25 Şubat 2017 Cumartesi

KIBRIS'TA 6 Mart 1995’ten 31 Ağustos 1998’e Kadar Geçen Dönem


KIBRIS'TA 6 Mart 1995’ten 31 Ağustos 1998’e Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin  Kıbrıs Politikaları 



Kıbrıs müzakereleri açısından bir duraklamanın yaşandığı dönemde Türkiye, AB ile Gümrük Birliği sürecini sonuçlandırır. 6 Mart 1995 tarihinde Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin Gümrük Birliği’ni tamamlamayan yönelik olarak aldığı karar ve onun ardından yaşanan gelişmelerin Kıbrıs sorununun gidişatı açısından bazı sonuçlar doğurması kaçınılmazdır54. Bu sırada iktidarda olan DYP-SHP koalisyon hükümetinin, Gümrük Birliği’ne karşılık olarak Kıbrıs’ın AB ile bütünleşmesine ses çıkarmadığı gerekçesiyle milli davaya ihanet ettiği ileri sürülmüştür. Bunun üzerine dönemin Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın, Ortaklık Konseyi kararından hemen sonra yaptığı açıklamada, “Rum tarafının Avrupa Birliği ile entegrasyonu doğrultusunda atacağı her adıma Türkiye’nin de Kuzey Kıbrıs’la entegrasyona giderek aynı şekilde cevap vereceğini” beyan etmiştir (Kramer, 2000: 123). 

6 Mart 1995’te Gümrük Birliği’ne yönelik bu kararın imzalanmasından sonra Dışişleri Bakanı tarafından yapılan açıklama, Rum kesiminin AB ile bütünleşme yönünde atacağı adımlara paralel olarak KKTC’nin Türkiye ile entegrasyona gideceğinin Türkiye’deki resmi makamlar düzeyinde ilk kez uluslararası topluma ilan edilmesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren “entegrasyon” ve “ilhak” sözcükleri Türk siyasetçileri tarafından daha sık kullanılır hale gelecek, hatta Avrupa Birliği’ne göz dağı verme konusunda önemli bir araç olacaktır. Karayalçın’ın ifadelerinin Türkiye’nin resmi tezleri açısından büyük bir çelişki taşıdığı üzerinde durulması gereken bir başka 
gerçektir. Türkiye, Ada’nın bölünmesini, başka bir devlete tam ya da kısmi olarak ilhak edilmesini yasaklayan 367, 649, 716, 750 no’lu Birleşmiş Milletler kararları doğrultusunda oluşturulan ve bu kararlara bizzat atıfta bulunan 1985-86 De Cuellar belgelerini ve 1992 Ghali Fikirler Dizisi’ni kabul etmiştir. Bunun yanısıra 10 Haziran 1993’te kendi yayınladığı Deklarasyon’da uluslararası antlaşmaların öneminin altını özellikle çizmiştir. Ancak “entegrasyon” tehtidinin ortaya konması, uluslararası hukukun ve antlaşmaların hiçe sayıldığını göstermektedir. Zira Türkiye’ye garantörlük haklarını tanıyan antlaşmalar aynı zamanda Kıbrıs’a bağımsızlığını kazandıran ve her türlü enosis, taksim ya 
da ilhak girişiminin önüne geçen antlaşmalardır. 

54 İkinci ve üçüncü bölümlerde Avrupa Birliği bağlamında Kıbrıs sorununu ayrıntıları biçimde inceleneceği için burada sadece Türkiye’nin aldığı tavır açısından durum değerlendirilecektir.

Dolayısıyla “entegrasyon” tezinin resmi ağızlar tarafından dillendirilmeye başlanması, Türkiye’nin uluslararası toplumda inandırıcılığına 
büyük bir darbe vurmuştur. Türkiye, bu tavrıyla uluslararası belgeleri giderek artan dozda aşındıran bir ülke görünümü vermektedir. Önce 1974 müdahalesinin ardından Ada’da bozulan düzeni yeniden tesis etmeyi başaramayarak Ada’nın kalıcı biçimde bölünmesine sebep olmuş, daha sonra bütünlüğüne kefil olduğu ülkenin topraklarında KKTC’nin kurulmasına göz yumarak bu zincire bir halka daha eklemiştir. Nihayet KKTC ile entegrasyona gideceğini ilan eden Ankara, daha önce altına imza attığı ve TBMM kararlarında hala geçerli olduğunu iddia ettiği antlaşmaları bir kez daha yok saymıştır. Türkiye’nin bu çelişkili tutumu, yani kendi ihlal ettiği antlaşmaların hukuki olarak hala geçerli olduğunu savunarak Kıbrıs politikasını belirleme yaklaşımı, uzun yıllar Kıbrıs sorununun çözümüne engel oluşturacaktır. 

28 Aralık 1995 tarihinde T.C Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve KKTC Cunhurbaşkanı Rauf Denktaş arasında kabul edilen Ortak Deklarasyon, her ne kadar fazla ses getirmemiş olsa da, o dönemde iki ülkenin liderlerinin önceliklerini göstermesi bakımından önemlidir55. Deklarasyonda, hem Ada’da çözümü sağlayacak parametrelerden hem de Rum kesiminin siyasi ve askeri bazı girişimlerine yanıt olarak TC ve KKTC arasında kurulacak işbirliğinden söz edilmektedir. Kıbrıs’ta çözümün “iki toplumlu ve iki kesimli federal bir çözüm” olması gerektiği ve “Türkiye’nin anlaşmalardan kaynaklanan etkin ve fiili garantisinin” devam edeceği vurgulanmıştır. Aynı zamanda, Kıbrıs’ın AB’ye 
üyelik doğrultusunda attığı adımların hukuki geçerliliğinin olmadığı, “1960 antlaşmaları uyarınca Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları uluslararası siyasi ve ekonomik birliklere üye olamamasıyla” açıklanmıştır ve tam üyelik görüşmelerinin ancak nihai çözümden sonra yapılabileceği ortaya konmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye ve AB arasındaki Gümrük Birliği’nin KKTC ile ticarete herhangi bir engel oluşturmayacağı, Türkiye ve KKTC arasındaki ilişkilerin her alanda geliştirileceği ifade edilmiştir. 

1997 yılı Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları açısından “zirveler ve kararlar” yılı olarak tanımlanmaktadır (Bağcı, 1998: 1). Kıbrıslı iki lider arasında iki yılı aşkın zamandır herhangi bir müzakere yapılmıyor olmasına rağmen, 1997 yılı başında yılı Rauf Denktaş, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in daveti üzerine Ankara’ya gelir. 20 Ocak 1997’de iki cumhurbaşkanı arasında TC-KKTC Ortak Açıklaması kabul edilir56. Ertesi gün Denktaş’ın Meclis’e hitabının ardından da 21 Ocak 1997 tarihli TBMM Deklarasyonu yayınlanır57. 


55 Bkz, Ekler B.2.1. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, “Türkiye’nin Kıbrıs dış politikasının diğer önemli boyutunu 20 Ocak 1997, 20 Temmuz 1997 ve 
23 Nisan 1998 tarihili Ortak Açıklamalar oluşturmaktadır” denmektedir 
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm. Sırası geldikçe 28 Aralık 1995, 4 Temmuz 1997 ve 20 Temmuz 1999 tarihli Ortak Açıklamalar ve Deklarasyonlar da dahil olmak üzere bu belgelere değinilecektir. 

20 Ocak 1997 tarihli T.C-KKTC Ortak Açıklaması, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’nin kabul ettiği en kapsamlı belgelerden biridir. Belgede, Ada’daki silahlanmanın yarattığı tehdit, Türkiye’nin garantörlüğünün sürmesi gerekliliği, Türk-Yunan dengesi, KKTC ve TC arasında oluşturulması öngörülen müşterek savunma doktrini, çözüme esas teşkil etmesi gereken parametreler, Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliği konusunda attığı adımlar, bunun sonucunda Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşecek bütünleşme çalışmaları, KKTC’nin bir yandan uluslararası toplumla bütünleştirilmesi öbür yandan ekonomisinin güçlendirilmesi gibi Kıbrıs meselesini ilgilendiren pek çok konunun üzerinde son derece ayrıntılı bir biçimde durulmuştur. 

Ortak Açıklama’nın Yunanistan’a ve AB’ye adeta misilleme yapan bir tonda yazılmış olması dikkat çekicidir. Bununla bağlantılı olarak metinde ağırlığını en çok hissettiren iki konu, Kıbrıs’ın güvenlik boyutu ile AB üyeliği perspektifidir ve her ikisi de Türk-Yunan dengesini bozmaya yönelik adımlar olarak nitelendirilmektedir. Görülüyor ki Türkiye, Kıbrıslı Rumların AB ile bütünleşme yolunda atacağı çabalara KKTC ile bütünleşerek, Yunanistan ile ortak savunma doktrini nedeniyle işbirliği içinde yürüttüğü çalışmalara da benzer girişimlerde bulunarak karşılık verecektir. Aynı zamanda, “Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları kabul edilmedikçe ve iki tarafa eşitlik içinde yaklaşılmadıkça” adil ve 
kalıcı çözümün bulunamayacağı ilan edilmiştir. 10 Haziran 1993 ve bundan on yıl sonra kabul edilen 6 Mart 2003 tarihli TBMM Deklarasyonlarından farklı olarak bu metinde “egemenlik hakları” kavramının kullanıldığı göze çarpmaktadır. “İki devlet”li bir çözüm olarak adı konmasa da, “egemenlik” sözcüğüne vurgu yapılması, Türkiye’nin çıtayı yükseltmeye başladığının bir göstergesi olarak okunabilir. Ortak Deklarasyon’un, kurulacak devletin “federal bir nitelikte” olması gerektiğini tescil etmemesi bunun bir uzantısı olarak yorumlanabilir. 

56 Bkz. Ekler B.2.2. 
57 Bkz, Ekler B.1.2. 
  
21 Ocak 1997 tarihli TBMM’nin Deklarasyonu’na baktığımız zaman ise Kıbrıs meselesinin güvenlik boyutunun daha da ağırlık kazandığını görmek mümkündür. T.CKKTC Ortak Açıklaması’nda olduğu gibi Kıbrıs Rum tarafının ağır silahlanmasından söz edilmektedir. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla devam eden garanti sisteminin geçerli olduğu, Türkiye’nin “etkin ve fiili garantisi”nin süreceği, Türk-Yunan dengesinin bozulmasına müsaade edilmeyeceği vurgulanmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 
Avrupa Birliği’ne tek yanlı müracaatının 1960 antlaşmalarına aykırı olduğunun, KKTC’ye uygulanan ambargonun kabul edilemeyeceğinin, Türkiye’nin KKTC’nin ekonomik sorunlarının aşılması için gerekli desteği sağlamaya devam edeceğinin altı çizilmiştir. Aynı zamanda Ada’da çözüme ulaşılması için iki halkın kendi iradelerine saygı gösterilmesi gerektiği belirtilmiştir. 

Deklarasyona bakıldığı zaman dikkati çeken en önemli nokta, Ada’da çözümü sağlayacak parametreler konusunda herhangi bir ifadenin yer almamış olmasıdır. Türkiye’nin savunduğu “federasyon”, “iki kesimlilik”, “siyasi eşitlik”, Ortak Açıklama’da altı çizilen “egemen haklar” gibi kırmızı çizgilerinden bu metinde söz edilmediği görülmektedir. Üzerinde durulan konuları iki başlık altında toplamak mümkündür. Öncelikle, Türk-Yunan dengesi, Kıbrıs’ta silahlanma, Türkiye’nin garantörlüğü gibi Kıbrıs meselesinin stratejik ve güvenlik boyutunu ilgilendiren konular ortaya konmaktadır. 

Bundan sonraki metinlerde daha da güçlü bir biçimde vurgulanacak olan, daha önceki Cumhurbaşkanları deklarasyonunda da geçen “etkin ve fiili garanti” ibaresi 21 Ocak Deklarasyonu’nda da kullanılmıştır. İkinci önemli boyut ise KKTC’nin ekonomisi ile ilgili boyuttur. Avrupa Adalet Divanı kararı nedeniyle KKTC’ye uygulanmaktan olan ambargo, ancak üç yıl sonra TBMM tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin KKTC’ye vereceği ekonomik destek vurgulanmıştır. Bu madde, Türkiye ile KKTC arasındaki entegrasyonun ya da kısmi bütünleşmenin önünü açan bir madde olarak 
nitelendirilebilir. Böylece, Türkiye’nin 1995’te Murat Karayalçın’ın açıklamasıyla ilk kez resmi olarak dillendirdiği ve sonrasındaki Ortak Açıklamalar ile desteklediği “KKTC’nin Türkiye ile entegre olmaya başlaması” çalışmaları TBMM düzeyinde ilk kez ifade edilmektedir58. 

58 Müzakerelerin uzun süredir askıda olduğu bir ortamda Ortak Açıklamaların ve TBMM Deklarasyonun artarda kabul edilmesi tesadüfi değildir. 1995-1997 yılları arasında Kıbrıs sorunu açısından önemli politika değişikliklerine yol açabilecek çeşitli gelişmeler olmuştur. Bunlardan ilki 31 Mayıs 1995’te Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini onaması ve karasularını 6 milden 12 mile çıkarmasıdır. İkinci önemli gelişmeyse, Aralık 1995’te bir Türk gemisinin Kardak kayalıklarına oturması ile başlayan ve 

Bu gelişmelere paralel olarak 4 Temmuz 1997’de T.C. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş arasında Ortak Deklarasyon59 
imzalanmış, bundan kısa bir süre sonra, Barış Harekatı’nın yıldönümünde Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit başkanlığındaki heyetin Ada’ya yaptığı ziyaret sırasında da 20 Temmuz 1997 tarihli Türkiye Cumhuriyeti-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ortak Açıklaması kabul edilmiştir60. 

Bu iki açıklama içerik olarak birbirinden biraz farklıdır. 4 Temmuz tarihli Deklarasyon, Kıbrıs sorununa temel teşkil edecek unsurları ayrıntılı olarak ele almaktadır. “İki toplumluluk”, “iki kesimlilik”, “siyasi eşitlik”, “Kıbrıs Türk halkının siyasi ve hukuki egemenlik hakları” altı çizilen çözüm parametreleri olarak dikkati çekmektedir. Bu doğrultuda Ada’da “iki ayrı halk ve yönetim” bulunduğunun altının çizilmiş olması önemlidir. Hatırlanacağı üzere, 1993 tarihli TBMM kararında, Kıbrıs’ta “iki ayrı toplum” olduğu vurgulanmaktaydı. Buradaysa açıkça “iki ayrı devlet” ifadesi kullanılmamış olmasına rağmen “iki ayrı yönetim” olduğunun vurgulanması ve 20 Ocak tarihli Ortak Türkiye’nin “Ege Denizinde gri alanlar vardır” tezini geliştirmesine sebep olan Kardak Krizi’dir. 1996 yılı Ocak ayı sonlarında önce çevredeki bir Yunan Adasının belediye başkanının Kardak’a Yunan bayrağı dikmesi, bunun hemen birkaç gün sonrasında Türk SAT komandolarının Türk bayrağı dikerek karşılık vermesi ile gerilen süreç, ABD’nin araya girmesi ile nihai çözüme kavuşturulmasa bile çatışmaya dönüşmeden son bulmuştur. Türkiye ve Yunanistan arasında karasuları ve havasahası uyuşmazlıklarından dolayı 1970’lerde başlamış olan gerginliğin özellikle 1995 yılı sonlarından Ege Adaları üzerindeki ihtilaflar nedeniyle daha da tırmandığı görülmektedir. Dönemin gelişmeleri ve Türkiye-Yunanistan arasındaki uyuşmazlıklar ilgili daha ayrıntılı bilgi için, örneğin bkz. Mustafa Aydın, “Contemporary Turkish-Greek Relations: Constraints and Opportunities”, Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean, Portland, der. Mustafa Aydın ve Kostas Ifantis (OR: Frank Cass, 2004), s. 21-55.; Aysun Tokatlı, Ege Denizi Bölgesi ve Yunanistan ile Türkiye’nin Denizle İlgili Yetki Alanlarının Belirlenmesi Sorunu (İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Doktora Tezi, 2004), s 155-181. Yaşanan gerginlikler 
yalnızca Türk-Yunan cephesi ile sınırlı değildir. Temmuz 1996’da Kıbrıs’ta Türk bayrağını indirmeye çalışan bir Kıbrıslı Rum’un Türk askerleri tarafından öldürülmesi, bunun üzerine Başbakan Tansu Çiller’in 
“Türk bayrağına uzanan eller kırılır” açıklaması gerginliği iyice tırmandırmıştır. 

Aynı tarihlerde iki halk arasında Yeşil Hat civarında da bazı gerginlikler yaşanmıştır. Ayrıntılı inceleme için, Clement Dodd, Storm Clouds over Cyprus: 
A Briefing (Huntingdon: Eothen, 2002), s. 46-48. Bunların yanı sıra, 20 Ocak ve 21 Ocak tarihli belgelerin kabul edilmesinden önce, 3 Ocak 1997’de Rusya ve Kıbrıs arasında S-300 füzelerinin satışına ilişkin bir anlaşma imzalanmıştır. 
http://www.cyprus.mid.ru/en/ru_cy.htm. 
Doğu Akdeniz’de güvenliği ciddi biçimde etkileyeceği gerekçesiyle Ankara’nın şiddetle karşı çıktığı S-300 füzelerinin Ada’da konuşlandırılmasından 1999 yılı başlarında vazgeçilmiştir. 
Ancak o tarihe kadar S-300 füzeleri Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde bir gerginlik unsuru olmaya devam etmiştir. S-300 füzeleri nedeniyle Türkiye ve 
Yunanistan arasında yaşanan sorunların ayrıntılı bir incelemesi için, Fuat Aksu, SAEMK Araştırma Projeleri Dizisi: Türk Yunan İlişkileri: İlişkilerin Yönelimini Etkileyen Faktörler Üzerine bir İnceleme, (Ankara: Stratejik Araştırma ve Milli Etüdler Komistesi, 2001), s. 202-204; Robert Mcdonald, “ Greek-Turkish Relations and the Cyprus Conflict ”, Greek-Turkish Relations in the Era of Globalisation, der. Dimitris Keridis ve Dimitrio Triantaphyllou (Dulles, VA: Brassey’s, 2001), s. 116-151. 
Gülden Ayman, Tırmandırma Siyasetine Bir Örnek: S-300 Krizi, (Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2000). 

59 Bkz. Ekler B.2.3. 
60 Bkz, Ekler B.2.4. 

Açıklama’da da altı çizilen “egemenlik hakları”dan bahsedilmesi, Türkiye’nin federasyon tezinden yavaş yavaş uzaklaştığının bir göstergesidir. Zaten bir önceki açıklamada olduğu gibi bu metinde de kurulacak yeni devletin federasyon olması gerektiğinden söz edilmemektedir. Bunun yanısıra yine 1960 antlaşmalarının geçerliliği, Türkiye’nin “etkin ve fiili” garantisinin devam ettiği ve Türk-Yunan dengesinin önemi vurgulanmaktadır. Aynı zamanda GKRY’nin AB üyeliği konusunda atacağı her adımın KKTC’nin Türkiye ile bütünleşme sürecini hızlandıracağı bir kez daha Cumhurbaşkanları düzeyinde teyit edildiği görülmektedir. 

20 Temmuz’da yapılan Ortak Açıklama ise çözüm parametrelerine ilişkin olarak herhangi bir maddeye yer vermemekte, KKTC ve Türkiye arasında gerçekleşecek entegrasyonun ayrıntıları, ortak savunma doktrini oluşturulması, Ortaklık Konseyi’nin kurulması61 gibi bütünleşme adımlarının üzerinde durmaktadır62. Aynı zamanda 4 Temmuz’daki açıklamaya paralel olarak GKRY ile AB arasındaki bütün düzenlemelerin benzerlerinin KKTC ile T.C arasında da gerçekleştirileceği ifade edilmiştir. Yukarıda da tartışıldığı üzere, Türkiye, 1997 yılında yapılan ortak açıklamalar ve alınan kararlarla “bütünleşme” tehtidini canlı tutarak, 1960 antlaşmalarında, BM kararlarında ve daha önce kabul etme konusunda irade gösterdiği çözüm planlarında ortaya konan koşulları bir kez daha yok sayar konuma düşmüştür. 

Bu arada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Temsilcisi aracılığıyla Temmuz ve Ağustos aylarında Denktaş ve Klerides’in Troutbeck’te ve Glion’da doğrudan görüşmeleri kabul etmesiyle başlayan müzakere süreci, Avrupa Birliği’nin Gündem 2000 raporunun müzakerelerin ortasında basına sızması sonucu sekteye uğramıştır. Aralık ayındaki Lüksemburg Zirvesi’nin hemen ardından Türkiye’nin attığı AB nezdinde adımlardan da cesaret alan Denktaş bundan sonra görüşmelerin toplumlararası değil devletlerarası düzeyde yürütülmesi gerektiğini bildirmiş ve müzakerelerden çekilmiştir 63. 

61 Türkiye ile KKTC arasında Ortaklık Konseyi kurulmasına dair anlaşma 6 Ağustos 1997’de imzalanmıştır.
     http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm

62 Birinci açıklamanın çözüm parametrelerini ayrıntılı bir şekilde ortaya koymasına rağmen ikincisinde çözümden hiç söz edilmemesi, iki belge arasında yayınlanan AB Gündem 2000 raporu ile açıklanabilir. 
63 http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm 

Gündem 2000, Türkiye’yi AB’nin genişlemesine dahil etmeyen, Kıbrıs ile müzakerelerin ise Mart 1998’de başlayacağını ortaya koyan belgedir. 
Gündem 2000 Raporu’nun tam metni için, http://ec.europa.eu/agenda2000/public_en.pdf. 4 Temmuz’daki açıklama, Denktaş’ın 8 Temmuz’da New York’ta başlayacak müzakerelere katılmadan hemen önce Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında ilan edilmiştir. 
İkinci açıklama ise 16 Temmuz’da yayınlanan Gündem 2000 raporu nedeniyle iki lider arasında görüşmelerin kesintiye uğradığı günlere denk gelmektedir. 
Gündem 2000 raporunun ayrıntıları için, bkz. İkinci bölüm, s. 66. 

1998 yılında iki lider arasında doğrudan veya dolaylı herhangi bir müzakere yürütülmez. Ancak ABD’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Richard Holbrooke aracılığı ile 
tarafları yeniden masaya getirme girişimlerinin olduğu bilinmektedir. Mayıs ayı başında Holbrooke’un iki liderle görüşmek için Ada’ya geleceğin haberinin duyulması üzerine Denktaş Ankara’ya davet edilir. Denktaş’ın 23 Nisan vesilesiyle Meclis’e hitaben bir konuşma yapmasının ardından, Demirel ve Denktaş arasında bir Ortak Deklarasyon yayınlanır64. 

23 Nisan 1998’de imzalanan bu Ortak Deklarasyon, 20 Ocak 1997 tarihli açıklama gibi son derece kapsamlıdır. Değinilen konu başlıkları hemen hemen aynı olmakla birlikte, çözüm parametreleriyle ilgili maddelerde Kıbrıs’ta yalnızca “iki ayrı halk” değil “iki ayrı devlet” olduğu gerçeğinin dolambaçsız bir ifadeyle ortaya konduğu görülmektedir. AB Kıbrıs üyelik süreci ile ilgili açıklamaların tonu serttir ve bu sürecin “hukuka aykırı” olduğu, hem Güney Kesimi’nin Kıbrıs’ın tamamını temsil etmediği, hem de Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı bir birliğe giremeyeceği gerekçeleriyle temellendirilmiştir. Bunun dışında Ada’nın silahlandırılması, S-300 füzelerinin Kıbrıs’ta konuşlandırılması gibi güvenliği tehdit edici unsurların üzerinde durulmuş, Türkiye’nin Garantörlük Antlaşması’ndan doğan haklarından ve Türk-Yunan dengesinin korunması 
gereğinden söz edilmiştir. Bütünleşme konusunda ise “bağımsız ve egemen bir devlet olan KKTC ile kurulan özel ilişkilerin her alanda derinleştirileceği” ifadesi yer almıştır 65. 
20 Ocak 1997, 21 Ocak 1997, 4 Temmuz 1997, 20 Temmuz 1997 ve 28 Nisan 1998 tarihlerinde kabul edilen metinlerin ortak özelliği, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleştirilecek bütünleşmenin ayrıntılı ifadelerle ortaya konmuş olmasıdır. Aynı zamanda metinlerde, güvenlik ve strateji boyutu söylemlerinin giderek dozunu artırdığı, buna karşılık çözüm konusundaki iradenin sesinin giderek daha zayıf çıkmaya başladığı görülmektedir 


64 Bkz. Ekler B.2.5. 
65 23 Nisan 1998 tarihli açıklamadan birkaç hafta önce, 31 Mart 1998’de Kıbrıs Rum kesiminin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olduğu unutulmama lıdır. 

Dolayısıyla metinde AB ile Kıbrıs yakınlaşmasının bu denli vurgulanması tesadüfi değildir. Bu arada Aralık 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde alınan kararlardan sonra Türkiye AB ilişkilerinin durma noktasına geldiği bir dönemden geçildiğinin hatırlanmasında yarar vardır. Bu dönemin gelişmeleri ikinci bölümde ayrıntılı olarak incelenecektir. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder