Suriye Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriye Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 3

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 3

 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


   Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfus için şartlı mülteci tanımlaması kullanmak doğru olmayacaktır. Zira şartlı mülteci statüsü alabilmek için öncelikle statü belirlemesinin yapılması gerekir. Ancak “Geçici Koruma” başlığında anlatacağımız üzere Suriyeli nüfusun ülkemize gelişi kitlesel akın (mass influx) şeklinde gerçekleşmesi ile statü belirleme işlemini imkansız kılmıştır. Hali hazırda ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusun üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere beklediğinden bahsetmek de mümkün değildir. Her iki sebep dahilinde Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfus şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyecektir. 

6- İkincil Koruma (Subsidiary Protection) 

YUKK 63. maddesi uyarınca; “Mülteci veya şartlı mülteci olarak nitelendirilemeyen, ancak menşe ülkesine veya ikamet ülkesine geri gönderildiği takdirde; 

a) Ölüm cezasına mahkûm olacak veya ölüm cezası infaz edilecek, 
b) İşkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacak, 
c) Uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumlarında, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri nedeniyle şahsına yönelik ciddi tehditle karşılaşacak, olması nedeniyle menşe ülkesinin veya ikamet ülkesinin korumasından yararlanamayan veya söz konusu tehdit nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı ya da vatansız kişiye, statü belirleme işlemleri sonrasında ikincil koruma statüsü verilir.” Gerek şartlı mülteci, gerekse ikincil koruma 
statüsü kişilerin statü belirleme işlemi sonrasında verilir. Ancak “Geçici Koruma” başlığında anlatacağımız üzere Suriyeli nüfusun ülkemize gelişi kitlesel akın (mass influx) şeklinde gerçekleşmesi açısından statü belirleme işlemini imkansız kılmıştır. Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusa ikincil koruma statüsünün verilmesi hukuken mümkün olmamıştır. 

7- Geçici Koruma (Temporary Protection) 

Yukarıda değindiğimiz üzere Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun göçmen (immigrant), mülteci (refugee), yerinden edilmiş kişi (displaced person), sığınmacı (asylum seeker), şartlı mülteci (conditional refugee) veya ikincil koruma (subsidiary protection) statüsünde sayılması hukuken mümkün değildir. Aslına bakılırsa Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki konumlandırması 
YUKK ve 2014 yılında çıkarılan “Geçici Koruma Yönetmeliği”6 ile açıklığa kavuşturulmuş olup kavram karmaşası sona erdirilmiştir. Sonuç olarak diğer statülere nazaran literatürde daha yeni bir kavram olan geçici koruma (temporary protection) ve geçici korunan (temporary protected) statüleri düzenlenmiştir. 

Geçici koruma kavramı 1990’lı yılların başlarında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde ortaya çıkmıştır (Koser, Walsh & Black, 1998:444). Bu süreçte özellikle Bosna’nın bağımsızlık ilanı sonrasında başlayan olaylar sonucunda milyonlarca mülteci Avrupa’ya akın etmiştir. Bu ani akın karşısında Avrupa ülkelerinin bireysel sığınmacı prosedürleri işlevsiz kalmıştır (Kerber, 1998:197). 

Avrupa ülkelerinin sığınmacıların kendi ülkesinde “güvenli bölge” kurulmasına yönelik eylem planı ise bu bölgelerde yapılan katliamlarla acı bir şekilde sonuçlanmıştır.7 Bu dönemde Avrupa ülkelerinin mülteci kaynağı gözüyle baktığı ülkelere vize uygulamaya başlaması (Bosna Hersek) ve bu şekilde mülteci akınının önüne geçmeye çalışması da sonuç vermemiştir. Tüm bu olaylar zinciri sonucunda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği8 (United Nations High Commissioner for Refugees) tarafından 1994 yılında “Geçici Koruma Hakkında Daha Geniş Kapsamda Not (Note on Temporary Protection in a Broader Context)” yayınlanmıştır. Bu düzenlemede ilk defa geçici koruma rejiminden bahsedilmiştir. BMMYK bu rejime ilişkin şartları belirlerken Yugoslavya krizinde ortaya çıkan problemleri göz önünde bulundurmuştur (Koser, Walsh & Black, 1998:445). 
BMMYK’nin yapmış olduğu tanım uyarınca geçici koruma; insan hakları ihlallerinden ve silahlı çatışmalardan kaçan çok sayıda insana gerekli korumayı sağlamak amacıyla esnek ve pragmatik yöntemlerle sığınmaya ilişkin prosedürlerinin göz ardı edilmesidir (www.refworld.org, 2018). 

Burada sığınma prosedürlerinin askıya alınma sebebi fiziki imkansızlıktır. Zira geçici koruma kavramı bir ani akın zamanında kullanılabilir. Ani akın yahut kitlesel akın (mass influx), tanımlanması yapılmış bir olgu değildir. Ancak ani akınının taşıması gereken şartlar BMMYK tarafından belirlenmiştir.9 Anılan düzenleme uyarınca bir durumun ani akın sayılabilmesi için asağıda yer alan şartların bir kısmını veya tamamını taşıması gerekir; 

(i) Uluslararası sınır üzerinden gelen önemli sayıda insan olması; 
(ii) Gelen insanların varış oranının hızlı olması; 
(iii) Ev sahibi ülkelerin, özellikle de acil durumlarda, tepki kapasitesinin veya absorpsiyon oranının yeterli olmaması; 
(iv) Bireysel sığınma prosedürleri var olan yerlerde, bu kadar çok sayıda başvurunun değerlendirilmesiyle başa çıkılamaması; 

Avrupa Birliği ise 2001 tarihinde geçici koruma ile ilgili düzenleme yapma yoluna 
gitmiştir.10 
Yine aynı şekilde bu düzenlemede de Yugoslavya krizinden bahsedilmiş ve o dönem ortaya çıkmış olan problemler göz önünde bulundurulmuştur. 
Geçici koruma kavramının Türk Hukuku’nda yer alması 2014 yılında olmuştur. 

Bu dönemde geçici koruma ilk olarak YUKK’nin 4. Bölümünde düzenlenmiştir. Geçici koruma başlığı taşıyan 91. madde uyarınca, “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.” Ancak geçici korumanın tam anlamıyla işlenmesi 2014 tarihli “Geçici Koruma Yönetmeliği” ile mümkün kılınabilmiştir. Adı geçen Yönetmeliğin 3. maddesi uyarınca geçici koruma “Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak veya bu kitlesel akın döneminde bireysel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirmeye alınamayan yabancılara sağlanan korumayı” ifade etmektedir. 

Madde metni değerlendirildiğinde görülmektedir ki ilgili düzenleme Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirleme amacı taşımaktadır. Bireysel olarak değerlendirilemeyen ve statüsü belirlenemediği için şartlı mülteci yahut ikincil koruma statüsünde yer alamayan kişiler bu düzenleme ile geçici koruma kapsamında sayılacaktır. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye tarihsel süreçte incelendiğinde gelenek olarak sürekli göç alan bir ülke ve 
coğrafyadır. Bu realiteye rağmen Suriye’den yaşanan göç neticesinde ortaya çıkan durum Türkiye için bir ilktir. Zira Suriye savaşına kadarki süreçte ülke dışından gelenler için düzenli olarak yerleştirmesi ve kalacakları veya gidecekleri bilinerek değerlendirilip ona göre önlemler alınması gibi çözüm önerileri oluşturabiliyordu. Yani başka bir bakış açısıyla eski göç dalgaları daha tahmin edilebilirlerdi. 

Suriye’den yaşanan göç her ne kadar Türkiye’nin göçmen alma başarıları neticesinde büyük krizlere neden olmadan sonuçlansa da nihayetinde 5 milyona yakın bir nüfus ile uğraşmak kolay değildir. Bu çerçevede bu kadar fazla bir nufüsun gelmesinin her alana olduğu gibi hukuk alanında da bir karşılığı vardır. 
Türkiye’deki Suriyeli nüfus ile ilgili kullanılan göçmen ve mülteci gibi tanımlamalar günlük hayatta kullanıldığı için belki kabul edilebilir bir durumdadır. Ancak bu ve benzeri kavramların aynı zamanda hukuki statüler olduğunu ve bu tanımlamaların hukuki olarak yanlış olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Çalışmamız neticesinde yapılmış olan değerlendirmeler göstermektedir ki Türkiye’deki Suriyeli nüfus için kullanılması gereken en temel tanımlama “Geçici Koruma” dır. Bu çerçevede her alanda veya en azından yapılan akademik çalışmalarda Suriyeliler ile ilgili “Geçici 
Koruma Altındaki Suriyeliler” ifadesinin kullanılması gerekmektedir. 

KAYNAKÇA 

Atasoy, E . (2011). Siyasi Coğrafya Işığında Bulgaristan Türklerinin 1989 Yılındaki Zorunlu Göçü. 
Coğrafya Dergisi / Journal of Geography, 0 (21), . Retrieved from 
http://dergipark.gov.tr/iucografya/issue/25049/264435 
Akıncı, B. (2017). Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül Referandum Kararının Türkiye’nin Ulus Devlet Kimliğine Etkileri, Uluslararası Medeniyet Çalışmaları Dergisi, Volume II/ 
Issue II- Winter 2017, Nevşehir. 
Belli, Aziz, Aydın, Abdullah (2017), Türkiye’deki Suriyeli Nüfusa Karşi Gelişen Nefret Söylemleri Ve Sosyal Medya, Kayes 2017 I. Uluslararasi Kahramanmaraş Yönetim, Ekonomi Ve Siyaset Kongresi 12-13-14 Ekim 2017, S.428-439, Kahramanmaraş Deng, F. United Nations High Commissioner for Refugees. (n.d.). Guiding Principles on Internal Displacement. Erişim Tarihi 3 Ocak, 2018, from 
http://www.unhcr.org/protection/idps/43ce1cff2/guiding-principles-internal-displacement.html 
Ghosh, B. (1998). Huddled masses and uncertain shores: insights into irregular migration. The Hague: Martinus Nijhoff. 
Hathaway, J. C. (2012). The rights of refugees under international law. Cambridge: Cambridge Univ. Press. 
Holborn, L. W. (1956). The International Refugee Organization: a specialized agency of the United Nations. London. 
Jacques, M. (2015). Armed conflict and displacement: the protection of refugees and displaced persons under International humanitarian law. Cambridge: Cambridge University Press. 
Kaynak, M., Yinanç, R., & Şahin, C. (1992). Iraklı sığınmacılar ve Türkiye: 1988-1991. Ankara: Tanmak yayınları. 
Kerber, K. (1998). Die vorübergehende Schutzgewährung in der Europäischen Union: völkerrechtliche Grundlagen, innerstaatliches Recht und Harmonisierung unter besonderer Berücksichtigung der Harmonisierungsperspektiven. Leipzig: Leipziger Universitätsverlag. 
Koser K., Walsh M., Black R. (1998). Temporary Protection and the Assisted Return of Refugees from the European Union International Journal of Refugee Law, Volume 10, Issue 3, , s. 444–461, 
Perruchoud, R., & Redpath, J. (2011). Glossary on migration. Geneva: International Organization for Migration. 
Salyer, L. E. (1995). Laws Harsh as Tigers Chinese immigrants and the Shaping of Modern Immigration Law. Chapel Hill: University of North Carolina Press. 
Yılmaz N. (2007). 5543 Sayılı İskân Kanunu Hükümleri Uyarınca Türk Vatandaşlığının Kazanılması. TBB Dergisi, Sayı 68, s. 241-264 
 
İnternet Kaynakları: 

Büyük Türkçe Sözlük. Erişim Tarihi 05.01.2018 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts Chinese Exclusion Act (1882). Erişim Tarihi 28.12.2017 
https://www.ourdocuments.gov/doc.php?flash=false&doc=47# 
Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme. Erişim Tarihi 21.12.2017. www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sozlesmesi-1.pdf 
United Nations High Commissioner for Refugees (UNHCR). Erişim Tarihi 06.01.2018 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php 
United Nations High Commissioner for Refugees. Convention Relating to the International Status of 
Refugees. Erişim Tarihi 01.01.2018 http://www.refworld.org/docid/3dd8cf374.html 
Universal Declaration of Human Rights. Erişim Tarihi 03.01.2018 http://www.un.org/en/universal-declaration-human-rights/ 
1951 Sözleşmesine Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Protokol. Erişim Tarihi 03.01.2018. 

 DİPNOTLAR:

1 1790 tarihli Naturalization Act (Yurttaşlığa Kabul Yasası) uyarınca Çinli nüfus “özgür ve beyaz (free and white)” olduğu için Amerikan vatandaşlığına hak kazanabiliyordu. Göç eden Meksikalılar ve zencilerin vatandaşlık kazanabilmesi için 1924 tarihli Immigration Act’ı (İltica Yasası) beklemesi gerekmiştir. 
2 Konvansiyon Milletler Cemiyeti’nde (League of Nations) görüşülmüş; Belçika, Bulgaristan, Çekoslovakya, Fransa, Norveç, Danimarka, İngiltere, İtalya ve İrlanda tarafından imzalanmıştır. 
Görüşmelere katılan Mısır konvansiyonu imzalamaktan imtina etmiştir. 
3 Çalışmanın devamında “İHEB” olarak bahsedilecektir. 
4 Belirtmek gerekir ki geçmişte ve günümüzde bu tarz durumlarda diğer devletlerin veya bazı uluslararası kuruluşların olaylara müdahil olduğu gözlenmiştir. Ancak bizim burada değindiğimiz husus bunların münferit olaylar şeklinde ortaya çıkmış olup bu konu ile ilgili yetkili bir organın mevcut olmamasıdır. 
5 Çalışmanın devamında “YUKK” olarak bahsedilecektir. 
6 Bakanlar Kurulu Kararı: 13/10/2014 No : 2014/6883, Resmi Gazete Yayın Tarihi: 22/10/2014 No : 29153 
7 Bu katliamlara verilecek en acı örnek Birleşmiş Milletler gözetimindeki “güvenli bölge” olan Srebrenitsa’da gerçekleştirilen “Srebrenitsa Katliamıdır”. 11 Temmuz 1995’de gerçekleştirilen bu katliamda yaklaşık 8.373 kişi hayatını kaybetmiştir. 
8 Çalışmanın devamında “BMMYK” olarak bahsedilecektir. 
9 Conclusion on International Cooperation and Burden and Responsibility Sharing in Mass Influx SituationsConclusion on 
International Cooperation and Burden and Responsibility Sharing in Mass Influx Situations No. 100 (LV) - 2004 
10 Council Directive 2001/55/EC Of 20 July 2001 

http://www.goc.gov.tr/files/files/M%C3%9CLTEC%C4%B0LER%C4%B0N%20HUKUK%20STAT%C3%9CS%C3%9CNE%20%C4%B0L%C4%B0%C5%9EK%C4%B0N%201967%20PROTOKOL%C3%9C.pdf 
 
***

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


   1951 yılına gelindiğinde sorunun daha etkin bir biçimde çözülmesi amacı ile “1951 Cenevre Sözleşmesi (1951 Refugee Convention)” adı ile de bilinen “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme (Convention Relating to the Status of Refugees)” imzalanmıştır. 
Bu sözleşme ile mülteci (refugee) tanımı yapılmış, gerek mültecilerin gerekse devletlerin temel hak ve yükümlülükleri düzenlenmiş tir (www.multeci.org.tr). Bahsi geçen sözleşmenin 1. Maddesinin A fıkrasının 2. bendi uyarınca mülteci : 

“1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, 
tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen” kişilerdir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere sözleşme kapsamında olan kişilerin 1 Ocak 1951 tarihi öncesinde ve Avrupa’da gerçekleşen olaylar sonucunda mağdur olmuş olması gerekmektedir. Bir başka deyişle sözleşmede hem tarihsel hem de coğrafi şart bulunmaktadır. Ancak aynı maddenin B fıkrası bu kısıtlamayı genişletmiştir. Anılan fıkra uyarınca; “1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar" ifadesi, ya,"1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da meydana gelen olaylar” veya" 1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da veya başka bir yerde meydana gelen olaylar" anlamında anlaşılacak ve her Taraf Devlet bu Sözleşme'yi imzaladığı, tasdik ettiği veya ona katıldığı sırada bu Sözleşme'ye göre taahhüt ettiği yükümlülükler bakımından bu ifadenin kapsamını belirten bir beyanda bulunacaktır. 

İlk ifadeyi kabul eden her Taraf Devlet, herhangi bir zamanda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ne göndereceği bir notla, ikinci ifadeyi kabul ettiğini duyurarak yükümlülüklerini genişletme hakkına sahiptir. Bahsi geçen maddenin B fıkrası, sözleşmede yer alan coğrafi şartın kaldırılabilmesinin önünü açmıştır. Ancak tarihsel şart halen daha geçerliliğini korumaktadır. Geniş açıdan bakılırsa 1951’de yapılan düzenleme gelecekte oluşabilecek sorunları çözmeye yönelik bir çaba taşımamaktadır. Bunun yerine Mevcut nüfus hareketlerini düzenlemek istemektedir. 

Ancak nüfus hareketlerinin Konvansiyon’dan sonra da devam etmesi ve bu hareketlerin pek tabi olarak sorunlara yol açması sebebiyle 1967’de New York’ da “New York Protokolü” olarak da adlandırılan “1951 Sözleşmesine Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Protokol (1967 Protocol Relating to the Status of Refugees) kabul edilmiştir (www.goc.gov.tr).  Söz konusu protokol ile birlikte mülteci tanımlamasından "1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucun da” ve "söz konusu olaylar sonucunda" ifadesi çıkarılmak sureti ile tarihsel şart kaldırılmıştır. Aynı zamanda “Taraf Devletler, işbu Protokolü, hiç bir coğrafi sınırlama yapılmaksızın uygulayacaklar dır.” denilmek suretiyle mülteci sayılmak hususunda getirilmiş olan coğrafi şart da kaldırılmıştır. 

Türkiye hem 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne hem de 1967 New York Protokolüne katılmıştır. 
Ancak Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan coğrafi sınırlamayı kaldırmamıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ülkeleri dışında, ülkesine gelen kişileri “mülteci” olarak tanıması mümkün değildir. 

Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun gelmiş oldukları ülke konumuna  bakarak “mülteci” sayılamayacağını belirtmek gerekir. Ancak ne yazık ki güncel hayatta en çok kullanılan tabir “Suriyeli mülteci” şeklindedir. Ancak az önce de belirttiğimiz üzere Suriye’den göç etmiş kimselerin “mülteci” olarak adlandırılması saydığımız bu sebeplerle mümkün değildir. 

Mülteci kavramı yer değiştirme sebepleri bakımından göçmen kavramı ile farklılıklar arz eder. Mülteciler bir zülum tehtidi altında, başka bir ifade ile zulme uğrama korkusu ile ülkesini terk ederken, göçmen kendince haklı gördüğü herhangi bir sebeple ülkesini terk edebilir. Bir başka farklılık ise sahip oldukları koruma yönündendir. Göçmen yurtdışında olsa dahi kendi ülkesinin korumasından yararlanmaya devam ederken, mülteci bu tarz bir korumaya sahip değildir (Hathaway, 2005:85). 

3-Yerinden Edilmiş Kişi (Displaced Person) 

Yerinden edilmeyi (displacement), kişinin bulunduğu yerden veya çevreden ayrılmak zorunda kalması şeklinde tanımlamak mümkündür. Bu duruma maruz kalan kişiye de yerinden edilmiş kişi (displaced person) adı verilir (Deng, 2002:2). En yaygın yerinden edilme sebebi savaş olmakla birlikte doğal afetler, açlık veya ekonomik sebepler de kişiyi yer değiştirmeye zorlayabilir. 

Genel olarak iki tür yerinden edilme kavramından bahsetmek mümkündür. 
Bunlardan ilki kişilerin daha çok geçim sıkıntısı veya daha iyi yaşam gibi sebeplerle yaşadığı yerleri terk etmesidir. Kalkınmakta olan ülkelerde sıklıkla yaşanan bir durumdur. Ülkemizde köyden kente (özellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere) göç şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kişiler ülke içinde yer değiştirmekte olup Uluslararası Hukuk’a konu olmazlar (Deng, 2002:2). 

İkinci kısım ise; zorla çalıştırma, silahlı çatışma veya diğer insan hakları ihlalleri, insan yahut doğa kaynaklı afetler sonucunda yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan ancak yasal olarak tanınmış bir devletin sınırlarına henüz geçmemiş, bir başka ifade ile ülkesini henüz terk etmemiş kimselerdir. (Deng, 2002:2). 

Yerinden edilmiş kişiler, yaşadıkları yerleri mülteciler ile aynı sebepten dolayı terk 
etmektedirler. Ancak ülkeleri sınırları içerisinde kaldıkları veyahut yasal olarak tanınmış bir başka ülke sınırına geçmedikleri için mülteci statüsünde yer almamaktadırlar. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu kişileri koruyan uluslararası bir organ dahi bulunmamaktadır (Jacques, 2012, 185).4 

    Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun ülkesinden ayrılarak başka bir ülke (Türkiye) sınırlarına girmiş olduğu için hukuki manada yerinden edilmiş kişiler sayılması mümkün değildir. 

4- Sığınmacı (Asylum Seeker) 

Sığınmacı (asylum seeker) mülteci statüsü kazanmak için başvuruda bulunmuş ancak başvurusu hakkında henüz karar verilmemiş olan kişileri ifade eder. Basit bir ifade ile sığınmacı, mülteci olma yolunda olan kişidir (Perruchoud & Redpath, 2011:8). 

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere AİHEB’in 14. maddesi uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.” 

Bu hakkın etkin bir biçimde kullanılabilmesi amacıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 33. Maddesinde “ Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak üllkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (refouler) etmeyecektir.” denilmiştir. 

  Bu duruma “geri göndermeme (non-refoulement)” ilkesi adı verilir (Hathaway, 2005:300). 

Hemen belirtmek gerekir ki bu madde kati surette olmayıp istisnaları mevcuttur. 
Bulunduğu ülkenin güvenliği için tehlikeli sayılması yolunda ciddi sebepler bulunan veya özellikle ciddi bir adi suçtan dolayı kesinleşmiş bir hükümle mahkum olduğu için söz konusu ülkenin halkı açısından bir tehlike oluşturmaya devam eden bir mülteci bu hükümden yararlanmayı talep edemeyecektir. Yine 1967 tarihli “Devlete Sığınmaya İlişkin Beyanname’nin (Declaration on Territorial Asylum) 3. maddesi istisnalar dışında “hiç kimse, sınırda reddedilme, ya da sığınma hakkı 
aradığı ülkeye daha önce girmiş ise sınır dışı edilme ya da zulme uğrayabileceği herhangi bir ülkeye zorla geri döndürülme gibi önlemlere maruz kalmayacaktır.” demek suretiyle “geri göndermeme” yasağına bir kere daha vurgu yapmıştır. 
Hiç şüphesiz sığınmacı statüsü geri göndermeme yasağı uyarınca başvuru süresi sonuçlanana kadar geçirilen geçici bir statüdür. Belirtmek gerekir ki sığınmacı olabilmek için “mülteci” statüsünde sayılmak üzere başvuru yapmış olma şartı mevcuttur. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun mülteci sayılmasının hukuki manada mümkün olmadığını daha önce de belirtmiştik. Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun mülteci statüsüne geçişi mümkün olmadığından 
sığınmacı sayılması da mümkün değildir. 

5- Şartlı Mülteci (Conditional Refugee) 

1994 yılında yayınlanan Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar ile Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’in 3. maddesinde de sığınmacı tanımlaması yapılmış olup, sığınmacı “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasidüşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancı” olarak tanımlanmıştır. Dikkat çekicidir ki yönetmelikte mülteci ve sığınmacı kavramının tanımı coğrafi sınırlama dışında aynıdır. Bu durum Türkiye’nin Avrupa dışından gelen kimselere “sığınmacı” statüsü verme isteğini göstermektedir. 

Zira Türkiye hukuki olarak sadece Avrupa’dan gelen kişilere mülteci statüsü vermektedir. 

2013 yılında yayınlanan 6458 tarihli “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”5 bu hükmü zımni olarak ilga etmiştir. YUKK 62. maddesi uyarınca, “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet 
ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci (conditional refugee) statüsü verilir.” Yine aynı hüküm uyarınca üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir. Görüldüğü üzere şartlı mülteci ile sığınmacı kavramı benzer olmakla birlikte aynı değildir. Zira sığınmacı başvurduğu ülkede kalabilmek adına başvuru yapmıştır 
ve bunun sonucunu beklemektedir. Bekleme süresi sonucun açıklanması ile son bulur. Sonucun olumlu olması durumunda kazanacağı mülteci statüsü makable şamildir. Ancak şartlı mülteci için böyle bir durum söz konusu değildir. Şartlı mülteci üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere beklemektedir. Bu bekleme sonucunda Türkiye’den mülteci statüsü kazanması mümkün değildir. 

Bekleme süresi güvenli üçüncü bir ülkeye (safe third country) yerleştirme ile sonlanmış olacaktır. 

***

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1
 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


İsmail SARITEKE* 
Ömer Fuad KAHRAMAN**  
Abdullah AYDIN*** 
* Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, El-mek: ismailsariteke@mail.com 
** Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Bölümü, El-mek: 
kahraman.fuad@gmail.com 
*** Dr. Öğr. Üyes,., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, El-mek: 
abdullahaydin01@hotmail.com 
 


ÖZET 
2010 yılı sonu itibari ile ilk olarak Tunus’ta başlayıp neredeyse tüm Arap ülkelerine hızlı bir şekilde yaygınlaşan olay neredeyse trajikomik bile olsa en çok kullanılan veya bilinen ismi ile Arap Baharı olarak anılmaktadır. Bu olaylar sebebi ile milyonlarca insan evlerinden kopmak zorunda kalmışlardır. Süreçte dünyadaki nüfus hareketliliği çok ciddi boyutlara ulaşmıştır. 
Arap Baharı ve devamında Arap ülkelerinde meydana gelen olaylardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Ülke nüfusunun neredeyse %60’tan fazla bir kısmı başka ülkelerde farklı statülerle yaşamak zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin en başında da Türkiye ve Lübnan gelmektedir. Çok zor şartlar ile ülkelerini terk eden Suriyeliler gittikleri ülkelerde çok ciddi sorunlar ile yüzleşmektedir. Bu sorunların sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası hukuk boyutu da vardır. 
Hukuksal sorunların başında ise bu bireylerin statülerin ne olduğu ve ne olmadığı sorunsalı gelmektedir. Hukuksal açıdan ele alındığında Türkiye’deki Suriyelilerin yasal statüleri üzerinde bir kavram kargaşasına rastlanmaktadır. 

Bu bağlamda çalışmada Türkiye ve dünyadaki Suriyelilerin hukuksal statüleri ele alınarak oluşan kavram kargaşasına çözümler bulunmaya çalışılmıştır. 

Çalışmayı oluştururken ikincil veri kaynaklarından yararlanarak, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile olan münasebetlerine yer verilerek hukuki statüler değerlendirilmiştir. 

Giriş 

Arap Baharı veya her ne isim ile anılırsa anılsın 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir üniversite mezunu işbortacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Arap Dünyası ve dolayısıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletleri ve halkları için büyük değişim veya başka bir bakış açısıyla yıkım getirmiştir. Nitekim bu bağlamda birçok düşünür bu noktada Arap Baharı yerine Sonbaharı veya Kışı ifadesini kullanmaktadırlar (Belli ve Aydın, 2017: 428). 

Yaşanan bu olayların Arap ve Ortadoğu coğrafyasının önemli ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerinden biri olan Suriye’ye sıçramaması düşünülemezdi. Nitekim olaylar, hızlı bir şekilde tüm Suriye çapına yayılmış ve burada ciddi bir insani kriz ortaya çıkarmıştır (Akıncı, 2017:3-23). Bu insani kriz neticesinde hem ülke içi hem ülke dışı göç hareketleri gerçekleşmiştir. Ülke dışına gerçekleşen göçlerden en çok etkilenen ülke ise Türkiye olmuştur. 
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sayısı 5.481.615 iken bunlardan 3.424.237 tanesi Türkiye’de yaşamaktadır 
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php). 

Bu bağlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak ülkesine gelen Suriyeli nüfusu kontrol etme, regüle etme ve düzenleme çabası içerisine girmiştir. 

Ancak Türkiye’nin anayasasındaki “hukuk devleti” ifadesi gereğince devletin yaptığı her hareketin belli normlar çerçevesinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilk olarak devletin Türkiye’ye gelen Suriyeli nüfus ile ilgili bir statü belirlemesi gerekmektedir. Zira ülkemizde Suriyeli nüfusun hukuki statüsüne ilişkin büyük bir yanılgı hâkimdir. Sadece basın yayın organlarında değil akademik 
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır. 


1. Göçmen (Immigrant) 

İnsanlık tarihi boyunca topluluklar kimi zaman istekleri doğrultusunda kimi zaman da zorla yaşadıkları yerleri terk ederek başka bölgelere göç etmişlerdir. Türk Dil Kurumu’na göre göç (migration): “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi…” anlamına gelmektedir  (http://www.tdk.gov.tr). 

Basitçe göçü, insanların bir yerden başka bir yere hareketi şeklinde 
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır. 
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov). 

Bu yasanın ırkçı temelden ziyade ekonomik korkularla kabul edildiğinden bahsetmek mümkündür. Çinli nüfusun daha ucuz iş gücü olmasının yerli Amerikan nüfusunu işsiz bırakması sonucu kabul edilmiştir (Salyer, 1995:10). Belirtmek gerekir ki bu işsizlik sonucu yerli Amerikan halkının Çinli işçilere karşı ırkçı tepkileri de doğmuştur. (Ne tesadüftür ki günümüzde ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusa karşı da aynı sebeplerle ırkçı tepkiler sergilenmektedir.) Söz konusu yasa ile birlikte Çinlilerin Amerika’ya 10 yıl boyunca göç etmesi yasaklanmış, ayrıca yine 10 yıl boyunca Çinlilerin Amerikan vatandaşlığı alamayacağı kabul edilmiştir. 1 

Bu yasa ile birlikte Dünya’da yasal- yasa dışı göç ayrımı yapılmaya başlanmıştır. Dünya genelinde kabul gören bir tanımı olmamakla birlikte Uluslararası Göç Örgütü’ne (International Organization for Migration) göre yasal göç, gidilecek ülkenin mevzuatına aykırı olmayan, ilgili ülkenin mevzuatınca yasaklanmamış göçtür (Perruchoud & Redpath, 2011:34,35). Yasal göçün hedef ülke kadar gönderen ülke açısından da yasal olması gerekir (Ghosh, 1998:1). Bir başka deyişle kişinin, ülkesini yasal olarak terk etmesi gerekir. Yasa dışı göçe “düzensiz göç (irregular migration)” de denilmektedir. Yasa dışı göç, yasal göçün aksine hedef ülke veyahut gönderen ülke mevzuatlarına aykırı olarak gerçekleşir. 

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), düzensiz göç tabirinin kullanılmasını daha uygun bulmaktadır çünkü, yasa dışı göç tabirinin, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti vakaları ile sınırlı kalma eğilimi bulunduğunu düşünmektedir. Kanaatimizce “yasa dışı” tabiri “düzensiz” ifadesine nazaran hukuka aykırılığı belirtme noktasında daha keskin bir ifade olduğu için bu görüş yanlıştır. Zira bir kişinin insan kaçakçılığı yahut ticareti olmadan sırf pasaportsuz olarak gönderici ülkeyi de terk etmesi kanuna aykırı ve yasa dışıdır. 

Ülkemiz coğrafik konumu itibariyle göçün hedef ülkesi olma pozisyonundan ziyade transit ülke olma konumundadır. Bununla birlikte ülkemizin gerek 1989- 1992 yılları arasında Bulgaristan’dan gelen Türk soyundan yaklaşık 350 bin kişinin (Atasoy, 2010:12), gerekse 1990’lı yılların başında Irak’tan Türkiye’ye göç eden 500 bin Kuzey Irak’lının (Kaynak, Refet, Şahin 1992:27) hedef ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. Az önce de değindiğimiz üzere Türkiye’nin transit ülke konumunda olması daha çok yasa dışı göç yahut düzensiz göç ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmaktadır. 

Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere göçmenler ülkelerini her zaman zulüm korkusu ile terk etmezler. Ekonomik sebeplerle örneğin; iş bulma ümidi ile de kişi ülkesini terk edebilir. Bir başka ifade ile göçmen ülkesini kendince haklı olan herhangi bir sebeple terk edebilir. Ancak bir kimsenin göçmen olarak adlandırılabilmesi için bu kişinin ülkesinin korumasını kaybetmemesi gerekir (Hathaway, 2005:85). 

Uluslararası Hukukta yer alan göçmen tabiri ile Türk Hukukunda yer alan göçmen tabiri tamamen farklıdır. 5543 Sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin d fıkrasında yapılmış olan tanım uyarınca göçmen; “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” Yine aynı kanunda “serbest göçmen (3/e)”, “iskanlı göçmen (3/f)” ve “münferit göçmen (3/g)” tabirlerine de yer verilmiştir (Yılmaz, 2007:250). Ancak bu ayrımlar toplu halde ya da bireysel gelme veya özel getirilme gibi durumlar için geçerli olup her halükarda Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartı geçerliliğini korumaktadır. 

Görüldüğü üzere Türkiye’de yer alan Suriyeli nüfusun tamamı için göçmen tabirini 
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar. 

2-Mülteci (Refugee) 

Türk Dil Kurumu’nda iltica, “sığınma” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Aynı şekilde mülteci de “sığınmacı” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Ancak hukuki manada “sığınmacı (asylum seeker)” ile “mülteci (refugee) eş anlamlı değildir. 

Tarih boyunca gerek ekonomik gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerden dolayı insanlar göç etmiştir. Ancak uzun bir sure boyunca devletler göçe ilişki düzenleme yapmamışlardır. 20. yy’da özellikle I. Dünya Savaşı sonrası devletler iltica konusunu ikili anlaşmalar ile düzenleme yoluna gitmişlerdir. Hiç şüphesiz bu kararda dönemin Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) ilticayı devletler arası ilişkilerde çözülmesi gereken bir problem olarak görmesinin etkisi de büyüktür. 
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır. 

Konvansiyonun 1. maddesi uyarınca Konvansiyon hükümleri sadece Ruslar, Ermeniler ve asimile edilmiş mülteciler için uygulanabilecektir (www.refworld.org). Ancak uygulama alanı dar olmasına rağmen 3. maddede getirilmiş olan “sınır dışı etme” ve “sınırdan girişi engelleme” yasağı dönemi açısından önemli bir yeniliktir (Hathaway, 2005:83). 

   İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Dünya’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte ve ölçekte insan hakları ihlalleri meydana gelmiştir. Bu ihlaller neticesinde de çok büyük göç hareketleri ortaya çıkmıştır (Holborn, 1956:32). Ortaya çıkan nüfus hareketliliğinin meydana getirdiği problemleri çözme adına çok uluslu bir adım atmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu kapsamda kabul edilen ilk ilke “iltica hakkı” dır. 
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314. 
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir. 

Pek tabi olarak bu hak, kişiler açısından bir talep hakkı olarak düzenlenmiş olup buna karşın devletlere açıkça bir yükümlülük getirmemiştir. Madde metninden yola çıkarak devletlerin “mülteci muamelesi gösterme yükümlülüğünden” ancak dolaylı olarak bahsetmek mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu tarz bir düzenleme eksikliği, düzenleyenlerin eksikliğinden yahut dikkatsizliğinden  kaynaklanmamakta dır. Hali hazırda İHEB, ruhu gereği çerçeve bir metindir. 
Amacı kazuistik bir düzenleme yapmaktan ziyade kendinden sonra gelecek düzenlemeler için kaynak teşkil etmek, öncülük etmektir. Zira İHEB Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (General Assembly of the United Nations) kararı olup uluslararası bir antlaşma değildir ve Uluslararası Hukuk kapsamında bağlayıcı nitelik taşımamaktadır. 

***

30 Haziran 2016 Perşembe

Sayılarla Suriye Savaşı Katliam mı İç Çatışma mı






Sayılarla Suriye Savaşı Katliam mı İç Çatışma mı,




Yazar: Ferhat Beşiroğlu
15 KASIM 2013  CUMA

Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden Suriye Ordusu ve muhalif gruplar arasındaki çatışma, Başbakan Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere bir çok kesim tarafından Baas rejiminin Suriye’de sivil halka yönelik uyguladığı tek taraflı katliam olarak nitelendirilmektedir. Bu tez en çok Başbakan Erdoğan tarafından kamuoyu önünde savunulsa dahi Erdoğan’ın bu konuda yalnız olduğu düşünülmemelidir. ABD, AB ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bir çok ülkenin siyasi lideri de Suriye’deki iç çatışmalara bu kapsamda yaklaşmaktadır.  

























Öte yandan Baas rejimi ve rejimi destekleyen İran, Rusya, Çin başta olmak üzere bir çok ülke ise Suriye’deki çatışmaları, BM maddelerinde de geçen devletin kendi egemenliğini koruma hakkı altında değerlendirmektedir. Çatışan tarafların kayıpları ile ilgili belirttiği rakamlar analiz edildiğinde Suriye’de devam eden sürecin rejimin tek taraflı katliamı olmaktan çok  bir iç çatışma olduğu görülmektedir. Bu çerçevede, muhalif kanadı destekleyen sivil toplum kuruluşları, medya veya ülkeler, çatışan muhalif grup mensuplarını “sivil vatandaşlar” olarak nitelendirirken, Esad rejimine yakın kaynaklar ise aynı kesimi teröristler olarak nitelendirmiştir. İki kesiminde nitelendirmesi tam anlamıyla doğruyu yansıtmamakla birlikte, haklılık payları da vardır. Muhalifleri destekleyen kesimlerin belirttiği gibi, rejime karşı bu başkaldırı, ekseri olarak halk kesimlerince desteklenmiş, sokağa dökülen insanlar özellikle ilk dönemlerde meşru taleplerini dillendirmişlerdir. Bu meşru taleplere karşılık verilmemesi sonucunda, ve çok kısa bir zaman içerisinde, silahlı örgütler kurularak çatışmalar başlamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, muhaliflerin bütün halkı yansıtmadığı gerçeğidir. Nitekim, Esad’a karşı sokağa dökülen insanlardan çok da az olmayacak şekilde, rejimin devamını isteyen halk kitleleri de mevcuttur. Dolayısı ile bu çatışmaları top yekun halkın başkaldırısı olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Öte yandan, Esad’ın ve yanlılarının, muhalif grupları teröristler olarak genellemesi de yanlıştır. Nitekim, isyanın ilk safhalarında, meşru demokratik hak talepleri ile sokağa dökülen, silah kullanmayan, insanlar mevcuttur. Buna rağmen, çatışma periyodundaki verilere bakıldığında, halkın kontrolünde olduğu düşünülen özgür Suriye ordusunun savaşı kontrolünün kısa sürdüğü, bölgede el kaide ve PYD’nin daha ağırlık kazandığı söylenebilir. Buna ek olarak, baştaki halk kitleleri, tamamen şeriatçı ayaklanmalar olmayıp, özgürlükçü talepleri içerirken, Özgür Suriye Ordusu’nun yönetiminin şeriatçı isimlere geçerek, halkın genelini temsil meşruiyetini kaybettiği söylenebilir. Dolayısıyla, Esad’ın teröristler nitelendirmesinin, halktan bağımsız ithal militanların oluşturduğu El kaide ve PYD’nin ağırlık kazanma süreci ile doğruluk kazandığı görülüyor. Nitekim, Esad son aylarda Suriye’nin kuzeyinde hiçbir kontrolünün kalmadığını, bölgedeki çıkarları için El kaide ve PYD’nin birbiri ile savaşa tutuştuğunu söylemiştir. Özgür Suriye Ordusu’da kuzeyde faaliyet alanı bulamamaktadır.

Bu çatışmaların Ordunun sivillere sistematik saldırı ve katliamı olmadığını en net açıklayacak veriler ise savaş bilançosudur. Bir çatışmalar silsilesinin sonunda, bu çatışmaları baskın gücün diğerine karşı katliamı ve ya soykırımı olarak nitelendirmek için, kayıp sayısında bir dengesizlik görmek gerekmektedir, aksi takdir de bu tür çatışmalar ancak karşılıklı iç savaş olarak yorumlanabilir. Sivil halka karşı yapılmış olan katliama örnek olarak, 8300 kişinin öldürüldüğü Srebrenica ve ya 600 üzerinde sivilin katledildiği Hocalı soykırımları verilebilir. Nitekim bu olaylarda da halkın karşı direnişi olmuş, ama silahlı dahi olmayan bu direniş, karşı cepheden ölenlerin sayısını kaynaklarda belirtilmeyecek kadar düşük bırakmıştır.
Suriye’de yaşanan olaylarda ise birçok farklı kurumun verdiği rakamların ortalamasına bakıldığında 100 bin insan hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Esad karşıtı kesimlerce, çatışmaları baskın tarafın diğerine uyguladığı sistematik kıyım olarak gösterebilmek için, ‘100 bin sivilin katli’ şeklinde belirtilmekteyken, bu ifade gerçeği yansıtmamaktadır. ‘Suriyeli Şehitler’ (Syrian Martyrs) isimli, muhalefet yanlısı internet sitesi muhaliflerde ölü sayısını 86.429 verip, bunun 17.500’ünün savaşçılara ait olduğunu belirtirken, ne kadar Suriyeli askerin öldüğüne ise değinmemiştir.[1] 
Buna ek olarak, yine muhalefet yanlısı Suriye insan hakları gözlemevi ise, çoğunluğunu muhalefete ait olarak, 120 bin verdiği ölü sayısını[2] hesaplarken, eline silah alıp savaşa katılan vatandaşları da, siviller kategorisinde saydığını itiraf etmiştir. Aynı kuruluş, ölenler arasında 41 bin Nusayri olduğunu da belirtmiştir.[3]
Çatışmalarda Nüsayrilerin açık şekilde Esad’dan yana tavır aldığı düşünüldüğünde, muhalif kesimin verdiği bu rakamlar dahi, çatışmalarda karşılıklı kayıpların yaşandığını göstermektedir. Özellikle el kaide’nin bölgede etkin olmasından sonra artan intihar saldırıları da ölümleri artırmış ve bunlar sivil ölümler kategorisine yerleştirilerek, sanki Esad ordusu tarafından katledilmiş gibi algılanmıştır.[4] 
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SİHG) ve BM[5], ‘Next Century Foundation’(NCF)[6], Syrian Network for Human Rights[7] gibi diğer kuruluşların da verdiği rakamların ortalamasına bakıldığında, Suriye ordusu, polisi, Hizbullah, Şebbiha ve Suriye Ulusal Savunma Gücü dahil, kısaca Esad’ı destekleyen güçlerin toplam kaybı 35 bin ile 50 bin arasında tahmin edilmektedir. 

Özgür Suriye Ordusu, PYD ve El kaide militanlarının oluşturduğu muhalif kesimin kayıp sayısı ise 25 bin ile 45 bin arasında tahmin edilmektedir. Buna ek olarak 5 bin civarında da, dışarıdan muhalefete desteğe gelen cihatçı yabancı savaşçı ölmüştür. Yine bin tane de rejim yanlısı hükümet görevlisinin muhaliflerce öldürüldüğü veriler arasındadır. Sivil ölümler sayısı ise en belirsiz olanıdır çünkü iki tarafa bağımlı muhalif veya ordudaki savaşçıların sayısı bilinirken, evinde savaşın getirdiği çeşitli sebeplerden hayatını kaybeden insanların sayısını belirlemek çok güçtür. Burada yapılan işlem genel olarak toplam tahmini ölü sayısından militan sayısını çıkartarak, sivil ölüm rakamını tespit etmektir. Bu yöntemle ortalama 100 bin olan ölü sayısından, iki taraftan da ölen militanlar çıkartıldığında, 5 bin ile 40 bin arasında sivilin hayatını kaybettiği hesaplanabilir. Bu rakamdaki geniş aralık, rakamın doğruluğunun düşük olduğunu gösterdiği gibi, silah alarak muhaliflere katılan birçok kişinin de bu rakama sivil olarak geçtiği gerçeği de unutulmamalıdır, yani siviller arasında adı geçenlerin bir kesimi de muhalefet safında çarpışmış savaşçıdır. 

Sivil ölüme dair verilen rakamların muammalığını gösteren delillerden biriside, muhalefet taraftarı SİHG’in araştırmasında 40 bin olarak verdiği sivil ölüm sayısını, yine muhalefet taraftarı ‘The Syrian Network for Human Rights’[8] 88 bin olarak vermiştir. 

Sadece sivil ölümlerin 88 bin olması durumunda bunların üzerine iki tarafta savaşan militanlar eklendiğinde toplam ölü sayısının 200 bine yakın olması gerekir ki bu rakam hiçbir kaynakta telaffuz edilmemektedir. Basit kıyaslama olarak, Esad’a bağlı ordunun sunduğu- ki savaşı kazanıyormuş gibi göstermek adına genelde düşük olarak kayda geçirilmiştir- rakamlar[9] ve bu gözlemci kuruluşların rakamları genel rakama orantılandığında, toplam kaybın %35-%50 arasında Ordu ve Esadı destekleyen diğer gruplara ait olduğu görülecektir. Kalan % 50-65 lik kısım ise top yekun sivillere değil, ağırlıklı olarak (%25-45) muhalefet safında çarpışan militanlara aittir. 

Bu belgelere göre, ölen her 10 suriyeli’nin 3’ünün sivil, 4’ünün ise Ordu taraftarı olduğu ortaya çıkmaktadır, yani ölen ordu mensubu sivil halktan fazlayken, salt ordu katliamından bahsetmek imkansızken, ‘100 bin sivil katledildi’ sözü ise tamamen bilinçli bir yalan ve veri çarpıtmadır. Ordu ölümlerini gösteren bu oranlar, daha önce örneği verilen, Srebrenitsa ve ya Hocalı gibi katliamlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. 

Hem muhalefeti destekleyen, hem de rejimi destekleyen kuruluşların rakamlarının ortalaması alınarak yapılan bu kıyaslama da gösteriyor ki, Suriye’deki çatışmaları, ‘rejimin sivillere uyguladığı katliam’ olarak nitelendirmek tamamen yersizdir. 

Bu rakamlar ve oranlar doğrultusunda görülüyor ki bu süregelen savaş, katliam değil, sivil ölümlerinde yaşandığı, iki tarafında silaha erişebildiği bir iç çatışmadır.



[1] http://syrianshuhada.com/?lang=en
[2]http://syriahr.com/en/index.php?option=com_news&nid=1064&Itemid=2&task=displaynews#.UoYrVCdjwgE
[3]http://www.huffingtonpost.com/2013/05/14/syria-death-toll-120000_n_3272610.html
[4]http://syriahr.com/en/index.php?option=com_news&nid=966&Itemid=2&task=displaynews#.UoYr5SdjwgE
[5] http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-23455760
[6] http://ncfsyria.blogspot.com/2013/11/syria-war-dead-report-77.html
[7]http://www.iamsyria.org/uploads/1/3/0/2/13025755/documenting_the_kill_of_101513_victims_including_89664 _civilians_88_.pdf
[8]http://www.iamsyria.org/uploads/1/3/0/2/13025755/documenting_the_kill_of_101513_victims_including_89664_civilians_88_.pdf
[9] http://www.sbs.com.au/news/article/2013/09/19/syria-attacked-al-qaeda-assada


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2013/11/15/7299/sayilarla-suriye-savasi-katliam-mi-ic-catisma-mi

..


..