1 Kasım 2017 Çarşamba

11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 1




11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 1


Ramazan İZOL* 
Samet ZENGİNOĞLU** 

 “11 Eylül ve Sonrası Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu”, 

Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 
Yıl 7, Sayı 2, ss. 423-439. 

Özet: 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların ardından üç husus dikkat çekmiştir. İlk olarak; gerçekleştirilen bu saldırı, terörizm olgusunun Soğuk Savaş dönemine kıyasla farklı yöntem ve içerikle değerlendirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. İkinci olarak; bu saldırılar sonrası ABD’nin 2001 Afganistan ve akabinde 2003 Irak müdahaleleri ile esas amacının petrol kaynak ve güzergâhlarının kontrolü olduğu tartışmaları gündeme taşınmıştır. Son olarak ise, müdahale süreci ve sonrasında İsrail–İran hattı başta olmak üzere Ortadoğu bölgesinde nükleer tehdit konusu gündeme gelmiştir. Bu genel çerçeve dâhilinde bu çalışmanın amacı; 11 Eylül ve sonrasında bu üç husus ekseninde Ortadoğu bölgesine yönelik görüş ve tartışmaların farklı perspektifler dâhilinde ortaya konmasıdır. 

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Terörizm, Petrol, Nükleer Tehdit. 

Makale Geliş Tarihi: 16.07.2014
Makale Kabul Tarihi: 11. 12. 2014 

* Dr., Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim 
Üyesi. e-posta: ramazanizol@akdeniz.edu.tr 
** Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi. e-posta : sametzenginoglu@gmail.com 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi  
Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014 
Ramazan İZOL - Samet ZENGİNOĞLU 


GİRİŞ 

Ortadoğu coğrafyasının asırlardır dünyanın kalp merkezi ve ana eklem noktalarından biri olduğu bilinmektedir. Bu coğrafya, teo–stratejik açıdan tek tanrılı üç büyük dinin doğduğu yer olması bakımından; jeo–stratejik açıdan ise, sahip olduğu yer altı kaynakları bakımından büyük öneme sahip olmuştur. 

Ortadoğu, sahip olduğu bu stratejik konumdan ötürü Soğuk Savaş dönemi boyunca iki süper gücün (Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist 
Cumhuriyetler Birliği) öncelikli coğrafyalarının başında gelmiştir. Dâhili aktörler açısından ise, özellikle Arap milliyetçiliğinin yayılması, İsrail ile Arap 
Devletleri arasındaki karşılıklı birbirlerini tanımamaya dayalı çatışmaların hiç durmadan devam etmesi, Soğuk Savaş süresince bölgede tansiyonun yüksek 
olmasına neden olmuştur. Ayrıca, İsrail-Filistin çatışmasına bağımlı olarak yükselen terörizm tehdidi bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açtığı gibi, problemlerin içinden çıkılamaz bir karaktere dönüşmesinde de etkili olmuştur (Nayon, 2007: 69-78). 

Bölgedeki gelişmeler, çoğu kez bizatihi başta Batılı ülkeler olmak üzere harici aktörleri de etkilemiştir. Özellikle 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı, bölgedeki 


11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu çatışmaların ve gerilimlerin sadece bölge için sonuç(lar) doğurmadığını, bu 
etkilerin bölge dışına da yansıdığını göstermiştir. Öyle ki, bu savaş sırasında Arap Devletlerinin uyguladıkları petrol ambargosuyla birlikte Batılı devletler, 
ekonomilerinin enerjiye bağımlı olduğu gerçeğinin farkına varmışlardır (Mitchell, 2006: 255-269). 

11 Eylül 2001’den sonra Bush’un terörizme savaş açmasından sonra (Murphy, 2003: 607-632) Ortadoğu’nun genel siyasi, toplumsal ve sosyal durumu 
temel endişelerin ve potansiyel tehditlerin kaynağı haline dönüşmüştür. Bugüne kadar, sadece kendi ekonomisi açısından büyük öneme sahip petrol 
kaynaklarının güvenliğini sağlamayı öncelikli hedeflerine koyan ABD dış politikasında, bu trajik olaylardan sonra radikal değişiklikler meydana gelmiştir 
(Bacevich, 2006: 65-81). Kendi topraklarından çok uzaklarda cereyan eden çatışmalar ve problemler ilk defa bu olayla, Amerikan topraklarına sıçramış ve 
kendi vatandaşlarının güvenliğini yakından tehdit etmiştir. Bu yüzden, mevcut problemlerin kökünden halledilmesi ve Ortadoğu’ya demokrasinin götürülmesi 
Bush’un yeni önceliklerinden birisi olmuştur. 

11 Eylül saldırıları haricinde, 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de dört trene düzenlenen bombalı saldırılar ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da 6 metro 
istasyonuna eş zamanlı olarak gerçekleştirilen terör eylemleri bölgeye yönelik olumsuz algının yükselişe geçmesine neden olmuştur. Zira bölge, terörün 
doğduğu, beslendiği ve geliştiği alan olarak görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak da bölgeye müdahale etme amaçları gündeme gelmiştir. 

ABD’nin önce Afganistan’a (2001), ardından Irak’a (2003) müdahalesi bölgedeki kırılgan yapının derinleşmesine yol açmıştır. Bu askeri müdahalelerde 
bölgenin “terörizm” ile ilişkisi ön planda olsa da, dikkate değer bir diğer husus İran’ın bölgedeki gücünün ABD lehine dengelenmesi ile ilgili olmuştur. Zira 
İran’ın nükleer program konusunda ısrar etmesi, bölgedeki tansiyonu artırıcı önemli sebeplerden bir diğerini teşkil etmiştir (Lind, 2007: 105-112). 

11 Eylül saldırılarına kadar Ortadoğu’da sadece kendi çıkarlarının korunmasını hedefleyen bir politika yürüten ABD’nin radikal bir dış politika değişikliğine 
gitmesi kaçınılmaz olmuştur. Zira Washington yönetimi 11 Eylül saldırılarından sonra doğrudan saldırı tehdidi altında bulunduğu gerçeğinin farkına 
varmıştır. Bu bakımdan, Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi ve liberalleştirilmesi kendi perspektifinden tercih edilen seçeneklerden birisi olmuştur. Bununla birlikte, bu konuda somut adımlar atılması noktasında, ABD yönetiminin esas olarak gerçekleştirmeye çalıştığı hedef kendi güvenliğini sağlamaktan ve çıkarlarını güvence altına almaktan başka bir şey olmamıştır (Bauchard, 2007, 397-410). Fakat ifade edilen müdahalelerin ardından bu hedeflerin aksi yönünde bir durum ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Afganistan ve Irak’a yapılan müdahaleler sonrasında (Pfiffner, 2006: 35-52) bölgede tam olarak temin edilemeyen istikrar ve güven ortamının eksikliği terörist faaliyetlerin rahatça yayılmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Hassas dengeler üzerine kurulu Ortadoğu’daki düzenin temelden sarsılmasıyla, bölgedeki güç dengelerinin (özellikle İran–Amerika–İsrail ekseninde) yeniden oluşturulması zorunluluğu istikrar bozucu etki yaratmıştır. 

Genel hatları ile Irak ve Afganistan’a yapılan Amerikan müdahaleleri, Ortadoğu’daki siyasi ortam açısından iki zıt bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bir 
yandan, Irak’taki seçimler ve sivil bir hükümetin yönetime (iktidara) gelmesi ve Ortadoğu’daki diğer bazı ülkelerde görülmeye başlanan bazı küçük demokratik 
açılımlar umut verici olmuştur. Fakat diğer taraftan, bu müdahaleler bölgenin geleceği konusundaki belirsizlik ve istikrarsızlık noktalarındaki fay hatlarını derinleştirmiştir. 

Bu çalışma, zikredilen kapsam çerçevesinde üç önemli başlık üzerinden 11 Eylül sonrası Ortadoğu coğrafyasını analiz etmeyi hedeflemektedir. Başlıklardan 
ilkini, terörizm tehlikesi oluşturmaktadır. İkinci önemli başlık, petrolün stratejik önemi ve geleceği ile ilgilidir. Soğuk Savaş döneminin vazgeçilmez 
unsurlarından olan “nükleer” güç olgusunun, bölge ve dünya açısından 21. yüzyılda bir “tehdit” unsuru/söylemi haline gelmesi ise çalışmanın üçüncü ve 
son başlığını oluşturmaktadır. 

21. YÜZYILDA TERÖRİZM TEHLİKESİ: BİR “KORKU” YÜZYILI MI? 

Berlin duvarının yıkılmasının üzerinden on yıl geçtikten sonra, 11 Eylül 2001 saldırıları meydana gelmiştir. Yapısı ve yöntemi itibariyle Soğuk Savaş dönemi 
tehditlerinden farklı olan bu saldırı ile “terörizm” olgusu uluslararası gündemin temel tartışma alanlarından birisini teşkil etmiştir. 

“Belirli bir siyasal hedefe ulaşmak veya siyasal bir davayı yüceltmek amacıyla ve genelde kurulu düzeni değiştirmeye veya söz konusu siyasal davaya boyun 
eğmeye mecbur etmek için başvurulan ‘zorlayıcı ve şiddet içeren’ davranışlar” (Ersoy, 2002: 16; Dyson, 2010: 4) olarak tanımlanan terörizm, “son derece 
somut ve dünyevi gerçeklere dayanan politikaların genel amaçlarına bütünleşik sürdürülen bir strateji(dir) (Altuntaş, 2009: 21).” Terörizmin amacı, korku 
salmak ve hedef seçtiği kitlede yılgınlık oluşturmaktır. 21. yüzyılda küreselleşmenin de etkisi ile terörizm, uluslararası bir boyut kazanmış, medya araçları vasıtası ile saldırıların daha fazla kişi tarafından duyulması ve görülmesi sağlanmıştır. Böylece, saldırıların toplumsal ve siyasi tahrik etkisi tahrip etkisinden daha fazla olmuştur. 

11 Eylül saldırılarının köktendinci El–Kaide (Burke, 2004) örgütü tarafından üstlenilmesinin ardından, terörizm olgusu İslam ile ilişkilendirilmiş ve terörün 
kaynağı olarak Ortadoğu bölgesine odaklanılmıştır. Batı düşmanlığı ve kini üzerinden beslenen ve dini temellere dayalı bir yönetimi hayata geçirmeyi hedefleyen bu tür köktendinci hareketler İsrail’in ve ABD’nin Ortadoğu’dan çıkarılmasını, ulaşılması gereken temel hedef olarak belirlemişlerdir. El–Kaide ve diğer terörist gruplar Amerikan karşıtlığı ve düşmanlığı temelinde, Dünya’daki bütün Amerikan çıkarlarını ve varlığını hedef seçerek ABD’ye karşı amansız 
bir savaş açmışlardır (Filiu, 2007: 65-80). 

Ortadoğu’daki siyasi güç dengeleri bağlamında, radikal dinci örgütlerin etkisini göz ardı etmemek gerekmektedir. Doğrudan, bazı devletlerce desteklenen 
bu yasadışı hareketlerin bölgedeki istikrarı ve düzeni kökünden sarstığı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 11 Eylül’ün ardından 
terörizmle mücadele kapsamında bölgeye odaklanılması neticesinde, bölgede uzun yıllardan beridir varolan bu problemin üzerine gidilmeye başlanmış ve 
bu tehdidin yok edilmesi amacıyla somut kararlar alınması noktasında Batı Devletleri arasında konsensüs oluşmuştur. “Avrupa ve ABD, özellikle radikal 
İslamist terörizmin ‘Batı’ için tehdit olduğu konusunda bir tereddüt yaşamamış ve bu hareketin sorumlusu olan kuruluş, örgüt ve rejimler konusunda 
da ciddi bir yol ayrımı yaşanmamıştır. (Dedeoğlu, 2006: 23)” Her ne kadar, terörizme karşı uygulanacak yöntemlerde ABD ve Avrupa Birliği arasında bazı 
farklılıklar olsa da temel sorun konusunda bir uzlaşı sağlanabilmiştir (Bruton, 2007: 15-24). Eklemek gerekir ki, bahsedilen yaklaşım farklılığı, Avrupalıların, 
Amerikalı yetkililerin aksine, “teröre karşı savaş” (war on terror) yerine, “ Terörizmle Mücadele ” (fight against terrorism) ifadesini tercih etmelerinden 
doğmaktadır (Tangör ve Sayın, 2012: 88). 

ABD, bu yeni tehlike karşısında güvenliğini sağlamak için bir dizi tedbir alma zorunluluğu hissetmiştir. Lakin karşı karşıya kalınan tehdidinin tespit edilmesi 
ve sonrasında etkisiz kılınması konusunda engellerle karşılaşılmıştır. 

Zira uluslararası/aşırı nitelik kazanan bu yeni tehdit, kontrol edilmesi güç iki temel dayanaktan oluşmaktadır. Bunlar; saldırganların, yok etme gücü 
sınırsız olan nükleer, kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını kullanabilme kapasitesine ve bağlantılı olarak, etkileri çok büyük ve derin olabilen fiziki ve 
psikolojik zararlar verebilecek hareket imkan ve kabiliyetine sahip olmalarıdır. 


Problemin boyutunun ve kapsamının karmaşık ve girift olması sebebiyle (olası) çözüm yolları konusunda takınılacak tutumun da belirlenmesi kolay olmamamıştır. 
Sadece sonuçlarla ve sonuçların tezahürleri ile uğraşmak, çözüm üretilmesini engellediği gibi, yüzleşmek zorunda kalınan problemin muğlaklaşmasına 
da neden olmuştur. Öyle ki, terörizmle mücadele etme hedefi doğrultusunda; temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, belli topluluklar (özellikle 
Müslümanlar) hakkında önyargıların ve ötekileştirici söylemlerin oluşmasına ve toplumlarda yapay korkuların yaratılması gibi sosyal olgular, yeni ve 
farklı problemlerle karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. 

Batı kamuoyunun gözünde bu tehlike, karmaşık haliyle, iyi tespit edilememesi yüzünden her geçen gün artarak endişe verici bir hal almıştır. Şurası bir 
gerçektir ki, 11 Eylül saldırılarından sonra tehlikeli bir şekilde, bir kavram karmaşası ortaya çıkmıştır. “Terörizm”, “İslam”, “Terörizm ve Müslümanlar” 
ve “İslamcı hareketler” arasında oluşmaya başlayan bu karmaşa ile bütün Müslümanlar tek bir kategoriye konarak, radikal İslam uğruna mücadele veren 
teröristler olarak nitelenmeye başlanmıştır. Batı kamuoyundaki terörizm algısı bu çerçevede şekillendirilmiştir. Diğer açıdan, ayrımcılığa tabi olma hissi 
ve potansiyel suçlu muamelesi olarak görülme düşüncesi, Müslümanların içinde yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını zorlaştıran bir diğer faktör 
olmuştur. Dolayısıyla, bir bakıma sorunun çözümüne giden yollardan birisi terörizmi önlemek hedefiyle paradoksal bir şekilde daha en baştan bizatihi 
Batılı devletler tarafından tıkanmış ve topluma tam manası ile entegre olamamış Müslüman toplulukların terörist yapılanmaların kucağına itilmesi tehlikesini 
ortaya çıkarmıştır. 

Medeniyetlerarası çatışmalara kadar ulaşacağı varsayılan terörizm probleminin daha geniş perspektiften analiz edilmesi, Ortadoğu bölgesini ilgilendirdiği 
kadar Batı Dünyasını da çok yakından ilgilendirmektedir. Her sosyolojik sorun gibi terörizm olgusu da içinden çıktığı toplumdan bağımsız olarak doğru 
bir şekilde değerlendirilemez. Bugüne kadar ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin Ortadoğu’ya ilişkin uyguladıkları ayrımcı ve dışlayıcı politikaların sonucu 
olarak terörizm gibi büyük bir tehdidin ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira bu politikaların bir sonucu olarak bölgedeki toplumların 
tepkileri ile karşılaşmışlardır ve bu tepkiler de bölgede belli gruplara destek kazandırmıştır. Bütün dünyayı tehdit eden terörist hareketlerin gün yüzüne 
çıkmasında, Batılı devletlerin yalnız kendi ulusal çıkarlarını ve ekonomik menfaatlerini gözeterek, bölgedeki diktatörlükleri, anti–demokratik yönetimleri 
desteklemeleri gibi oportünist politikaların etkisi göz ardı edilemez boyutta olmuştur. Örneğin, İran–Irak savaşı süresince İran İslam Devrimi’nin etkilerinin 
yayılmasının önlenmesi ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının savunulması için Saddam gibi bir diktatörün desteklenmesi ve ülkesinde uyguladığı anti– 
demokratik uygulamalara göz yumulması, anti–Amerikancı ve anti–Batıcı radikal hareketlerin yeşermesinde temel faktörlerden birini teşkil etmiştir. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte ilk defa kendi topraklarının hedef alınmasının ardından ABD, karşı karşıya kalınan sorunun öneminin farkına varmış 
ve Ortadoğu’ya ilişkin politikalarını yeniden gözden geçirme yoluna gitmiştir. Amerikan yöneticileri, terörü besleyen kaynakların kökü kurutulmadan varolan 
sorunun üstesinden gelmenin imkansız olduğunun farkına varmışlardır. Bu yeni konjonktürde, Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ve Ortadoğu’da 
demokratik yönetimlerin özendirilmesi ve desteklenmesi, eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda iyileştirilmelerin yapılabilmesi için destekte bulunmak ve 
bölgenin büyük bir kısmında hüküm süren diktatörlük rejimleri üzerinde baskı kurarak siyasi alanda demokratikleşmenin sağlanmasını özendirmek gibi 
tedbirlerin gerekliliğinden söz edilmeye başlanmıştır. “BOP’un çıkış noktası, 11 Eylül saldırılarıdır. Bu saldırı, küresel terörizmin hangi boyutlara ulaştığını 
bütün dünyaya göstermesi bakımından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe 
yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Çok bilinen bir uyarıdır: ‘sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmak-
tır.’ Amerika geç de olsa bunu algılamış ve ‘terör üreten bataklıklar nasıl kurutulur’ arayışları BOP’un temelini oluşturmuştur (Günal, 2004: 157).” Bu temelde, sadece askeri tedbirlerle sorunun halledilmesinin ve üstesinden gelinmesinin zorluğu görülmüştür. Irak’a askeri müdahalede bulunularak Saddam rejiminin sona erdirilmesi ve demokratik seçimlerin yapılmasıyla beraber sivil bir yönetimin ülkeyi yönetmesi gibi tedbirlerin alınmasında bu değerlendirme farklılığının etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar, ifade edilen kapsamda BOP’un bölge lehine bir inisiyatif olduğu düşünülse de, projenin bölge aleyhine, sadece İsrail lehine olduğu yönünde değerlendirildiğini ve eleştirildiğini eklemek gerekmektedir (Yutsever, 2004). Yine, “ABD tarafından başlatılan 
BOP, hedefleri bakımından bölgede barış ve istikrarın yakalanmasına hizmet edecek mahiyette görünse de, kurgulanma biçimi ve bunun ilk aşamasının 
Irak’ta ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle başarı şansınının düşük olduğu” (Dağcı, 2006: 186) şeklinde değerlendirilmiştir ve projenin, ABD’nin bölgedeki 
enerji kaynaklarını kontrol etme amacına yönelik Sosyo - Ekonomik eksende bir meşruiyet oluşturma girişimi olduğu müşahede edilen bir diğer gelişme 
olmuştur. 

Terörizm ekseninde son olarak; ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin politikasının belirlenmesinde kayda değer hususlardan birisi de Arap–İsrail çatışması ve bu 
konuda ABD’nin takındığı tutumdur. Amerikan dış politikasının belirlenmesinde ve şekillenmesinde Arap–İsrail çatışmasının iyi analiz edilmesi gerekmektedir 
(Hassan-Yari, 2010: 157-169). Yukarıda da ifade edildiği üzere ABD, 11 Eylül sonrasında Müslüman ülkelerde, ılımlı hükümetlerin desteklenmesiyle 
terörizmin gayri meşru kılınmasını ve radikal ideolojilerin yayılmasının engellenmesi için yeni girişimlerde bulunulmasını, diplomasi alanında, kamunun 
bilgilendirilmesi alanında ve eğitim faaliyetleri alanında yatırım harcamalarının artırılmasını hedeflemiştir. Lakin ABD’nin Müslüman ülkelerde 
sahip olduğu olumsuz/kötü imajını düzeltmek için yaptığı yatırımların ve bilgilendirme amaçlı faaliyetlerinin bir çoğu etkisiz kalmıştır. Şüphesiz, bölgedeki Amerikan imajının düzeltilememesinin temelinde Filistin–İsrail sorununda ABD’nin takındığı İsrail yanlısı tutumunun belirleyici olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. 

Dolayısıyla bölge halklarının fikirlerini olumlu yönde etkileyebilmek için Filistin–İsrail çatışmasının barışçıl yollardan halledilmeye çalışılması 
yönünde ABD’nin geliştireceği inisiyatifin belirleyici bir unsur olacağı görülmektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder