basın birlikte bir gerçek algılaması operasyonu yaparak gelişmeleri Türk halkına olduğu gibi değil ama görünmesini istedikleri gibi 
göstermeye çalıştılar. 17 Aralık Belgesi ortaya büyük bir zafer gibi konuldu ve 17 Aralık Ankara'da düzenlenen AKP mitingi ile televizyonlardan naklen 
yayınlanarak kutlandı. Ancak kısa bir süre sonra Türk Dış İşleri Bakanlığı AB'ye bir nota vermek zorunda kaldı. 17 Aralık 2004'ü ve sonrasını anlamak için 3 Ekim 2005'den sonra Kasım 2005 içinde yayınlanacak olan Katılım Ortaklığı Belgesi üzerinde büyük etki yapacağı belli olan AB'nin hazırladığı Türkiye 2004 İlerleme Raporu'nun incelenmesi gerekmektedir. 

2004 Türkiye İlerleme Raporu

AB 2004 İlerleme Raporu'nda Türkiye'yi bir çok acıdan AB standartlarının gerisinde kalmakla suçlayan bir belgedir. Ancak burada üzerinde en fazla 
durulması gereken husus belgenin ön plana çıkardığı Türkiye'nin etnik yapısına yönelik taleplerdir.AB, Türkiye'de azınlık olarak nitelediği Kürtlerin sayısının 
15 ile 20 milyon arasında olduğunu, Alevilerin ise Türk kimliği dışına itilerek, 12 ile 20 milyon arasında olduğunu ileri sürmektedir. Çerkezler 3 milyon, 
Boşnaklar 1 milyon, Romanlar 500 bin olarak nitelendirilmektedir. Hristiyan azınlıkların ise 100 bin civarında olduğu ileri sürülmektedir.

Bazıları, Rapordaki azınlık kavramının önemli olmadığını, Avrupalılar ile bizim azınlık anlayışlarımızın farklı olduğunu ileri sürerek konuyu önemsiz göstermek  tedir. Oysa bir sosyoloji kitabı değil uluslar arası ilişkiler belgesi olan Rapordaki azınlık kavramı BM'in temel aldığı tanıma yakındır. Yani " Azınlık, sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan, üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur."

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de "sunni Türkler",egemenliği gasp etmiş, diğer etnik grupları egemenlik dışına itmişlerdir. Sunni Türkler, azınlıkta bulunmalarına rağmen devleti kontrolunda tutarak haksız yere egemenliği gasp etmiş gösterilmekte dirler. Böylece sunni Türkleri " Yugoslavya'nın Sırpları " veya 
" Irak'ın sunni Araplar " konumuna oturtulmaktadır. 

AB, azınlık olarak tanımladığı gruplarla ilgili olarak haklar talep etmektedir. Hangi grupların azınlık olarak tanınacağı konusu tamamen AGİT'in Helsinki 
Bildirisine (1975) göre devletlerin karar alanına bırakılmasına rağmen AB Türkiye'ye bu hakkın tanınmamaktadır. Kopenhag Kriterlerinin kabul edilmesinin grup hakları değil, bireysel haklar doğuracağını söyleyen AB şimdi devletler ve anayasa hukuku tarafından tanınan azınlık gruplarının kabul edilmesini talep etmektedir. Bireysel hak ve özgürlükler alanı aşılarak azınlıkların grup hakları alanına girilmiştir.

AB Türkiye Raportörü M. Oostlander'in hazırladığı ve Mart 2004'de kabul edilen raporda Türkiye'nin yeni bir anayasayı yürürlüğe sokması ile Lozan Anlaşmasında  tanınan azınlıklarla ilgili düzenlenmenin değişeceğini ve Ankara'nın Lozan'ın ilgili maddelerinin minimalist yorumundan vazgeçeceğini kaydetmiştir. 

Oostlander'in neden bu kadar kesin konuştuğu belli değildir.

Keza AB daha önce hiçbir ülkeden talep etmediği " BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi "ne Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. 
Fransa gibi AB üyelerinin imzalamayı reddettiği " Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini " Türkiye'nin kabul etmesi talep edilmektedir.AB'nin 
Türkiye'den azınlık olarak kabul etmesini istediği grupların çoğunluğu oluşturması gibi sakat bir yaklaşımın yanındaazınlık olarak kabul ettiği 
Kürtlerin " Kendi kaderini tayin hakkını " Avrupa Parlamentosunun kabul etmektedir.

BM 2625 sayılı kararı ile kendi kaderini tayin hakkını,"Hükümeti, halkının tümünü temsil eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozucu hiçbir 
eylem yapılamaz" denilerek sınırlandırılmıştır. AP, 15 Aralık 1994 tarihli kararında "Türk hükümetinin ülkenin tamamını temsil etmediği kararını alarak 
Kürt halkınınkendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul" etmiştir. Oysa, bütün Türk halkı gibi Kürtçe konuşan yurttaşlarımızda İstiklal Harbi ve Lozan 
Anlaşması ile kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmışlardır ve bir halk her elli senede bir kaderini tayin hakkı kullanmaz. Bu bir kez yapılan bir eylemdir. 

AP, 2004'de ise Öcalan'ın tekrar yargılanmasını, "Azınlık Partilerinin" %10'luk seçim barajından muaf tutulmalarını ve Kürtçenin Kürtlerin yoğunlukta olduğu 
bölgelerde ikinci resmi dil olmasını talep etmiştir. "Azınlık partileri" için barajın düşürülmesi talebi Avrupa Komisyonu İlerleme Raporunda da tekrar 
edilmiştir. Kopenhag Kriterleri öne sürülerek etnik dillerde televizyon yayını gündeme getirildiğinde, bu yayınların sadece, TRT'de ve haftada 30 dakika süre 
ile gerçekleştirileceği söylenmişti. Ancak şimdi yeni girişimlerin gerçekleştirildiğini görüyoruz. 16 Eylül 2004 tarihli Milliyet gazetesinde yer 
alan şu haber önümüzdeki süreçte olacakları anlatmıştır. 

" Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Anadilde yayın yönetmeliği kapsamında, Başvuru yapan 4 Yerel yayın kuruluşuna ' Yönetmelikle öngörülen yükümlülükleri yerine getirin ' mesajı gönderdi. Dün toplanan RTÜK, Diyarbakır, Aktüel Radyo ve Televizyon (ART), Batman Çağrı TV, Diyarbakır Söz TV ve Diyarbakır Gün TV'den gelen talepleri ele aldı. Üst kurul, kuruluşların yükümlülüklerini yerine getirmelerine ve gerekli belgeleri RTÜK'e iletmelerine karar Verdi. 
RTÜK, izin konusunu karara bağlamak için tekrar toplanacak." 

Bu haberden de anlaşıldığı gibi, Türkiye'nin etnikleştirilmesi projesi hızla yürümektedir. Yerel televizyonların Kürtçe yayına başlaması ile birlikte, 
özellikle Güneydoğu Anadolu'da Türkçe öğrenimi hızla gerilemeye başlayacaktır. Haftada 30 dakika etnik dilde yayın şimdi kontrolu hemen hemen mümkün olmayan 24 saat yayına doğru hızla ilerlemektedir.

Kopenhag Kriterlerine uyacağız diye etnik dil ve lehçelerde televizyon yayını yapmaya başlayan Türkiye şimdi yeni bir gelişme ile karşı karşıya bırakılmaya 
hazırlanmaktadır diye yazmıştım "Almanya bir süre sonra Almanya'da yaşayan Kürtlere Kürtçe eğitim imkanını Alman okullarında sağlıyacaktır. Almanya'nın bu 
imkanı sağlamasından sonra BM Kürtçeye "yaşayan etnik dil" statüsü verecektir. Bunu takiben AB bizden Kürtçeyi eğitim dili yapmamız talebinde 
bulunacaktır.Aralık 2004'de 15 sene sonra (belki) AB'ye tam üye olacağı umudu (belki) verilecek olan Türkiye'de AB'ci çevreler, "AB'ye girdik"naraları ile 
"sözde Ermeni soykırımının" kabul edilmesinden "Kürtçenin eğitim dili" yapılmasına kadar bir çok sürecin zararının olmadığı televizyon ve gazete 
köşelerinden bize satmaya başlayacaklardır".

AB-Türkiye Komiseri Verheugen, Türkiye ziyareti sırasında Güneydoğu Anadolu'da PKK'nın gerçekleştirdiği terörü görmemezlikten gelerek, terörün durması için daha fazla kültürel ve kimlik hakkı verilmesi gerektiğini ifade edilmiştir. Verheugen, Türkiye'den bölge için bir kalkınma planı gerçekleştir  mesini istemiş ve Türkiye bu planı gerçekleştirir ise AB'nin çok ciddi fonlar sağlayacağını ifade etmiştir. 

Verhuegen, "Köye Dönüş Projesi"ne de AB'nin verdiği önemden bahsederek, 1990'lı yıllardaPKK veya güvenlik güçleri tarafından köylerinden uzaklaştırılan 
köylülerin köylerine dönmesine destek vermiştir. Her ne sebeb ile olur ise olsun köyden kente göç, sosyolojik anlamda ileri bir aşamaya geçişi temsil eder. 
Tersine göç tarih içinde talidir ve tali olacaktır. AB'nin sosyolojik bir gelişme sürecinin karşısında yer alması sadece "bu insanlar köylerinde oturmak 
istiyorlar onlara yardımcı olalım" şeklindeki saf ve iyiniyetli bir yaklaşımdan kaynaklanamaz. AB, köye yerleşim planını, ilerde başlıyacak bir terör sürecinde 
PKK'nın kırsalda başlatacağı teröre sosyal zemin oluşturmak için talep etmektedir. 

Butalebin diğer bir nedeni, köylerinden ayrılan insanların Batıda büyük kentlere  yerleşmelerinin Güneydoğu Anadolu'da "Kürt homojenliğini" ortadan kaldırmasından duyulan endişedir. AB'nin Türkiye'ye önümüzdeki dönemde İngiltere, Belçika ve  İspanya 'yı çözüm örneği olarak göstermesi bugün ki gelişmeler ışığında şaşırtıcı kabul edilmemelidir.

Özetle Türkiye, 3 Ekim 2005 öncesinde orta ve uzun vade de kendisini etnik bir travmaya doğru sürükleyecek bir yapıyı oluşturmak isteyen bir sürecin içindeydi. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder