Lübnan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lübnan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 3

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 3

 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


   Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfus için şartlı mülteci tanımlaması kullanmak doğru olmayacaktır. Zira şartlı mülteci statüsü alabilmek için öncelikle statü belirlemesinin yapılması gerekir. Ancak “Geçici Koruma” başlığında anlatacağımız üzere Suriyeli nüfusun ülkemize gelişi kitlesel akın (mass influx) şeklinde gerçekleşmesi ile statü belirleme işlemini imkansız kılmıştır. Hali hazırda ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusun üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere beklediğinden bahsetmek de mümkün değildir. Her iki sebep dahilinde Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfus şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyecektir. 

6- İkincil Koruma (Subsidiary Protection) 

YUKK 63. maddesi uyarınca; “Mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine veya ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde; 

a) Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek, 
b) İşkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak, 
c) Uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak, olması nedeniyle menşe ülkesinin veya ikamet ülkesinin korumasından yararlanamayan veya söz konusu tehdit nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı ya da vatansız kişiye, statü belirleme işlemleri sonrasında ikincil koruma statüsü verilir.” Gerek şartlı mülteci, gerekse ikincil koruma 
statüsü kişilerin statü belirleme işlemi sonrasında verilir. Ancak “Geçici Koruma” başlığında anlatacağımız üzere Suriyeli nüfusun ülkemize gelişi kitlesel akın (mass influx) şeklinde gerçekleşmesi açısından statü belirleme işlemini imkansız kılmıştır. Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusa ikincil koruma statüsünün verilmesi hukuken mümkün olmamıştır. 

7- Geçici Koruma (Temporary Protection) 

Yukarıda değindiğimiz üzere Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun göçmen (immigrant), mülteci (refugee), yerinden edilmiş kişi (displaced person), sığınmacı (asylum seeker), şartlı mülteci (conditional refugee) veya ikincil koruma (subsidiary protection) statüsünde sayılması hukuken mümkün değildir. Aslına bakılırsa Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki konumlandırması 
YUKK ve 2014 yılında çıkarılan “Geçici Koruma Yönetmeliği”6 ile açıklığa kavuşturulmuş olup kavram karmaşası sona erdirilmiştir. Sonuç olarak diğer statülere nazaran literatürde daha yeni bir kavram olan geçici koruma (temporary protection) ve geçici korunan (temporary protected) statüleri düzenlenmiştir. 

Geçici koruma kavramı 1990’lı yılların başlarında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde ortaya çıkmıştır (Koser, Walsh & Black, 1998:444). Bu süreçte özellikle Bosna’nın bağımsızlık ilanı sonrasında başlayan olaylar sonucunda milyonlarca mülteci Avrupa’ya akın etmiştir. Bu ani akın karşısında Avrupa ülkelerinin bireysel sığınmacı prosedürleri işlevsiz kalmıştır (Kerber, 1998:197). 

Avrupa ülkelerinin sığınmacıların kendi ülkesinde “güvenli bölge” kurulmasına yönelik eylem planı ise bu bölgelerde yapılan katliamlarla acı bir şekilde sonuçlanmıştır.7 Bu dönemde Avrupa ülkelerinin mülteci kaynağı gözüyle baktığı ülkelere vize uygulamaya başlaması (Bosna Hersek) ve bu şekilde mülteci akınının önüne geçmeye çalışması da sonuç vermemiştir. Tüm bu olaylar zinciri sonucunda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği8 (United Nations High Commissioner for Refugees) tarafından 1994 yılında “Geçici Koruma Hakkında Daha Geniş Kapsamda Not (Note on Temporary Protection in a Broader Context)” yayınlanmıştır. Bu düzenlemede ilk defa geçici koruma rejiminden bahsedilmiştir. BMMYK bu rejime ilişkin şartları belirlerken Yugoslavya krizinde ortaya çıkan problemleri göz önünde bulundurmuştur (Koser, Walsh & Black, 1998:445). 
BMMYK’nin yapmış olduğu tanım uyarınca geçici koruma; insan hakları ihlallerinden ve silahlı çatışmalardan kaçan çok sayıda insana gerekli korumayı sağlamak amacıyla esnek ve pragmatik yöntemlerle sığınmaya ilişkin prosedürlerinin göz ardı edilmesidir (www.refworld.org, 2018). 

Burada sığınma prosedürlerinin askıya alınma sebebi fiziki imkansızlıktır. Zira geçici koruma kavramı bir ani akın zamanında kullanılabilir. Ani akın yahut kitlesel akın (mass influx), tanımlanması yapılmış bir olgu değildir. Ancak ani akınının taşıması gereken şartlar BMMYK tarafından belirlenmiştir.9 Anılan düzenleme uyarınca bir durumun ani akın sayılabilmesi için asağıda yer alan şartların bir kısmını veya tamamını taşıması gerekir; 

(i) Uluslararası sınır üzerinden gelen önemli sayıda insan olması; 
(ii) Gelen insanların varış oranının hızlı olması; 
(iii) Ev sahibi ülkelerin, özellikle de acil durumlarda, tepki kapasitesinin veya absorpsiyon oranının yeterli olmaması; 
(iv) Bireysel sığınma prosedürleri var olan yerlerde, bu kadar çok sayıda başvurunun değerlendirilmesiyle başa çıkılamaması; 

Avrupa Birliği ise 2001 tarihinde geçici koruma ile ilgili düzenleme yapma yoluna 
gitmiştir.10 
Yine aynı şekilde bu düzenlemede de Yugoslavya krizinden bahsedilmiş ve o dönem ortaya çıkmış olan problemler göz önünde bulundurulmuştur. 
Geçici koruma kavramının Türk Hukuku’nda yer alması 2014 yılında olmuştur. 

Bu dönemde geçici koruma ilk olarak YUKK’nin 4. Bölümünde düzenlenmiştir. Geçici koruma başlığı taşıyan 91. madde uyarınca, “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.” Ancak geçici korumanın tam anlamıyla işlenmesi 2014 tarihli “Geçici Koruma Yönetmeliği” ile mümkün kılınabilmiştir. Adı geçen Yönetmeliğin 3. maddesi uyarınca geçici koruma “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak veya bu kitlesel akın döneminde bireysel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirmeye alınamayan yabancılara sağlanan korumayı” ifade etmektedir. 

Madde metni değerlendirildiğinde görülmektedir ki ilgili düzenleme Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirleme amacı taşımaktadır. Bireysel olarak değerlendirilemeyen ve statüsü belirlenemediği için şartlı mülteci yahut ikincil koruma statüsünde yer alamayan kişiler bu düzenleme ile geçici koruma kapsamında sayılacaktır. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye tarihsel süreçte incelendiğinde gelenek olarak sürekli göç alan bir ülke ve 
coğrafyadır. Bu realiteye rağmen Suriye’den yaşanan göç neticesinde ortaya çıkan durum Türkiye için bir ilktir. Zira Suriye savaşına kadarki süreçte ülke dışından gelenler için düzenli olarak yerleştirmesi ve kalacakları veya gidecekleri bilinerek değerlendirilip ona göre önlemler alınması gibi çözüm önerileri oluşturabiliyordu. Yani başka bir bakış açısıyla eski göç dalgaları daha tahmin edilebilirlerdi. 

Suriye’den yaşanan göç her ne kadar Türkiye’nin göçmen alma başarıları neticesinde büyük krizlere neden olmadan sonuçlansa da nihayetinde 5 milyona yakın bir nüfus ile uğraşmak kolay değildir. Bu çerçevede bu kadar fazla bir nufüsun gelmesinin her alana olduğu gibi hukuk alanında da bir karşılığı vardır. 
Türkiye’deki Suriyeli nüfus ile ilgili kullanılan göçmen ve mülteci gibi tanımlamalar günlük hayatta kullanıldığı için belki kabul edilebilir bir durumdadır. Ancak bu ve benzeri kavramların aynı zamanda hukuki statüler olduğunu ve bu tanımlamaların hukuki olarak yanlış olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Çalışmamız neticesinde yapılmış olan değerlendirmeler göstermektedir ki Türkiye’deki Suriyeli nüfus için kullanılması gereken en temel tanımlama “Geçici Koruma” dır. Bu çerçevede her alanda veya en azından yapılan akademik çalışmalarda Suriyeliler ile ilgili “Geçici 
Koruma Altındaki Suriyeliler” ifadesinin kullanılması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Atasoy, E . (2011). Siyasi Coğrafya Işığında Bulgaristan Türklerinin 1989 Yılındaki Zorunlu Göçü. 
Coğrafya Dergisi / Journal of Geography, 0 (21), . Retrieved from 
http://dergipark.gov.tr/iucografya/issue/25049/264435 
Akıncı, B. (2017). Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül Referandum Kararının Türkiye’nin Ulus Devlet Kimliğine Etkileri, Uluslararası Medeniyet Çalışmaları Dergisi, Volume II/ 
Issue II- Winter 2017, Nevşehir. 
Belli, Aziz, Aydın, Abdullah (2017), Türkiye’deki Suriyeli Nüfusa Karşi Gelişen Nefret Söylemleri Ve Sosyal Medya, Kayes 2017 I. Uluslararasi Kahramanmaraş Yönetim, Ekonomi Ve Siyaset Kongresi 12-13-14 Ekim 2017, S.428-439, Kahramanmaraş Deng, F. United Nations High Commissioner for Refugees. (n.d.). Guiding Principles on Internal Displacement. Erişim Tarihi 3 Ocak, 2018, from 
http://www.unhcr.org/protection/idps/43ce1cff2/guiding-principles-internal-displacement.html 
Ghosh, B. (1998). Huddled masses and uncertain shores: insights into irregular migration. The Hague: Martinus Nijhoff. 
Hathaway, J. C. (2012). The rights of refugees under international law. Cambridge: Cambridge Univ. Press. 
Holborn, L. W. (1956). The International Refugee Organization: a specialized agency of the United Nations. London. 
Jacques, M. (2015). Armed conflict and displacement: the protection of refugees and displaced persons under International humanitarian law. Cambridge: Cambridge University Press. 
Kaynak, M., Yinanç, R., & Şahin, C. (1992). Iraklı sığınmacılar ve Türkiye: 1988-1991. Ankara: Tanmak yayınları. 
Kerber, K. (1998). Die vorübergehende Schutzgewährung in der Europäischen Union: völkerrechtliche Grundlagen, innerstaatliches Recht und Harmonisierung unter besonderer Berücksichtigung der Harmonisierungsperspektiven. Leipzig: Leipziger Universitätsverlag. 
Koser K., Walsh M., Black R. (1998). Temporary Protection and the Assisted Return of Refugees from the European Union International Journal of Refugee Law, Volume 10, Issue 3, , s. 444–461, 
Perruchoud, R., & Redpath, J. (2011). Glossary on migration. Geneva: International Organization for Migration. 
Salyer, L. E. (1995). Laws Harsh as Tigers Chinese immigrants and the Shaping of Modern Immigration Law. Chapel Hill: University of North Carolina Press. 
Yılmaz N. (2007). 5543 Sayılı İskân Kanunu Hükümleri Uyarınca Türk Vatandaşlığının Kazanılması. TBB Dergisi, Sayı 68, s. 241-264 
 
İnternet Kaynakları: 

Büyük Türkçe Sözlük. Erişim Tarihi 05.01.2018 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts Chinese Exclusion Act (1882). Erişim Tarihi 28.12.2017 
https://www.ourdocuments.gov/doc.php?flash=false&doc=47# 
Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme. Erişim Tarihi 21.12.2017. www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sozlesmesi-1.pdf 
United Nations High Commissioner for Refugees (UNHCR). Erişim Tarihi 06.01.2018 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php 
United Nations High Commissioner for Refugees. Convention Relating to the International Status of 
Refugees. Erişim Tarihi 01.01.2018 http://www.refworld.org/docid/3dd8cf374.html 
Universal Declaration of Human Rights. Erişim Tarihi 03.01.2018 http://www.un.org/en/universal-declaration-human-rights/ 
1951 Sözleşmesine Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Protokol. Erişim Tarihi 03.01.2018. 

 DİPNOTLAR:

1 1790 tarihli Naturalization Act (Yurttaşlığa Kabul Yasası) uyarınca Çinli nüfus “özgür ve beyaz (free and white)” olduğu için Amerikan vatandaşlığına hak kazanabiliyordu. Göç eden Meksikalılar ve zencilerin vatandaşlık kazanabilmesi için 1924 tarihli Immigration Act’ı (İltica Yasası) beklemesi gerekmiştir. 
2 Konvansiyon Milletler Cemiyeti’nde (League of Nations) görüşülmüş; Belçika, Bulgaristan, Çekoslovakya, Fransa, Norveç, Danimarka, İngiltere, İtalya ve İrlanda tarafından imzalanmıştır. 
Görüşmelere katılan Mısır konvansiyonu imzalamaktan imtina etmiştir. 
3 Çalışmanın devamında “İHEB” olarak bahsedilecektir. 
4 Belirtmek gerekir ki geçmişte ve günümüzde bu tarz durumlarda diğer devletlerin veya bazı uluslararası kuruluşların olaylara müdahil olduğu gözlenmiştir. Ancak bizim burada değindiğimiz husus bunların münferit olaylar şeklinde ortaya çıkmış olup bu konu ile ilgili yetkili bir organın mevcut olmamasıdır. 
5 Çalışmanın devamında “YUKK” olarak bahsedilecektir. 
6 Bakanlar Kurulu Kararı: 13/10/2014 No : 2014/6883, Resmi Gazete Yayın Tarihi: 22/10/2014 No : 29153 
7 Bu katliamlara verilecek en acı örnek Birleşmiş Milletler gözetimindeki “güvenli bölge” olan Srebrenitsa’da gerçekleştirilen “Srebrenitsa Katliamıdır”. 11 Temmuz 1995’de gerçekleştirilen bu katliamda yaklaşık 8.373 kişi hayatını kaybetmiştir. 
8 Çalışmanın devamında “BMMYK” olarak bahsedilecektir. 
9 Conclusion on International Cooperation and Burden and Responsibility Sharing in Mass Influx SituationsConclusion on 
International Cooperation and Burden and Responsibility Sharing in Mass Influx Situations No. 100 (LV) - 2004 
10 Council Directive 2001/55/EC Of 20 July 2001 

http://www.goc.gov.tr/files/files/M%C3%9CLTEC%C4%B0LER%C4%B0N%20HUKUK%20STAT%C3%9CS%C3%9CNE%20%C4%B0L%C4%B0%C5%9EK%C4%B0N%201967%20PROTOKOL%C3%9C.pdf 
 
***

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


   1951 yılına gelindiğinde sorunun daha etkin bir biçimde çözülmesi amacı ile “1951 Cenevre Sözleşmesi (1951 Refugee Convention)” adı ile de bilinen “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme (Convention Relating to the Status of Refugees)” imzalanmıştır. 
Bu sözleşme ile mülteci (refugee) tanımı yapılmış, gerek mültecilerin gerekse devletlerin temel hak ve yükümlülükleri düzenlenmiş tir (www.multeci.org.tr). Bahsi geçen sözleşmenin 1. Maddesinin A fıkrasının 2. bendi uyarınca mülteci : 

“1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, 
tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen” kişilerdir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere sözleşme kapsamında olan kişilerin 1 Ocak 1951 tarihi öncesinde ve Avrupa’da gerçekleşen olaylar sonucunda mağdur olmuş olması gerekmektedir. Bir başka deyişle sözleşmede hem tarihsel hem de coğrafi şart bulunmaktadır. Ancak aynı maddenin B fıkrası bu kısıtlamayı genişletmiştir. Anılan fıkra uyarınca; “1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar" ifadesi, ya,"1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da meydana gelen olaylar” veya" 1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da veya başka bir yerde meydana gelen olaylar" anlamında anlaşılacak ve her Taraf Devlet bu Sözleşme'yi imzaladığı, tasdik ettiği veya ona katıldığı sırada bu Sözleşme'ye göre taahhüt ettiği yükümlülükler bakımından bu ifadenin kapsamını belirten bir beyanda bulunacaktır. 

İlk ifadeyi kabul eden her Taraf Devlet, herhangi bir zamanda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ne göndereceği bir notla, ikinci ifadeyi kabul ettiğini duyurarak yükümlülüklerini genişletme hakkına sahiptir. Bahsi geçen maddenin B fıkrası, sözleşmede yer alan coğrafi şartın kaldırılabilmesinin önünü açmıştır. Ancak tarihsel şart halen daha geçerliliğini korumaktadır. Geniş açıdan bakılırsa 1951’de yapılan düzenleme gelecekte oluşabilecek sorunları çözmeye yönelik bir çaba taşımamaktadır. Bunun yerine Mevcut nüfus hareketlerini düzenlemek istemektedir. 

Ancak nüfus hareketlerinin Konvansiyon’dan sonra da devam etmesi ve bu hareketlerin pek tabi olarak sorunlara yol açması sebebiyle 1967’de New York’ da “New York Protokolü” olarak da adlandırılan “1951 Sözleşmesine Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Protokol (1967 Protocol Relating to the Status of Refugees) kabul edilmiştir (www.goc.gov.tr).  Söz konusu protokol ile birlikte mülteci tanımlamasından "1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucun da” ve "söz konusu olaylar sonucunda" ifadesi çıkarılmak sureti ile tarihsel şart kaldırılmıştır. Aynı zamanda “Taraf Devletler, işbu Protokolü, hiç bir coğrafi sınırlama yapılmaksızın uygulayacaklar dır.” denilmek suretiyle mülteci sayılmak hususunda getirilmiş olan coğrafi şart da kaldırılmıştır. 

Türkiye hem 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne hem de 1967 New York Protokolüne katılmıştır. 
Ancak Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan coğrafi sınırlamayı kaldırmamıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ülkeleri dışında, ülkesine gelen kişileri “mülteci” olarak tanıması mümkün değildir. 

Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun gelmiş oldukları ülke konumuna  bakarak “mülteci” sayılamayacağını belirtmek gerekir. Ancak ne yazık ki güncel hayatta en çok kullanılan tabir “Suriyeli mülteci” şeklindedir. Ancak az önce de belirttiğimiz üzere Suriye’den göç etmiş kimselerin “mülteci” olarak adlandırılması saydığımız bu sebeplerle mümkün değildir. 

Mülteci kavramı yer değiştirme sebepleri bakımından göçmen kavramı ile farklılıklar arz eder. Mülteciler bir zülum tehtidi altında, başka bir ifade ile zulme uğrama korkusu ile ülkesini terk ederken, göçmen kendince haklı gördüğü herhangi bir sebeple ülkesini terk edebilir. Bir başka farklılık ise sahip oldukları koruma yönündendir. Göçmen yurtdışında olsa dahi kendi ülkesinin korumasından yararlanmaya devam ederken, mülteci bu tarz bir korumaya sahip değildir (Hathaway, 2005:85). 

3-Yerinden Edilmiş Kişi (Displaced Person) 

Yerinden edilmeyi (displacement), kişinin bulunduğu yerden veya çevreden ayrılmak zorunda kalması şeklinde tanımlamak mümkündür. Bu duruma maruz kalan kişiye de yerinden edilmiş kişi (displaced person) adı verilir (Deng, 2002:2). En yaygın yerinden edilme sebebi savaş olmakla birlikte doğal afetler, açlık veya ekonomik sebepler de kişiyi yer değiştirmeye zorlayabilir. 

Genel olarak iki tür yerinden edilme kavramından bahsetmek mümkündür. 
Bunlardan ilki kişilerin daha çok geçim sıkıntısı veya daha iyi yaşam gibi sebeplerle yaşadığı yerleri terk etmesidir. Kalkınmakta olan ülkelerde sıklıkla yaşanan bir durumdur. Ülkemizde köyden kente (özellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere) göç şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kişiler ülke içinde yer değiştirmekte olup Uluslararası Hukuk’a konu olmazlar (Deng, 2002:2). 

İkinci kısım ise; zorla çalıştırma, silahlı çatışma veya diğer insan hakları ihlalleri, insan yahut doğa kaynaklı afetler sonucunda yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan ancak yasal olarak tanınmış bir devletin sınırlarına henüz geçmemiş, bir başka ifade ile ülkesini henüz terk etmemiş kimselerdir. (Deng, 2002:2). 

Yerinden edilmiş kişiler, yaşadıkları yerleri mülteciler ile aynı sebepten dolayı terk 
etmektedirler. Ancak ülkeleri sınırları içerisinde kaldıkları veyahut yasal olarak tanınmış bir başka ülke sınırına geçmedikleri için mülteci statüsünde yer almamaktadırlar. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu kişileri koruyan uluslararası bir organ dahi bulunmamaktadır (Jacques, 2012, 185).4 

    Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun ülkesinden ayrılarak başka bir ülke (Türkiye) sınırlarına girmiş olduğu için hukuki manada yerinden edilmiş kişiler sayılması mümkün değildir. 

4- Sığınmacı (Asylum Seeker) 

Sığınmacı (asylum seeker) mülteci statüsü kazanmak için başvuruda bulunmuş ancak başvurusu hakkında henüz karar verilmemiş olan kişileri ifade eder. Basit bir ifade ile sığınmacı, mülteci olma yolunda olan kişidir (Perruchoud & Redpath, 2011:8). 

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere AİHEB’in 14. maddesi uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.” 

Bu hakkın etkin bir biçimde kullanılabilmesi amacıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 33. Maddesinde “ Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak üllkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (refouler) etmeyecektir.” denilmiştir. 

  Bu duruma “geri göndermeme (non-refoulement)” ilkesi adı verilir (Hathaway, 2005:300). 

Hemen belirtmek gerekir ki bu madde kati surette olmayıp istisnaları mevcuttur. 
Bulunduğu ülkenin güvenliği için tehlikeli sayılması yolunda ciddi sebepler bulunan veya özellikle ciddi bir adi suçtan dolayı kesinleşmiş bir hükümle mahkum olduğu için söz konusu ülkenin halkı açısından bir tehlike oluşturmaya devam eden bir mülteci bu hükümden yararlanmayı talep edemeyecektir. Yine 1967 tarihli “Devlete Sığınmaya İlişkin Beyanname’nin (Declaration on Territorial Asylum) 3. maddesi istisnalar dışında “hiç kimse, sınırda reddedilme, ya da sığınma hakkı 
aradığı ülkeye daha önce girmiş ise sınır dışı edilme ya da zulme uğrayabileceği herhangi bir ülkeye zorla geri döndürülme gibi önlemlere maruz kalmayacaktır.” demek suretiyle “geri göndermeme” yasağına bir kere daha vurgu yapmıştır. 
Hiç şüphesiz sığınmacı statüsü geri göndermeme yasağı uyarınca başvuru süresi sonuçlanana kadar geçirilen geçici bir statüdür. Belirtmek gerekir ki sığınmacı olabilmek için “mülteci” statüsünde sayılmak üzere başvuru yapmış olma şartı mevcuttur. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun mülteci sayılmasının hukuki manada mümkün olmadığını daha önce de belirtmiştik. Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun mülteci statüsüne geçişi mümkün olmadığından 
sığınmacı sayılması da mümkün değildir. 

5- Şartlı Mülteci (Conditional Refugee) 

1994 yılında yayınlanan Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar ile Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’in 3. maddesinde de sığınmacı tanımlaması yapılmış olup, sığınmacı “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasidüşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancı” olarak tanımlanmıştır. Dikkat çekicidir ki yönetmelikte mülteci ve sığınmacı kavramının tanımı coğrafi sınırlama dışında aynıdır. Bu durum Türkiye’nin Avrupa dışından gelen kimselere “sığınmacı” statüsü verme isteğini göstermektedir. 

Zira Türkiye hukuki olarak sadece Avrupa’dan gelen kişilere mülteci statüsü vermektedir. 

2013 yılında yayınlanan 6458 tarihli “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”5 bu hükmü zımni olarak ilga etmiştir. YUKK 62. maddesi uyarınca, “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet 
ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci (conditional refugee) statüsü verilir.” Yine aynı hüküm uyarınca üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir. Görüldüğü üzere şartlı mülteci ile sığınmacı kavramı benzer olmakla birlikte aynı değildir. Zira sığınmacı başvurduğu ülkede kalabilmek adına başvuru yapmıştır 
ve bunun sonucunu beklemektedir. Bekleme süresi sonucun açıklanması ile son bulur. Sonucun olumlu olması durumunda kazanacağı mülteci statüsü makable şamildir. Ancak şartlı mülteci için böyle bir durum söz konusu değildir. Şartlı mülteci üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere beklemektedir. Bu bekleme sonucunda Türkiye’den mülteci statüsü kazanması mümkün değildir. 

Bekleme süresi güvenli üçüncü bir ülkeye (safe third country) yerleştirme ile sonlanmış olacaktır. 

***

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1
 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


İsmail SARITEKE* 
Ömer Fuad KAHRAMAN**  
Abdullah AYDIN*** 
* Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, El-mek: ismailsariteke@mail.com 
** Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Bölümü, El-mek: 
kahraman.fuad@gmail.com 
*** Dr. Öğr. Üyes,., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, El-mek: 
abdullahaydin01@hotmail.com 
 


ÖZET 
2010 yılı sonu itibari ile ilk olarak Tunus’ta başlayıp neredeyse tüm Arap ülkelerine hızlı bir şekilde yaygınlaşan olay neredeyse trajikomik bile olsa en çok kullanılan veya bilinen ismi ile Arap Baharı olarak anılmaktadır. Bu olaylar sebebi ile milyonlarca insan evlerinden kopmak zorunda kalmışlardır. Süreçte dünyadaki nüfus hareketliliği çok ciddi boyutlara ulaşmıştır. 
Arap Baharı ve devamında Arap ülkelerinde meydana gelen olaylardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Ülke nüfusunun neredeyse %60’tan fazla bir kısmı başka ülkelerde farklı statülerle yaşamak zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin en başında da Türkiye ve Lübnan gelmektedir. Çok zor şartlar ile ülkelerini terk eden Suriyeliler gittikleri ülkelerde çok ciddi sorunlar ile yüzleşmektedir. Bu sorunların sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası hukuk boyutu da vardır. 
Hukuksal sorunların başında ise bu bireylerin statülerin ne olduğu ve ne olmadığı sorunsalı gelmektedir. Hukuksal açıdan ele alındığında Türkiye’deki Suriyelilerin yasal statüleri üzerinde bir kavram kargaşasına rastlanmaktadır. 

Bu bağlamda çalışmada Türkiye ve dünyadaki Suriyelilerin hukuksal statüleri ele alınarak oluşan kavram kargaşasına çözümler bulunmaya çalışılmıştır. 

Çalışmayı oluştururken ikincil veri kaynaklarından yararlanarak, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile olan münasebetlerine yer verilerek hukuki statüler değerlendirilmiştir. 

Giriş 

Arap Baharı veya her ne isim ile anılırsa anılsın 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir üniversite mezunu işbortacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Arap Dünyası ve dolayısıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletleri ve halkları için büyük değişim veya başka bir bakış açısıyla yıkım getirmiştir. Nitekim bu bağlamda birçok düşünür bu noktada Arap Baharı yerine Sonbaharı veya Kışı ifadesini kullanmaktadırlar (Belli ve Aydın, 2017: 428). 

Yaşanan bu olayların Arap ve Ortadoğu coğrafyasının önemli ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerinden biri olan Suriye’ye sıçramaması düşünülemezdi. Nitekim olaylar, hızlı bir şekilde tüm Suriye çapına yayılmış ve burada ciddi bir insani kriz ortaya çıkarmıştır (Akıncı, 2017:3-23). Bu insani kriz neticesinde hem ülke içi hem ülke dışı göç hareketleri gerçekleşmiştir. Ülke dışına gerçekleşen göçlerden en çok etkilenen ülke ise Türkiye olmuştur. 
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sayısı 5.481.615 iken bunlardan 3.424.237 tanesi Türkiye’de yaşamaktadır 
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php). 

Bu bağlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak ülkesine gelen Suriyeli nüfusu kontrol etme, regüle etme ve düzenleme çabası içerisine girmiştir. 

Ancak Türkiye’nin anayasasındaki “hukuk devleti” ifadesi gereğince devletin yaptığı her hareketin belli normlar çerçevesinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilk olarak devletin Türkiye’ye gelen Suriyeli nüfus ile ilgili bir statü belirlemesi gerekmektedir. Zira ülkemizde Suriyeli nüfusun hukuki statüsüne ilişkin büyük bir yanılgı hâkimdir. Sadece basın yayın organlarında değil akademik 
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır. 


1. Göçmen (Immigrant) 

İnsanlık tarihi boyunca topluluklar kimi zaman istekleri doğrultusunda kimi zaman da zorla yaşadıkları yerleri terk ederek başka bölgelere göç etmişlerdir. Türk Dil Kurumu’na göre göç (migration): “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi…” anlamına gelmektedir  (http://www.tdk.gov.tr). 

Basitçe göçü, insanların bir yerden başka bir yere hareketi şeklinde 
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır. 
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov). 

Bu yasanın ırkçı temelden ziyade ekonomik korkularla kabul edildiğinden bahsetmek mümkündür. Çinli nüfusun daha ucuz iş gücü olmasının yerli Amerikan nüfusunu işsiz bırakması sonucu kabul edilmiştir (Salyer, 1995:10). Belirtmek gerekir ki bu işsizlik sonucu yerli Amerikan halkının Çinli işçilere karşı ırkçı tepkileri de doğmuştur. (Ne tesadüftür ki günümüzde ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusa karşı da aynı sebeplerle ırkçı tepkiler sergilenmektedir.) Söz konusu yasa ile birlikte Çinlilerin Amerika’ya 10 yıl boyunca göç etmesi yasaklanmış, ayrıca yine 10 yıl boyunca Çinlilerin Amerikan vatandaşlığı alamayacağı kabul edilmiştir. 1 

Bu yasa ile birlikte Dünya’da yasal- yasa dışı göç ayrımı yapılmaya başlanmıştır. Dünya genelinde kabul gören bir tanımı olmamakla birlikte Uluslararası Göç Örgütü’ne (International Organization for Migration) göre yasal göç, gidilecek ülkenin mevzuatına aykırı olmayan, ilgili ülkenin mevzuatınca yasaklanmamış göçtür (Perruchoud & Redpath, 2011:34,35). Yasal göçün hedef ülke kadar gönderen ülke açısından da yasal olması gerekir (Ghosh, 1998:1). Bir başka deyişle kişinin, ülkesini yasal olarak terk etmesi gerekir. Yasa dışı göçe “düzensiz göç (irregular migration)” de denilmektedir. Yasa dışı göç, yasal göçün aksine hedef ülke veyahut gönderen ülke mevzuatlarına aykırı olarak gerçekleşir. 

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), düzensiz göç tabirinin kullanılmasını daha uygun bulmaktadır çünkü, yasa dışı göç tabirinin, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti vakaları ile sınırlı kalma eğilimi bulunduğunu düşünmektedir. Kanaatimizce “yasa dışı” tabiri “düzensiz” ifadesine nazaran hukuka aykırılığı belirtme noktasında daha keskin bir ifade olduğu için bu görüş yanlıştır. Zira bir kişinin insan kaçakçılığı yahut ticareti olmadan sırf pasaportsuz olarak gönderici ülkeyi de terk etmesi kanuna aykırı ve yasa dışıdır. 

Ülkemiz coğrafik konumu itibariyle göçün hedef ülkesi olma pozisyonundan ziyade transit ülke olma konumundadır. Bununla birlikte ülkemizin gerek 1989- 1992 yılları arasında Bulgaristan’dan gelen Türk soyundan yaklaşık 350 bin kişinin (Atasoy, 2010:12), gerekse 1990’lı yılların başında Irak’tan Türkiye’ye göç eden 500 bin Kuzey Irak’lının (Kaynak, Refet, Şahin 1992:27) hedef ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. Az önce de değindiğimiz üzere Türkiye’nin transit ülke konumunda olması daha çok yasa dışı göç yahut düzensiz göç ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmaktadır. 

Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere göçmenler ülkelerini her zaman zulüm korkusu ile terk etmezler. Ekonomik sebeplerle örneğin; iş bulma ümidi ile de kişi ülkesini terk edebilir. Bir başka ifade ile göçmen ülkesini kendince haklı olan herhangi bir sebeple terk edebilir. Ancak bir kimsenin göçmen olarak adlandırılabilmesi için bu kişinin ülkesinin korumasını kaybetmemesi gerekir (Hathaway, 2005:85). 

Uluslararası Hukukta yer alan göçmen tabiri ile Türk Hukukunda yer alan göçmen tabiri tamamen farklıdır. 5543 Sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin d fıkrasında yapılmış olan tanım uyarınca göçmen; “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” Yine aynı kanunda “serbest göçmen (3/e)”, “iskanlı göçmen (3/f)” ve “münferit göçmen (3/g)” tabirlerine de yer verilmiştir (Yılmaz, 2007:250). Ancak bu ayrımlar toplu halde ya da bireysel gelme veya özel getirilme gibi durumlar için geçerli olup her halükarda Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartı geçerliliğini korumaktadır. 

Görüldüğü üzere Türkiye’de yer alan Suriyeli nüfusun tamamı için göçmen tabirini 
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar. 

2-Mülteci (Refugee) 

Türk Dil Kurumu’nda iltica, “sığınma” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Aynı şekilde mülteci de “sığınmacı” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Ancak hukuki manada “sığınmacı (asylum seeker)” ile “mülteci (refugee) eş anlamlı değildir. 

Tarih boyunca gerek ekonomik gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerden dolayı insanlar göç etmiştir. Ancak uzun bir sure boyunca devletler göçe ilişki düzenleme yapmamışlardır. 20. yy’da özellikle I. Dünya Savaşı sonrası devletler iltica konusunu ikili anlaşmalar ile düzenleme yoluna gitmişlerdir. Hiç şüphesiz bu kararda dönemin Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) ilticayı devletler arası ilişkilerde çözülmesi gereken bir problem olarak görmesinin etkisi de büyüktür. 
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır. 

Konvansiyonun 1. maddesi uyarınca Konvansiyon hükümleri sadece Ruslar, Ermeniler ve asimile edilmiş mülteciler için uygulanabilecektir (www.refworld.org). Ancak uygulama alanı dar olmasına rağmen 3. maddede getirilmiş olan “sınır dışı etme” ve “sınırdan girişi engelleme” yasağı dönemi açısından önemli bir yeniliktir (Hathaway, 2005:83). 

   İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Dünya’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte ve ölçekte insan hakları ihlalleri meydana gelmiştir. Bu ihlaller neticesinde de çok büyük göç hareketleri ortaya çıkmıştır (Holborn, 1956:32). Ortaya çıkan nüfus hareketliliğinin meydana getirdiği problemleri çözme adına çok uluslu bir adım atmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu kapsamda kabul edilen ilk ilke “iltica hakkı” dır. 
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314. 
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir. 

Pek tabi olarak bu hak, kişiler açısından bir talep hakkı olarak düzenlenmiş olup buna karşın devletlere açıkça bir yükümlülük getirmemiştir. Madde metninden yola çıkarak devletlerin “mülteci muamelesi gösterme yükümlülüğünden” ancak dolaylı olarak bahsetmek mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu tarz bir düzenleme eksikliği, düzenleyenlerin eksikliğinden yahut dikkatsizliğinden  kaynaklanmamakta dır. Hali hazırda İHEB, ruhu gereği çerçeve bir metindir. 
Amacı kazuistik bir düzenleme yapmaktan ziyade kendinden sonra gelecek düzenlemeler için kaynak teşkil etmek, öncülük etmektir. Zira İHEB Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (General Assembly of the United Nations) kararı olup uluslararası bir antlaşma değildir ve Uluslararası Hukuk kapsamında bağlayıcı nitelik taşımamaktadır. 

***

16 Şubat 2020 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2



VI. İRAN PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİNİN ANLAMI- 
DR. ARZU CELALİFER EKİNCİ 

    Ben biraz da Türkiye İran ilişkilerine İran nasıl bakıyor bu ilişkilerin İran açısından anlamı ne onu açmaya çalışacağım. Bunu yapmadan önce kısa bir giriş yapacağım. Bazı noktalarda bayram Hoca ile örtüşebilir ama kısaca hatırlatmak gerekirse Türkiye İran ilişkileri Atatürk döneminde başladı soğuk savaş döneminde evirildi ivme kazandı ancak 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi sonrası ilişkiler bir miktar duraksama ve gerileme noktasına geçti ve zaman zaman ikili ilişkiler gerilimlere sahne oldu. İran Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ideoloji farkı iki ülkenin yeri geldiğinde birbirine anti tez olarak kullanma noktasına gelmesine sebebiyet verdi. Bir anda Türkiye İran’ı İslam Devrimi ihraç etmekle köktenci grupları desteklemek ve PKK’ya destek vermek gibi konularda suçlarken İran da rejim muhaliflerini Türkiye’nin kendi topraklarında barındırması ve suçlularla ilgili İran’la işbirliği yapmaması hususunda suçluyordu. Ve daha önce de belirtildiği gibi; bir noktada bir dönem büyükelçilerin geri çekilmesine kadar geldi ilişkiler. Fakat Sovyetlerin yıkılması sonrasında ve özellikle İran’da pragmatik cumhurbaşkanı Rafsancani’nin başa geçmesi sonucunda ilişkilerde özellikle ekonomik ilişkilerde iyileşme ve işbirliği başladı. Fakat diğer yandan Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde de bir rekabet söz konusu olmaya başladı. Turgut Özal dönemine Turgut Özal’ın çok taraflı politikasıyla gelişmeye başlayan ikili ilişkiler Necmeddin Erbakan döneminde farklı bir noktaya geçti ve farklı bir sayfa açıldı ilişkilerde çünkü Erbakan İran 
yönetimini kendine daha yakın hissediyordu. 2002 yılında Ak Parti hükümetinin başa geçmesiyle ilişkiler çok daha farklı bir noktaya geçti. Başbakan Erdoğan döneminde ilişkiler çok hızlı bir şekilde yükselen bir trend izlemeye başladı ve bu dönemi değerlendirirken de ben iki döneme ayırmayı faydalı buluyorum. 2002-2010 yılları arasındaki dönem ve 2010 yılı yani Arap Baharı’nın olduğu dönemden günümüze kadar ki dönem. 

1. Dönem ilişkilerine baktığımızda yani AK Partin’nin yönetime geçmesi ve Arap Baharı sürecine kadar olan dönemde ekonomik siyasi ve güvenlik konularında ikili ilişkilerin her anlamda karşılıklı olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Ticaret ilişkilerinde ticaret hacminin artması, Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği politikanın ilişkilere yansıması, Türkiye’nin İran nükleer krizi hususunda İran’dan yana bir tavır takınması ve uluslararası platformda İran nükleer krizinin kimi zaman hamiliği noktasına gelmesi, petrol doğalgaz alanında işbirliği yapılması, Kürt ayrılıkçı hareketlerine karşı imzalanan güvenlik protokolleri ve Türkiye’nin tek taraflı ABD yaptırımlarına destek vermemesi ve son olarak da iki ülkenin birbirlerinin iç işlerine müdahale etmemeleri hususunda gösterdikleri hassasiyetler bu dönenim altın çağı olarak değerlendirmesinin temel faktörleri olarak sayılabilir. Tabi burada önemle belirtilmesi gereken husus İran’ın Türkiye’ye bakışında ki güvensizliğinde önyargının aşılmasında bir takım faktörlerin daha önde olduğu ve belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor. Neydi bunlar? Ak Parti hükümetinin her ne kadar laik bir Türkiye yönetiyor olsa da İslami kökene sahip olması birinci nedendi. Ve ikinci nedene baktığımızda bu tarihe kadar Ortadoğu olaylarına uzak ve batıya yakın dış politika izleyen 
Türkiye’nin artık yeni bir dış politika izlemeye başlaması ve bunun paralelinde bölge meseleleriyle daha fazla yakından ilgileniyor olması hatta müdahil oluyor olması ayrı bir faktördü. Diğer önemli faktöre baktığımızda ise Türkiye’nin İsrail konusunda takındığı tavır oldu ki bu önyargının aşılması ve İran’ın Türkiye’ye daha da ısınmasında en önemli nedenlerden bir tanesi oldu. 

    Bütün bunlar artık Türkiye’nin batıdan daha bağımsız politikalar izleyebileceği fikrini İran’da uyandırmıştı ve bunun ispatlanmış örnekleri vardı. Neydi bunlar? Mesela 1 Mart Tezkeresi. İran nükleer krizinde Türkiye’nin takındığı tavır, yaptırımlar hususunda Türkiye’nin gayet net ve sert durması bunun örnekleriydi. 

    Şimdi gelelim ikinci döneme yani Arap Baharı ve günümüze kadar geçen döneme. Burada belirleyici iki faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; Arap Baharı faktörü, ikincisi ise NATO Füze Kalkanı Projesidir. Arap Baharına baktığımızda altın çağlarını yaşayan ikili ilişkilerin beklenmeyen bu süreçle birlikte ciddi anlamda yara aldığını gördüğümüz bir dönem. Olayların  başlangıcında Arap ülkelerinde gelişen olaylara benzer tepkiler gösteren iki ülke iş Suriye’ye gelince tamamen dağılma noktasına geçtiler. Çünkü ikisinin de olaya bakışları politikaları ve hedefleri farklıydı. İran Esad rejiminin kalmasını ve yapılacak reformların dış müdahale olmaksızın gerçekleşmesini savunuyordu. Bunun bir yandan da varlığını sürdürme mücadelesi olarak gördüğünden tüm kapasitesini Suriye’ye yönlendirdi ve Rusya’yla ortak hareket ederek Esad 
yönetiminin ayakta kalması için desteğini sürdürdü. Türkiye ne yaptı? Esad rejimini reformlar hususunda ikna edemeyeceğini anlayınca Esad rejiminin gitmesi gerektiği hususunda ciddi şekilde ısrarını devam ettirdi. Ve karşı kampı aktif şekilde desteklemeye başladı. Bu noktada iki ülke arasındaki gerilim arttı ve açıklamaların tonu giderek sertleşmeye başladı iki ülke arasında. İran 
Türkiye’yi Suriye’ye karşı düşmanca tavır takınmak ve Türkiye’nin bölgesel politikasını kendi bölgesel politikasına aykırı ve batının hedef ve stratejilerine paralel hareket etmekle suçlamaya başladı. Arap ayaklanmaları aslında bölgenin iki büyük devleti olarak hem Türkiye hem İran için tehdit ve fırsatları beraberinde getirmişti. Artık her iki taraf da ulusal çıkarları doğrultusunda farklı 
ülkelerdeki hareketlere yönelik birbirleriyle çelişen çatışan tutumlar sergileyebiliyorlardı. Fakat Suriye konusunda işler çok ciddiydi çünkü hiçbir taraf geri adım atmıyordu. Türkiye’nin Suriye politikasının İran’la çelişmeye başladığı yıllarda bu sefer İran’daki şahinler yani ultra muhafazakârlar bu durumu fırsat bilip Türkiye’yle ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini Türkiye’nin asıl hedefinin kendi yönetim modelini Arap ülkelerine uygulamak olduğunu ve en 
nihayetinde bölge liderliğini hedeflediğini ileri sürdüler ve Türkiye’yle ilişkilerin anlamsız olduğunu baştan söylediklerini ve bunun bu şekilde olması gerektiği hususunda elleri güçlendi. 

Farklı ağızlardan farklı açıklamalar gelmiş olmasına rağmen asıl önemli olan dini liderin bu husustaki görüşüydü ve 2002 yılında başbakan Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında Hamaney’in sarf ettiği sözleri hatırlamış olmak belki faydalı olur. Hameney; İran İslam Cumhuriyeti Türkiye’yle ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine katiyetle inandığını belirtti. Ne zaman iki ülke farklı hususlarda aynı tarafta yer almış ve birbirleriyle işbirliği yapmışlar ise hem İran’ın hem 
Türkiye’nin hem de İslam âleminin lehine sonuçlanmıştır. Tabi bunu söylerken ABD’nin Suriye hususunda hiçbir planına dâhil olmayacaklarını dış güçlerin Suriye’ye müdahil olmalarına karşı olduklarını ve bölge ülkelerinde doğru kararlar alacağını umduklarını eklemeyi de unutmadı. 

Burada ki mesaj çok açıktı; kırmızıçizgimiz belli Suriye bizim kırmızıçizgimizdir onun haricinde 
    Türkiye ile bir sorunumuz yok. Neyse ki 2013 yılında Türkiye’nin Suriye politikasında esneme olması tansiyonun biraz daha düşmesini sağladı. Türkiye’nin tonu biraz daha düşürünce bu sefer o gerilim biraz daha azaldı. Ve Suriye meselesinin aslında şöyle iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 
Bir, İran kırmızıçizgisini ikili ilişkilerde net bir şekilde ortaya koydu. İkincisi Türkiye Ortadoğu politikası hususundaki kapasitesinin sınırlarını öğrenmiş oldu. Bu nedenle Suriye’nin böyle iki önemli sonucu var. Her iki tarafın da aslında bildiği bir gerçek var fakat bütün bunlar devam ederken; Arap ülkelerindeki hareketler sonucunda Arap dünyasında oluşan boşlukları ancak birileri 
işbirliği yaparak anlamlı bir şekilde doldurabilirdi. Mevcut bölgesel konjonktürde iki ülkenin çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ancak işbirliği bir sonuç yaratabilirdi ve tek başlarına yapacakları hareketler bir şekilde anlamsız kalacaktı. İki tarafta bunun farkında aslında. Çünkü birisinin yapacağı hareket diğerine çelme takma anlamında olacak ve hiçbir yere varmayacak. 

    NATO Füze kalkanı projesine baktığımız zaman aslında gerginliğin bir diğer önemli nedeninin bu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Türkiye İran lehine bu hususla ilgili çok uğraş vermiş olsa da bu plan dâhilinde, İran ismini çıkartmış olsa da ve İran’da bunun farkında olmuş olsa da nihayetinde bulunduğu, konum NATO üyeliği batıyla ittifakı göz önünde bulundurulduğunda en sonunda buna evet demek durumunda kaldı. Fakat yine ne oldu? Yine; şahin kesim çok sert bir şekilde açıklamalar yapmaya başladı ve Türkiye –İran ilişkileri askeri alandan 
diplomatik alana kadar farklı yorumlara maruz kaldı. Farklı yorumların olduğunu söyleyebiliriz; kimileri Türkiye’nin bu konudaki çabalarını hatırlatırken kimileri de bakın sizle daha iyi ilişkiler kurup nükleer müzakereler gibi çok hassas bir konuya müdahil ettiğiniz Türkiye bu işte sonunda rengini belli etti yorumunu yaptı. Bazı resmi ağızlardan istenmeyen açıklamalar oldu ancak İran siyasetini takip edenler İran’da farklı kesimlerden gelen açıklamaların dini liderin de desteği olmaksızın bir anlam ifade etmediğini çok iyi bilirler. Neyse ki iki ülke Dış İşleri Bakanları bu krizi ve söylemleri çok iyi şekilde idare etti ve gerginlik büyük bir krize dönüşmedi. Tabii NATO füze kalkanı projesi ile ilgili ilginç diğer bir iddia da şu idi; Türkiye İran ilişkileri 2002-2010 yılları arasında altın çağlarını yaşadı. Ciddi anlamda ivme kazandı. Bundan rahatsız olan ABD, Türkiye İran ilişkilerine bir şekilde sekte vurmak ve İran’ın Türkiye’ye bu stratejik yakınlaşmasının asıl 
sebebinin yaptırımları aşıp izolasyonu kırmak olduğunu bildiği için bir şekilde ilişkileri zedelemek istediği için bu projeyi ortaya attı şeklinde de bir iddia olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Tabi bazılarına göre de Suriye konusunda İran’la Türkiye ihtilafa düştükten sonra Türkiye projeye evet demişti. 

    Şimdi tüm bu gerginlikleri bir kenara bıraktığımızda neden iki ülkenin karşılıklı ilişkilerde çatışmaktansa işbirliğini tercih etmek durumunda olduğunu değerlen direcek olursak ekonomik kültürel ve siyasi açıdan farklı nedenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman gerilip bazen kopma noktasına gelen iki ülkenin ilişkileri normal seyrine döndürme ve birbirini idare etme konumunda olduğunu ve bu tecrübeye sahip olduğunu da biliyoruz. Şimdi faktörlere çok kısaca 
bakacağım; ekonomik açıdan baktığımızda ekonomik ilişkiler esasında İran Irak savaşı döneminde çok verimli bir şekilde artmaya başladı. Çünkü; Türkiye’nin istikrarlı petrol alımına ve trampa usulü çalışabileceği yeni bir pazara ihtiyacı vardı. İran’ın da bu savaş sırasında ithalatı güvenli ve sürekli bir biçimde gerçekleştireceği bir ülkeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu karşılıklı ihtiyaç iki 
ülkenin o dönemlerde birbirine karşı duyduğu güvensizliği bir kenara bırakıp dondurup bunları bir krize dönüşmesine engelleyip işbirliğine çevirmesine neden olmuştu. Dolasıyla; 1985 yılı itibarı ile iki ülke arasında ticaret hacmi zirve noktaya ulaştı. İkili ticaret anlaşmaları imzalandı, 1996 yılında da bugüne kadar devam eden doğalgaz anlaşması imzalandı. Ve biraz önce Bayram Hoca’nın da bahsettiği gibi 900 milyon dolar civarında olan ticaret hacmi bugün 23 milyar dolar civarında ki bu azımsanamayacak bir oran. Bunun 4 milyar doları enerji haricindeki ticaret. Tabi bu ilişkilerin lokomotifi enerji işbirliği ekonomik ilişkilerden söz ederken bunu geçemeyiz. Bu konuda her iki ülkenin de karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğunu söylemek durumundayız. 

Türkiye enerji çeşitliliği ve devamlılığı politikası çerçevesinde ve enerji tüketicisi bir ülke olarak coğrafi yakınlık itibarı ile de böyle bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. İran ise milli gelirinin yüzde 80’ininden fazlası enerjiye bağımlı bir ülke olarak enerji üreticisi bir ülke olarak bu kadar yakına enerjisini ihraç edebileceği ve Avrupa pazarına açılabileceği bir ülkeye ihtiyacı var dolayısıyla bir karşılıklılık ihtiyacın dan bahsediyoruz. Tabi Türkiye’nin İran açısından bir diğer anlamı da İran ’ın siyasi inzivadan kurtulma ve yaptırımları delme fırsatı yakalamış olması. Çünkü Türkiye sadece BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarıyla bağlı olduğunu söylemiş ve başından beri tek taraflı yaptırımları uygulamamıştır. Diğer taraftan ise; bu tek taraflı yaptırımlar paralelinde körfez ülkeleri de etkilendi ve çok yoğun olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyet gösteren İran şirketlerinin 
kapanması söz konusu oldu. Bunlar kapandıktan sonra en yakın nerde açılabilir lerdi ? Son 2 3 yıl içerisinde; İstanbul’da hızla açılan ve ticaret alanında ciddi ivme kazanan İran şirketlerinin sayısı da malum. Uluslararası para transferiyle ilişiği kesilmeye çalışılan İran’ın Türkiye sayesinde altın yoluyla ticaretini gerçekleştirmeye çalışması tabi diğer bir gerçek. 

    Şimdi kültürel sosyal açıdan baktığımız zaman; İran halkının Türkiye hakkındaki görüşlerinin son 15 yıl içerisinde ciddi anlamda bir değişim gösterdiğini görüyoruz. Çünkü İran’da yasak olmasına rağmen kullanılan çanak antenler sayesinde Türk kültürüyle tanışma fırsatı bulmuşlar ve bu vesile ile çok ciddi bir İranlı turist nüfusu Türkiye’yi ziyaret ediyor ve geçen yılki İranlı turist sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Aynı şekilde İran’a yapılan turistik turlar da artış göstermiş vaziyette. 

Son olarak siyasi açıdan baktığımız zaman; en önemli konu olarak İran nükleer kriziyle başlamak istiyorum. Çünkü İran’ın 2003 yılından itibaren siyasetin en önemli konusunu İran nükleer krizi oluşturuyor. Türkiye’nin bu husustaki resmi politikası başından beri aynı çizgide devam etti. İran’ın barışçıl nükleer programını destekliyoruz hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını istemiyoruz ve krizin diplomatik yollardan çözülmesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız şeklinde bir açıklama yapıldı ve bundan da hiç sapmadı. Bu durum ikili ilişkilerde önemli bir lokomotifti. Bununla da kalmayıp Türkiye İran nükleer krizi müzakerelerine ev sahipliği yaptı ve müzakerelerin tıkandığı noktalarda yeniden başlanması için kolaylaştırıcı rol oynadı. Hatta 
daha da ileriye gidip Türkiye; Brezilya ile işbirliği içerisinde Tahran Deklarasyonlarının imzalanması gibi bir başarıya da imza attı. Burada artık kolaylaştırıcı rolden arabulucu olma rolüne evirildi. Bu Deklarasyon büyük bir başarıydı çünkü İran içerisinde Türkiye’yle ilişkilere şüphecilik ve rekabet perspektifinden yaklaşan ve Türkiye’nin böylesi önemli bir konuda diplomatik bir puan kazanmaması gerektiğini düşünen kesimler vardı. Fakat buna rağmen İran ikna edilebilmiş ve gerçekten o zaman çıkış kapısı olabilecek çözüm modeli ortaya konulmuştu. Peki ne oldu da bu kadar takdir edilmesi gereken bir plan tenkitle karşılandı. İran’a karşı bir yaptırım kapıdaydı yaptırım kararı ve İran’a Türkiye’nin Tahran Deklarasyonunu masaya koyması bunu sekteye uğratabilirdi. Çünkü İran konusunda yaptırım kararının alınabilmesi için batı ülkelerinin haricinde Rusya ve Çin’in ikna edilmesi gerekiyordu. Bu zaten çok uzun süreli bir şeydi nerdeyse bir yıl kadar onları ikna etmekle uğraşıyorlardı. Son dakikada böyle bir şey çıkmış olmasına son derece sinirlenmişlerdi. Velhasıl kelam plan işe yaramadı ve yaptırım kararı oylandı. Brezilya ile Türkiye buna hayır dediler ve bu çok önemli bir gelişmeydi. Amerika ve Avrupa’yla ilişiklerine rağmen 
Türkiye’nin yaptırım kararına hayır demiş olması aslında kendisi açısından çok büyük bir riskti. 

Bunu yapmalı mıydı? Naçizane kendi fikrim evet bunu yapmalıydı. Çünkü Tahran Deklarasyonunu yaşatacaktı. Madem böyle bir süreci başlatacaktı evet bunu devam ettirmeliydi. Türkiye müdahil olmalı mıydı? Evet, müdahil olmalıydı eğer bu bölgede yaşıyorsan, bu bölgede İran nükleer krizi gibi yanı başında bir ülkede bu kadar önemli bir olay gerçekleşiyorsa ve gerek yaptırım kararları gerek olası askeri müdahale durumunda her şeyin ucu sana dokunuyorsa bu krize müdahil olup bir şekilde elinden geleni yapmalısın ve Türkiye de yapması gerekeni yaptı. İran açısından baktığımızda; İran’ın bu konuya en nihayetinde sıcak yaklaşmasının bir nedeni konjonktürel gereklilikten kaynaklanıyor. Gittikçe köşeye sıkıştırılmaya çalışılan İran’ın Müslüman bir bölge ülkesi ve batıyla iyi ilişkileri olan bir ülkeyle bu yola çıkması çok mantıklıydı. İran da bu şekilde ikna oldu ve bahsettiğim faktörler dolasıyla Türkiye’ye karşı ön yargılarını da kırmıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin krizin çözümlenmesi hususundaki samimiyetine inanıyordu. 

Diğer önemli bir mesele de güvenlik meselesi. İran ile Türkiye’nin PKK ve onun uzantısı PEJAK gibi bir sorunları var. Her ne kadar Irak konusunda farklı yaklaşımları olsa dahi ikisinin de farklı bir hedefi olduğunu biliyoruz. Nedir bu ırak bütünlüğünün korunması ve sağlanması. Benzer bir dava Suriye’deki Kürtlerle ilgili olarak Suriye’de de devam ediyor. Dolayısıyla Suriye hususundaki ihtilafları konusunda da baktıkları zaman orada da Kuzey Iraktakine benzer bir 
oluşumun kapıda olduğunu gördüklerinde daha fazla bu ayrışmayı devam ettirmeyip en azından ortak bir noktada buluşup sorunun çözümlenmesi gerektiğinin farkına varmışlar gibi görünüyor. 
PKK ve PEJAK gibi bir sorun İran-Türkiye hatta Irak ve Suriye işbirliği olmaksızın çözülecek bir konu değil. Gerek bölgenin coğrafi özellikleri dolayısıyla gerekse siyasi açıdan işbirliğini gerektiren bir mevzu. Dolayısıyla ortak çıkar konuları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye İran ilişkilerinin bir şekilde devam etmesi gerektiğine ve ikisinin de güvenliklerinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğunun farkında olduklarını söylemem gerekiyor. Birinde meydana gelecek olan tehdit hiç şüphesiz diğerini de etkileyecek. Dolayısıyla bunu akılda tutarak hareket ettiklerini söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ve bazı uzmanların ekstrem yorumları ve yargılarına rağmen bölgede İran ve Türkiye birbirlerini ciddi tehdit olarak algılamıyorlar. Ama bölgesel nüfuz hususunda birbirlerini rakip olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Ve son tahlilde de ilişkilerini ideolojiyi karıştırmadan pragmatik çizgide hareket etmeyi bugüne kadar başarabildiklerini bunun için de daha öncede bahsettiğimiz faktörlerin olduğunu ve bunlarında çok 
geçerli faktörler olduğunu söyleyebiliriz. 

Teşekkür ederim. 

VII. SORU/CEVAP - KAPANIŞ 

Soru 1: 
İran Açısından baktığımızda Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisi nasıldır? 

Soru 2: Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda bir tezi var. 20. yyda Avrasya’ya hâkim olmak gerekir, Avrasya’ya hâkim olmakla ilgili de bazı teoriler var. Ondan sonra da ABD’nin Avrasya’yı yönetebilmesi için iki seçeneği var, biri bütün stratejik noktalarda kendine askeri alanlar tesis etmesi gerekiyor, ikinci seçenek 
de bazı bölgesel güçleri kullanarak diğerlerine karşı onları böylece engellemek olacağını söylüyor. 
Bu bağlamda ABD’nin ikincisini tercih ettiğini öne sürüyor. Örnek olarak Rusya’ ya karşı Avrupa Birliği’ni, Çin’e karşı da Japonyayı desteklediğini söylüyor. Türkiye-İran ilişkilerini de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Soru 3: Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinden sonra, Türkiye’nin İran’a son yaklaşımı ve Türkiye’nin bundan sonra Ortadoğu’da hangi çizgide hangi yönde tavır alacağını çok merak ediyorum. Bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz? 

Cevap - Mehmet Şahin (MŞ): Ben İran’ın bu 5+1 sonuç verirse İran’ın inanılmaz bir şekilde atağa geçeceğini düşünüyorum. Sebebi de şu, İran’a Bayram hocayla Eylül ayında 5-6 günlük bir ziyaret yaptık, şöyle söyleyeyim İran’ın çok önemli iki kaynağı var; bunu kullanırsa doğumuzda hızlanan bir süreç görürüz. İran’ın 
İran dışında 79’dan sonra çıkan inanılmaz yetişmiş bir insan kaynağı var. Ben bunu birkaç konferansta söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç gün önce biliyorsunuz İran’da dışarıya giden insanların İran’a gelmeleri konusunda İran’dan bir açıklama yapıldı. ABD’ de Avrupa’da hem fizik, kimya ve teknik 
bilimlerde hem de sosyal bilimlerde İran’ın dışarda yetişmiş Euro Minds dediğimiz dünyayı iyi tanıyan bir insan kaynağı var. Bir tanesi de bizimle aynı masada oturuyor şuanda Arzu Hanım onu da belirtmek isterim. 

Bu konuda ben İran’ın bundan sonraki süreçte çaba göstereceğini düşünüyorum. İkincisi de enerjisini satabilirse, bu iki kaynak İran için en önemli stratejik kaynaktır. Yalnız dışardaki insan kaynağının en az enerji kadar önemli olduğunu düşünüyorum çünkü içerideki devleti yöneten kitle çok ideolojik. Yani o ideolojik kesimin halkla ilişki kurmasında bazen kopukluk olabiliyor. Otuz küsur yıl ideolojiyle yatıp kalkıyorsunuz bir korku taşıyorsunuz ama dışardaki insanlar öyle değil. Dışardaki insanlar dünyayı çok daha iyi biliyorlar. Özal’ın yaptığı gibi bu kitleyi çekebilirse İran’ın hızlı bir kalkınma sürecine gireceğini söylemek 
mümkün. 

Bence Türkiye’nin İran ilişkilerini değerlendirirken ortak cevap vermek istiyorum, şu şekilde bakmak lazım; sürekli rekabet üzerinden değerlendirmek belki benim aldığım eğitime yakışmıyor gibi geliyor. Çünkü ben stratejik açıdan bakmıyorum yani ben asker değilim, yani çok hoşuma gitmiyor bu bakış açısı yani sürekli karşımdakini düşman görmek. İran’la Türkiye birlikte yaşamak zorunda. Şimdi yakın coğrafyama bakıyorum, İran’la Türkiye’nin sürekli rekabet üzerinden bir ilişki içine girmesi, İran’ı da bitiriyor Türkiye’yi de bitiriyor. Bunun da bölgeye çok kötü bir yansıması oluyor. Gördüğüm kadarıyla İran’daki rejim de artık batıyla barışırsa ve bu süreçte kendini güvende hisseden rejimlerle ilişki kurması (ABD ve Türkiye gibi) açılım yapması esnemesi önemli. Bunu bölgesel anlamda, iç politika anlamında da söylüyorum ama, ben iki ülkenin de artık esneme sürecine gireceğini, sorunlar olsa da birlikte ilişki yürütebilme becerisini gösterebileceklerini düşünenlerdenim. Bunun hem Türkiye açısından hem İran 
açısından hem de bölge açısından çok ciddi sonuçları olacağını düşünüyorum. 

Bir de bölge çalışanlarda şöyle bir hata var; işte genelde Şiilik ve Sünnilik üzerinden bir değerlendirme yapıyorlar. Bunun çok kategorize eden ve yanlış bir bakış açışı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Şöyle diyorlar; dünyada 2 milyar 
Müslüman var bunun %10 u Şii %90 ‘ı da Sünni’dir. O açıdan İran ın etkisini az gibi görüyorlar, bu o kadar yanlış bir bakış açısı ki… Şunun için söylüyorum, Sünni Müslümanların çoğu uzak Asya’da Türkiye’nin yakın coğrafyasına baktığımız zaman Şiilerle Sünni nüfusun birbirine çok yakın olduğunu görüyorsunuz. İran, Irak, Suriye, Lübnan çerçevesine değerlendirirseniz aslında iki gücün hem nüfus açısından hem kaynak açısından hem de bölgesel etkisi açısından birbirine çok yakın bir güçleri olduğunu görüyoruz. Bence Almanya ile Fransa arasındaki ilişki burada örnek olabilir. Sürekli Almanya ve Fransa arasındaki didişmenin Avrupa’ya ne getirdiğini herkes gördü. O açıdan sürekli Türkiye ve İran arasındaki didişmenin bölgeye ne getireceğini de herkes zaman zaman gördü ve görür ilerde. O açıdan bence bunu tatlı bir rekabet olsa da işbirliği yapılmasının bölgesel açıdan ve iki ülke açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Burada ilk kez bir şey keşfetmiyoruz aslında Türkiye bunu çözdü, Türkiye Rusya’yla ilişkisine benzer bir ilişki tarzı kuruyor İran’la. Suriye konusunda da Rusya’yla kötüyüz ama ticaret ortaklığı konusunda Rusya ikinci durumda ve her gecen gün artan bir ilişkimiz var. İran’la da buna benziyor Türkiye’nin ilişkisi. Tamam, siyasi olarak bir rekabet var ama bölgesel konularda ve ikili ilişkilerde alıp yanına çıkartan bir politika takip edilmekte. Daha 
doğrusu ideolojik yaklaşımdan pragmatik yaklaşıma yaklaşılması bence bölge açısından çok çok önemli. Şimdi sorunlara da bakalım. 

1) Irakta ciddi sorunlar var. Suriye’de sorunlar var. Lübnan’da sorun var. 
Bugün yeni çıkan sorunu düşünmüyorum çünkü benim alanıma girmiyor orası, Ukrayna’dan bahsediyorum. Irak’ta Suriye’de İran ve Türkiye’nin dışında olduğu çözüm süreci ne sonuç verir? Yani hiçbir sonuç vermez. 

Türkiye kalkıp ben Suriye’deki bu sorunu ben tek başıma çözerim derse çözemez, İran da ben bunu tek başıma kanalize ederim derse edemez. Türkiye’nin yakın çevresinde, ki bu İran’ın da yakın çevresi oluyor, 
iki ülkenin işbirliği yapmaları zorunlu olarak veya isteyerek (bazen zorunlu olarak yaparsınız bazen isteyerek) iki ülkenin razı olmadığı bir sorunda ben sonuç alınacağını düşünmüyorum. Bu şekilde bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 

Soru: Kurumsal İlişki kurulabilir mi acaba? 

Cevap – MŞ: Kurumsal ilişkinin kurulabileceğini düşünüyorum çünkü daha çok batıyla ilgili bu şeye bağlı yakın dönemde kurumsal ilişki tarzına döneceğini düşünmüyorum. Bu gündeme gelirse Şangay da gelir. Aslında Türkiye ve İran arasındaki ilişkinin olmaması sorun olması değil. Veri çok basit: enerji çıktığı zaman 75 milyonluk İran 75 milyonluk Türkiye 98 yılında bayram hocanın dediği gibi 600 milyon dolarlık bir ticaret hacmi, bugün sadece şu rakamı verseniz aslında dış politika yorumu yapabiliriz. Bu ülkeleri bölgesel güç tarzında tanımlayabiliriz, hatta aralarında 600 milyon dolar ticaret hacmi bulunan bu iki ülke arası ilişkileri nasıl yorumluyorsunuz diye sorulsa, ben derim ki bu iki ülke arasında ilişki yok. Sorun bu, ilişki kurulması sorun değil kurulmaması sorun. Yani önümüzdeki süreçte Türkiye ve İran arasında bölgesel sorunlar da göz 
önünde bulundurularak yapıcı ilişki türünün daha da arttırılmasının taraftarıyım. Ben Türkiye ve İran arasında gergin ilişkilerin Türkiye’nin ekonomisine de, iç siyasetine de, dış politikasına da ciddi maliyetli olacağını düşünüyorum. Bu İran açısından da çok önemli çünkü İran’ın Afganistan’dan çıkışı yok, Pakistan’dan çıkışı yok, Körfez ülkeleri ne hissediyor ona bakmak lazım. İran’ın insan kaynağını da göz önünde bulundurduğunuzda bu insan kaynağı da doğuya daha çok bakmayacak batıya bakacaklar. Bu açıdan İran’ın da tek çıkış noktası Türkiye görünüyor. Yani bu sadece Türkiye’nin tek taraflı zorunluluğu 
değil. İki taraflı bir zorunluluğun ortaya çıkarmış olduğu bir ilişki. Bu şekilde bakmanın açıkçası daha doğru olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. 

Cevap - Bayram Sinkaya: İran’ın nükleer çözümüne dair olumlu adımlar var. Bununla beraber İran’la batı arasındaki bu görünen yakınlaşmanın iki merkez arasındaki sorunları tamamen çözmeyeceği kanaatindeyim. Yani biz 79 öncesi dönemde İran ve ABD’nin iş birliği kurduğu döneme geri dönemeyeceğiz. 
En azından kısa vadede dönemeyeceğiz. Dolayısıyla Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin stratejik olarak gerginliğini alır mı almaz mı ben bunu tartışmaya gerek görmüyorum. Çünkü İran’la batı arasındaki sorunlar sadece nükleer değil. En başında İran’ın bir ideolojik duruşu var. İran’daki bütün değişikliklere rağmen rejim hala değişmedi ve rejimin iç politikasında iç siyasetinde tabii olduğu en azından hala hatırı sayılır taraftarının olduğu ideolojik değerler var ve bu değerler uzun süre etkili olmaya devam edecek. Diğer taraftan bölgesel politikalar itibarıyla içerdeki ideolojik duruşu dış politikadaki yaklaşımlara paralel olarak bölgedeki dış politikası da etkilenir. Ondan yani bu dış politika hem ideolojiden etkileniyor hem de batıyla rekabetinden etkileniyor. İran öyle bir konuma geldi ki nerde bir kriz varsa ABD ordaysa İran da ABD’yle karşı kaşıya gelmek ya da onun nüfuzunu engellemek veya tam tersi İran’ın nüfuzunu engellemek için ABD oraya giriyor. Yani aralarındaki rekabet Türkiye- İran - ABD ilişkilerini aşmış. İnsan hakları meselesi var; terörizm var; İsrail meselesi var. Dolayısıyla İran’la batı stratejik ilişki kurmayacaklar. Orada nükleer meseleden kaynaklanan tansiyon biraz düşecek, İran’la batı arasındaki ekonomik ilişkiler gelişebilir. Bunu Hatemi döneminde de gördük, bu İran’ın ekonomik ve siyasi gelişimine bir nebze katkıda bulunacaktır. Ama hocamın sorduğu soru Türkiye’yi yakalayabilir mi? Bu biraz performanslara bağlı tabi. Hali hazırda kişi başına düşen gelir açısından Türkiye İran’ın önünde ama çok da fark yok. Çünkü İran sahip olduğu petrol gelirleri sayesine açığı rahatlıkla kapatabiliyor. İran’ın asıl meselesi petrol dışı ekonomisini yeniden yapılandırmasıydı. Bu ambargolar sayesinde İran’da şimdi ona öncelik vermeye başladılar. Petrole bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, bu konuda önemli adımlar atılırsa, yani normal sanayii yapısını kurarsa İran; buna ilave olarak petrol zenginliği de ekleyebilirse İran pek ala Türkiye’yi yakalayabilir. 

    İran’ın batıyla olan ilişkilerinin yumuşaması Türkiye’nin batıdaki konumunu yıpratır mı? Sorusu… İran’la batı arasındaki sorunlar tamamıyla çözülmeyeceği için, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağını düşünmüyorum ben. Kaldı ki İran meselesi de değil Türkiye’nin olduğu bölge itibariyle her an yeni kriz noktaları çıkabiliyor. Batı ittifakıyla Türkiye’nin ilişkileri kurumsallaşmış ve iyi oturmuş, kısa vadede de önemli değişiklikler olmayacak. Belki göreceli olarak Türkiye’ye verilen önem azalabilir veya artabilir. Ancak bu ittifakın önde gelen ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin genel ilerleyişine bağlı olarak değişecektir. Yoksa ittifakta kurumsal değişiklik olmayacaktır ya da Türkiye’nin politikasında köklü bir değişikliğe neden olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve İran bölgede evet rekabet ediyorlar. Bu rekabet kimi zaman siyasi rekabet şeklinde kimi zaman ekonomik rekabet şeklinde ve ama İran’ın dış politikasında temel faktör 
değil. Daha çok siyaset ve kültür odaklı dış politika izliyorlardı. Yavaş yavaş ekonomiye dış politikasında yer vermeye başladı. O zaman Türkiye- İran ilişkilerindeki rekabet boyutuna yeni bir boyut daha ekleniyor: 

Ekonomik rekabet boyutu ekleniyor. Ama hali-hazırda Türkiye’nin ekonomik avantajı çok daha önde görünüyor. Dolayısıyla bu rekabetin Türkiye’yi çok fazla olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Bölge ülkeleri açısından da; Türkiye-İran rekabeti ikili ilişkileri değerlendirirken hep bir bölgesel bağlama bakmak 
lazım. Bölgesel ve dönemsel. Yani bölgede sizin kiminle ittifak kurduğunuz ya da kiminle yakınlaştığınız İran’la ilişkilerinizi de etkiliyor. İsrail le yakın ilişki kuruyorsanız, İran’la ilişkileriniz olumsuz etkileniyor. Ya da ABD’nin çok sıkı müttefikiyseniz İran’la ilişkileriniz bozulmaya başlıyor. Ama bu ilişkileriniz biraz 
sarsılmaya başlayınca o zaman İran’la ilişkileriniz gelişebiliyor. Bu, sadece Türkiye’nin siyasi tercihlerine bağlı değil. 

     Bölgesel olarak da Türkiye’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri ve İran’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri. İki ülke böyle dönemlerde Türkiye’yi İran’la gergin ilişkileri olduğu dönemde Suudi Arabistan dengeleyici bir unsur olarak kullanabilir. Dolayısıyla herkes farklı hesaplar içerisinde ve herkes stratejik çıkarları 
doğrultusunda yeniden hesaplar yapıyor.Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin krize dönememesi için Selçuk Hoca’nın bahsettiği gibi belki ortak platformların kurulmasında fayda var. Ama ortak platformlar kurmak da kolay değil. Yakın zamana kadar Türkiye’nin batıyla arasında bir “echo” var ama Ortadoğu’ya “echo” pek gelmiyor. Burada siyasi irade çok belirleyici oluyor. Ben yakından çalıştığım için hatırlıyorum: 2000, Arap baharı öncesinde Türkiye’nin diğer ülkelerle de yüksek stratejik iş birliği konseyleri kuruldu. 

Nihayetinde bu konseylerin tek bir çatı altında birleştiği bölgesel bir örgüt kurulması yönünde bir irade var gibi görünüyordu. Ama o dönemde ısrarla İran’la böyle bir ilişki kurulmadı. Hiç böyle bir şey gündeme bile gelmedi. Ancak Ruhani döneminde gündeme gelebildi. Burada dolayısıyla sadece Türkiye’nin siyasi tercihleri belirleyici olmuyor İran’ın batıyla ilişkilerindeki konumu, Türkiye’nin batıyla ilişkilerindeki konumu, ve birbirlerine verdikleri önem çok değişkenli bir süreç ve dikkatli ve yavaş hareket ediliyor. Türkiye-İran rekabeti veya anlaşmazlığı, Suriye veya Irak üzerinden. Irak önce ABD üzerinden Türkiye için potansiyel bir iş kaynağıydı hem de Kürt meselesi de Türkiye-İran için işbirliği kaynağı oldu. Ama İran belirli noktalarda Türkiye politikasından farklılaştı. Kuzey Irak Kürt bölgesinin özerkliği konusunda İran en çok 
destek veren ülke oldu. İran bölgede tek destek veren ülkeydi. Dolayısıyla İran’ın Kürtlerle iyi ilişkileri hali hazırda var şuanda. Türkiye Kürtlerle iyi ilişkiler kuruyor. Kürtler ikisini dengelemeye çalışıyorlar. Merkezi yönetimle İran’ın iyi ilişkileri var. Türkiye’nin merkezi yönetimle ilişkileri bozuk. Burada kim kiminle çarpık kim kiminle iyi ilişkileri var. Hepsini çok iyi analiz etmek değerlendirmek gerekiyor. 

    Cevap - Arzu Celalifer EKİNCİ: İran’ın yaşadığı 79 İslam devrimi ve beraberinde gelen gelişmeler ki bunun en önemlisi 8 yıllık İran-Irak savaşıdır, İran üzerinde çok ciddi yük bırakmış sorunlardır. İran’ın dünyadan izole edilmiş olması, 30 yıldır ciddi yaptırımlarla baş ediyor olması ve ülke içerisindeki bürokraside çok sesliliğin olması dolayısıyla çok ciddi problemlerle karşı karşıya. İran’ın bugün karar verip ben revizona gideceğim deyip, başta bürokratik sistemden kültürel (çünkü kültürel olarak da çok ciddi erozyona uğramış 
vaziyette), ekonomik revizyonu minimum 10 yıl sürer. Çok ciddi revizyonların olması gerekir. Sıkıntı çok seslilik. İki başlı bir ordu var, iki başlı bir yargı var. 
Bu konuda İran’ın kesinlikle bir revizyona gitmesi gerekiyor. 
Fakat Mehmet hocama şu konuda katılıyorum, İran’la ABD helalleşe bilirlerse gerçekten ileriye doğru çok hızlı adımlarla ilerleyebileceğini biliyorum. 

Neden? 

Çünkü İran 75 milyonluk nüfusuyla ekonomik açıdan bakir bir alan. 

Teşekkür Ediyorum… 


****