I.GİRİŞ Bu yazımızda Türkiye'de yaklaşık olarak son yirmi yıldır devam etmekte olan bir tartışmayı ele alıp irdeleyecek ve sonuçlarını neler olduğu / olacağını belirlemeye çalışacağız Burada sadece ekonomik konularla sınırlı kalmadan, yönetim, siyaset ve toplumsal yapı ile ilgili olarak da vurgulamalar yapılacaktır. Bu tartışma öz olarak kamu - özel sektör bağlamında, genel olarak da devlet ve iktidarın bölüşümü başka bir ifadeyle de dönüşümü üzerinde yoğunlaşmaktadır. Türkiye'yi yönetenler ekonomik, siyasal ve sosyal alanda her zaman dış dünyadaki gelişmeleri ve oluşumları referans almışlardır. Ekonomik konularda ve politikalarda da durum farklı olmamıştır. Örneğin, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında, piyasa ekonomisi ve özel sektöre dayalı bir gelişme modeli hemen benimsenmiş ancak gerek 1929 krizi, gerekse Bolşevik ihtilali ve merkezi plana dayalı kalkınma tercihleri bizim ekonomik yaklaşımlarımızda hemen etkisini göstermiştir. Bu yaklaşım kısa süren DP iktidarına ayrı tutarsak ki durum orada da farklı değildir- 1980'lere kadar devam etmiştir. Özetle izlenecek ekonomik stratejilerin ve uygulanacak kalkınma modellerinde hep dış ülkelerdeki gelişmelerden etkilendiğini görmekteyiz. 1970'lere gelinceye kadar iktisatçılar gerekse ekonomik karar alıcıları ve uygulayıcıları, reel üretim ve istihdamdaki dalgalanmaların nedenleri ve giderilme yolları konusunda geçerli araçlara sahiptirler. Ancak bu yıllarda başlayan, yüksek enflasyonla yüksek işsizliğin aynı anda yaşanması ( stagflasyon) ve bu dengesizliğin ortadan kaldırılmasında başarısız kaldırılmasında başarısız kalınması, yeni politika değişikliğini beraberinde getirmiştir. Nedir bunlar? Teorik detaya girmeden kısaca ; talep yönlü politikalar terk edilerek, arz yönlü iktisat politikalarının ağırlık kazandığı bir süreç olarak tanımlayabiliriz. İktisat literatüründe " Yeni Sağ " olarak adlandırılan uygulama da " Reaganomics" ve " Thatcherizm" olarak ortaya çıkan bu politikaların temel önermesi; " Kamu yöneticilerinin belli bir noktadan sonra kendi kişisel çıkarlarını, kamu yararının üzerinde tutma eğilimlerinin kaçınılmaz olduğudur." Bu durumda ne yapmalı ? Kamu sektörü küçültülmeli, kamunun kaynak dağılımını bozucu etkilerini yanı sıra israf etmesinin önüne de bu şekilde geçilmelidir. Genel anlamda bu tartışma liberalizm, küreselleşme, globalleşme, piyasaların entegrasyonu, sınırların kalkması gibi sıkça duyduğumuz kavramlar etrafında sürdü ve sürmektedir. Daha önce vurguladığımız gibi, bu tartışmaların Türkiye üzerinde etkisinin oluşması uzun sürmedi. Türkiye ekonomisinde 1980'lerden sonra " 24 Ocak kararları" olarak bilinen uygulamalarda ekonomik yapıda bir takım radikal kararların alındığını görmekteyiz. Bu yaklaşım, genel olarak piyasa ekonomisinin şartlarını sağlanması, piyasaların liberalleşmesi ve KİT'lerin özelleştirilmesi gibi uygulamalarda kendini göstermiştir. Türkiye'de bu çerçevede ciddi manada terminolojik ( kavramsal) hatalar yapıldığını görmekteyiz. Öyle ki ülkemizde aydınından en sade vatandaşına kadar bir kişi aynı anda liberal, milliyetçi, muhafazakar ve demokrat olduğunu söyleyebilmektedir. Bu olgu kısa sürede toplum kesimlerine yayılmakta ve genel kabul görmektedir. Ancak bu dört kavramın bir arada bulunmasında ve uygulanmasında teorik imkansızlıklar vardır. Çünkü düşünce hayatın tarihsel gelişimi içinde bu kavramın çıkış noktaları, uygulama alanları ve yaklaşımları birbirinden farklıdır. 2.ÖZELLEŞTİRME Özelleştirme gerek teoride, gerekse uygulamada tam olarak açıklığa kavuşturulmamış bir kavramdır. Bunun temel nedeni, özelleştirmenin bir çok bilim dalının doğrudan ilgi alanına girmesidir. Bu ise yapılan bilimsel tanımlamalara da farklılık oluşması sonucu vermektedir. Örneğin ekonomi bilimi açısından özelleştirme; devletin ekonomik faaliyetlerinin azaltılması veya tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Daha dar anlamda ise, devletin ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirdiği KİT'lerin, özel sektöre devridir. Buna karşılık hukuk bilimi açısından özelleştirme KİT'lerin yönetiminin özel sektöre devridir. Dolayısıyla hukuk bilimi yönünden"Yönetimin Özelleştirmesi ", ekonomi bilimi açısından ise ;"Mülkiyetin Özelleştirilmesi" önem kazanmaktadır. Özelleştirme; milli ekonomi içindeki kamu ekonomisini rolü ve fonksiyonlarını azaltacak, piyasa ekonomisine işlerlik kazandıracak uygulamaları içermektedir. Özelleştirmenin sosyal rasyoneli ise; sermaye mülkiyetini tabana yayılmasını sağlamaktır. Özelleştirme; bir " ekonomik itikad" olarak toplumsal yapımızın içine yerleşmiş bulunmaktadır. Öyle ki siyasi kirlenmeyi ortadan kaldırıcak bireysel fayda ve refahla birlikte sorumluluk artacak kamu açıkları ortadan kalkacaktır. Bütün bu argümanlara karşılık uygulamada 1980' lerden bu tarafa kamu kesiminin ekonomi içindeki payı artmakta, bireysel sorumluluk ise çökmektedir. Sonuçta ülke kaynakları ve devasa kuruluşları aracı kurumlar marifetiyle ve de uluslararası finans merkezlerinin Türkiye içindeki uzantılarının etkili " lobi" faaliyetleri kanalıyla satılmaktadır. Ülke kaynakları % 20 -20 bölünerek, taşeronlara satılmakta veya kiraya verilmektedir. POAŞ ve TEAŞ' da bu yapılmıştır. TEAŞ'ın santrallerini yirmi yıllığına satın alan firmaların her birisinin bir veya birden fazla yabancı ortağı vardır. Burada yapılmak istenen " Türkiye Cumhuriyet Devletini mülksüzleştirmektir." Dünyada ekonomik açılan mevcut olan eşitsizlikler, birçok ülkede kamu kesimi krizini derinleştirmiştir. Bu anlamda özelleştirme faaliyetinin tanımlanabilmesi için başka bir gelişmeyi de gözden uzak tutmamak gerekir. Bu Euro-dolar'ların uluslararası sınır tanımayan bir duruma gelmesidir. Bu çok uluslu şirketlerin sürekli yayılma arzusu, devletin döviz hareketlerine ve ekonomiye getirdiği düzenlemelerin sınırlarına çarptılar. Özellikle bazı sektörler kamu mülkiyetinin sınırlarıyla karşı karşıya geldiler. Dolayısıyla şöyle bir tablo ortaya çıktı. Devlet finansal anlamda krize girmiş durumda, mali problemler nedeniyle alt yapı, sanayi, eğitim-sağlık gibi kamu hizmetlerine yatırım yapması imkansız hale gelmiştir. Diğer yönden yabancı sermayenin genişleme ihtiyacı var ve çok uluslu şirketler dünyanın globalleşmesini istemektedir. Ve bu iki olgu uluslararası banka sisteminin çökmemesi şeklinde kesin ihtiyaç ile birleşiyor. Türkiye'de özelleştirme; etkinlik sağlamak, geliri tabana yaymak veya " kamu kesimi aşırı büyüdü, bunu küçültmemiz gerekir" gibi gerekçelerle yapılmaktadır. Aksine birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Dünya Bankası ve İMF tarafından empoze edilmiştir ve edilmektedir. Buradaki amaç, tamamen global kararlar, piyasalar ve çok uluslu şirketlerin yayılmaları ile ilgilidir. Bugün bölünmeden önceki adıyla TEK ( Türkiye Elektrik Kurumu ) 'de ihtiyaçtan % 30 fazla personel bulunmaktadır. Buna karşılık Türkiye'de elektrik hizmetlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Ancak burada bir sorun ortaya çıkmaktadır: Kaynak problemi... Bütçesinin ancak % 10-11'ini yatırıma ayırabilen bir ülke için yatırım yapma imkanı ortadan kalkmaktadır. İşte bu noktada Dünya bankası devreye girmektedir. Ancak farklı bir amaca yönelik olarak Dünya Bankası 1944'de kurulduğunda, böyle durumlar için kurulmuştu. Amaç; 1993'te Dünya Bankası'nın aktardığı kredileri % 15'i enerji sektörü içindir. Ancak 1993'te Dünya Bankası politika değişikliği yaptı. Kredi vermeyi iki şarta bağladı. Bunlar; özelleştirme ve elektrik fiyatlarındaki sübvansiyonun kaldırılması. Türkiye'de bunlara harfiyen uymuştur. Elektrik santralleri ihalelerinden gelen "pis kokularda" bu ülkenin içsel bir problemi ve bir "etik" sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 2.1 ÖZELLEŞTİRME İÇİN BİR ÖRNEK Türkiye'de yapılan ve yapılacak olan özelleştirmeler içinde stratejik sektörler arasında yer alan elektrik santrallerinin satılması ayrı bir öneme sahiptir. Bunun yanı sıra PETKİM, POAŞ, Limanlar, Telekom ve Tüpraş'ın da özelleştirmeleri yapılmıştır TEAŞ'ın yanı sıra adı geçen diğer kuruluşların özelleştirilmesi yukarıda değindiğimiz "Devletin mülksüzleştirilmesi" süresince hız katacaktır. Karar otoritesi tercihini belirlemiştir. Öyle ki, Özelleştirme İdaresi Başkanı; "Ekonomide stratejik sektör diye bir kavramın olmadığını, bunların da pekala özel sektöre verilebileceğini, bunların da vatan evlatları olduğu " nu söylemektedir!.. Bu nedenle çalışmamızın bu bölümünde TEAŞ'ın özelleştirilmesi örnek olay olarak, rakamlar ve veriler doğrultusunda adı geçen "vatan evlatlarının " nasıl bir satışı gerçekleştirdiklerini ortaya koymaya çalışacağız.
-Termik santralin işletme hakkı 20 yıllığına devir bedeli 1.2 milyar dolardır. -Bu 10 santralin yıllık net kar toplamları 507 milyon dolardır. -Devlet 1.2 milyar doları iki yıl beklemeden kendisi kazanaçakken, santralleri 20 yıllığına devretmiştir. -Bir başka ifadeyle 2 yıllık karı peşin alabilmek için 18 yıllık kardan vazgeçmektedir. -Elde edilecek gelir, 1.2 milyar dolar iken, vazgeçilen gelir yaklaşık 8.9 milyar dolardır. -10 santralin toplam devir bedeliyle ancak Çatalağzı B ve Çayırhan gibi çok küçük santraller kurulabilir. -Elektriğin kilovatının TEAŞ'dan daha fazla maliyete üreteceklerini söyleyen bu firmalar, sonuçta satış fiyatını da artıracaklardır. Bu durum elektriğe tüketicinin ödeyeceği bedelin artması anlamına gelmektedir. Öyleyse özleştirme sonucu, rekabet dolayısıyla "fiyatların düşeceği" fikri tamamen aldatmacadır. -Bu santralleri alan firmaların, bu santrallere ne kadar yatırım yapacakları belirsizdir., bilinmemektedir. Sadece devletin üstlendiği 2 milyar dolarlık planlanmış bir yatırım vardır. -Yenileme ve modernizasyonun yapılacağına yönelik bir yaklaşımı göremediğimize göre; bu santraller 20 yıl sonra teknik ömürlerini tamamladıktan sonra ne olacağı da bilinmemektedir. -Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da bu santrallerde çalışanların iş güvenliği ve sosyal güvenlik haklarının ne olacağıdır. Bu konuda da belirsizlik vardır. Örneğin Soma A+B termik santrallerinde çalışılan 1300 işçinin yarısının kuruluşu satın alan firmanın yükümlülüğü 650 x 950.000 TL'dır. -Bu santrallerde çalışanların aşırı gürültüden dolayı - ki bu, araştırma ve gözlemlerle belirlenmiştir - onda yedisinin kulağı duymamakta, onda yedisinin çocuğu olmamaktadır. Sonuç olarak, belki çok da iç açıcı olmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Ancak Türkiye'de yapılan özelleştirme uygulamalarının "fotoğrafı" budur. Yoksa özelleştirmeyi sadece bir kamu kuruluşunun özel sektöre devri olarak düşünürseniz sonuç çıkmamaktadır. Bugün için ülkemizde özelleştirme gerek; "Devletin kuşatma ve mülksüzleştirme" gerekse; "iktidar dönüşümünü" sağlama aracı olarak, aynen bir "tetikçi"görevi görmektedir. Bu ülkede "Savunma konsepti" belirleyenler, esas tehdidin özelleştirme uygulamalarının ekonomik ve sosyal sonuçlarından geleceğini görmelidirler. Devlet küçültmek, devleti satmak demek değildir. 2.2 İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ VE DEVLET Türkiye'de 1980 'lerden sonra uygulanan ekonomik politikaların önemli iki etkisi, ekonomik ve sosyal hayatta görülmektedir. Sosyal yapıda fertler üzerindeki etkisini gözlemlediğimizde; sadece karını maksimize etmeyi amaçlayan, her davranışında Fayda/Maliyet analizi yapan bir birey tipinin ortaya çıktığını görmekteyiz. İkinci etkisi ise; piyasanın parasallaşmasıdır. Ne demektir bu? Her değerin, her hareketin, kısaca her şeyin parayla ölçüldüğü bir ekonomik ve sosyal süreç. Piyasa parasallaştıkça birçok şeyin anlamı değişmektedir. Örneğin; hoca-öğrenci, karı-koca, amir-memur, son tahlilde de devlet-birey arasındaki ilişki farklılaşmaktadır. Bütün mal ve hizmetler metalaşmakta, adeta "paranız var ise itibarınız vardır" olgusu toplumsal yapı içinde süratle yayılmaktadır. Bu sürecin hızlı yaşandığı toplumlarda "iktidar dönüşümü " nün ortaya çıkması ve yaşanması kaçınılmaz olmaktadır. Bugün Türkiye'de ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda yaşanan bunalımının temelinde bu dönüşümün sancıları yatmaktadır. Bu iktidar dönüşümünün ipuçlarını elde etmek ve de bu olgunun gerçekleşmesindeki süreci iyi anlamak için, iki prototipin incelenmesi gerekir. Koç ve Sabancı. Her ikisi de özel sektörün istihdam, üretim ve yarattıkları katma değer açısından önde gelenlerindendir. Kısacası her ikisi de sektör olmuşlardır. Koç'un biyografisine bakıldığında 1950'li yıllarda CHP üyesidir. O dönemin iktidarının kendisine, bu partiden istifa etmesi için uzun süre baskı yaptığını görmekteyiz. Ford ile yapacağı ortak yatırım engellenmektedir. Bütün bu baskılara karşı Koç'da, Sabancı'da yakın yıllarda gördüğümüz karşı çıkışları ve "diklenmeleri " görememekteyiz. Örneğin Sabancı, zaman zaman karar otoritelerine ve kamu yöneticisine "... Siz yiyicisiniz, Sadece yediniz, başka bir şey yapmadınız. " türünden açıklamalarını sıkça görmekteyiz. Birinde bir kabullenme, sessiz kalma var, diğerinde karşı çıkma, radikal açıklamaları gündeme getirme olgusu vardır. Kısaca ele aldığımız bu örnek olay, Türkiye'de kamu-özel sektör dengesi, genelde de devlet-iş adamı ilişkisinin zaman içinde değişimini göstermesi açısından ilginçtir. Devlet özel sektörü 1980'lere kadar el altından desteklenmesine rağmen, diğer taraftan kamu oyuna güvenilmez, kuşku duyulması gereken kişiler olarak sunmuştur. Kredi, teşvik, kota, yatırım indirimi gibi yollarla da sürekli baskı altında tutabilmiştir. Ne zamana kadar? Miladi bir tarih belirlemek istenilirse, buna TUSİAD'ın ilanlı protestosunu söyleyebiliriz. Ancak bu süreç 80'lerden sonra hızlanmıştır. Özellikle de 1989 Kambiyo rejiminin "32 Sayılı Karar" ile libere edilmesiyle üst noktalara varmıştır. Bu ve benzeri uygulamalarla Türk özel sektörünün devlete bağlı olması olgusu ortadan kalkmıştır. Çünkü kaynak ihtiyacını, kredi sıkışıklığını dış piyasalardan kolayca sağlayabilmektedir. Buna birde kamunun iç borçlanma politikası da eklenince, hareket alanı genişlemekte, bazı küçük engeller de kolayca aşılmaktadır. Kısaca; devlet ile olan "göbek bağı" artık kesilmiştir.Sabancı'nın ekonomik ve siyasi konularda radikal sayılabilecek çıkışları yapabilme rahatlığı, bunlardan kaynaklanmaktadır. Burada üzerinde durulması gereken bir konu da sermayenin bir bölümünü "dinsel etiket" yapıştırılarak, ekonomik sürecin dışına itilme çabalarıdır. Teşebbüsün önündeki engellerin kaldırılması gerektiği devlet yöneticileri tarafından her fırsatta dile getirilmesine karşılık kesime geliştirilen yaklaşım farklıdır. 3 -SONUÇ Sonuç olarak, Devlet kapital, inisiyatifini elinden kaçırmıştır veya kaybetmek üzeredir. Bunun arkasından siyasi inisiyatifin terk edilmesi gelecektir. Bu da kaçınılmazdır. Bunu belirtileri de görülmektedir. Nasıl mı ? Başkanlık sistemi ve T.B.M.M'nin görev ve fonksiyonlarında istenen değişiklikler yapılarak. Ne yapılmak isteniyor ? T.B.M.M. tamamen bir "temsilciler meclisi" konumuna indirgenecek, sadece yasamayla ilgili görevleri yapacak ve kendini tadil edecektir. Hükümeti, yani "karar organını" belirleme yetkisi olmayacak bir meclis istenmektedir. Siyaset; bugün bile varlığı kuşku götürmeyen kapital inisiyatifi elinde bulunduran "lobi"lerin eline geçecektir. Ülkede yeni çıkar birliktelikleri kurulacak ve kendini yenileyerek ve devam edip gidecektir. Yapılmak istenen budur. Metin SARAÇOĞLU Araştırma Görevlisi G.Ü. Sos.Bil. Enstitüsü http://www.mevzuatdergisi.com/ |
6 Şubat 2017 Pazartesi
ÖZELLEŞTİRME, İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ VE DEVLET
Etiketler:
Devlet,
İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ,
Metin SARAÇOĞLU,
ÖZELLEŞTİRME
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder