TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,
İsmail SARITEKE*
Ömer Fuad KAHRAMAN**
Abdullah AYDIN***
* Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, El-mek: ismailsariteke@mail.com
** Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Bölümü, El-mek:
kahraman.fuad@gmail.com
*** Dr. Öğr. Üyes,., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, El-mek:
abdullahaydin01@hotmail.com
ÖZET
2010 yılı sonu itibari ile ilk olarak Tunus’ta başlayıp neredeyse tüm Arap ülkelerine hızlı bir şekilde yaygınlaşan olay neredeyse trajikomik bile olsa en çok kullanılan veya bilinen ismi ile Arap Baharı olarak anılmaktadır. Bu olaylar sebebi ile milyonlarca insan evlerinden kopmak zorunda kalmışlardır. Süreçte dünyadaki nüfus hareketliliği çok ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Arap Baharı ve devamında Arap ülkelerinde meydana gelen olaylardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Ülke nüfusunun neredeyse %60’tan fazla bir kısmı başka ülkelerde farklı statülerle yaşamak zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin en başında da Türkiye ve Lübnan gelmektedir. Çok zor şartlar ile ülkelerini terk eden Suriyeliler gittikleri ülkelerde çok ciddi sorunlar ile yüzleşmektedir. Bu sorunların sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası hukuk boyutu da vardır.
Hukuksal sorunların başında ise bu bireylerin statülerin ne olduğu ve ne olmadığı sorunsalı gelmektedir. Hukuksal açıdan ele alındığında Türkiye’deki Suriyelilerin yasal statüleri üzerinde bir kavram kargaşasına rastlanmaktadır.
Bu bağlamda çalışmada Türkiye ve dünyadaki Suriyelilerin hukuksal statüleri ele alınarak oluşan kavram kargaşasına çözümler bulunmaya çalışılmıştır.
Çalışmayı oluştururken ikincil veri kaynaklarından yararlanarak, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile olan münasebetlerine yer verilerek hukuki statüler değerlendirilmiştir.
Giriş
Arap Baharı veya her ne isim ile anılırsa anılsın 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir üniversite mezunu işbortacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Arap Dünyası ve dolayısıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletleri ve halkları için büyük değişim veya başka bir bakış açısıyla yıkım getirmiştir. Nitekim bu bağlamda birçok düşünür bu noktada Arap Baharı yerine Sonbaharı veya Kışı ifadesini kullanmaktadırlar (Belli ve Aydın, 2017: 428).
Yaşanan bu olayların Arap ve Ortadoğu coğrafyasının önemli ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerinden biri olan Suriye’ye sıçramaması düşünülemezdi. Nitekim olaylar, hızlı bir şekilde tüm Suriye çapına yayılmış ve burada ciddi bir insani kriz ortaya çıkarmıştır (Akıncı, 2017:3-23). Bu insani kriz neticesinde hem ülke içi hem ülke dışı göç hareketleri gerçekleşmiştir. Ülke dışına gerçekleşen göçlerden en çok etkilenen ülke ise Türkiye olmuştur.
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sayısı 5.481.615 iken bunlardan 3.424.237 tanesi Türkiye’de yaşamaktadır
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php).
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php).
Bu bağlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak ülkesine gelen Suriyeli nüfusu kontrol etme, regüle etme ve düzenleme çabası içerisine girmiştir.
Ancak Türkiye’nin anayasasındaki “hukuk devleti” ifadesi gereğince devletin yaptığı her hareketin belli normlar çerçevesinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilk olarak devletin Türkiye’ye gelen Suriyeli nüfus ile ilgili bir statü belirlemesi gerekmektedir. Zira ülkemizde Suriyeli nüfusun hukuki statüsüne ilişkin büyük bir yanılgı hâkimdir. Sadece basın yayın organlarında değil akademik
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır.
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır.
1. Göçmen (Immigrant)
İnsanlık tarihi boyunca topluluklar kimi zaman istekleri doğrultusunda kimi zaman da zorla yaşadıkları yerleri terk ederek başka bölgelere göç etmişlerdir. Türk Dil Kurumu’na göre göç (migration): “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi…” anlamına gelmektedir (http://www.tdk.gov.tr).
Basitçe göçü, insanların bir yerden başka bir yere hareketi şeklinde
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır.
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov).
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır.
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov).
Bu yasanın ırkçı temelden ziyade ekonomik korkularla kabul edildiğinden bahsetmek mümkündür. Çinli nüfusun daha ucuz iş gücü olmasının yerli Amerikan nüfusunu işsiz bırakması sonucu kabul edilmiştir (Salyer, 1995:10). Belirtmek gerekir ki bu işsizlik sonucu yerli Amerikan halkının Çinli işçilere karşı ırkçı tepkileri de doğmuştur. (Ne tesadüftür ki günümüzde ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusa karşı da aynı sebeplerle ırkçı tepkiler sergilenmektedir.) Söz konusu yasa ile birlikte Çinlilerin Amerika’ya 10 yıl boyunca göç etmesi yasaklanmış, ayrıca yine 10 yıl boyunca Çinlilerin Amerikan vatandaşlığı alamayacağı kabul edilmiştir. 1
Bu yasa ile birlikte Dünya’da yasal- yasa dışı göç ayrımı yapılmaya başlanmıştır. Dünya genelinde kabul gören bir tanımı olmamakla birlikte Uluslararası Göç Örgütü’ne (International Organization for Migration) göre yasal göç, gidilecek ülkenin mevzuatına aykırı olmayan, ilgili ülkenin mevzuatınca yasaklanmamış göçtür (Perruchoud & Redpath, 2011:34,35). Yasal göçün hedef ülke kadar gönderen ülke açısından da yasal olması gerekir (Ghosh, 1998:1). Bir başka deyişle kişinin, ülkesini yasal olarak terk etmesi gerekir. Yasa dışı göçe “düzensiz göç (irregular migration)” de denilmektedir. Yasa dışı göç, yasal göçün aksine hedef ülke veyahut gönderen ülke mevzuatlarına aykırı olarak gerçekleşir.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), düzensiz göç tabirinin kullanılmasını daha uygun bulmaktadır çünkü, yasa dışı göç tabirinin, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti vakaları ile sınırlı kalma eğilimi bulunduğunu düşünmektedir. Kanaatimizce “yasa dışı” tabiri “düzensiz” ifadesine nazaran hukuka aykırılığı belirtme noktasında daha keskin bir ifade olduğu için bu görüş yanlıştır. Zira bir kişinin insan kaçakçılığı yahut ticareti olmadan sırf pasaportsuz olarak gönderici ülkeyi de terk etmesi kanuna aykırı ve yasa dışıdır.
Ülkemiz coğrafik konumu itibariyle göçün hedef ülkesi olma pozisyonundan ziyade transit ülke olma konumundadır. Bununla birlikte ülkemizin gerek 1989- 1992 yılları arasında Bulgaristan’dan gelen Türk soyundan yaklaşık 350 bin kişinin (Atasoy, 2010:12), gerekse 1990’lı yılların başında Irak’tan Türkiye’ye göç eden 500 bin Kuzey Irak’lının (Kaynak, Refet, Şahin 1992:27) hedef ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. Az önce de değindiğimiz üzere Türkiye’nin transit ülke konumunda olması daha çok yasa dışı göç yahut düzensiz göç ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmaktadır.
Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere göçmenler ülkelerini her zaman zulüm korkusu ile terk etmezler. Ekonomik sebeplerle örneğin; iş bulma ümidi ile de kişi ülkesini terk edebilir. Bir başka ifade ile göçmen ülkesini kendince haklı olan herhangi bir sebeple terk edebilir. Ancak bir kimsenin göçmen olarak adlandırılabilmesi için bu kişinin ülkesinin korumasını kaybetmemesi gerekir (Hathaway, 2005:85).
Uluslararası Hukukta yer alan göçmen tabiri ile Türk Hukukunda yer alan göçmen tabiri tamamen farklıdır. 5543 Sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin d fıkrasında yapılmış olan tanım uyarınca göçmen; “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” Yine aynı kanunda “serbest göçmen (3/e)”, “iskanlı göçmen (3/f)” ve “münferit göçmen (3/g)” tabirlerine de yer verilmiştir (Yılmaz, 2007:250). Ancak bu ayrımlar toplu halde ya da bireysel gelme veya özel getirilme gibi durumlar için geçerli olup her halükarda Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartı geçerliliğini korumaktadır.
Görüldüğü üzere Türkiye’de yer alan Suriyeli nüfusun tamamı için göçmen tabirini
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar.
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar.
2-Mülteci (Refugee)
Türk Dil Kurumu’nda iltica, “sığınma” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Aynı şekilde mülteci de “sığınmacı” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Ancak hukuki manada “sığınmacı (asylum seeker)” ile “mülteci (refugee) eş anlamlı değildir.
Tarih boyunca gerek ekonomik gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerden dolayı insanlar göç etmiştir. Ancak uzun bir sure boyunca devletler göçe ilişki düzenleme yapmamışlardır. 20. yy’da özellikle I. Dünya Savaşı sonrası devletler iltica konusunu ikili anlaşmalar ile düzenleme yoluna gitmişlerdir. Hiç şüphesiz bu kararda dönemin Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) ilticayı devletler arası ilişkilerde çözülmesi gereken bir problem olarak görmesinin etkisi de büyüktür.
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır.
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır.
Konvansiyonun 1. maddesi uyarınca Konvansiyon hükümleri sadece Ruslar, Ermeniler ve asimile edilmiş mülteciler için uygulanabilecektir (www.refworld.org). Ancak uygulama alanı dar olmasına rağmen 3. maddede getirilmiş olan “sınır dışı etme” ve “sınırdan girişi engelleme” yasağı dönemi açısından önemli bir yeniliktir (Hathaway, 2005:83).
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Dünya’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte ve ölçekte insan hakları ihlalleri meydana gelmiştir. Bu ihlaller neticesinde de çok büyük göç hareketleri ortaya çıkmıştır (Holborn, 1956:32). Ortaya çıkan nüfus hareketliliğinin meydana getirdiği problemleri çözme adına çok uluslu bir adım atmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu kapsamda kabul edilen ilk ilke “iltica hakkı” dır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314.
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314.
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir.
Pek tabi olarak bu hak, kişiler açısından bir talep hakkı olarak düzenlenmiş olup buna karşın devletlere açıkça bir yükümlülük getirmemiştir. Madde metninden yola çıkarak devletlerin “mülteci muamelesi gösterme yükümlülüğünden” ancak dolaylı olarak bahsetmek mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu tarz bir düzenleme eksikliği, düzenleyenlerin eksikliğinden yahut dikkatsizliğinden kaynaklanmamakta dır. Hali hazırda İHEB, ruhu gereği çerçeve bir metindir.
Amacı kazuistik bir düzenleme yapmaktan ziyade kendinden sonra gelecek düzenlemeler için kaynak teşkil etmek, öncülük etmektir. Zira İHEB Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (General Assembly of the United Nations) kararı olup uluslararası bir antlaşma değildir ve Uluslararası Hukuk kapsamında bağlayıcı nitelik taşımamaktadır.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder