Kadar Geçen Dönem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadar Geçen Dönem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2017 Cumartesi

KIBRIS'TA 31 Ağustos 1998’den 3 Kasım 2002’ye Kadar Geçen Dönem



KIBRIS'TA 31 Ağustos 1998’den 3 Kasım 2002’ye Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları, 


31 Ağustos 1998 tarihi Türkiye’nin Kıbrıs politikası açısından önemli bir tarihtir. 
Türkiye, bu tarihten itibaren yirmi yılı aşkın süredir uluslararası camiada savunduğu ve taraflara kabul ettirdiği “federasyon” tezinin geçersiz olduğunu, Kıbrıs’ta kalıcı ve yaşayabilir çözümün ancak iki egemen devletin varlığıyla yani “konfederasyon” ile mümkün olacağını resmen ilan etmiştir66 

Türkiye’nin konfederasyon tezinin uluslararası toplumdan destek gördüğünü söylemek mümkün değildir. Zira konfederasyonun çözüm olarak benimsenmesi, 
KKTC’nin tanınması esasına dayanmaktadır67. Görüşmelerin toplumlararası düzeyde değil, devletlerarası düzeyde sürdürülmesi gerektiği savı bu temel ilkeye yaslanarak öne sürülmüştür. Yalnız Türkiye’nin KKTC ilan edildikten bu yana geçen on beş yıl süresince KKTC’nin tanınması yolunda hiçbir somut ve yapıcı çabaya girmemiş olduğu düşünüldüğünde, bu önerinin uluslararası toplum tarafından kabul göreceğini ummak akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir şey değildir68. Nitekim konfederasyon tezi çok uzun ömürlü olmayacaktır. 

66 Türkiye konfederasyon tezine geçişi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’nin üye olmadığı bir AB’ye üye olduğu takdirde iki toplumluluk, iki kesimlilik gibi parametrelerin ortadan kalkacağı gerekçesiyle açıklamaktadır 
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm. 
67 Türkiye’nin konfederasyon tezinin ayrıntıları için, Tesev, Ekim 2001 Kıbrıs Raporu, 
http://www.tesev.org.tr/etkinlik/kibristrekim.php. 
68 Konfederasyon tezi Türkiye’de bazı araştırmacılar tarafından da çok ciddiye alınmış bir tez değildir. 

Hasgüler, konfederasyon önerisi için, “AB Türkiye ilişkilerine bağlı olarak ortaya atılmış gayri ciddi ve göstermelik bir tasarıydı” demektedir (2007: 75). “Kıbrıs’ta iki tarafça kabul edilebilir bir uzlaşının bulunması, Ada’daki iki devletin egemen eşitliğinin benimsenmesine bağlıdır ve mevcut iki devlet herhangi bir çözümün başlangıç noktasıdır” diye dünyaya çıkıldığında ne AB ne de BM buna yeşil ışık yakmadı. 

Bunun uzlaşma zeminine giden yolda bütün kapıları kapatarak uzlaşmaz imajını vermekte olduğumuz gözlerde uzak tutulmamalıdır” Esat Arslan, Türk Dış Politikasında Ödün Yerine Uzlaşı (İstanbul: Siyasal 
Kitapevi, 2003), s. 193-194. 

15 Temmuz 1999’da TBMM, Kıbrıs konusuyla ilgili bir karar daha alır69. Kıbrıs Barış Harekatı’nın yıldönümü vesilesiyle yayınlandığı ifade edilen 15 Temmuz 1999 tarihli TBMM Deklarasyonu, birkaç ana başlığın altını çizmektedir. Bunlardan ilki Kıbrıs meselesinin çözümüne “dış güçlerin” müdahalesiyle ilgilidir. Bu yönüyle G-8 ülkeleri70 ve Güney Kıbrıs ile tam üyelik müzakerelerini sürdüren AB’ye bir cevap niteliği taşımaktadır. İkinci önemli başlık ise Kıbrıs’ta “iki ayrı devlet gerçeği”ne parmak basılmış olmasıdır. Metinde “konfederasyon” sözcüğüne ya da 6 Mart 2003 tarihli kararda önemle vurgulanan “iki kesimlilik”, “iki toplumluluk”, “siyasi eşitlik” gibi çözüm parametrelerine yer verilmediği görülmektedir71; böylece Türkiye, KKTC’nin tanınmasını çözümün önünde bir önşart olduğunu açıkça ortaya koyarak 1998 Ağustos’undan bu yana 
geliştirdiği tavrını büyük ölçüde koruduğunu göstermektedir. Üçüncü önemli başlık ise “güvenlik” boyutudur. Güvenlikle ilgili maddelerde Ada’nın “tehlikeli bir şekilde silahlandırılmasın”dan, “üslerin inşa edilmesi”nden ve gerek Yunanistan’ın gerekse Rum tarafının “PKK’ya verdiği destek”ten söz edilmektedir72. Bu tablo karşısında Türkiye’nin “daima korunacak olan garantörlük hakları”na, bir de “stratejik menfaatleri” eklenmiştir. TBMM Deklarasyonu’nda dikkati çeken diğer özellik KKTC ile entegrasyona gidilmesi 
sürecine ilişkin herhangi bir ibarenin yer almamış olmasıdır. 1997 ve 1998’de yayınlanan Ortak Deklarasyonlar ve Açıklamalar ile gündeme iyice oturan TC-KKTC bütünleşmesinin, bu kararda ifade bulmadığı görülmektedir. 

69 Bkz, Ekler B.1.3. 
70 18 Haziran 1999’da Köln’de gerçekleşen G-8 Zirvesi’nde Kıbrıs sorununun bir an önce çözülmesi ve tarafların “önkoşulsuz” olarak masaya oturması gerektiğine dair bir çağrı yapılmıştır. “Kıbrıs’ta “zengin” 
baskısı”, Milliyet, 17 Haziran 1999; “Kıbrıs’ta Sıcak Yaz”, Radikal, 19 Haziran 1999, “G-8 Kıbrıs’a Kancayı Taktı”, Radikal, 21 Haziran 1999. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de 29 Haziran 1999 tarihli 1250 
no’lu kararında G-8’in çağrısına olumlu yanıt vererek iki lideri önkoşuluz olarak müzakere masasına çağırmıştır. UN Resolution/1250: 29 Haziran 1999. G-8 Zirvesinden çıkan Kıbrıs konulu kararın ve BM 
Güvenlik Konseyi kararının ayrıntıları ve Türkiye’nin Kıbrıs politikasına etkileri ile ilgili bir değerlendirme için, David Hannay, Cyprus, the Search for a Solution (London, New York: I.B. Tauris, 2005), s. 100-104. 
71 Türkiye, konfederasyon tezini ilan ettikten sonra, Ada’da egemen iki devletin varlığının kabul edilmesi esasını benimsediği için “iki toplumluluk”, “iki kesimlilik” gibi federasyon tezini savunduğu dönemden 
kalma sözcükleri kullanmayı bırakmıştır. Yalnız bu sözcüklerin 6 Mart 2003 tarihli TBMM kararında yer aldığı unutulmamalıdır. 
72 Şubat 1999’da Kıbrıs sorununu yakından ilgilendiren bir gelişme yaşanır. 16 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan Kenya’da Yunanistan büyükelçiliğinde yakalanır ve Kıbrıs pasaportu taşıdığı anlaşılır. 
“Öcalan Çabuk Çözüldü, Radikal, 18 Şubat 1999; “Pasaport Rum Kesiminden”, Hürriyet, 18 Şubat 1999. Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili tartışmalarda Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin “teröre verdiği 
destek” Türkiye’deki resmi ağızlar tarafından sıklıkla dile getirilen bir argüman haline gelir. Öcalan’ın yakalanması sürecinde yaşanan gelişmelerin analizi için örneğin, Gareth Jenkins, “Turkey’s Changing 
Domestic Politics”, Greek-Turkish Relations in the Era of Globalisation, der. Dimitris Keridis ve Dimitrio Triantaphyllou (Dulles, VA: Brassey’s, 2001), s. 28-31.; Aksu, Türk Yunan İlişkileri... s. 206-214.; Fırat, 
“1990-2001: Küreselleşme Ekseninde Türkiye....”, s. 476-478. 



Bunun birkaç gün sonrasında, Barış Harekatı’nın 25. yılı vesilesiyle Başbakan Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş arasında 20 Ocak 1997, 20 Temmuz 1997 ve 23 Nisan 1998 tarihli Ortak Açıklamalara atfen bir Ortak Açıklama kabul edilir73. 20 Temmuz 1999 tarihli açıklamanın, 15 Temmuz 1999 tarihli TBMM Deklarasyonu’nda olduğu gibi, “dış güçlere” bir cevap niteliği taşıdığı göze çarpmaktadır. Ancak Ortak Açıklama, TBMM Deklarasyonu ile karşılaştırıldığı zaman, Kıbrıs-AB ilişkilerine daha fazla ağırlık vermesiyle ön plana çıkmaktadır74. Ada’da tesis edilecek barışın hangi temellere dayanması gerektiğiyle ilgili ayrıntılı ifadelere yer verilmemekle birlikte, çözümün “iki eşit ve egemen devlet” arasında olması gerektiği vurgulanmış, 31 Ağustos 1998 tarihli konfederasyon önerisinin hala geçerliliğini koruduğu ifade edilmiştir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarından ve 15 Temmuz 1999 tarihli TBMM kararına benzer bir biçimde “Kıbrıs üzerindeki ulusal çıkarlarının” varlığından söz edilmesi dikkat çekicidir. Bunlara istinaden Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de 1960 antlaşmalarıyla kurulan Türk-Yunan dengesinin aşındırılmasına izin verilmeyeceği sert bir dille belirtilmiştir. 15 Temmuz TBMM Deklarasyonundan farklı olarak Türkiye ve KKTC arasındaki ilişkilerin “bütünleşme hedefinde geliştirileceği ve derinleştirileceğinin” altı çizilmiştir. 

1997 yılının sonlarında kesilen müzakere süreci, Kofi Annan’ın çağrısı üzerine tarafların Aralık 1999’da New York’ta bir araya gelmesiyle yeniden başlar75. Ocak 2000’den Kasım sonuna kadar Kofi Annan ya da Birleşmiş Milletler Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro De Soto aracılığıyla yürütülen mekik diplomasisi süreci yaşanır. Yaklaşık bir yıl süren bu görüşmelerin sonuna doğru, 8 Kasım 2000’de Kofi Annan, çözüme ışık tutabileceğine inandığı “Sözlü İfadeler”i taraflara sunar. Sözlü İfadeler, 

Denktaş’tan ve Türkiye’de büyük tepki görür76. 24 Kasım 2000’de Cumhurbaşkanı Sezer ve Denktaş arasında yapılan değerlendirme toplantısının sonucunda, “İki ayrı egemen devlet, iki halk ve demokrasi bulunduğu gerçeği kabul edilerek doğrudan görüşmelere geçilmediği takdirde dolaylı görüşmeleri sürdürmenin gereği yoktur” kararı alınır ve Denktaş görüşmelerden çekildiğini resmen ilan eder77. 2001 yılı Haziran ayı başında, Başbakan Bülent Ecevit’in 29 Mayıs’ta toplanmış olan MGK Genel Kurulu’na getirdiği öneri üzerine, Kıbrıs’ta Çekoslovakya modeli tartışılmaya başlanır. Başbakana göre, “Nasıl Çekoslovakya, Çek ve Slovakya diye iki ayrı devlete ayrıldıysa, Kıbrıs’ta Türk ve Rumlardan oluşan iki ayrı devlet olmalı ve AB’ye bu şekilde girmelidirler”78. Ecevit’in ‘Çekoslovak modeli’ diye adlandırdığı bu yeni yaklaşıma göre, 
Türkiye’nin Kıbrıs’ta konfederasyon yerine ‘iki ayrı devlet’ tezini benimsediği anlaşılmaktadır79. Yalnız bu öneriyi Denktaş bile fazla ciddiye almamış olacak ki Ağustos 2001’de bir girişimde bulunarak, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’a “Kıbrıs’ta Çözümün Amaçları ve Ana Unsurları” isminde bir belge sunar80. Bu belgede Denktaş, “konfederasyon” ya da “KKTC’nin tanınması”ndan değil, “iki eşit devletin kuracağı bir ortaklık devleti”nden söz etmektedir. Bu belge, 31 Ağustos 1998’de Türkiye ile birlikte yaptıkları ortak açıklama ile duyurdukları, uluslarası alanda kendisine zemin bulamamış olan“konfederasyon” tezinin, yavaş yavaş “ortaklık devleti”ne dönüşmeye  başladığının bir gösterge sidir. Ortaklık devleti tezinin konfederasyon tezinden çok temel bir farkı vardır. 

Konfederasyonun gerçekleşebilmesi için KKTC’nin tanınması ve Rum kesiminin bütün Ada’nın temsilcisi unvanının geri alınması bir “önşart” olarak ortaya 
çıkmaktadır (Tuncer, 2005: 155). Oysa iki eşit devletin bir ortaklık kurması tezi, bu iki parametrenin, çözümün önşartı değil çözümün sonucu olmasını öngörmektedir. Olumlu bir havada başlayan temaslara rağmen daha sonra tavır değiştiren Denktaş, Kofi Annan’ın görüşmeleri yeniden başlatmak için tarafları 12 Eylül 2001’de New York’a davetini Türkiye’den de aldığı destekle geri çevirir (Green ve Collins, 2003: 130)81. Denktaş, Kofi Annan’dan aldığı daveti reddetmesinin üzerinden iki ay bile geçmeden 8 Kasım 2001’de Klerides’e bir mektup yazarak Rum liderini, yüz yüze görüşmeler için davet eder82. Bunun üzerine iki lider 4, 5 ve 21 Aralık tarihlerinde Lefkoşe’de bir araya 
gelirler. Bu görüşmelerin sonunda Ocak 2002’de görüşmelere “önkoşulsuz” olarak başlanması kararı alınır. 16 Ocak 2002’de iki taraf doğrudan müzakereleri yürütmek üzere önkoşulsuz olarak masaya oturur. 

2001 yılı sonunda Denktaş’ın girişimi ile müzakere masasına yeniden dönülmesi zamanlaması bakımından son derece ilginçtir. Çünkü Denktaş’ın Klerides’i müzakere masasına çağırdığı günlerde Türkiye’de Kıbrıs rüzgarları çok farklı bir yönden esmektedir. Denktaş’ın 1998 yılı Ağustos ayında ortaya atılan konfederasyon tezini bile doğrudan ağzına almadığı bu dönemde, Ankara’da Kıbrıs sorununa çözüm için bambaşka iki seçenekten söz edilmektedir: tam ilhak ya da özerlik.83 Türkiye’nin tavrını iyice sertleştirdiği, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bedel ödemeye hazır olduğunu vurguladığı, Kıbrıs’ta atacağı radikal adımlar için dışarıdan, özellikle İslam dünyasından destek arama turlarına çıktığı bu dönemde 84 

Denktaş’ın 6 Eylül 2001; “ Kıbrıs Gidiyor, Biz Seyrediyoruz ”, Mehmet Ali Birand, Posta, 6 Eylül 2001. Poos Raporu’nun tam metni ve AP’nin ilgili kararı için, 
http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/site/en/oj/2002/ce072/ce07220020321en01070108.pdf. 

Türkiye AB ilişkilerinde AP’nin rolü ve Türkiye ile ilgili kabul ettiği raporların ve kararların ayrıntılı bir değerlendirmesi için, Çiğdem Nas, “Türkiye AP İlişkileri ve AP’nin Türkiye Kararları”, Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu (İstanbul: Der Yayınları, 2004), s. 465-488. 25-26 Ekim tarihlerinde Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi’nin Güney Kıbrıs’a düzenlediği ziyaret sırasında “Çözüm olsa da olmasa da Kıbrıs’ın AB’ye üye olacağını” açıklamasını yapması, gerginliği tırmandıran bir diğer unsur olarak görülebilir 
(Suvarierol, 2003: 62). Prodi’nin konuşmasının tam metni için,  
http://www.kypros.org/UN/prodi.htm. 

Yine bu günlerde 13 Kasım 2001’de yayınlanacak olan AB Türkiye Düzenli Raporu’nun Kıbrıs’la ilgili bölümünde Türkiye açısından endişe verici ifadelerin bulunduğu bilgisi dışarıya sızmıştır. Bu dönemin gelişmeleri üçüncü bölümde ayrıntılı olarak incelenecektir. 

“ Önkoşulsuz müzakere ” kartını masaya koyması gerçekten şaşırtıcıdır. Denktaş’ın Türkiye’nin onayı olmadan hiçbir adım atmadığı düşünüldüğünde, 
Ankara’nın bu davetten haberinin olmaması pek mümkün gözükmemektedir. Bu durumda, eğer Ankara, iki lider arasında doğrudan görüşmelerin başlamasını 
destekliyorsa, niçin hala KKTC’yi ilhak etmekten söz etmektedir? 

23 Kasım 2001 tarihinde TBMM’de Kıbrıs konulu bir kapalı oturum düzenlenir 85. 

Oturumun tutanakları kamuoyuna açıklanmadığı için hangi karar metninin kabul edildiği bilinmemektedir. Ancak oturumdan kısa bir süre sonra Denktaş ve Klerides arasında yüz yüze görüşmelerin başlaması, İsmail Cem’in ise, 9 Aralık’ta yaptığı konuşmada, “ Bedel Ödeyebiliriz ” ibaresinin yanlış anlaşıldığını açıklaması, TBMM’de alınan karar ile ilgili bazı ipuçları vermektedir86. Anlaşılan Türkiye, tehditkar tutumundan geri adım atmaya başlamıştır 87. 

16 Ocak 2002’de başlayan doğrudan müzakereler 2002 yılı boyunca devam eder. Artık Türk tarafının KKTC’nin tanınması önşartından ve konfederasyon önerisinden vazgeçtiği ve tutumunu esnekleştirdiği görülmektedir.88 

11 Kasım 2002’de Kofi Annan, taraflara sonradan Annan Planı olarak adlandırılacak olan “ Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli ” isimli belgeyi sunar. Bu arada 3 Kasım 2002 seçimleri yapılmış, AKP seçimlerden birinci parti çıkarak hükümet kurma çalışmalarına başlamıştır. 

Türkiye’deki iktidar boşluğu ve Denktaş’ın geçirdiği ameliyat gerekçe gösterilerek Kofi Annan’ın sunduğu çözüm önerisinin müzakere edilmesi ertelenir.89 Ancak 12 Aralık’ta Kopenhag’da toplanacak olan AB Zirvesi’ne kadar tarafların bir çözüm bulması konusundaki baskılar giderek artmaktadır90. Bu başarılamayınca iki lider AB Zirvesi sırasında Kopenhag’da bir araya getirmeye çalışılır. Ancak bu çaba da sonuç vermez91 ve tarafların ancak 15 Ocak 2003’te ara bölgede bir araya gelmesi sağlanır. Nihai amaç bir çözüm metninde uzlaşmak ve bu metni mümkünse 28 Şubat’ta Ada’nın her iki yakasında referanduma sunmaktır. Daha sonra bu süre 6 Nisan’a uzatılır ancak Kofi Annan uzlaşma imkanın olmadığı gerekçesiyle 11 Mart 2003’te görüşmeleri kestiğini açıklar 92. 

Kofi Annan 11 Mart’taki kararını ilan etmeden beş gün önce Rauf Denktaş 1990’larda kabul edilen her TBMM Deklarasyonu öncesinde olduğu gibi TBMM’ye hitap eder. Bu hitabın hemen ardından, bu bölümün başında ifade edilen 6 Mart 2003 tarihli TBMM Deklarasyonu oybirliği ile kabul edilir. 


73 Bkz. Ekler. B.2.6. 
74 20 Temmuz 1999 tarihli Ortak Açıklama’nın Kıbrıs-AB yakınlaşması ile ilgili maddelerine ikinci bölümde ayrıntılı olarak yer verileceği için burada bunun dışında kalan boyuları ele alınmıştır. Bkz. s. 77. 
75 Bu dönemde müzakerelerin başlamasında çeşitli gelişmeler etkili olmuştur. Türkiye’de Ağustos ayında meydana gelen deprem felaketi nedeniyle Yunanistan ile olan ilişkilerdeki yumuşama bunlardan biridir . 
Türk-Yunan ilişkilerinin deprem nedeniyle girdiği yumuşama döneminde yaşanan gelişmeler için, Ahmet, O, Evin, “Changing Greek Perspectives on Turkey: An Assessment of the Post-earthquake Rapproachment”, 
Greek-Turkish Relations in an Era of Detente, der. Portland Ali Çarkoğlu ve Barry Rubin (Londra: OR: Frank Cass, 2004), s. 4-21.; Amikam Nachmani, “Komşu Batı’ya ne diyor? Türk-Yunan İlişkileri”, 
Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, der. Kemal Kirişçi ve Barry Rubin (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2002), s. 143-149. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yeniden ışık yakması, Helsinki Zirvesi’nden 
birkaç gün önce başlayan müzakere sürecini teşvik edici olmuştur. En az onlar kadar etkili olan bir başka etmen de ABD’nin çözüm konusunda Türkiye’ye uyguladığı baskıdır. 18-19 Kasım 1999’da İstanbul’da 
düzenlenen AGİT zirvesinde ABD Başkanı Clinton, Kıbrıs sorununun çözülmesi gerektiğine işaret etmiş, aynı zirve sırasında Kofi Annan ve Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in bir araya gelmesi sağlanmıştır. 
“Denktaş AGİT’i Bekliyor”, Radikal, 19 Kasım 1999; Ferai Tınç, “İstanbul’da Kıbrıs muamması”, Hürriyet, 21 Kasım 1999. 
Bu dönemin gelişmelerinin ayrıntıları için, bkz. İkinci bölüm, s. 81, 213. dip notu. 
 76 “Kıbrıs’ta taviz yok”, Sabah, 10 Kasım 2000; “Annan’ın yeni önerisi Rumları sevindirdi”, Milliyet, 10 Kasım 2000. “Kıbrıs’ta çifte kıskaç”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2000. 8 Kasım 2000 tarihinde Sözlü İfadeler’in 
yanı sıra Türkiye için İlerleme Raporu, aday ülkelerin kaydettiği ilerlemeyi özetleyen Avrupa Strateji Belgesi (Karma Belge) ve hükümetten ve muhalefetten büyük tepki gören Türkiye için Katılım Ortaklığı 
Belgesi yayınlanmıştır. Bu tarih aynı zamanda Fransa Parlamentosu’nda Ermeni soykırımını inkar etmenin suç sayılmasına ilişkin yasa teklifinin kabul edildiği tarihtir: “Paris’te son ayıp”, Milliyet, 9 Kasım 2000; 
“Ermeni yasa tasarısını kabul eden Fransa kınandı”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2000. “Sözde soykırım tasarısına rekor oy”, Sabah, 9 Kasım 2000. Fransa Parlamentosu’nun aldığı bu kararın ardından AP’de de Türkiye’nin 
büyük tepkisini çeken Morillon Raporu kabul edilir, bkz. Üçüncü bölüm, s. 92. 234. dip notu. Bu gelişmelere engel olamadığı gerekçesi ile eleştirilere uğrayan hükümetin Kıbrıs’ta kendine bir manevra alanı yaratarak 
kamuoyunda Kıbrıs ve Ermeni meseleleri nedeniyle oluşabilecek olumsuz havayı dağıtmak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim rahat bir nefes alan Ankara, kısa bir süre sonra geri adım atarak birkaç hafta önce 
şiddetle karşı çıktığı çözüm parametreleri doğrultusunda Denktaş’ın masaya dönmesini sağlayacaktır: “Denktaş’a ‘Masaya dön’ çağrısı”, Milliyet, 5 Aralık 2000; “Rauf Denktaş’ın hesapları tutmadı”, Radikal, 6 Aralık 2000. 
77 http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm. 78 Mehmet Ali Birand, “Kıbrıs’ta Çıtayı yine yükselttik (!)”, Posta, 1 Haziran 2001; Murat Belge, “Kıbrıs ve Çekoslovakya”, Radikal, 1 Haziran 2001. 
79 Türkiye’nin tezlerindeki sertleşmeyi göstermesi bakımından Esat Arslan’ın şu analizi ilginçtir: “Acheson Planı ile sadece Kıbrıs’ın Karpas bölgesine razı olduğumuz bir evreden, 1974 sonrası “iki taraflı federasyon” 
ve son olarak Başbakan Bülent Ecevit’in ifadesi ile “Nasıl Çekler ve Slovaklar bir zamanlar kurdukları Çekoslovakya nikahını bozup iki ayrı devlet ve bağımsız cumhuriyete dönüştülerse, Kıbrıs’ta da aynı yol 
izlenmelidir” evresine gelinmiştir”, (2003: 194). 
80 Denktaş’ın sunduğu bu önerinin tam metni için, http://www.tesev.org.tr/etkinlik/kibristraralik.php. 
81 Denktaş’ın bu daveti reddederken 11 Eylül saldırılarının yarattığı kargaşa ortamını fırsat bilerek bu dönemde geri adım atmasının fazla tepki çekmeyeceğini hesaplamış olması kuvvetle muhtemeldir. 
82 “Kıbrıs Süprizi”, Hürriyet, 14 Kasım 2001; “Denktaş: Yüz yüze görüşelim”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2001; İsmet Berkan, “Kıbrıs süprizi mi yoksa?”, Radikal, 16 Kasım 2001. Bu dönemin gelişmelerinin ayrıntılı 
incelemesi için, bkz. Üçüncü bölüm, s. 105. 
83 Fikret Bila, “Başbakandan Kıbrıs’ın Geleceğine İlişkin Sert Mesaj”, Milliyet, 4 Kasım 2001; “Kıbrıs’ta Zorlu Dönemeç”, Radikal, 4 Kasım 2001; İsmet Berkan, “Kıbrıs Celallenmesi”, Radikal, 5 Kasım 2001; 
Mehmet Ali Birand, “Kıbrıs’ta Yol Ayrımına Gelindi”, Posta, 6 Kasım 2001. 
84 2001 yılının son aylarında Ankara’nın Kıbrıs mesajlarında tonun birden bire sertleşmesini, Avrupa Birliği cephesinde Kıbrıs’ın üyeliği ile ilgili atılan adımlarla ilişkilendirmek gerekir. Tam ilhak ya da kısmi ilhak, 
yani özerklik laflarının hava uçuştuğu günlerin iki ay öncesinde çözümsüzlüğün faturasını Türkiye’ye ve KKTC’ye çıkaran Poos Raporu, Avrupa Parlamentosu’nda onaylanmıştır. “Avrupa Sertleşti”, Radikal, 
85 “Meclis Kıbrıs’ı Gizli Görüştü”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2001. 
86 “Cem: AB Kıbrıs’ın bedeli değil”, Akşam, 10 Aralık 2001. Bu gelişmenin ayrıntıları için, bkz. Üçüncü bölüm, s. 107, 293. dip notu. 
87 O dönemde Türkiye’nin tavrının anlaşılması açısından birkaç önemli gelişmenin altını çizmekte fayda var. 

11 Eylül saldırılarından sonra Hükümet, ABD’nin Afganistan’da yürüttüğü operasyona destek amacıyla 1 Kasım 2001’de asker gönderme kararı almıştır. 
Ankara’nın, bu dönemde Kıbrıs konusunda atacağı radikal bir adıma Amerika’dan destek bulacağını düşünmüş olması muhtemeldir: Murat Belge, “Kıbrıs geldi çattı”, 

Radikal, 6 Kasım 2001. Gerçi ABD’ye yardım amacıyla Afganistan’a asker gönderme kararının alındığı bir dönemde, Ankara’nın Kıbrıs’ta destek için Müslüman ülkelerle yoğun temaslar gerçekleştirmesi ayrı bir çelişkidir. Üstüne üstlük ABD Kıbrıs’ta Türkiye’yi desteklemeyeceğinin sinyallerini çok geçmeden vermiş, Başkan Bush taraflara bir an önce müzakere masasına oturulması, Türk tarafına da KKTC’nin tanınması gibi önşartlardan vazgeçmesi çağrısını yapmıştır. İzzet Sedes, “Bush, Kıbrıs’a el atıyor”, Akşam, 8 Ocak 2002. 

Bu dönemle ilgili vurgulanması gereken bir diğer etmen de Türkiye ekonomisinin Şubat 2001 krizi nedeniyle düştüğü durumdur. Dış yardımlara, özellikle de ABD’nin yardımına şiddetle ihtiyaç duyan Türkiye’nin Kıbrıs’ta ABD’nin onaylamayacağı adımları atması pek muhtemel gözükmemektedir, (Uslu, 2001: 166). Bütün bu gelişmeler artarda sıralandığında, Ankara’nın sert çıkışlarıyla ile AB’ye göz dağı vermek istemiş olması, yani “ilhak” ya da “bedel ödeme” tehditlerinin aslında blöften ibaret olması daha kuvvetli bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim AB Laeken Zirvesi yaklaştıkça Türkiye tutumunu giderek yumuşatmış, “bedel ödemek derken yanlış anlaşıldık” noktasına kadar gelmiştir. 
88 İsmail Cem, “A Common Vision for Cypriots”, International Herald Tribune, 14 Mart 2002; Mehmet Ali Birand, “Denktaş’a haksızlık edilmemeli”, Posta, 11 Mayıs 2002. 
89 “Kıbrıs planının zamanlaması yanlış”, Cumhuriyet, 15.11.2002. 
90 Hasan Cemal, “12 Aralık Kopenhag değil, Kıbrıs Zirvesi!”, Milliyet, 15.11.2002; “Sezer: Avrupa içten davranmıyor”, Cumhuriyet, 23.11.2002; “Kopenhag’a kadar Kıbrıs’ta çözüm”, Milliyet, 26.11.2003; 
“Kopenhag’ın iki koşulu var”, Radikal, 03.12.2002. 
91 “Rauf Denktaş Kopenhag Zirvesi’ne katılmayacak”, Zaman, 12.12.2002; “İmzalamak için hazır değiliz”, Cumhuriyet, 12.12.2002. 
92 http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kibrissongelismeler082002.htm. Bu dönemin olaylarının ayrıntılı bir değerlendirmesi için, Bilal Şimşir, AB, AKP ve Kıbrıs (Ankara: Bilgi 
Yayınevi, 2003); William Mallinson, Cyprus: A Modern History (London & New York: I.B. Tauris, 2005).    


http://docplayer.biz.tr/4136828-Annan-plani-referandumu-surecinde-ortaya-konan-elestiriler-isiginda-turkiye-nin-resmi-kibris-politikasinin-yeniden-degerlendirilmesi.html



***

KIBRIS'TA 6 Mart 1995’ten 31 Ağustos 1998’e Kadar Geçen Dönem


KIBRIS'TA 6 Mart 1995’ten 31 Ağustos 1998’e Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin  Kıbrıs Politikaları 



Kıbrıs müzakereleri açısından bir duraklamanın yaşandığı dönemde Türkiye, AB ile Gümrük Birliği sürecini sonuçlandırır. 6 Mart 1995 tarihinde Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin Gümrük Birliği’ni tamamlamayan yönelik olarak aldığı karar ve onun ardından yaşanan gelişmelerin Kıbrıs sorununun gidişatı açısından bazı sonuçlar doğurması kaçınılmazdır54. Bu sırada iktidarda olan DYP-SHP koalisyon hükümetinin, Gümrük Birliği’ne karşılık olarak Kıbrıs’ın AB ile bütünleşmesine ses çıkarmadığı gerekçesiyle milli davaya ihanet ettiği ileri sürülmüştür. Bunun üzerine dönemin Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın, Ortaklık Konseyi kararından hemen sonra yaptığı açıklamada, “Rum tarafının Avrupa Birliği ile entegrasyonu doğrultusunda atacağı her adıma Türkiye’nin de Kuzey Kıbrıs’la entegrasyona giderek aynı şekilde cevap vereceğini” beyan etmiştir (Kramer, 2000: 123). 

6 Mart 1995’te Gümrük Birliği’ne yönelik bu kararın imzalanmasından sonra Dışişleri Bakanı tarafından yapılan açıklama, Rum kesiminin AB ile bütünleşme yönünde atacağı adımlara paralel olarak KKTC’nin Türkiye ile entegrasyona gideceğinin Türkiye’deki resmi makamlar düzeyinde ilk kez uluslararası topluma ilan edilmesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren “entegrasyon” ve “ilhak” sözcükleri Türk siyasetçileri tarafından daha sık kullanılır hale gelecek, hatta Avrupa Birliği’ne göz dağı verme konusunda önemli bir araç olacaktır. Karayalçın’ın ifadelerinin Türkiye’nin resmi tezleri açısından büyük bir çelişki taşıdığı üzerinde durulması gereken bir başka 
gerçektir. Türkiye, Ada’nın bölünmesini, başka bir devlete tam ya da kısmi olarak ilhak edilmesini yasaklayan 367, 649, 716, 750 no’lu Birleşmiş Milletler kararları doğrultusunda oluşturulan ve bu kararlara bizzat atıfta bulunan 1985-86 De Cuellar belgelerini ve 1992 Ghali Fikirler Dizisi’ni kabul etmiştir. Bunun yanısıra 10 Haziran 1993’te kendi yayınladığı Deklarasyon’da uluslararası antlaşmaların öneminin altını özellikle çizmiştir. Ancak “entegrasyon” tehtidinin ortaya konması, uluslararası hukukun ve antlaşmaların hiçe sayıldığını göstermektedir. Zira Türkiye’ye garantörlük haklarını tanıyan antlaşmalar aynı zamanda Kıbrıs’a bağımsızlığını kazandıran ve her türlü enosis, taksim ya 
da ilhak girişiminin önüne geçen antlaşmalardır. 

54 İkinci ve üçüncü bölümlerde Avrupa Birliği bağlamında Kıbrıs sorununu ayrıntıları biçimde inceleneceği için burada sadece Türkiye’nin aldığı tavır açısından durum değerlendirilecektir.

Dolayısıyla “entegrasyon” tezinin resmi ağızlar tarafından dillendirilmeye başlanması, Türkiye’nin uluslararası toplumda inandırıcılığına 
büyük bir darbe vurmuştur. Türkiye, bu tavrıyla uluslararası belgeleri giderek artan dozda aşındıran bir ülke görünümü vermektedir. Önce 1974 müdahalesinin ardından Ada’da bozulan düzeni yeniden tesis etmeyi başaramayarak Ada’nın kalıcı biçimde bölünmesine sebep olmuş, daha sonra bütünlüğüne kefil olduğu ülkenin topraklarında KKTC’nin kurulmasına göz yumarak bu zincire bir halka daha eklemiştir. Nihayet KKTC ile entegrasyona gideceğini ilan eden Ankara, daha önce altına imza attığı ve TBMM kararlarında hala geçerli olduğunu iddia ettiği antlaşmaları bir kez daha yok saymıştır. Türkiye’nin bu çelişkili tutumu, yani kendi ihlal ettiği antlaşmaların hukuki olarak hala geçerli olduğunu savunarak Kıbrıs politikasını belirleme yaklaşımı, uzun yıllar Kıbrıs sorununun çözümüne engel oluşturacaktır. 

28 Aralık 1995 tarihinde T.C Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve KKTC Cunhurbaşkanı Rauf Denktaş arasında kabul edilen Ortak Deklarasyon, her ne kadar fazla ses getirmemiş olsa da, o dönemde iki ülkenin liderlerinin önceliklerini göstermesi bakımından önemlidir55. Deklarasyonda, hem Ada’da çözümü sağlayacak parametrelerden hem de Rum kesiminin siyasi ve askeri bazı girişimlerine yanıt olarak TC ve KKTC arasında kurulacak işbirliğinden söz edilmektedir. Kıbrıs’ta çözümün “iki toplumlu ve iki kesimli federal bir çözüm” olması gerektiği ve “Türkiye’nin anlaşmalardan kaynaklanan etkin ve fiili garantisinin” devam edeceği vurgulanmıştır. Aynı zamanda, Kıbrıs’ın AB’ye 
üyelik doğrultusunda attığı adımların hukuki geçerliliğinin olmadığı, “1960 antlaşmaları uyarınca Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları uluslararası siyasi ve ekonomik birliklere üye olamamasıyla” açıklanmıştır ve tam üyelik görüşmelerinin ancak nihai çözümden sonra yapılabileceği ortaya konmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye ve AB arasındaki Gümrük Birliği’nin KKTC ile ticarete herhangi bir engel oluşturmayacağı, Türkiye ve KKTC arasındaki ilişkilerin her alanda geliştirileceği ifade edilmiştir. 

1997 yılı Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları açısından “zirveler ve kararlar” yılı olarak tanımlanmaktadır (Bağcı, 1998: 1). Kıbrıslı iki lider arasında iki yılı aşkın zamandır herhangi bir müzakere yapılmıyor olmasına rağmen, 1997 yılı başında yılı Rauf Denktaş, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in daveti üzerine Ankara’ya gelir. 20 Ocak 1997’de iki cumhurbaşkanı arasında TC-KKTC Ortak Açıklaması kabul edilir56. Ertesi gün Denktaş’ın Meclis’e hitabının ardından da 21 Ocak 1997 tarihli TBMM Deklarasyonu yayınlanır57. 


55 Bkz, Ekler B.2.1. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, “Türkiye’nin Kıbrıs dış politikasının diğer önemli boyutunu 20 Ocak 1997, 20 Temmuz 1997 ve 
23 Nisan 1998 tarihili Ortak Açıklamalar oluşturmaktadır” denmektedir 
http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm. Sırası geldikçe 28 Aralık 1995, 4 Temmuz 1997 ve 20 Temmuz 1999 tarihli Ortak Açıklamalar ve Deklarasyonlar da dahil olmak üzere bu belgelere değinilecektir. 

20 Ocak 1997 tarihli T.C-KKTC Ortak Açıklaması, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye’nin kabul ettiği en kapsamlı belgelerden biridir. Belgede, Ada’daki silahlanmanın yarattığı tehdit, Türkiye’nin garantörlüğünün sürmesi gerekliliği, Türk-Yunan dengesi, KKTC ve TC arasında oluşturulması öngörülen müşterek savunma doktrini, çözüme esas teşkil etmesi gereken parametreler, Kıbrıs Rum kesiminin AB üyeliği konusunda attığı adımlar, bunun sonucunda Türkiye ile KKTC arasında gerçekleşecek bütünleşme çalışmaları, KKTC’nin bir yandan uluslararası toplumla bütünleştirilmesi öbür yandan ekonomisinin güçlendirilmesi gibi Kıbrıs meselesini ilgilendiren pek çok konunun üzerinde son derece ayrıntılı bir biçimde durulmuştur. 

Ortak Açıklama’nın Yunanistan’a ve AB’ye adeta misilleme yapan bir tonda yazılmış olması dikkat çekicidir. Bununla bağlantılı olarak metinde ağırlığını en çok hissettiren iki konu, Kıbrıs’ın güvenlik boyutu ile AB üyeliği perspektifidir ve her ikisi de Türk-Yunan dengesini bozmaya yönelik adımlar olarak nitelendirilmektedir. Görülüyor ki Türkiye, Kıbrıslı Rumların AB ile bütünleşme yolunda atacağı çabalara KKTC ile bütünleşerek, Yunanistan ile ortak savunma doktrini nedeniyle işbirliği içinde yürüttüğü çalışmalara da benzer girişimlerde bulunarak karşılık verecektir. Aynı zamanda, “Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları kabul edilmedikçe ve iki tarafa eşitlik içinde yaklaşılmadıkça” adil ve 
kalıcı çözümün bulunamayacağı ilan edilmiştir. 10 Haziran 1993 ve bundan on yıl sonra kabul edilen 6 Mart 2003 tarihli TBMM Deklarasyonlarından farklı olarak bu metinde “egemenlik hakları” kavramının kullanıldığı göze çarpmaktadır. “İki devlet”li bir çözüm olarak adı konmasa da, “egemenlik” sözcüğüne vurgu yapılması, Türkiye’nin çıtayı yükseltmeye başladığının bir göstergesi olarak okunabilir. Ortak Deklarasyon’un, kurulacak devletin “federal bir nitelikte” olması gerektiğini tescil etmemesi bunun bir uzantısı olarak yorumlanabilir. 

56 Bkz. Ekler B.2.2. 
57 Bkz, Ekler B.1.2. 
  
21 Ocak 1997 tarihli TBMM’nin Deklarasyonu’na baktığımız zaman ise Kıbrıs meselesinin güvenlik boyutunun daha da ağırlık kazandığını görmek mümkündür. T.CKKTC Ortak Açıklaması’nda olduğu gibi Kıbrıs Rum tarafının ağır silahlanmasından söz edilmektedir. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla devam eden garanti sisteminin geçerli olduğu, Türkiye’nin “etkin ve fiili garantisi”nin süreceği, Türk-Yunan dengesinin bozulmasına müsaade edilmeyeceği vurgulanmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 
Avrupa Birliği’ne tek yanlı müracaatının 1960 antlaşmalarına aykırı olduğunun, KKTC’ye uygulanan ambargonun kabul edilemeyeceğinin, Türkiye’nin KKTC’nin ekonomik sorunlarının aşılması için gerekli desteği sağlamaya devam edeceğinin altı çizilmiştir. Aynı zamanda Ada’da çözüme ulaşılması için iki halkın kendi iradelerine saygı gösterilmesi gerektiği belirtilmiştir. 

Deklarasyona bakıldığı zaman dikkati çeken en önemli nokta, Ada’da çözümü sağlayacak parametreler konusunda herhangi bir ifadenin yer almamış olmasıdır. Türkiye’nin savunduğu “federasyon”, “iki kesimlilik”, “siyasi eşitlik”, Ortak Açıklama’da altı çizilen “egemen haklar” gibi kırmızı çizgilerinden bu metinde söz edilmediği görülmektedir. Üzerinde durulan konuları iki başlık altında toplamak mümkündür. Öncelikle, Türk-Yunan dengesi, Kıbrıs’ta silahlanma, Türkiye’nin garantörlüğü gibi Kıbrıs meselesinin stratejik ve güvenlik boyutunu ilgilendiren konular ortaya konmaktadır. 

Bundan sonraki metinlerde daha da güçlü bir biçimde vurgulanacak olan, daha önceki Cumhurbaşkanları deklarasyonunda da geçen “etkin ve fiili garanti” ibaresi 21 Ocak Deklarasyonu’nda da kullanılmıştır. İkinci önemli boyut ise KKTC’nin ekonomisi ile ilgili boyuttur. Avrupa Adalet Divanı kararı nedeniyle KKTC’ye uygulanmaktan olan ambargo, ancak üç yıl sonra TBMM tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin KKTC’ye vereceği ekonomik destek vurgulanmıştır. Bu madde, Türkiye ile KKTC arasındaki entegrasyonun ya da kısmi bütünleşmenin önünü açan bir madde olarak 
nitelendirilebilir. Böylece, Türkiye’nin 1995’te Murat Karayalçın’ın açıklamasıyla ilk kez resmi olarak dillendirdiği ve sonrasındaki Ortak Açıklamalar ile desteklediği “KKTC’nin Türkiye ile entegre olmaya başlaması” çalışmaları TBMM düzeyinde ilk kez ifade edilmektedir58. 

58 Müzakerelerin uzun süredir askıda olduğu bir ortamda Ortak Açıklamaların ve TBMM Deklarasyonun artarda kabul edilmesi tesadüfi değildir. 1995-1997 yılları arasında Kıbrıs sorunu açısından önemli politika değişikliklerine yol açabilecek çeşitli gelişmeler olmuştur. Bunlardan ilki 31 Mayıs 1995’te Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini onaması ve karasularını 6 milden 12 mile çıkarmasıdır. İkinci önemli gelişmeyse, Aralık 1995’te bir Türk gemisinin Kardak kayalıklarına oturması ile başlayan ve 

Bu gelişmelere paralel olarak 4 Temmuz 1997’de T.C. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş arasında Ortak Deklarasyon59 
imzalanmış, bundan kısa bir süre sonra, Barış Harekatı’nın yıldönümünde Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit başkanlığındaki heyetin Ada’ya yaptığı ziyaret sırasında da 20 Temmuz 1997 tarihli Türkiye Cumhuriyeti-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ortak Açıklaması kabul edilmiştir60. 

Bu iki açıklama içerik olarak birbirinden biraz farklıdır. 4 Temmuz tarihli Deklarasyon, Kıbrıs sorununa temel teşkil edecek unsurları ayrıntılı olarak ele almaktadır. “İki toplumluluk”, “iki kesimlilik”, “siyasi eşitlik”, “Kıbrıs Türk halkının siyasi ve hukuki egemenlik hakları” altı çizilen çözüm parametreleri olarak dikkati çekmektedir. Bu doğrultuda Ada’da “iki ayrı halk ve yönetim” bulunduğunun altının çizilmiş olması önemlidir. Hatırlanacağı üzere, 1993 tarihli TBMM kararında, Kıbrıs’ta “iki ayrı toplum” olduğu vurgulanmaktaydı. Buradaysa açıkça “iki ayrı devlet” ifadesi kullanılmamış olmasına rağmen “iki ayrı yönetim” olduğunun vurgulanması ve 20 Ocak tarihli Ortak Türkiye’nin “Ege Denizinde gri alanlar vardır” tezini geliştirmesine sebep olan Kardak Krizi’dir. 1996 yılı Ocak ayı sonlarında önce çevredeki bir Yunan Adasının belediye başkanının Kardak’a Yunan bayrağı dikmesi, bunun hemen birkaç gün sonrasında Türk SAT komandolarının Türk bayrağı dikerek karşılık vermesi ile gerilen süreç, ABD’nin araya girmesi ile nihai çözüme kavuşturulmasa bile çatışmaya dönüşmeden son bulmuştur. Türkiye ve Yunanistan arasında karasuları ve havasahası uyuşmazlıklarından dolayı 1970’lerde başlamış olan gerginliğin özellikle 1995 yılı sonlarından Ege Adaları üzerindeki ihtilaflar nedeniyle daha da tırmandığı görülmektedir. Dönemin gelişmeleri ve Türkiye-Yunanistan arasındaki uyuşmazlıklar ilgili daha ayrıntılı bilgi için, örneğin bkz. Mustafa Aydın, “Contemporary Turkish-Greek Relations: Constraints and Opportunities”, Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean, Portland, der. Mustafa Aydın ve Kostas Ifantis (OR: Frank Cass, 2004), s. 21-55.; Aysun Tokatlı, Ege Denizi Bölgesi ve Yunanistan ile Türkiye’nin Denizle İlgili Yetki Alanlarının Belirlenmesi Sorunu (İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Doktora Tezi, 2004), s 155-181. Yaşanan gerginlikler 
yalnızca Türk-Yunan cephesi ile sınırlı değildir. Temmuz 1996’da Kıbrıs’ta Türk bayrağını indirmeye çalışan bir Kıbrıslı Rum’un Türk askerleri tarafından öldürülmesi, bunun üzerine Başbakan Tansu Çiller’in 
“Türk bayrağına uzanan eller kırılır” açıklaması gerginliği iyice tırmandırmıştır. 

Aynı tarihlerde iki halk arasında Yeşil Hat civarında da bazı gerginlikler yaşanmıştır. Ayrıntılı inceleme için, Clement Dodd, Storm Clouds over Cyprus: 
A Briefing (Huntingdon: Eothen, 2002), s. 46-48. Bunların yanı sıra, 20 Ocak ve 21 Ocak tarihli belgelerin kabul edilmesinden önce, 3 Ocak 1997’de Rusya ve Kıbrıs arasında S-300 füzelerinin satışına ilişkin bir anlaşma imzalanmıştır. 
http://www.cyprus.mid.ru/en/ru_cy.htm. 
Doğu Akdeniz’de güvenliği ciddi biçimde etkileyeceği gerekçesiyle Ankara’nın şiddetle karşı çıktığı S-300 füzelerinin Ada’da konuşlandırılmasından 1999 yılı başlarında vazgeçilmiştir. 
Ancak o tarihe kadar S-300 füzeleri Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde bir gerginlik unsuru olmaya devam etmiştir. S-300 füzeleri nedeniyle Türkiye ve 
Yunanistan arasında yaşanan sorunların ayrıntılı bir incelemesi için, Fuat Aksu, SAEMK Araştırma Projeleri Dizisi: Türk Yunan İlişkileri: İlişkilerin Yönelimini Etkileyen Faktörler Üzerine bir İnceleme, (Ankara: Stratejik Araştırma ve Milli Etüdler Komistesi, 2001), s. 202-204; Robert Mcdonald, “ Greek-Turkish Relations and the Cyprus Conflict ”, Greek-Turkish Relations in the Era of Globalisation, der. Dimitris Keridis ve Dimitrio Triantaphyllou (Dulles, VA: Brassey’s, 2001), s. 116-151. 
Gülden Ayman, Tırmandırma Siyasetine Bir Örnek: S-300 Krizi, (Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2000). 

59 Bkz. Ekler B.2.3. 
60 Bkz, Ekler B.2.4. 

Açıklama’da da altı çizilen “egemenlik hakları”dan bahsedilmesi, Türkiye’nin federasyon tezinden yavaş yavaş uzaklaştığının bir göstergesidir. Zaten bir önceki açıklamada olduğu gibi bu metinde de kurulacak yeni devletin federasyon olması gerektiğinden söz edilmemektedir. Bunun yanısıra yine 1960 antlaşmalarının geçerliliği, Türkiye’nin “etkin ve fiili” garantisinin devam ettiği ve Türk-Yunan dengesinin önemi vurgulanmaktadır. Aynı zamanda GKRY’nin AB üyeliği konusunda atacağı her adımın KKTC’nin Türkiye ile bütünleşme sürecini hızlandıracağı bir kez daha Cumhurbaşkanları düzeyinde teyit edildiği görülmektedir. 

20 Temmuz’da yapılan Ortak Açıklama ise çözüm parametrelerine ilişkin olarak herhangi bir maddeye yer vermemekte, KKTC ve Türkiye arasında gerçekleşecek entegrasyonun ayrıntıları, ortak savunma doktrini oluşturulması, Ortaklık Konseyi’nin kurulması61 gibi bütünleşme adımlarının üzerinde durmaktadır62. Aynı zamanda 4 Temmuz’daki açıklamaya paralel olarak GKRY ile AB arasındaki bütün düzenlemelerin benzerlerinin KKTC ile T.C arasında da gerçekleştirileceği ifade edilmiştir. Yukarıda da tartışıldığı üzere, Türkiye, 1997 yılında yapılan ortak açıklamalar ve alınan kararlarla “bütünleşme” tehtidini canlı tutarak, 1960 antlaşmalarında, BM kararlarında ve daha önce kabul etme konusunda irade gösterdiği çözüm planlarında ortaya konan koşulları bir kez daha yok sayar konuma düşmüştür. 

Bu arada Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Temsilcisi aracılığıyla Temmuz ve Ağustos aylarında Denktaş ve Klerides’in Troutbeck’te ve Glion’da doğrudan görüşmeleri kabul etmesiyle başlayan müzakere süreci, Avrupa Birliği’nin Gündem 2000 raporunun müzakerelerin ortasında basına sızması sonucu sekteye uğramıştır. Aralık ayındaki Lüksemburg Zirvesi’nin hemen ardından Türkiye’nin attığı AB nezdinde adımlardan da cesaret alan Denktaş bundan sonra görüşmelerin toplumlararası değil devletlerarası düzeyde yürütülmesi gerektiğini bildirmiş ve müzakerelerden çekilmiştir 63. 

61 Türkiye ile KKTC arasında Ortaklık Konseyi kurulmasına dair anlaşma 6 Ağustos 1997’de imzalanmıştır.
     http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm

62 Birinci açıklamanın çözüm parametrelerini ayrıntılı bir şekilde ortaya koymasına rağmen ikincisinde çözümden hiç söz edilmemesi, iki belge arasında yayınlanan AB Gündem 2000 raporu ile açıklanabilir. 
63 http://www.mfa.gov.tr/MFA_tr/DisPolitika/AnaKonular/Kibris/Kıbrıs_tarihce.htm 

Gündem 2000, Türkiye’yi AB’nin genişlemesine dahil etmeyen, Kıbrıs ile müzakerelerin ise Mart 1998’de başlayacağını ortaya koyan belgedir. 
Gündem 2000 Raporu’nun tam metni için, http://ec.europa.eu/agenda2000/public_en.pdf. 4 Temmuz’daki açıklama, Denktaş’ın 8 Temmuz’da New York’ta başlayacak müzakerelere katılmadan hemen önce Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında ilan edilmiştir. 
İkinci açıklama ise 16 Temmuz’da yayınlanan Gündem 2000 raporu nedeniyle iki lider arasında görüşmelerin kesintiye uğradığı günlere denk gelmektedir. 
Gündem 2000 raporunun ayrıntıları için, bkz. İkinci bölüm, s. 66. 

1998 yılında iki lider arasında doğrudan veya dolaylı herhangi bir müzakere yürütülmez. Ancak ABD’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Richard Holbrooke aracılığı ile 
tarafları yeniden masaya getirme girişimlerinin olduğu bilinmektedir. Mayıs ayı başında Holbrooke’un iki liderle görüşmek için Ada’ya geleceğin haberinin duyulması üzerine Denktaş Ankara’ya davet edilir. Denktaş’ın 23 Nisan vesilesiyle Meclis’e hitaben bir konuşma yapmasının ardından, Demirel ve Denktaş arasında bir Ortak Deklarasyon yayınlanır64. 

23 Nisan 1998’de imzalanan bu Ortak Deklarasyon, 20 Ocak 1997 tarihli açıklama gibi son derece kapsamlıdır. Değinilen konu başlıkları hemen hemen aynı olmakla birlikte, çözüm parametreleriyle ilgili maddelerde Kıbrıs’ta yalnızca “iki ayrı halk” değil “iki ayrı devlet” olduğu gerçeğinin dolambaçsız bir ifadeyle ortaya konduğu görülmektedir. AB Kıbrıs üyelik süreci ile ilgili açıklamaların tonu serttir ve bu sürecin “hukuka aykırı” olduğu, hem Güney Kesimi’nin Kıbrıs’ın tamamını temsil etmediği, hem de Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı bir birliğe giremeyeceği gerekçeleriyle temellendirilmiştir. Bunun dışında Ada’nın silahlandırılması, S-300 füzelerinin Kıbrıs’ta konuşlandırılması gibi güvenliği tehdit edici unsurların üzerinde durulmuş, Türkiye’nin Garantörlük Antlaşması’ndan doğan haklarından ve Türk-Yunan dengesinin korunması 
gereğinden söz edilmiştir. Bütünleşme konusunda ise “bağımsız ve egemen bir devlet olan KKTC ile kurulan özel ilişkilerin her alanda derinleştirileceği” ifadesi yer almıştır 65. 
20 Ocak 1997, 21 Ocak 1997, 4 Temmuz 1997, 20 Temmuz 1997 ve 28 Nisan 1998 tarihlerinde kabul edilen metinlerin ortak özelliği, Türkiye ile KKTC arasında gerçekleştirilecek bütünleşmenin ayrıntılı ifadelerle ortaya konmuş olmasıdır. Aynı zamanda metinlerde, güvenlik ve strateji boyutu söylemlerinin giderek dozunu artırdığı, buna karşılık çözüm konusundaki iradenin sesinin giderek daha zayıf çıkmaya başladığı görülmektedir 


64 Bkz. Ekler B.2.5. 
65 23 Nisan 1998 tarihli açıklamadan birkaç hafta önce, 31 Mart 1998’de Kıbrıs Rum kesiminin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olduğu unutulmama lıdır. 

Dolayısıyla metinde AB ile Kıbrıs yakınlaşmasının bu denli vurgulanması tesadüfi değildir. Bu arada Aralık 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde alınan kararlardan sonra Türkiye AB ilişkilerinin durma noktasına geldiği bir dönemden geçildiğinin hatırlanmasında yarar vardır. Bu dönemin gelişmeleri ikinci bölümde ayrıntılı olarak incelenecektir. 


***

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönem



    Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları;


Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları 


Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan çok kısa bir süre sonra hem idari hem de toplumsal alanda bazı sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Ne var ki Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasından sonra resmi politikasını, statükonun korunması, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması olarak belirlediği için Kıbrıs’ta yaşanan sorunların varlığını uzun bir süre kabul etmek istemez. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios’un 13 Kasım 1963 tarihinde 1960 Antlaşmalarıyla hazırlanan Anayasanın on üç maddesini değiştirme önerisini getirmesinin ardından Aralık 1963’te Kanlı Noel olarak da bilinen şiddetli toplumlararası çatışmalar başlar. 

Ancak bundan sonra Ankara, konu ile yakından ilgilenmek durumda kalır21. 1950’ların başlarında Kıbrıs sorununun varlığını reddeden Türkiye, garantör devletlerden biri olmasına rağmen, 1960’ların başlarında da Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşanan sorunları göz ardı etme ve yok sayma politikası gütmüştür22. 

Çatışmaların durmaması üzerine 4 Mart 1964 tarihinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler toplantısında alınan Kıbrıs konulu karar Türkiye’nin tutumunu yansıtması bakımından önemlidir. 186 No’lu BM kararında23 Kıbrıs Rum kesiminden “hükümet” diye bahsedilmesi, 1960 antlaşmaları ile kurulan “anayasal hükümet” ibaresinin yer almaması, 1960 anlaşmalarını kurtarma kaygısına düşmüş olan Ankara’nın dikkatini çekmemiştir (Dodd, 1999: 132). Böylece Ankara, Rum kesiminin Kıbrıs hükümeti olarak tanınması 
olarak yorumlanabilecek BM kararına onay vermiştir24. Aynı zamanda bu karar, Kıbrıslı Türklerin parlementodan çekilmesi halinde cumhuriyet üzerindeki haklarını kaybedeceklerini öngörmektedir. Dolayısıyla İnönü bu kararı onaylamakla içinde Kıbrıslı Türklerin yer almadığı, sadece Rumlardan oluşan bir parlementoya da onay vermiş olmaktadır (Hasgüler, 2004b: 132). Üstüne üstlük Türkiye 1964-1974 arasında bu kararın geçersizleştirilmesi için hiçbir girişimde bulunmamış, uluslararası hiçbir toplantıda konuya ilişkin görüşlerini ciddi bir biçimde dile getirmemiştir (Uslu, 2004: 303-4). 

4 Mart 1964 tarihinde Türkiye’nin de altına imza attığı 186 No’lu Birleşmiş Milletler kararı, Kıbrıs sorununun günümüze kadarki seyri açısından son derece kritik bir karardır. 6 Mart 2003 tarihli TBMM kararında, Avrupa Birliği’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tam üyeliğe kabul ettiği devlet, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” olarak isimlendirilmektedir. 

Zürih ve Londra Antlaşmalarının daha ilk günden Türklerin aleyhine bozulduğunun altını çizen Manizade “Buna rağmen garantör devletler hiçbiri enerjik bir müdahalede bulunmamıştır. Bunu yapmadıklarından Kıbrıs’ta masum Türk halkının mal ve can kaybında tarih önünde sorumludurlar” diyerek garantör devletlerden biri olan Türkiye’yi de pasiflikte suçlamıştır (1998: 25). 
Mehmet Hasgüler de 1962’de Makarios’un Ankara’ya yaptığı ziyarette yanına Cumhurbaşkanı yardımcısı Fazıl Küçük’ü almamış olmasına rağmen Ankara’nın buna hiçbir tepki vermediğini ve bunun diğer yurtdışı gezilerine de emsal teşkil ettiğini vurgulamaktadır (2004b: 132). Böylelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası toplum nezdinde sadece Rumların temsil ettiği iddiası daha ilk yıllardan Türkiye’nin de dolaylı katkısıyla geçerlilik kazanmaya  başlamıştır. 

Nitekim Türkiye’nin resmi söylemi, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”nin Ada’nın tamamını temsil etmediği yönündedir. Ancak Rum kesiminin Ada’nın tek temsilcisi olarak uluslararası alanda kabul edilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler kararını imzalayan, daha sonra bu kararı değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmayan yine Türkiye’dir. Bu, Türkiye’nin Rum Yönetimi’nin Ada’nın tamamını temsil etmediği gerekçesiyle Avrupa Birliği üyeliğine getirdiği eleştirileri de temelsiz hale getirmektedir25.

Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmaların başlamasından sonra meydana gelen en önemli gelişmelerden biri, ABD Başkanı Lindon B. Johnson tarafından gönderilen mektuptur. 6 Haziran 1964’te Ada’ya müdahale kararı alan Başbakan İsmet İnönü, Türkiye’nin bu kararını 4 Haziran’da ABD Başkanı’na bildirir. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine şiddetle karşı çıkan ve NATO’nun askeri olanaklarını kullanmasına asla izin verilmeyeceği vurgulanan 5 Haziran tarihli Johnson mektubu, Türk siyasi hayatına bomba gibi düşer (Fırat, 1997: 130). Böylelikle Türkiye TBMM’de kabul ettiği 1960 Antlaşmalarından doğan, daha sonra da pek çok kez atıfta bulunduğu garantörlük ve tek taraflı müdahale hakkını kullanamamıştır 26. 

15 Temmuz 1964 tarihinde taraflara ABD destekli Birinci Acheson Planı sunulur. Ankara, Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, karşılığında Türkiye’ye Karpas yarımadasının ve sonradan Meis adası olmasına karar verilen bir Ege Adası’nın verilmesi önerilerini getiren planı görüşülebilir bulur (Orme, 2004: 115). Yunanistan’ın itirazı üzerine rafa kaldırılan Birinci Acheson Planı’nın yerine Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda ikinci bir plan hazırlanır ve 8 Ağustos 1964’te müzakere masasına getirilir. İlk plana göre Türkiye’ye verilen Karpas, Yeni planda 50 yıllığına kiralanmaktadır. Meis’in Türkiye’ye verilmesinden de vazgeçilmiştir. Bunun üzerine Türkiye planı reddeder. 

Acheson Planı’nın görüşülebilir bulunması, Türkiye’nin 1950’lerin ortalarından beri savunduğu, Fatin Rüştü Zorlu’nun 28 Şubat 1959’da TBMM oturumunda ifade ettiği “Enosise ve Türk tarafının azınlık olmasına izin vermeme” politikasından açıkça geri adım attığını göstermesi bakımından önemlidir. 


Zira Acheson Planı, Karpas ve Meis karşılığında Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini, Ada’da yaşayan Türklerin de azınlık konumuna gelmesini öngörüyordu27. Bunun yanısıra plan, TBMM’de kabul edilen öteki kararlara da aykırıydı. 1958 kararıyla taksim tezini resmi olarak benimseyen, bundan bir yıl sonra bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmaları onaylayan Ankara, Acheson Planı’na ılımlı yaklaşarak Kıbrıs’ta önceliğinin Kıbrıs Türk halkının güvenliğinin, bağımsızlığının ve haklarının korunmasından ziyade Türkiye’nin çıkarlarının korunması olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Böylelikle Türkiye, Acheson Planı’na yeşil ışık yakarak, daha önce saptadığı bütün politikaları rafa kaldırıyordu28. 


15 Ocak 1965’te toplanan Londra Konferansı’nda Rauf Denktaş’ın yaptığı önerinin, Türkiye’nin resmi tezi haline geldiği yaygın olarak kabul gören anlayıştır. 

Denktaş’a göre,

“1960 çözümü Kıbrıslı Türklere güvenlik sağlayamamıştır. Fiili garantiler, ancak coğrafi olarak ayrılmış, zorunlu nüfus mübadelesini gerçekleştirmiş, iki toplumlu bir federal devlet ile mümkündür” (Fırat, 1997: 126-7). Denktaş, açıkça dile getirmemekle birlikte, 6 Mart 2003 kararında da önemle altı çizilen ve Türkiye’nin “olmazsa olmazlar”ından biri kabul edilen “iki kesimlilik” olgusunu kastetmektedir. Oysa 11 Aralık 1965 tarihli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Türkiye’nin bu konudaki resmi tutumunu açıklayan Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesi” ve “Kıbrıs’ta Rumlara tanınacak kendi kaderini tayin hakkının Türklere de tanınması 
gerektiğini” vurguladığı, “coğrafi ayrım” ya da “federasyon” fikrinden bahsetmediği görülmektedir (Çağlayangil, 1965). 


    27 Aralık 1965’te TBMM’de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme yapılır. Partiler, Türkiye’nin “Kıbrıs konusunda milli bir politika oluşturamamış olduğu, günlük 
reflekslerle hareket ettiği” hususunda mutabık kalmışlardır (Fırat, 1997: 208). 1950’lerden bu yana Kıbrıs meselesi ile bir biçimde ilgilenmek durumunda kalan ve bu konuda son derece belirleyici kararlara imza atan Türkiye’nin on beş yıl sonra “ Günlük reflekslerle hareket edildiğini ” tespit etmiş olması düşündürücüdür. Ankara’da Kıbrıs politikasının nasıl oluşturulması gerektiği konusundaki tartışmalar devam ederken Ada’da toplumlararası çatışmalar devam etmektedir. 

    2 Şubat 1967’de Yunanistan, Kıbrıslı Rumlara enosisin önünü açan bir açıklama yapar. Bunun üzerine Ankara 5 Şubat’ta Atina’ya bir nota verir ve bunun sonucuna katlanacaklarını vurgular. Ancak Ankara’nın anılan dönemde zaman zaman Yunanistan’a nota vermek ve Ada’nın üzerinde uyarı uçuşları yapmak dışında somut bir adım attığını söylemek mümkün değildir. Hatta bu dönemde Ankara’nın Kıbrıs konusunda çok ciddi tavizler vermeye hazır olduğu, Demirel’in Kıbrıslı Türklerin statüsünün azaltılmasını kabul ettiği, Kıbrıslı Türklerin hiç taviz vermek istemediği konularda bile fedakarlığa hazır olduğu bilinmektedir (Dodd, 1999: 133). Bu bakımdan Ankara’nın 28 Aralık 1967 
tarihinde kurulan Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ne son derece ihtiyatlı yaklaşmış olması ve Türk Dışişleri Bakanı Sabri İhsan Çağlayangil’in bu yönetimin yalnızca barışçı çözüme yardımcı olmak için kurulduğu açıklamasını yapma gereği duyması şaşırtıcı değildir. 1967’den 1974’e kadar Kıbrıs, Türk dış politikasının ana ekseni olmaktan çıkar. 
Türkiye’nin Kıbrıs meselesiyle yakından ilgilemediği bu dönemde Kıbrıslı Rum ve Türk liderler arasında ikili barış görüşmeleri devam etmektedir29. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

21 Derviş Manizade, Kanlı Noel olaylarının yaşanmasından üç hafta sonra 12 Ocak 1964’te Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısında olayların bu noktaya varmış olmasından Türkiye’yi de sorumlu tutmaktadır. 
22 Aslında Makarios anayasada değişiklik yapmak istediğini 1962’de Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında dile getirmiş, ancak Başbakan İnönü bu konuyu görüşmeyi dahi reddetmiştir. O nedenle 13 Kasım 1963’te Anayasa değişikliğinin resmen ilan edilmesi Ankara’yı çok şaşırtmıştır (Dodd, 1999: 130). 
23 UN/ Resolution 186. 24 4 Mart 1964 tarihinde alınan Birleşmiş Milletler kararını onaylayan Türk heyetinin başındaki Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin daha sonra yaptığı bir açıklamada istifa ederek bu kararın kabulünü imzalamak istemediğini fakat İnönü’nün ısrarı üzerine imzalamak zorunda kaldığını açıklamıştır, (Manizade, 1998: 91). 
 25 Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda Türkiye’nin resmi politikaları ikinci ve üçüncü bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır. 
26 Johnson Mektubu konusunda farklı yorumlara rastlamak mümkündür. Örneğin, Erol Manisalı, Johnson mektubunun Ankara’da büyük şaşkınlık yarattığını vurgulamaktadır (2005: 86). 
Oysa Nasuh Uslu, 1964’te Türkiye’nin Ada’ya müdahale edecek askeri gücü olmadığı için İnönü’nün ABD’nin bu müdahaleyi önlemesini sağladığını ve 
Johnson Mektubunu kamuoyuna durumu daha kolay izah edebilmek için bir mazeret olarak kullandığını ifade etmektedir (2004: 303). 
27 Acheson Planı’nın ayrıntıları için, bkz. Kemal Akmaral, Kıbrıs Türk’ünü İmhayı Hedefleyen Akritas Planı ve Annan’a dek Uzanan Planlar Süreciyle Kıbrıs 
(İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2004), s. 135-138. 
Joseph, S. Joseph, “Ethnopolitics and Superpower Politics (The Acheson Plan)”, Cyprus: Ethnic Conflict and International Politics (New York: Macmillan Press Ltd., 1997), s. 64-67. 
28 Erol Manisalı bu döneme ilişkin olarak, “1963 sonrası getirilen öneriler ve bunlara Ankara’nın verdiği yanıtlar alt alta getirildiğinde Ankara’nın Kıbrıs politikasında çelişki ve çaresizlikler daha da iyi görülecektir”, demektedir (2005: 93). 
29 1968-1974 arasındaki barış görüşmelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi için, Farid Mirbagheri, “International Peacemaking in Cyprus, 1965-1974 
(Intercommunal Talks: 1968-1974)”, Cyprus and International Peacemaking (London: Hurst&Company, 1998), s. 55-60. 



***