Sürecinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sürecinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 9

 BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 9


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Hukuk Sistemi Hakkında Farkındalık ve Bilinç Düzeyi...,

Görüşmelerimiz sırasında, hukuk sistemi hakkında genel bir bilgisizlik havasının
egemen olduğunu tespit ettik. 
Kuvvetler ayrılığı ilkesi gibi soyut ve kuramsal konulardan başlayarak mahkemeler in görev alanlarına, hukukî metin hiyerarşisinden yargıya müracaatta gözetilecek sıraya gelinceye kadar geniş bir hukuk alanının, yurttaşların bilgi dağarcığı içinde neredeyse hiç yeri yok.
Van’da görüştüğümüz kişilerden biri, vatandaşın “cehaletinin” adaletin tecellisinde
önemli bir engel olduğunu vurgulamış ve buna şöyle bir örnek vermiştir:
Yani adam eğer kendisini yeteri kadar ifade edebilmiş olsaydı, ben işte okuma yazmam [yok] diyor vesaire, başta işte avukatın ne olduğunu bilemiyor veya işte
bu kadastronun yaptığı işlem[i], bedeli ödenmeden tapu devri niye yapıldı onları
bilseydi bu duruma düşmezdi. (Van 2)

Aynı şekilde, Denizlili görüşmeci de hukuk ve yargı konusunda “hiçbir şey bilmediğini” söylemekten çekinmiyor:

Sorarak öğreniyorsun yani bir şekilde oradakilere... [Onlara] muhtaç kalıyorsun.
Onlara bile belli bir miktarda para ödüyorsun, dilekçe yazıyor. Sormak zorundasın,
bilmiyorsun çünkü. Şey var mahkemelerin aslında içlerinde bir danışma gibi
yerler oluyor ya işte onlar o kadar şey değil, bilgili değiller. (Denizli 1)
Bilgisizliğin adaletin tecellisinde ve hak arayışında çok önemli bir eksiklik olduğu,
görüşmecilerin tümü tarafından teslim edilmektedir. Eğitim sisteminin bu bilgisizliği gidermek bakımından hiçbir etkisinin olmadığı da anlaşılmaktadır. Vanlı görüşmecilerden biriyle aramızda geçen diyalog, eğitim sisteminin de yardımıyla, hukuk ve yargı konusunda temel bilgilerin edinilmesinin yaratabileceği sonuçlara dair kanaatin iyi bir ifadesi sayılır:

Eğitim sistemi içerisinde hukukla ilgili bilgi aldınız mı veya hani şu mahkeme
şu işe yarar, hakkını arama yolları budur diye size bir eğitim, bilgi verildi mi hiç
herhangi bir safhada?   Yok! Peki, buna ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünüyoruz evet. [Sulh Hukuk Mahkemesi ile Asliye Hukuk Mahkemesi arasındaki farkı...], ikisinin aslında ne işe yaradığını hakikaten de bilmiyoruz. Hocam, köylü bunu bilirse, zaten bu köydeki ağalık sistemi kalkar. Köylü hakkını aramaya kalkarsa olay bitti. Köylü haksızlığa da uğramayacak. Ya oradaki işte aşiret reisinden dolayı, ağadan dolayı. Hakkını arayınca işte Kemal Sunal’ın filminde vermiş.

Hani yurttaşlık dersi vardı eskiden, şimdi o da yok. Köyde hocanın dili döndükçe,
evvelsi gün hani oradaki öğretmene düştüyse, öğretmen bildiği kadar sistemi
anlatıyor. Ama hiçbir öğretmen de Asliye... (Van 1)

Hukuk sistemi ve yargının işleyişi konusunda bilgilenme ihtiyacı olup olmadığını
sorduğumuz Hakkârili görüşmeciden şu cevabı aldık:

Tabii ki var. Mesela az önce siz bir şeyler söyleyince, ben kendimi çok geri kalmış
hissettim.

Estağfurullah.

Ama doğru bu. Şimdi siz Ağır Ceza Mahkemesi deyince acaba “ağır” ne iş yapıyor
veya ben dara düştüğümde şu an herhangi bir olayla karşılaştığımda hangi birime
gideceğimi ben şahsen bilmiyorum. Sokakta geçen insanlara da sorsak insanların
herhalde yüzde 70’i bilmiyor. Belki rakamı biraz az söyledim, belki çok söyledim
ama... (Hakkâri 1)

Bu genel bilgisizlik halinin birkaç istisnası vardır. İstisnalar şu şekilde gruplanabilir:

1) Hukuk alanına yakın işlerde çalışanlar.
2) Eğitimli kişiler.
3) İşi mahkemeye düşüp, yaşayarak bilgi sahibi olanlar.

Birinci ve ikinci kategoriye örnek olarak Samsunlu hekim görüşmeciyi verebiliriz.
“Biriyle yaşadığınız sorunu nasıl çözersiniz?” sorusu karşısında bu görüşmeci,
ombudsmanlık, mahkeme öncesi hakem heyeti gibi kurumların gerekliliğine işaret ediyor:
Tüketici hakları anlamında girelim mesela konuya, mesela ne var? Bir mal aldınız,
bu malda sorun var, direkt mahkemeye gitmiyorsunuz. İllerde, ilçelerde, ilçelerde
kaymakamlıklarda, illerde valiliklerde tüketici hakem heyeti var, buraya başvuruyorsunuz.
Öncelikli olarak malı aldığınız yere gidersiniz, dersiniz böyle böyle
bir sorun var, orası olayı sahiplenmezse hakem heyetine girersiniz, hakem heyetinden çıkan sonuç sizi tatmin etmezse veya sonucu uygulamaya koymazsa ne yaparsınız, Ticaret Mahkemesi’ne gidersiniz, Tüketici Mahkemesi’ne gidersiniz.
(Samsun 1)
Aynı kişi, görüşmeciler arasında mahkemelerin görev alanlarına dair bilgisi olan
ender kişilerden biriydi. Bir başka eğitimli görüşmeci de aynı soruya ayrıntılı bir
cevap verdi:

Az çok bilgim var. Her mahkemenin ayrı görevleri vardır. Davanın, mahkemenin
konusuna göre mahkemenin görevleri değişir. Örneğin bir vergi davası ile
boşanma davasının görevleri aynı olamaz. (Sivas 2)

Genellikle mahkemelere işi düşmüş olanlar, örneğin boşanma, ölüm gibi durumlarda mahkemeyle tanışmış olanlar, ilgili mahkemelerin görevlerini ve alanlarını bilmektedirler (örneğin Kayseri 5; Yozgat 1). Esasen adalete erişim konusunda karşılaşılan zorluklar da, aynı kişiler tarafından dile getirilmiştir. Örneğin Hakkârili görüşmeci “yasa ve mevzuat dili”nden şikâyetçidir. Bir adlî süreci anlamak için, ona göre, sözlükle dolaşmak lazımdır. (Hakkâri 1) Benzer biçimde Bursalı görüşmeci, işlemlerde kullanılan dilin yarattığı erişim sorununu şu şekilde ifade etmiştir:
Bence kesinlikle yasalar, mesela en ufak şeyi biz noterlerde yaşıyoruz. Noterlerde
kullanılan belli bir yasa dili vardır. Bilmiyorum bu konuda siz daha iyi bilirsiniz,
orada bir vekâletname yapıyor, bir kelimeler geçiyor, bir kelimeler geçiyor yani
okuyarak anlamıyorsunuz. Sadece kime verdiğiniz, adını, soyadını, doğum
tarihini, doğum yerini biliyorsunuz. Yani bunların daha yalın bir hale getirilmesi
lazım diye düşünüyorum.
Hukuk dili insanların hak aramasına da engel olacak boyutlarda karmaşık bir
dil mi size göre?
Evet, yani şöyle söyleyeyim; yazıların ne olduğunu bilmeden imza attığınız takdirde yarın öbür gün ben yargıya şey yaptım mı yargı, senin imzan var diyor. Bu sefer vatandaş hakkını arayamaz haline geliyor, hukuk onu tamamlıyor. 
(Bursa 1)
Bir başka görüşmeci de, usule uygun müracaatlar için arzuhalci veya avukat dolayımını kullanmak zorunda olduklarından yakınıyor. Ona göre, en basit konularda bile böyle bir sıkıntı var:
Arzuhalciye sürekli para veriyorsun canım. Sürekli avukatın yanına gidersen para
şey etmiyor [yetmiyor], mesela avukat tutarsan avukat senin işlemlerini vekâletle
yürütüyor. (Kayseri 4)
Görüşmeciler arasında, hukuk sistemindeki değişikler hakkında bilgi sahibi olanların sayısı da çok az. Bu az sayıdaki kişiler de, eğitimli kesime dahil. Mesela Samsun’da görüştüğümüz hekim, çapraz sorgu yönteminin ceza muhakemesi usulüne girmesiyle birlikte daha hakkaniyetli ve adil sonuçlar elde edileceğine inandığını söylüyor:

Bizim Ceza Kanunumuzda artık çapraz sorgulama denen bir uygulama gündeme
geldi. Nedir çapraz sorgu? Tanıkların sanıklarla karşılıklı, yine mahkeme huzurunda, avukatlar aracılığıyla birbirine soru sorabilmeleri, olayları teyit ettirebilmeleri ve vuku bulan olayın, tekrar bir nevi animasyon halinde, görsel olarak değil de sözsel olarak teyitlerin alınması... Bu çapraz sorgu dediğimiz olay sistemimizde hakkaniyetle bir şekilde yerleşirse, bu tür hataların önlenmesi [sağlanacak], büyük ölçüde yanlış kararların önüne geçilecek. (Samsun 1)

   Hukuk düzeyinde yaşanan değişimin farkında olanların çoğu, yeni düzenlemeler in uygulamaya tam olarak yansımadığını düşünüyor. Mesela Samsunlu diğer görüşmeci, Medenî Kanun’da kadın haklarını genişleten düzenlemeler için böyle bir
değerlendirme yapıyor:
Mesela medenî hukuk açısından evet değişti. Kadınlar biraz daha hak sahibi
olmaya başladı, eskisi kadar değil en azından. Ama yine insanları tatmin edici
yönde değil, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar değil, daha düne kadar para cezaları
çok cüz’i miktardaydı, çünkü eskiye göre ayarlanmıştı. Bunun gibi bir sürü şey var.
(Samsun 2)
Aynı görüşmeci, trafik cezalarını ağırlaştıran düzenlemeleri örnek vererek, değişikliklerin hayata geçirilebilmesi için zihniyet dönüşümüne ihtiyaç olduğunu vurguluyor:
Mesela bugün trafik cezalarına şey getirdiler, bir sürü yeni kanunlar çıkardılar,
ehliyetler bile iki yıl deneme süreli oldu, bu çok doğru bir karar ve yerinde bir
karar ama bunu kapatacak şey yine şey insanların üst makamlardan tanıdıkları,
bizim kafamızdaki bu şey kalkmadığı sürece kanunlara ne kadar ağırlaştırırsan
ağırlaştır, bunun bir faydası olmayacağını düşünüyorum. (Samsun 2)
Sonuç Yerine..,
Modern toplumlarda yargının temel işlevi, bireylerin birbirleriyle ve devletle
olan ihtilaflarını “tarafsız bir usul ve süreç” içinde çözmek, böylece toplumsal
barışı korumaktır. Yargının bu işlevi yerine getirebilmesi, büyük ölçüde toplumun
güvenine mazhar olmasına bağlıdır. Bu ise, yargının adil bir şekilde işlediğine
dair toplumda yaygın ve kuvvetli bir inancın bulunmasını gerektirir. TESEV
yargı araştırmaları serisinin ilk kitabı olan Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler
ve Savcılar için görüştüğümüz hâkimlerden birinin sözleri, bu durumu çarpıcı bir
tarzda özetlemektedir: “Halkın yargıya düşmanlığı önemli değil. Bana göre halkın
yargıya güvensizliği önemlidir. Eğer güvensizlik doğarsa, işte asıl felaket o zaman
başlamıştır.”
Toplumda yargıya yönelik güvenin varlığını ve derecesini araştırmak, hukuk
sosyolojisinin ve onun bir alt dalı olan yargı sosyolojisinin uğraş alanında önemli
bir yer tutar. Batı’da bunun için özellikle anket uygulamasının çeşitli türlerinden
bolca yararlanıldığı görülüyor. Anketlerin ve sayısal ölçümlerin güvenilirliği haklı
nedenlerle sorgulanmaktadır. Anket yönteminde belli seçeneklerle cevaplanması
gereken kapalı uçlu soruların, güven konusundaki algıyı tam anlamıyla ortaya
çıkarmaya elverişli olmadığı, bu tartışmalarda en sık dile getirilen tezdir. Bu
eksikliği gidermek için, yargıya dair algı kalıplarını tanımayı sağlamak amacıyla
“derinlemesine mülakat” yöntemine başvurulur. Kuşkusuz bu yöntemin de sınırları
vardır; bunların başında da, araştırma ölçeğinin ve evreninin belirlenmesi gelir.
Toplumun tümünü temsil edecek bir örneklem oluşturmak, derinlemesine mülakat
tekniğinin doğasıyla çelişir. Bu nedenle, bu yöntemle yürütülen çalışmalarda,
genellenebilir sonuçlara ulaşma iddiası, daha baştan bir kenara bırakılır. Aynı
nedenle, bu tür çalışmalara bir “sonuç” yazmak da zordur ya da yazılacak sonuç,
esas itibariyle, görüşmelerden çıkan verilerin bir özeti olmaktan öteye gidemez.
Bununla beraber, böyle bir özetin anlamsız olduğunu düşünmek de doğru değildir.
Zira dar bir görüşmeci evreninde bile olsa, tespit edilen algı kalıpları, yargıya
yönelik onay veya eleştirilerin örnekleri olarak değerlendirilebilir. Bilhassa olumsuz
algıların, yargının topluma karşı sorumluluğunu hatırlatan birer uyarı işlevi görmeleri dolayısıyla, yargının kamusal denetimine ve demokratik hesap verebilirliğine ilişkin arayışlara destek sundukları kabul edilir. Çalışmamızın bulgularını da, bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bu çalışmanın “sonuçları” arasında, özellikle vurgulanmaya değer gördüklerimizi
kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Yargı erki, görüşmecilerin çoğu tarafından, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir
bilinçle değil, bütünsel devlet kavrayışıyla algılanmaktadır. Yargıya yönelik bu
algının, en iyi anlatımını Franz Kafka’nın Şato ve Dava romanlarında gördüğümüz
evrensel sayılabilecek nedenleri vardır. Mesela yargı, genel olarak “nihaî otorite”
gücüyle donanmıştır; otoriteyi sürekli hatırlatan ritüellerle işler vb. Ancak demokratik hukuk devleti bilincinin gelişmiş olduğu toplumlarda, bu özellikler, yargıyı devlet iktidarının doğrudan temsil mekânı veya tam bir izdüşümü olarak algılamaya yol açmazlar; ya da bu algı, en azından görüşmecilerimiz de saptadığımız ölçülere ulaşmaz. Şu halde, yargı–devlet özdeşliği olarak nitelediğimiz bu algının Türkiye toplumuna has nedenleri olduğunu kabul etmek, makul görünüyor. Burada devleti, yurttaşlara hizmet sunan bir organizasyondan çok, toplumu kontrol ve terbiye etmeyi hedefleyen dışsal bir güç ve yapı olarak gören zihniyetin etkisinin önemli rol oynadığı söylenebilir. Esasen mahkemelerin soğuk ve korkutucu makamlar/mekânlar olarak görülmesi de, devlete bakışın bu özgül alana tercümesi sayılabilir.

Görüşmecilerin büyük bir kısmında mevcut olan “yargıda devletçilik” algısı da bu
bağlama yerleştirilebilir. Görüşmeciler arasında, devletin veya devlet görevlilerinin
taraf olduğu davalarda mahkemelerin az ya da çok, ama mutlaka devleti kolladıkları yönündeki algının yaygın ve güçlü olduğunu hatırlatalım.
Görüşmecilerin bu konuda dile getirdikleri fikirlerin çoğunun, Demokratikleşme
Sürecinde Hâkimler ve Savcılar çalışması kapsamında görüştüğümüz hâkim ve
savcıların büyük bir kısmının değerlendirmeleriyle örtüşmesi, bizce üzerinde
ciddiyetle durulması gereken önemli bir bulgudur.
Yargının bağımsız olmadığı yönündeki algının değişik tezahürlerinde de, güçlünün
iradesini dayattığı algısının etkileri açıkça görülebilir. Yargı bağımsızlığına en büyük tehdidin hükümetten geldiğini söyleyen görüşmeciler, AKP’nin toplumsal iktidar noktalarını ele geçirdiğine ve bu iktidar üzerinden yargıyı etkilediğine inanıyorlar.
Buna karşılık, başta ordu olmak üzere değişik güç odaklarının yargıyı hükümet
aleyhine manipüle ettiklerini düşünenler ise, AKP’nin “gerçek iktidar”a sahip
olamadığı öncülünden hareket ediyorlar.
Yargıya güven duygusunun zayıflığı, çalışmamızın bir başka bulgusudur. 
Bu duygunun temelinde, kayırmacılığın ve güç ilişkilerinin yargılama sürecini etkilediği inancı yatmaktadır. Burada da, ister devlet ister özel şahıslar olsun, güçlünün çoğu zaman haklı çıktığı algısının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bir görüşmecinin şu sözleri, bu algının sade ve çarpıcı bir ifadesi olarak okunabilir: “Garibanlar hep yenik düşüyor…”
Bu ifadenin anlamı, Türkiye’de devlet kavramında tecessüm eden iktidar
yapısının ve ilişkilerinin, herkese eşit şekilde uygulanan hukuk fikrinin inandırıcılık
kazanmasını engellediğidir. Buna rağmen, görüşmecilerin çoğunun mahkemeleri bir çare olarak görmesi, bir çaresizlik itirafı olarak da değerlendirilebilir.

Netice itibariyle, görüşmelerden çıkan tablo ışığında, yargıya dair sıkıntıların sadece adalet sisteminin örgütsel yapısı ve işleyişiyle sınırlı görülemeyeceğini, genel olarak egemen yönetim zihniyeti ve yerleşik devlet–yurttaş ilişkisi modeli çerçevesinde ele alınması gerektiğini vurgulamak isteriz.



YER / KİŞİ  YAŞ GRUBU  MESLEK/ MEŞGALE  CİNSİYET EĞİTİM DURUMU    DİĞER   ( YER VE AİDİYET )

Kars 1 35-40 Çiftçi E İlkokul Yeni Polat köyü/Kürt
Kars 2 35-40 Çiftçi E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 3 35-40 Çiftçi E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 4 25-30 Esnaf E Lise Arpaçay/Terekeme
Kars 5 50-55 Ev kadını K okuryazar Polat köyü/Kürt
Kars 6 20-25 İşsiz K Yüksek Arpaçay/Terekeme
Kars 7 35-40 Çiftçi E İlkokul Carcı köyü/Kürt
Kars 8 20-25 İşsiz E Yüksek Arpaçay/Yerli
Kars 9 45-50 Esnaf E Lise Arpaçay/Yerli
Kars 10 30-35 Esnaf E Lise Kars/Terekeme
Kars 11 15-20 İşsiz E Lise Polat köyü/Kürt
Kars 12 65-70 Ev kadını K okuryazar Polat köyü/Terekeme
Kars 13 40-45 Çoban E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 14 30-35 Ev kadını K İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 15 35-40 Şoför E İlkokul Polat köyü/Terekeme
Kars 16 40-45 Çoban E Lise Polat köyü/Kürt
Kars 17 25-30 Aşçı E İlkokul Kars merkez/Kürt
Kars 18 40-45 Esnaf E Lise Çakmak köyü/Yerli
Rize 1 35-40 Mühendis E Yüksek Rize
Rize 2 30-35 Ormancı E Lise Çamlıhemşin
Trabzon 1 35-40 Esnaf E Yüksek Trabzon
Erzurum 1 75-80 Ev hanımı K - Köprüköy/Kürt
Erzurum 2 20-25 Esnaf E Yüksek Alevi
Nusaybin 1 25-30 Öğretmen E Yüksek Kürt
Samsun 1 40-45 Hekim E Yüksek Adli tıp uzmanı
Samsun 2 20-25 Öğrenci K Yüksek Muhasebe öğrencisi
Sivas 1 25-30 Serbest E Lise Sivas merkez
Sivas 2 40-45 Ev hanımı K Yüksek Sivas merkez
Sivas 3 50-55 Öğretmen E Yüksek Sivas merkez
Kayseri 1 60-65 Emekli E İlkokul Yeşilhisar/Soğanlı köyü görüşme Listesi (devam)


YER / KİŞİ YAŞ GRUBU MESLEK / MEŞGALE CİNSİYET EGİTİM DURUMU DİĞER (YER VE AİDİYET)

Kayseri 2 35-40 Çiftçi E İlkokul Yeşilhisar/Soğanlı köyü
Kayseri 3 40-45 Memur E Yüksek Kayseri merkez
Kayseri 4 30-35 İşçi E İlkokul Merkez/Karahüyük köyü
Kayseri 5 35-40 İşçi E İlkokul Merkez/Karahüyük köyü
Yozgat 1 55-60 Aşçı E İlkokul Kadışehri
Van 1 45-50 Esnaf E İlkokul Van merkez
Van 2 45-50 Teknisyen E Lise Van merkez
Van 3 33-40 İnş. işçisi E İlkokul Van merkez
Hakkâri 1 30-35 Esnaf E Lise Hakkâri merkez
Denizli 1 30-35 Garson E Lise Kış: Denizli/Yaz: Marmaris
Antalya 1 35-40 Resepsiyonist E Yüksek Antalya merkez
Eskişehir 1 50-55 Em. işçi E Ortaokul Eskişehir merkez
Eskişehir 2 40-45 İşçi E Lise Eskişehir merkez
Bursa 1 35-40 İş adamı E Lise Mobilyacı/Beyaz Eşyacı
Bursa 2 30-35 İşçi E Lise Bursa merkez
Kocaeli 1 45-50 STK Yöneticisi K Lise Gölcük
İstanbul 1 35-40 Yayıncı E Lise
İstanbul 2 20-25 Öğrenci E Yüksek Yüksekokul öğrencisi
İstanbul 3 20-25 Öğrenci E Yüksek Yüksekokul öğrencisi
İstanbul 4 30-35 Yayıncı E Yüksek
İstanbul 5 45-50 Hizmetli K İlkokul
İstanbul 6 25-30 Teknisyen E Lise
Ankara 1 45-50 Öğretim Üyesi E Yüksek
Diyarbakır 1 40-45 Serbest E Yüksek
Diyarbakır 2 60-65 Emekli E İlkokul
Diyarbakır 3 50-55 Esnaf E Ortaokul
Diyarbakır 4 45-50 Esnaf E Lise
İzmir 1 30-35 Grafiker E Yüksek
İzmir 2 30-35 Kaportacı E Ortaokul

Yazarlar Hakkında.;

Mithat Sancar.,


  1963 Nusaybin doğumlu. 1984’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1985 -1990 yılları arasında Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi’nde yaptı. 
  “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti (2000), Mülteciler ve İltica Hakkı (2002, Bülent Peker’le birlikte) ve Geçmişle Hesaplaşma – Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne (2007) kitaplarının yanı sıra, çeşitli dergilerde çok sayıda makalesi yayımlandı. Bir süre Birgün gazetesinde köşe yazarlığı yaptıktan sonra, Taraf gazetesinde yazmaya başladı. Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’n de profesör olarak çalışıyor.

Suavi Aydın.,

1962 yılında Ankara’da doğdu. 1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü’nden mezun oldu. Aynı alanda yüksek lisans yaptıktan sonra doktorasını
Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde tamamladı. Halen aynı bölümde
öğretim üyesidir. Etnisite, milliyetçilik, devlet sorunsalı, etnotarih, yerel tarih ve
yerleşim tarihi alanlarında çalışmaktadır. Halen Toplum ve Bilim, Tarih ve Toplum veKebikeç dergilerinin yayın kurulunda yer alan yazarın çok sayıda makalesinin yanısıra, yayımlanmış çalışmaları arasında.,Modernleşme ve Milliyetçilik (1993), 
Kimlik Sorunu, Ulusallık ve “Türk Kimliği” (1998), Mardin: Aşiret, Cemaat, Devlet (2000 –Kudret Emiroğlu, Oktay Özel ve Süha Ünsal ile birlikte), 

Antropoloji Sözlüğü (2003 –Kudret Emiroğlu ile birlikte), 
Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara (2005 – Kudret Emiroğlu, Ömer Türkoğlu ve E. Deniz Özsoy ile birlikte) bulunmaktadır.


***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 8

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 8


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Yargının hükümetten yana değil, aksine hükümete ve onun temsil ettiği değerlere
karşı olduğunu düşünen görüşmecilerin sayısı da az değil. Örneğin yargının siyasallaşıp siyasallaşmadığına ilişkin bir soru karşısında, Van’da görüştüğümüz kişilerin aklına Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü hakkında verdiği karar geliyor:
Anayasa Mahkemesi’nin kararını kastediyorsan tamamen taraflıdır diyorum,
benim görüşümü ben söylüyorum sadece, halkın değil. Tamamen siyasî bir karardır.

Bizi, beni şahsen derinden yaralayan bir karar çıktı diye düşünüyorum. Fikrim
benim bu. Nedeni de, yıllarca bütün vatandaşların, bütün halkın söylediği gibi
özgürlük, demokrasi, demokraside herkes bir olsun diyorsa neticede bu anamız,
bacımız bir şekilde üniversiteye gidip okumalı, bizim düşüncemiz o. Adaletli bir
karar mı diyorsan hayır, benim açımdan hemen size şunu söyleyeyim; hayır.
Adaletli bir karar değil.
Yargının burada hukuku gözetmediğini, aynı bir tür siyasî taraf haline geldiğini
mi söylüyorsunuz?
Evet, aynen. Aynen düşüncem odur. Peki, başörtüsü olayı bizim kültürümüzle,
Doğu’da yaşayan insanın kültürümüzle iç içe, başörtüsü bizim köyümüze gittiğiniz
zaman köyümüzdeki kızın on yaşından sonra başı bağlanır, taa ki ölünceye
kadar. Bunun başörtüsüyle bir ilgisi yok. Bizim kültürümüz, ibadet şeklimiz, yani
dinî vecibelerimiz bunlar. Bizim çocuğumuzu okula zorla götürüyorlar, kimin
çocuğu okumuyorsa gelip kaydediyor, başı açık ceza, ondan sonra çocuğa diyor
ki, başını kapatma, açacaksın diyor. Çocuk da her konuda bir kültürü vardır, köy
yaşamı vardır, başını bağlamak zorundadır. O zaman baba diyor ki her çocuk okusun ama... Hakkı yoktur, bana göre hakkı yoktur.
O zaman size göre bu yüksek yargı kararlarının hukukîliği problemli gözüküyor.
Evet, problemlidir... Hocam, çok enteresan bir durum; şimdi üniversitelere galiba
başörtüsüyle girilmeye başlandı. Şimdi bu üniversiteli çocuğa devlet burs veriyor.
Diyor ki, okul bitene kadar ben sana burs vereceğim, okulu bitirip bir yere girip
çalıştıktan sonra benim bursumu ödeyeceksin. Başı bağlı oku, burs vereceğim
diyor. Devlet dairesinde çalışana da başındakini çıkart diyor! Burada çok büyük bir
tezat oluşuyor. Yani bu adamı okutuyorsun, para veriyorsun, ondan sonra devlet
kurumlarına da diyor ki, başı bağlı giremezsin! Çok büyük bir tezat. Ne olacak?
Yarın öbür gün ne yapacak? Dava açacak, diyecek ki beni bu şekilde okuttun, ben
bu adama borçlandım, borcumu ödemek için de kurumda çalışmak zorundayım.
Yani çok çelişkili. Yani şahsî... benim kendi kız çocuklarım var. Ondan dolayı ilkokuldan sonra okutmadım.

Sırf bu yüzden mi okutmadınız?

Hep bu yüzden. Ve bununla tek benim şeyim bir siyasî simgeye bağlı olunca asla!
Dinimiz, inancımız gereği olaraktan buna müsaade etmiyorum. Çünkü ben biliyorum...
Peki şunu soracağım, mesela kızınız 18 yaşını geçti başı bağlıyken. Ya ben böyle
yaşamayacağım, başımı açacağım dese ne yaparsınız?
Ben ne yaparım? Ben babası olarak ilk önce şeyi bir usulünde söylerim. Benim
inancıma aykırı bir şey senin bu yaptığın, inancıma aykırı. Baş edemezsem bir şey
de yapamam, ne yaparım yani. Yani bu gerçek. (Van 1)
Bir standart uyguluyor orada, mesela okul yaşındaki kızları zorla okula gönderiyor,
kampanya yollarıyla gönderiyor. Belli bir yaşa, belli bir okuma yaşına geldiği
zaman orada durduruyor. Orada engelliyor. Bu haksızlık oluyor, bu şey değil yani.
Bu karara tamamen karşıyız. Artı hocam, çocuk 18 yaşına kadar geliyor, okuyor,
bu ilköğretimi okuyor, liseyi okuyor, ama 18 yaşına gelip yani kendini, kendini,
fikrini beyan edecek yaşa geliyor hani yasal olaraktan, hukuk olaraktan, temsil
olarak çocuk belli bir yaşa geliyor orada dur diyor, okuyamazsın! Bu çifte standart
oluyor bize göre. Yani ben istemiyorum. (Van 2)
Aynı görüşmeciler, bu kez AKP’nin kapatılması davasının yargının siyasallaşması
açısından ne tür anlamlar taşıdığı üzerinden, şunları ifade ediyorlar:
Kapanma davasından dolayı olan güvenimizi de kaybettik diyebiliriz. (Van 1)
Bağımsız yargıya güvenmiyoruz, evet... Neye güveneceğiz? (Van 2)
Aynı Adnan Menderes’i idam ettiler, yirmi sene sonra, altmış sene sonra yeniden
yargılıyorlar. Yani bu sistem hâlâ devam ediyor. Bizde devam ediyor bu sistem.
Yani belli bir adalet yok.
Bir hükümetin hakikaten hükümet etmesi mümkün mü böyle bir sistemde? Hayır,
mümkün değil. Cumhuriyet’ten bu yana hükümetin varlığı sadece ekonomik,
para toplama görevidir. İstedikleri zaman belli kısım bir şey istediği zaman devleti
devre dışı edebilir, vatandaşı devre dışı edebiliyor. Bizim hiç... (Van 1)
Şu anda görülmüyor. Bizim en son yaşadığımız olay, 411 milletvekili seçilen, milletvekili bir kanuna evet dediler... (Van 2)
On bir tane üyeye talimat verildi.
Talimat verildiğini mi düşünüyorsunuz?
Düşünüyoruz evet, kesin düşünüyoruz. Çünkü on bir kişinin şeyi değil...
Aynı görüşmeciler, “367 kararı da mı böyleydi sizce?” şeklindeki sorumuz üzerine şu açıklamaları yapıyorlar:

Evet, o da aynıydı. Çünkü on tane, on bir tane Cumhurbaşkanı seçildiğinde hiçbir
olay yoktu böyle, bu problem yoktu. Buna gelince, yani istedikleri zaman yönlendirebiliyorlar. (Van 1)
İstediklerini kendi aleyhlerine çevirebiliyorlar, lehlerine çevirebiliyorlar. Hani bilmiyorum,şu ana kadar... (Van 2)
Çok enteresan bir durum var; yani anketlere bakıldığı zaman, işte Türkiye’nin
yüzde 60, yüzde 50 oyunu almış bir parti tepe aşağı geliyor. Ya şimdi hükümetleri
kimler yıkar? Seçimle gelir seçimle giderler. İcabında kim yıkıyor ki bu partiyi,
kim yıkıyor? Hani bu yüzde 60’la başa gelen hükümeti kim devirir? Hakikaten gizli
devlet, derin devlet mi var? Hani dışardan bazı insanlar mı bunu karıştırıyor veyahutyön veriyorlar? (Van 1)
Şu ana kadar o konular pek fazla bilinmiyordu, ama sonra da yavaş yavaş onlar
da ortaya çıkmaya başladı. Yani diyelim ki hükümetin ağırlığı mı, artık sistemin
şeyi mi bilmiyorum onu tam olarak, ama o gizli, derin devlet olayları, gizli çeteleşmeler falan yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bunlar biraz bizi umutlandırıyor yani. (Van 2)
Dünkü gazetede şey vardı, Arap gazetesinde, Kara Kuvvetleri Komutanı ile Anayasa Mahkemesi Başkanı görüşmüşler mesela. (Van 1)
Görüşmüşler, CHP aynı anda olaya girdi, bu tamamen insanları endişelendiriyor
ya. (Van 2)
Şimdi nasıl güvenebiliriz bu yargıya? Bir tenekeye 40 milyondur, bu 8 litrelik bir...
bu parti kapatma dolayından 80 milyona çıktı. Bir kilo pirinç, maalesef vatandaşa
gidiyor.

Yani şu andaki bu ekonomik kriz de buna mı bağlı?

Krizi de tamamen buna bağlıyorum. Çünkü hükümet ne yaptığını bilemiyor,
hükümet eli ayağı durmuş… Geçen ben Bahçesaray’daydım, devletin beş tane
ihalesini bir vatandaş olarak devletin beş tane işini yaptım ben. Yanımda 20-30
kişi çalışıyorlar. İstikrar vardı o zaman, bir güven vardı. Piyasadan alabiliyordum,
verebiliyordum, yapabiliyordum, çevirebiliyordum. Bu sene o yok, tamamen bitti
yani. Nedeni neydi bunun? Birdenbire niye bu böyle oldu? Tabii bunun nedeni
düşündüğün zaman ortaya siyasî istikrarsızlıkla ki tamamen bu bir güvensizlik
meselesi ortaya çıkıyor... Ekonomistliği, biz hepimiz de biliyoruz, yani bir Başbakan, Cumhurbaşkanı’na gittiği zaman çıktıktan sonra yüzü asıksa ekonomide
dalgalanmalar olur. Bunu köydeki çoban da biliyor, yargı da biliyor, başka bütün
insanlar da biliyor. Yani böyle hassas konuda Türkiye’de, yani yargının başındaki
insanlar bunu böyle yaptıkları zaman Türkiye’nin ekonomisi çok büyük bir şekilde
çökeceklerini göremiyorlar mı? Göremiyorlar. Ve de bunu başka bir değişiklik
yapma yolu yoktur. (Van 1)

Anayasa Mahkemesi’nin özellikle AKP karşısında siyasî bir tutum takınarak tarafsızlığını zedelediğini bir başka görüşmeci de vurguluyor:
Mesela Anayasa Mahkemesi genellikle politik davranıyor. AKP’nin kapatılma
davasında olduğu gibi. (Diyarbakır 4)
İstanbullu eğitimli bir görüşmeci de, özellikle 367 kararına atıf yaparak hukuka karşı zaten duymakta olduğu güvensizliğin bir kez daha teyit olduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

367 çok güzel bir oyun, çocuk bahçesine döndü Millet Meclisi de.
Bu tür durumlar hukuka olan güveni sarsmaz mı sizce?
Yani hukuka çok büyük güven duymuyorsanız, böyle gelmiş böyle gider derseniz
her şey kolay. Teyit ediyor diyorsunuz?

Tabii tabii. Zaten genelde şu an içinde bulunduğumuz durum biraz o, ataleti doğuruyor.
Yani her kurumuna karşı, devletin her kurumuna karşı olduğu gibi yargı
organına da böyle bir hissizlik var. Belki böyle tanımlayabilirim. Benim kendi ruh
halim böyle belirsizliğin içinde, beni çok şaşırtmayan aksine işte dediğiniz gibi,
“yaparlar, bunları da yaparlar”. (İstanbul 2)
Hakkâri’de görüştüğümüz kişi de, yargının “en azından son dönemde siyasîleştiği ni” düşünmektedir. (Hakkâri 1) Görüşmecimiz, yargının siyasallaşmasında, özellikle bölgedeki uygulamalarda, ordunun payı olduğunu; belli konularda adalet
görevlilerinin baskı gördüklerini vurguluyor:
Emekli bir general bile şöyle söyledi, yani “hâkim ve savcıların kendilerine gelmesi
için ben bomba patlattım” dedi. 
Yani Şırnak’taki olaya, yani şimdi buna yok dersek de, o söz insanın aklına gelir. (Hakkâri 1)
Görüşmecimizin bu algısının, bu projenin ilk ayağı için görüştüğümüz hâkim ve savcıların bazıları tarafından açıkça dile getirilen değerlendirmelerle birebir örtüştüğüne dikkat çekmek isteriz.
Aynı görüşmeci, yine bir hâkimin ilk kitapta yer alan yorumuna paralel olarak, yargının tarafsızlığını kuşkulu hale getiren durumların, anayasal sistemde ve toplumsal hayatta karmaşaya yol açtığını düşünüyor:
İşte Yargıtay’ı, Danıştay’ı bunlar trafikteki akıştaki şeritleri karıştırdılar. Yani Türkiye’de olduğu gibi sağ şeritten mi, yoksa başka bir ülkede olduğu gibi sol şeritten mi gidiliyor onu şaşırdılar. Yasama mı önce, yürütme mi önde önce ona biraz bir karar vermeleri gerekir. Çünkü kendi üstüyle bu defa çelişkiler yaşıyor, hayır, sen bunlara bu kanunu çıkartmazsın veya bunu yapamazsın...
Yani parlamentoya müdahale anlamında mı diyorsun?
Yani tabii ki, ona da kim üstünse, onu da bilmek lazım. Kanunlar eksikse kim
düzeltecekti? Yani bu düzenleme… Yani biri birine hakaret ediyor, e dolayısıyla
Meclis’e hakaret ediliyor ki, edilirse bu ülkenin tümüne. E, Meclis hukuka hakaret
ediyorsa dolaylı olarak yine bana edilen bir hakaret. Yani her türlü halka, yani o
ülkenin halkına... o ülkenin vatandaşına yansıyor tabii ki. (Hakkâri 1)
Görüşmecimiz, hukuku işlevsiz hale getiren bu karmaşanın temel nedenini, ordunun sistem içindeki konumuna ve rolüne bağlıyor; ama Türkiye’de hukuk devletinin yerleşeceğine olan inancını da koruyor:
Yani şimdi bana sorarsanız, devlet kim? Çankaya Köşkü mü, Başbakanlık mı,
direk Genelkurmay derim. Yani devlet ora.
Nereden bu kanaate varıyorsunuz?
E, bir gecede bir savcının işini bitiriyorsa, bir Cumhurbaşkanı’nın, yani Başkomutanlığın yemin törenine bile gitmiyorsa ve bunu unutmamak için kendi fikrime
[…] yemin törenine katılmıyorsa ve hâlâ çeşitli bahanelerle Başkomutanlığı rencide
eden medya gruplarına bile susarak, ki susma da çeşitli anlarda desteklemektir,
hakkını veriyor. Yani bu çalışmalar her birini etkiliyor, bizi zedeliyor yani
insanların güveni bitiyor.
Hukuka güven biterse ne olacak? Neye güveneceğiz?
İnşallah bitmez. […] hukuk herkese lazım, yani illa da ben dara düştüm bana
lazım oldu diye bakmamak lazım rahat rahat yatağınızda uyurken. (Hakkâri 1)

Mahkemelerde Ayrımcılık..,

Mahkemelerde karşılaşılan ayrımcılık durumlarını da, yargının tarafsızlığı bağlamında değerlendirmek gerekir. Bazı görüşmeciler, ayrımcılık sayılabilecek uygulamalara değinmiş, bazıları da maruz kaldıkları örnekleri aktarmışlardır. Bu örnekler arasında “dil”le, yani Kürtçeyle ilişkili olanlar çoğunluktadır.
Bir görüşmeci, mahkemelerde Türkçe dışında bir dilin kullanımı karşısında
heyetlerin eskiden tepkili olduğunu, ama bu durumun giderek düzeldiğini şu sözlerle anlatıyor:

Bir dönem mahkemelerde Türkçe dışında bir dille konuşulduğunda çok kötü tepki
alınıyordu. Şu anda bu tepkiler azaldı, eskisi kadar değil. (Diyarbakır 2)
Aynı görüşmeci, mahkemelerde giyim-kuşamın da zaman zaman sorun olduğunu
söylüyor:
Mahkemelerde giyim-kuşam sorun oluyor. Özellikle dinî kıyafetler... Ama sonucu
çok etkilediğini sanmıyorum. (Diyarbakır 2)
Diyarbakırlı bir başka görüşmeci, Kürtçenin bir ayrımcılık nedeni olduğunu anlatırken, bir ayrım yapıyor:
Valla geçmişte [dille ilgili sorun] çok yaşanıyordu. Ama son süreçte mahkemelerdeki tavır değişti biraz. Siyasî olarak, Türkçe bilmenize rağmen Kürtçe savunma yaptığınızda tepkiyle karşılaşabiliyorsunuz. Ama gerçekten Türkçe bilmiyorsanız, tercüman çağırıyorlar. (Diyarbakır 4)

Bir diğer Diyarbakırlı görüşmeci de, mahkemelerdeki dil uygulamasının ayrımcılıkla
ilişkisini kuruyor:
Evet, [kimi kişilere farklı] davranılıyor. Mesela Kürtlere farklı davranılıyor. Kürtlerin kendi dilinde savunma verememesi bile buna bir örnektir. (Diyarbakır 3)
Aynı görüşmeci, yargının işleyişinde güç, para, prestij, yakınlık gibi kayırmacılık
konuları dışında, siyasî ve dinî nedenlerle ayrımcılık yapıldığına inanıyor:
Bence rüşvetten daha çok siyasî kayırmacılık var. Siyasî ve dinî kayırmacılık çok
fazla. Bunlar sağ ve muhafazakâr kesimlerdir. Bildiğim tek doğru şey var; o da
solun hiç adaletten yararlanamadığı ve sola hiçbir zaman adil davranılmadığıdır.
(Diyarbakır 3)
Bu görüşmeciye göre, örneğin mafya babaları “iyi hal”den salıverilirken veya onlara ceza indirimleri uygulanırken, aynı tutum siyasî sanıklara gösterilmemekte dir: Mafya babaları bir takım elbiseyle mahkemeye çıkınca, iyi halden cezaları epey indirilebiliyor. Siyasî tutuklulara bu tür ayrıcalıklar tanınmıyor. Bunun etkisi var ama bence yanlıştır. (Diyarbakır 3)

Bir başka Diyarbakırlı görüşmeci de, Kürt olmanın, hele bir de siyasî bir nedenle
yargılanıyorsanız, ciddi bir ayrımcılık ölçütü olarak işlem gördüğüne inanıyor:
Düşünce suçlarından yargılandığınızda çok daha fazla tedirgin oluyorsunuz.
Zaten siyasî davalarda yargı da siyasî kararlar veriyor. Bu bölgede çok yaygın.
Adi suçlarda insanlar kendini daha rahat hissediyor. Siyasî suçlar, hele de bu bölgede ve Kürt’seniz sonuç değişiyor ve duygular da değişiyor. Yani pek çok kişi
siyasî suçlardansa adi suçlardan mahkemeye çıkmayı yeğler. [...] Eğer Kürt’seniz
size farklı davranıyorlar. Mahkeme heyetleri siyasî nedenlerden dolayı ve basın
yayının etkisiyle Kürtlere farklı davranabiliyor. Dinî gruplara karşı yaklaşımda da
bu durum var. Bu durum kararları da etkiliyor. (Diyarbakır 4)

Aynı görüşmeci, kadınlarla ilgili davalarda mahkemelerin ataerkil bir tavır takındığını, bu durumun özellikle “töre cinayetlerine” ilişkin davalarda açıkça görülebildiğini söylüyor:
Töre cinayetleri ve kadına yönelik şiddet konusunda farklı kararlar verilebiliyor.
Bazen infiallere de yol açıyor. Yargı kadının hak ve hukukunu güvence altına alabilmelidir. (Diyarbakır 4)

Özel Mahkemelere Dair Değerlendirmeler.,

Geçmişte yaşanmış özel mahkemeler deneyimi de, bazı görüşmeciler tarafından
tarafsızlıktan sapmanın ya da yargının siyasal amaçlarla kullanımının örnekleri
olarak anılmıştır. Özellikle Yassıada Yargılamaları, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bu görüşmecilerin hafızasında yarattığı etkiler, bu
tür uygulamalara tepki duyma şeklinde dışa vurulmuştur. Bazı istisnalar dışında,
görüşmecilerimiz genellikle özel mahkemelerin varlığını şüpheyle karşılıyorlar.
Örneğin Kars’taki bir görüşmeci, Sıkıyönetim Mahkemeleri bağlamında, bizatihi
sıkıyönetim rejiminin sakıncalarını şöyle anlatıyor:
Hayır olmamalı, bence olmamalı! Halksak, biz halksak böyle şeyler olmamalı!
Sıkıyönetim olmamalı, halkımız özgür olmalı, özgürce yaşamalı, birbiriyle iyi
geçinmeli, bu gibi şeyler olmamalı bence yani. (Kars 1)
Özel mahkemeleri “hukuk devleti ilkesinin yanlış yorumlanması” olarak gören bir
görüşmeci şunları söylüyor:
Tabii ki bunlar hukuk devleti ilkesini[n] bence yanlış yorumlamaları. Hukukta,
yargıda yürütmenin, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, İstiklal Mahkemeleri, tabii
ki bunlar devletin işleyişini kolaylaştırıyor ve devletin belki illegal uygulamalarını
meşrulaştırmak, yasallaştırmaktan öteye gitmeyen mahkemelerdir.
Bir tür hukuksuzluk mu yani?
Aynen öyle! Ama tabii ki, burada işte hukuk üyelerinin, hukuk personelinin çalışması da başka bir ironi, hani manidar. Evet, bu İstiklal Mahkemelerinde hâkimler görev almıyor. İstiklal Mahkemelerinde seçilmiş, milletvekili komisyonlarından seçilmiş insanlar görev alıyordu ama... (İstanbul 2)

Bir başka görüşmeci de, özellikle İstiklâl Mahkemelerini örnek göstererek, bu tür
mahkemelerin esasen hukukî olmadığını düşünüyor, ancak o zamanın şartlarında
“maalesef işe yaradığını” da ekliyor:
İstiklâl Mahkemeleri... Onu tabii içinde bulunulan zamanın dinamiklerine göre
belirlemek gerekiyor. İstiklâl Mahkemeleri kurulduğu zamanlarda tam anlamıyla
hani bırakın bağımsızlığı, devlet olduğundan bile söz edilmek tam anlamıyla
mümkün değildi, maalesef kurulma aşamasında olan bir millî iradenin insanı
birtakım, yine zararlı ot diyeceğim, ama ayıklamak için kullandığı bir sistemdi.
Maalesef o zaman işe yaramış.
Hukukî midir sizce?
Hukukî değil ama çok işe yaramış. (İstanbul 3)
Aynı görüşmeci, kanunda işleyişi ve yargılanma koşulları çok sağlam belirlendiği
takdirde, DGM türü mahkemelerin olabileceğini söylüyor:
[...] Ama hani savaş olmasaydı [İstiklâl Mahkemeleri gibi] bir şey olmayacaktı
gibi bir şey. Devlet Güvenlik Mahkemeleri ise normal seyrinde giden bir demokraside de olabilecek bir şey gibi gösteriliyor en azından. Devlet Güvenlik Mahkemesi denen şey, eğer devletin çıkarlarını koruyan bir yargı sistemiyse ya da mekanizmasıysa, olabileceğini düşünüyorum. Ama hani bu sonuçta gazeteleri okuyup da köşe yazarlarının sevmediğimiz ifadelerinden dolayı yargılanabileceği bir şey olmamalı. (İstanbul 3)

Bir görüşmeci, sadece siyasî suçlar için özel mahkemelerin olması gerektiğini söylüyor, “onun haricinde normal suçlar için olmamalı” diyor. (Kars 9)
Başka bir görüşmeci ise, bu tür mahkemeleri genel olarak kabul ediyor, ama “daha adaletli karar verebilmek için tarafsız olmak şartıyla” diye ekliyor. (Kars 11)
Karslı görüşmecilerden birisi, “bu tür mahkemelerin işleri daha çok uzattığını”
düşünüyor. (Kars 10)
Ancak, mağdur olduğunu düşünen bir görüşmeci, bu tür mahkemelerin gerekliliği ne inanıyor. Normal mahkemeyi “gevşek”, cezaları yetersiz buluyor. Olağanüstü mahkemelerin daha “sıkı” (dolayısıyla sert) olacağını düşünüyor. (Kars 5)
Tabii hâkim ilkesinin uygulanmasıyla ilgili bir diğer tartışma, Askerî Mahkemelerin
varlığı üzerinden yapılmaktadır. İnsanların bu konuda kafaları oldukça karışık
olmakla birlikte, bu durumun tabii hâkim ilkesiyle bağdaşmadığına ve askerî sistemin kapalılığı yüzünden muhakemenin aleniyeti ilkesini ihlâl ettiğine ilişkin bir
sezgileri mevcuttur.
Mesela özel mahkemeler konusunda ayrıntılı açıklamalar yapan İstanbullu görüşmecinin, Askerî Mahkemelere dair değerlendirmesi, bu tereddütleri ve çekinceleri yansıtıyor:
Askerî Mahkeme’nin [olmasında], yani orada bir yargılama sistemi olmasında bir
sakınca yok bence. Askeriye’nin kendi içinde bir yargılama sistemi olabilir. 
Ama bu[nun] diğer yargılama sisteminin bir alt dilimi gibi işlemesi daha normal geliyor.
Yani sonuçta askerlerin yaptıkları her şey [...] Askeriye’deki yargı sisteminin
sorunu, yani onların bakması bu işlere biraz tuhaf geliyor. Ama [...] hani Askerî
Mahkeme bildiğimiz yargı sisteminden bağımsız bir küçük, kendi içine hapsolmuş
ve kendisinden sorumlu yargı sistemi olmasaydı, yani seçilebilseydi rahatlıkla,
o zaman bir sakınca olmazdı yani. İnsanların şöyle bir güvencesi olurdu: Zaten
diğer mahkemede görülecek davalardan farklı bir karar olmayacak orada. Ama...
O izlenimi alamıyorsunuz...
Evet, almıyorum o izlenimi.
Bu izleniminizi güçlendiren ne gibi şeyler var?
Neden onların kendilerine has bir yargılama sistemi olduğu konusu mu? Bir kere
şöyle bir şey var; ben askere gittim, orada kaldım. Orada başıma gelecek herhangi bir şey konusunda Askeriye dışındaki herhangi bir insan müdahale edemezdi.

Yani orada kendimizi teslim etmişiz, biliyorsunuz ve bu hissi engelleyecek
hiçbir şey yok. O yüzden orada infaz etmeye kalksalardı, sanki yapabilirlermiş
gibi... Mesela orada bir komutan gelip sizi öldürse, ondan sonra da kendi yargı
sistemlerinde bir gerekçeyle bunun suç olmadığını söyleseler kimse buna itiraz
edemez gibi hissediyorum. (İstanbul 3)



***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 7

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 7


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,



Yargılama konusunda kötü tecrübeye sahip Antalyalı görüşmeci bile, yargının ihtilafları çözme konusunda vazgeçilmez bir konuma sahip olduğunu düşünüyor:
[Mahkemeye] gitmek zorundayım, yani ne kadar da güvensiz olsanız da gitmek
zorundasınız. Çünkü benim kendi kendime halledebileceğim şeyler değil. Sonuçta
gitmek zorundasınız ve bu kuruma inanmak zorundasınız, ama hani ne kadar
güvenmeseniz de gideceksiniz sonuç itibariyle. (Antalya 1)

Yüksekokul mezunu Kürt kökenli bir yurttaş, Türkiye’de adaletin tecelli edeceğine
inanmasa da hukuk yolundan ayrılmayacağını, şu şekilde anlatıyor:

Ben kendim mahkemeye giderim gene […] ilk başta […] Türkiye’de olmazsa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne giderim. Türkiye’de adalet yerine getirilmiyor, o
yüzden zaten az önce İnsan Hakları Mahkemesi’nden bahsettim. (Nusaybin 1)
Bazı görüşmecilerin sözleri, mahkemeleri çare olarak kabul etmelerinin, oralara
güven duymaktan değil, daha çok “çaresizlikten” kaynaklandığını gösteriyor.
Mesela Diyarbakırlı bir görüşmeci, adaletin tecelli edeceğinden ümitli olmasa da,
her halükârda mahkemeye gitmeye mecbur olduğunu vurguluyor:
Başka çözecek yol yok ki. Ya kan davası güdeceğiz ya da başka yol yok. E bizim
orman kanunu gücümüz de yok ki, birilerini ezelim. Ya da mafya gücümüz de yok.
Mahkemeye veriyoruz yine alamıyoruz ve mağdur oluyoruz. Yani bazı kesimler
her durumda hep mağdur durumda kalıyor ne yazık ki. Yani mahkemeye götürmek aslında sorunu çözmüyor, ama başka yapılacak bir şey olmadığı için mecburen sorunu götürüyoruz mahkemeye. Ama değişen bir şey de olmuyor. Belki biraz umutlanıyor insan; ya olursa diye ya da bir süre kendimizi oyalıyoruz herhalde.
Zaten sonra da insan unutuyor. Yani haksızlığa alışıyor belli bir süre sonra.
Mesela bu baklava çalan çocuklar ya da Meclis’te pankart açan çocukların çoğu
belki hâlâ yatıyor hapislerde. Ama bir bakıyorsun hırsızlık, dolandırıcılık, soygunculuk yapanlar zamanaşımından kurtuluyor. O zaman insan şüpheleniyor. Neden kimilerine çok hızlı davranılırken kimilerine yavaş davranılıyor? Bu insanın canını da çok acıtıyor. Öğrenciliğimizde çok gördük. Polis suç işlediğinde hiç cezalandırılıyor mu hiç? Özellikle buralarda o kadar çok işkence davaları, cinayet davaları oldu, hangileri adil bir şekilde sonuçlandı? (Diyarbakır 3)

Ancak, mahkemelerin adil ve tarafsız olduğu konusundaki tereddüt ve şüpheler,
herkeste aynı etkiyi yaratmıyor. Mesela bazı görüşmeciler, mahkemelere tam bir
güven duymamalarından dolayı, hukuk dışı yolları denemeyi bir seçenek olarak gördüklerine işaret eden kaçamak veya muğlak cevaplar vermişlerdir:
Vallahi adalet adaletli olursa adaletin yapmasını [sorunlarımı çözmesini] isterim,
ne mafyaya ne kendim giderim […] yani […] devlet işte suçluya suçuna göre yani
suçu olmayana da olmayana göre muamele yapması lazım. (Kars 3)
Aslında mahkemeye giderim. Mahkemenin halledemediği yerde benim kendim
hallederim. Mahkeme bazen halledemiyor. (Kars 4)
Mahkemeye başvururum, fakat mahkemeden adaletli bir karar çıkmazsa kendi
çapımda adaleti aramaya çalışırım. (Kars 11)
Mahkemeye giderim, mahkemeye giderim […] Avukat tutarım gücüm yeterse,
yani hakkımı savunmaya çalışırım yine. Ama ne olursa olsun kimseye ezilmek
istemem. (Kars 14)
Bazı görüşmeciler ise, adalet sisteminin işleyişindeki çeşitli sorunları gerekçe göstererek, yaşayacakları ihtilafların çözümü için yargıya başvurmak istemediklerini, bunun yerine başka yollar aramayı tercih edeceklerini söylemişlerdir.

Hakkârili görüşmecinin, sözleri ve yargı süreçleri dışında çözüm arama konusunda
“misal olarak” anlattıkları, bu algının en açık ifadesidir:
Mahkemeye gitmem. Çünkü süreç, yani o hukukî süreç... Biz öyle bir şey yaşamadık, ama yaşayanların ağzından duyuyoruz, süreç çok gitgellerle doluyor. 
Yani daha pratik yollar, özellikle, o yüzden bunun için söyledim, yer benim için
önemli, Doğu’da isem karşı taraf hangi aşirettense onların liderine veya oranın
büyüklerine [giderim] ve benim sorunumu neredeyse çok kısa bir zaman dilimi
içinde, bu belki bir hafta, belki aynı gün, belki aynı saat içinde çözerim…
Hukukî süreç insanı bezdirdiği için birçok insanı kalkındıracak rakamlardan bile
insanlar vazgeçiyor. Ama ben net söyleyeyim, insanlar ben sürünmeyeyim diye o
haklarından vazgeçiyorlar. (Hakkâri 1)

Karslı bir görüşmeci de, benzer algıyı paylaştığını şu sözlerle anlatıyor:
Vallahi şu anki sistemde yani kendimiz halletsek daha iyi olur. Mahkemelerde pek
çözüm olacağını düşünmüyorum, mahkemeler daha çok angarya işlerle, gereksiz
işlerle uğraştırır insanları diye düşünüyorum. (Kars 10)

Bir görüşmeciye göre, işlemlerin karmaşıklığına ve çokluğuna dayanan bürokrasi
algısı, kişileri mahkemeye başvurmaktan alıkoyan önemli bir etken. Görüşmeci, bu
durumun, bireyleri bezdirdiğini, böylece “yasal yollar”dan hak arama şevkini kırdığını ve “hukuk dışı” arayışları teşvik ettiğini belirterek, yargının adil bir şekilde
işlememesinin hukuk devleti fikrini ve kurumlarını zedelediği şeklindeki önemli gerçeğe işaret etti:
[Mahkemeye] gitmem. Çünkü bir anlamda işte hukuk sistemimizin bir başka
sorunu bana kalırsa matbaa, kırtasiye. Yani bir dava açmak için bile izlemeniz
gereken bir sürü prosedür var. Büyük ölçüde, özellikle kendini iyi ifade edemeyecek durumda olan vatandaşlar, hani bu sıkıntıyı çekmek istemiyorlar, uğraşmak istemiyorlar ve başka yollardan, belki illegal yollardan sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. (İstanbul 2)

Bir başka görüşmeci ise, bir kere yaşadığı olumsuz deneyimin etkisiyle, bir daha
mahkemeye başvurmayı düşünmediğini söylemiştir: “İlk olayımı çözmediler ki, sonrakiler için gideyim.” (Kars 5)

Bu algıyı paylaşan görüşmecilerden bazıları, kademeli bir çözüm planı oluşturma nın, en iyi yol olduğunu düşünüyorlar. Mesela Karslı bir görüşmeci, önce kendi
imkânlarını kullanmayı deneyeceğini, mahkemeye ise en son çare olarak başvuracağını söylüyor:

Vallahi ben kendi şahsî elimden geldiği kadar, kendi yapabileceğim şeyi kendim
yaparım, yapamayacağım şeyi adalete teslim ederim. [Mahkemelerde adalet
tecelli] etmiyor. Etmediği için zaten ben onu kendime bırakıyorum ya! (Kars 16)
Bir başka Karslı görüşmecinin planı ise, daha ayrıntılı ve incelikli:
İlk önce düşünürüm… şikâyet edilecek yer [durum] varsa, edilmesi gerekiyorsa
ederim, ilk önce karşı tarafı ihtar ederim […] eğer olmuyorsa mahkemeye giderim,
ha mahkeme de […] işi halledemiyorsa, iş diyelim ki, yani ufak para konusu
veyahut da herhangi ufak konularda mahkemenin yargısını da isterim, olmazsa iş
namus şeyi olursa icap ederse o bir türlü kendim de müdahale edebilirim. (Kars 9)
Denizlili görüşmeci de, önce yargı yolunu deneyeceğini, ama kendisi açısından
hayatî önem taşıyan meselelerde yargıdan tatmin edici bir sonuç alamamışsa,
“adaleti” kendi eliyle gerçekleştirmeyi tercih edeceğini söylüyor:
Yani [konu] benim eğer hayatımı gerçekten çok fazla etkiliyorsa ve yeterli ceza
verilmemişse, kendi şahsî fikrim, sonuna kadar denerim ben, bütün yolları yasal
denerim. Eğer olamıyorsa, yetmiyorsa kendim de denerim.
Kendim de denerim diyorsun, yani orada artık hukuk senin için bitmiş oluyor.
Hukuk bitmiş oluyor. Yani yeteri kadar değilse, yani her şeyi denersin ama artık
olmuyorsa, buna hukukun gücü yetmiyorsa, hayatî meseleyse denerim tabii...
(Denizli 1)

Güneydoğu ve Doğu illerinde yapılan görüşmelerden, mevcut yargı sisteminin aşiret düzenini ikame edemediği; modern devletin yargı mekanizmalarına geleneksel sistem kadar güvenilmediği; sorunların çözümünde geleneksel mekanizmaların arandığı ve bu bağlamda sorunların çözümünde yine geleneksel adalet mekanizmalarına müracaat edildiği görülmektedir.
Van’da görüştüğümüz şahısların anlattıkları, bu durumu ve nedenlerini açık bir
şekilde gözler önüne seriyor:
O sistem, o şey aranıyor çünkü o bir ağırlıktı, bir düzen, neticede şeyde benim
gibi iki tane arkadaş kaza yaptığı zaman, bir ağırbaşlı insan geldiği zaman olay
bitiyordu. Kapatıyordu, kapatma ağırlığı vardı adamın, sözü dinleniyordu. Şimdi
kalmamış. Öbür adaletten de halkımızın sorunu cehalet had safhada. Eğitimsiz,
nasıl müracaat edeceğini bile bilmiyor... (Van 2)
Bir de köylerde asker bakıyor, jandarma bakıyor, jandarmanın da kültürüyle de
bizim burada yaşayan insanların kültürü apayrı değişik. […] Bir dövüş kavga olur,
tamam jandarma geliyor, hadi sen git köyüne, sen git oraya ne yapsın işte verir,
biter. Bizim buradaki kavga dövüşler öyle olmuyor. Kavgalar […] dönüşüyor, çok
büyüyor. Onun için askerin gelip bir anlık, bir günlük, bir saatlik çözümü bulup
gitmesiyle bitmiyor... (Van 1)
Zaten çözüm getirmesiyle, bir tanesini almasıyla bitmiyor. Davalı orada saldırıda,
hücumda, taarruzda, onu arıyor, onun çocuğunu bulacak, onun kardeşini bulacak
ona vursun diye. Arıyor onu. (Van 2)
Batı’da, kavga olduğu zaman kırsal kesimde, Ahmet Mehmet’in tavuğunu yedi,
Mehmet geri Ahmet’e bir tavuk getirdi, verdi. […] Bizim burada o görüş yok.
Ahmet Mehmet’in ha tavuğunu öldürmüş ha çocuğunu öldürmüş, hiç fark etmez!
Olay orada yani, odaklanma noktası o. İşte Ahmet’in hayvanı gitmiş Mehmet’in
tarlasının otunu yemiş. E kardeşim ne kadardı ot? İşte on lira, al on liranı. Bitmiyor.
Bu tecavüz gibi. Bu işte bir namus davasına dönüyor, bir kan davasına
dönüyor. (Van 1)
Bunun temeli cahillik tabii. Bizim de hukuk sistemimiz buna hiç uymuyor. Yani
hukuk buna çözüm bulamıyor. İşte karar verecek; ya ne oldu, hadi barışın da çıkın
ya, bir şey olmaz ya falan dosya kapanıyor. Bu değil. (Van 1)
Bu noktada bu tür sorunların çözümünde mahkemelerin neden müracaat mercileri
olamayacağına ilişkin gerekçeler de ortaya çıkıyor:
Şimdi çözemezsiniz onu, hukuk mahkemelerinde en ufak çözüm bulan dosya altı
ay. Zaten altı aya kadar burada insanlar birbirlerini kırıyorlar. (Van 1)
Aynı şekilde, Hakkâri’de görüştüğümüz kişi de, bu tür davaların çözümünde mahkemelerin verdiği kararların ikna edici olmadığına değinmiştir:
Kan davası gibi daha farklı olaylarda, daha farklı sıkıntılar gibi, olaylarda insanların
yargıya olan güvenleri çok daha az. Yani işlerinin mahkeme salonunda hâkimin verdiği karar doğrultusunda sonlandırılacağına kanaat etmiyorlar. İnsanlar daha farklı bir gündem bekliyorlar. Yani en üst düzeyde bir hâkim ya da yargıç olsun, usulsüz bir mahkeme yapmış olsun o işe sonra yine bakmak gerekiyor. Ancak, feodal sistemin içinde çözülen bir olayın, belki doğru bir şekilde çözüleceği, patlak verildiği yok denecek kadar azdır. Ama feodal sistem kendi içinde bile yanlış yapabiliyor, taraf tutabiliyor. Bu tür durumlarda da yine ender olsa bile patlaklar çıkabiliyor. Ama yanlış bile olsa o barış daha sağlıklı oluyor. Yani daha uzun vadeli oluyor.
Yani modern mahkeme sistemi o sistemin yerini tutamaz diyorsunuz...
Hayır, kesinlikle!
Doğru bir karar verse bile tatmin olmuyor mu insanlar?
Yok, hayır! (Hakkâri 1)
Hakkârili görüşmeciye göre, kişiler arasındaki meseleler, mahkemelere göre aşiret
sistemi üzerinden hâlâ büyük bir hızla çözülebilmektedir. Bu “pratik yol”dur:
Mahkemeye gitmem... Doğu’da isem, karşı taraf hangi aşirettense, onların liderine
veya onların büyüklerine [giderim] ve benim sorunumu neredeyse çok kısa
bir zaman dilimi içinde, bu belki bir hafta, belki aynı gün, belki aynı saat içinde
çözerim. (Hakkâri 1)
Bununla birlikte, aşiret sisteminin yavaş yavaş çözülmekte olduğu, fakat modern
yargının henüz bu boşluğu dolduramadığı da, karşılaştığımız algı örnekleri arasında yer alıyor:

[Aşiret] bitti. Aslında aşiret olması da... o zaman devlet her tarafa birden yayılıyor.

Bugünkü gibi devlet yoktu. Devlet de o zaman her tarafa gidemiyordu, bir sorun
olduğu zaman aşiret diyorlardı. E aşiret, bir sorun olduğunda […] belli bir kesime
ceza veriyordu. Haksızlığa uğrayanlara da mükâfat veriyordu. Ya korkudan ya da
insanlıktan o aşiret Osmanlı zamanında vardı ve güzel de yürüyordu bizce, bizce
güzel de yürüyordu. Yani bugünkü adaletten daha güzel yürüyordu. (Van 3)
İşte hocam benim aşiret sisteminin azalmasının biraz devlete eskiye nazaran
güven duymaktan kaynaklandı. Devlet vatandaşla şey olunca, ben hakkımı aramasını biraz öğrendim. [...] Hani aşiret sistemin[in] azalmasının nedeni oydu,
ama şimdi bakıyorsun gene biraz geriye dönük şey... [Devlet aşiretin yerini] dolduramadı, geriye gidiyor, şu anda geriye gidiyor. (Van 1)

Yargı Bağımsızlığına Dair Algı Kalıpları..,

Görüşmelerimizde, yargının bağımsız olmadığı yönünde yaygın bir kanaat olduğunu tespit ettik. Birçok görüşmeci, incelikli cevaplar vermek yerine, bu konudaki düşüncesini kestirme ifadelerle dile getirdi. Örneğin, Kars 1: “[Yargı bağımsız] değil de mi, bence değil, bağımsız değil... böyle.” Kars 3, Kars 6: “Bağımsız gibi görünüyor ama bağımsız değil bence.” Kars 16: “ Değil, bağımsız gözüküyor, ama değil!” Nusaybin 1: 
“Bağımsız değil, kesinlikle yani!”
Trabzonlu görüşmecinin yargının bağımsız olmadığına dair algısı o kadar kesin ve
açık ki, bu yöndeki soruyu komik buluyor: “Böyle bir şey […] soru aslında çok komik, herkes görüyor yargı kesinlikle bağımsız değil.” (Trabzon 1)
Bağımsızlığın tanımı ve ölçütleri konusunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, bu
meselenin esas itibariyle yargı ile yürütme, özellikle de hükümet arasındaki ilişkiyle bağlantı içinde düşünüldüğünü söyleyebiliriz. 

Bu çerçevedeki değerlendirmelerin büyük bir kısmı ise, kuvvetler ayrılığı gibi bir ilkeye veya hukuk devleti gibi bir kavrama değil de, somut deneyimlere veya öğrenilmiş örneklere dayanıyor. Bununla beraber, yargı bağımsızlığını söz konusu ilke veya kavram üzerinden tanımlayan görüşmeciler de oldu. Bu görüşmecilerin tamamının eğitimli kesimden olduğunu belirtelim.

Mesela Samsunlu hekim görüşmeci, yargı bağımsızlığı meselesini, adeta kuvvetler
ayrılığı ilkesi konusunda bir giriş dersi vererek değerlendiriyor:
Bizim anayasal kurallarımıza göre üç tane erkimiz var, yasamamız, yürütmemiz,
yargımız var... Yasama, yürütme, yargı da şeydir, üçgendir, bunlardan bir tanesi
eksik olursa üçgeni tamamlayamazsınız. Müdahale olmamalı; yasayı koyan yasamadır, yasayı uygulayan yürütmedir, bunun ihtilafı durumunda sorunu çözen de yargıdır. Yani hükümetin yargıya müdahale etmesi demek, bu ayaklar arasındaki dengenin bozulması demektir... Hükümetler gelir geçer, ama yapılmış olan kanunlar gerekli görülmedikçe değiştirilemez. Kanun sizce farklı, bence farklı yorumlanamaz, algılanamaz ve değiştirilemez; kanunun değişmesinin de gerekliliği toplumsal şartlardan doğar, uygulama şartlarından doğar... Eski krallıklardaki gibi bütün yetkinin bir erkte toplandığı dönemlere baktığımızda kuralların uygulanmasında ve konmasında birçok faktör rol alır. [Fransa’da] Kilise, yargı üzerinde, devlet üzerinde çok büyük bir yetkiye sahipmiş; Fransız Devrimi bundan dolayı yapılmış. Tüm yetkiyi tek bir erkte toplarsanız –bu, kurum olabilir, kişi olabilir, sendika olabilir, parti olabilir– orada sistemi kontrol edecek nüans bırakmazsınız.

Üçünün farklı olması, sistemin sürekli birbiri içinde kontrolünü sağlamakta ben...
bir fayda görüyorum ve adalet duygusunun da yürümesinde en büyük etkenin bu
üçlü sistem üzerine kurulu olduğuna inanıyorum... Üçü birbirinin alanına müdahale
etmeye başladığında hemen sıkıntı çıkar ve çıkmıştır da... (Samsun 1)
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bilincinde olan görüşmeciler arasında Sivaslı yüksekokul
mezunu ev hanımı (Sivas 2) ile Sivaslı öğretmen de (Sivas 3) yer almaktadır. 
Serbest meslek icra eden Sivaslı ilk görüşmeci ise, biraz daha ayrıntılı bir yorum yapmış ve yargının “sanki hükümet organıymış gibi” hareket ettiğinden yakınmıştır:
Yargı bağımsız olmalıdır. Anayasamıza göre güçler ayrılığı ilkesi vardır ve buna
göre de yargı bağımsız olmalıdır. Ama şu anda yargının düzgün işlediğini sanmıyorum.
Hâkimler kararlarını hakkaniyete uygun vermiyorlar ya da veremiyorlar.
Örneğin Ergenekon davasında hükümet yanlısı savcıların atandığı, seçildiği söylentileri var. Söylentilerin olması bile yargının bağımsızlığına gölge düşürmektedir.
(Sivas 1)
Sivaslı yüksekokul mezunu görüşmeci ise, yargı bağımsızlığı meselesini hukuk devleti kavramından hareket ederek değerlendirmiştir:
Demokratik hukuk kurallarıyla yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Ancak, son dönemlerde yargıda aksaklıklar olduğunu düşünüyorum. Demokratik bir ülkeysek ülkemizde yargı bağımsız olmalıdır, ama ne yazık ki şu anda böyle bir durum söz
konusu değil. (Sivas 2)
İstanbullu bir görüşmeci de, yine kuvvetler ayrılığı ilkesine atıfla, erklerin “gereğinden fazla bir yakınlaşma” içinde olduğunu vurgulamıştır. (İstanbul 3)
Görüşmecilerin çoğunun yargı bağımsızlığıyla ilgili algılarının merkezinde, hükümetin yargı süreçlerinde oynadığı rol yer almaktadır. Öncelikle hükümetlerin yargıya müdahale etmemesi gerektiği konusunda da yaygın bir yaklaşımın mevcut olduğu görülmektedir (örneğin Kars 4, Kars 6, Kars 9, Kars 10, Kars 11, Kars 14; Kars 15, Kars 16; Kars 17, Kars 18, Trabzon 1, Erzurum 2, Nusaybin 1, Samsun 1, Sivas 2, Sivas 3, Denizli 1, Bursa 1, Bursa 2, İstanbul 1, Diyarbakır 1).
Mesela bir görüşmeci “hükümetlerin gelip geçiciliğini” vurgulayarak, yargının
bağımsızlığını tanımlamaya çalışmıştır:

Hükümetler değişkendir, [yargıya] etki etmemelidirler. İnsan ve devlet bâkidir. O
yüzden hükümet müdahale etmemelidir. 

Bu yüzden de insanlar hukuka güvenmelidirler. (Sivas 3)

Diyarbakırlı bir başka görüşmeci de yargı-hükümet ilişkilerini şu sözlerle nitelendirmiş ve yargı bağımsızlığının bu ilişkinin biçimi nedeniyle zedelendiğini söylemiştir:
Bütün sorunlar burada zaten. Hukuk hükümetlerin üstünde olmalıdır. Mesela
Ergenekon’a o kadar çok müdahale ediliyor ki, bunun doğru işlediğine kim inanabilir?
Kamu vicdanında aklanmak için mahkemelerin tüm dış etkilerden kurtulması
gerekir. Tersi durumda mahkemelerin verdiği kararlar hiç tatmin edici olmaz
ve bunlara karşı bir rahatsızlık sürekli olur... Ergenekon davası bunun açık örneği.
Bu sürecin doğru ve bağımsız işlemediğini artık herkes biliyor. Daha yeni haberlerde dinledim; vakti zamanında Diyarbakır DGM’de, Ankara’nın istediği kararı vermedikleri için savcıların sürgün edildikleri söyleniyor. Bu nasıl bağımsızlık?
Aynı şekilde Şemdinli davasındaki savcıyı doğduğuna pişman ettiler, meslekten
ihraç ettiler. Bu mu bağımsızlık? (Diyarbakır 1)
Diyarbakırlı bir başka görüşmeci hükümetlerin yargıya kesinlikle müdahale etmemeleri gerektiğinin altını çizerek şunları söylüyor:
Hükümet yargıya müdahale ederse partizanlık olur ve eşitsizlikler artar, sorunlar
artar. Bu durumda suç kavramı da değişir yavaş yavaş. Yani biz işlesek suç, ama
başkaları işlese suç değil. İstiklal Mahkemelerinde de böyle olmuştu… İsmet
Paşa bazı konularda bu mahkemelere müdahale etmiş duyduğuma göre. (Diyarbakır 3)
Sivaslı görüşmecilerden biri, yine hükümetin konumundan hareketle, yargı bağımsızlığı konusunda “olması gereken” ile “olan” arasındaki ilişkiyi şu sözlerle açıklıyor: [Hükümetler yargıya] kesinlikle [müdahale] etmemeli. 
Çünkü yargı bağımsız olmalıdır ve hiçbir baskı altında kalmamalıdır. 
Yargının düzgün işleyebilmesi için ne hükümet ne de başka bir kurum müdahalede bulunmamalıdır. 
Yargı bağımsız olmalı ancak günümüzde bu bağımsızlıktan maalesef ki bahsedemiyoruz. Hükümete bağlı bir kurum gibi hareket ediyor. Örneğin Ergenekon davasında hükümet yanlısı savcıların göreve getirilmesi ya da parti kapatma davalarında hükümetin baskıcı tavrının etkili olduğunu düşünüyorum. (Sivas 2)
Bursa’da görüştüğümüz kişi, Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararı tahmin ederken, mahkeme üyelerini atayan Cumhurbaşkanlarının referans alınmasını tuhaf buluyor ve bunu yargının bağımsız olmadığına ilişkin bir karine sayıyor:
Anayasa Mahkemesi’ne şu üyeyi Demirel atamış, şu üyeyi Özal atamış, şunu
Sezer atamış, o şöyle karar verir deniyor. [Bu durumda] ne bekleyeceğiz?
(Bursa 1)
Yargıya mevcut hükümetin müdahale ederek bağımsızlığa halel getirdiğini söyleyen bu görüşmecilerin tam aksine, hükümete rağmen başka güçlerin yargıyı kontrol ettiğini düşünenler de var. Diyarbakırlı bir görüşmeci, yargının bağımsız olmadığını ve bu bağımsızlığı zedeleyen ilişkilerin temelinde askerî vesayetin yattığını düşünüyor:

Bana göre yargı bağımsız değil. Tamamen devletin ve iktidarların baskısı altındadır
ve bu iktidarlar da çoğu zaman başka bir gücün etkisindedir. Bana öyle geliyor. [...] Özellikle Anayasa Mahkemesi son yıllarda çok siyasallaştı ve verdiği kararların en az yüzde 70-80’i siyasaldır. Yani Cumhuriyet’i koruyalım, ama nasıl olursa olsun. Ama halkın Cumhuriyeti değil, askerin Cumhuriyeti. Bu yüzden bu
mahkeme üyelerinin çoğu baskı altında kararlarını veriyor. Bu baskı doğrudan
değil, ama daha çok onları siyasal ve duygusal baskı altında bırakarak. Mesela
“şu kararı şöyle vermezsen şunlar yaşanır, memleket elden gider ve bunun vebalini de siz çekersiniz” diyerek kararın sonucu etkileniyor. Bu tür baskılar, diğer fiilî baskılardan çok daha fazla etkili oluyor. (Diyarbakır 3)

Bir görüşmeci ise, aynen şu ifadeyi kullanmıştır: “Yargı bağımsız değil, ister istemez devletin baskısı altında!” (Kars 11) Bu görüşmeci, devletten hükümeti aşan güçleri anlamakta; başka şeyler gibi yargıyı da bu güçlerin baskı altında tuttuğunu veya etkilediğini düşünmektedir.

Bir görüşmecinin sözleri, belli tereddütler içermesine, yani ilişkilerin seyri konusunda net bir tutumu yansıtmamasına rağmen, bu algının içini biraz daha doldurur niteliktedir. Görüşmeciye göre, bağımsızlık meselesi, yargı mensuplarının karakter özellikleriyle değil, sistemin yapısıyla ilgilidir:

Yargı dendiği zaman şöyle bir şey canlandırıyorum; muhtemelen büyük kısmı iyi
niyetli olan birtakım insanların çalıştığı, ama yani her insan devlet denen şeyden
ne kadar etkileniyorsa onların da o kadar etkilendiği bir sistem gibi geliyor bana...
[Etkiye açık] evet. [Ama] yani sonuçta şey gibi gelmiyor, işte hani Türkiye’de bir
hükümet vardır, bir Genelkurmay vardır, bir de yargı vardır, bir de medya vardır.
Böyle ayrı ayrı hani bir sürü bu bağımsız güçlerden bahsedilebileceğini zannetmiyorum.

Yargı da bir bağımsız güç gibi gelmiyor bana. Ama yani hani bağımlılık
oranı da böyle felaket, hiçbir şeyi kendileri karar veremiyorlar ve tamamıyla
işte devlet politikasına, devlet politikasına zaten bağlı olması gereken, hükümetin
politikasına bağlı hareket ediyorlar ya da tamamıyla işte Genelkurmay’daki
gücün politikasına bağlı hareket ediyorlar da diyemem.

Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin 367 ve başörtüsü kararları ile AKP’ye karşı açılan
kapatma davasını örnek vererek benzer değerlendirmeler yapan başka görüşmeciler de oldu. Ancak bu bağlamdaki açıklamaları, daha ziyade “tarafsızlık” algısıyla ilgili gördüğümüz için, aşağıda bu konuyu irdelerken aktaracağız.
Kayseri’de görüştüğümüz kişi, yargı bağımsızlığına en büyük tehdidin medyadan
geldiğini düşünüyor:
Zaten bütün işleri de medya çeviriyor. Yani siyaset ve hukuk […] Medya istediği
gibi hukuku da yönlendiriyor, siyaseti de yönlendiriyor. Yani medya kim tarafını
tutarsa o taraf yükseliyor, kim tarafını…
Yani mahkemeler bundan etkileniyor mu diyorsunuz?
Onu diyorum, bence aşırı şekilde etkileniyorlar. Siyaset, hukuk medyadan etkileniyor.
Bence özgür medyanın olması çok acil. Yani isteyen istediğinin aleyhinde
atıyor, istediğinin aleyhinde tutuyor. […] gazete bir yandan, radyo bir yandan,
televizyon bir yandan. […] Yani medya! (Kayseri 4)
Bazı görüşmeciler, hükümetin yargıya müdahale etme yetkisine sahip olması ve
icabında bu yetkiyi kullanması gerektiğini belirtti. Karslı görüşmecilerden biri, bu
düşünceyi dolaysız bir şekilde dile getirdi: “Hükümet tabii, bazı yasalara göre etmeli yani. Hükümetin de bazı yetkileri olmalı, sonuçta bir hükümettir.” (Kars 3)
Özellikle yargı süreçlerine müracaat edip mağdur olduğunu düşünenler, hükümetlerin yargıya müdahalesine olumlu bakıyor. Kendisini mağdur bulan, kendisine zarar veren kişinin mahkemede yeterince ceza almadığını düşünen bir görüşmeci şöyle diyor:

Evet tabii […] yani hakkını vermeleri gerekir, yani bir şey yapmaları gerekir, biz
bir şey yapmıyoruz yani vurmuyor tutmuyorsak da, o bir şey yapsın da öcümüzü
yani alsın, biz onun […] içimiz rahat etsin, içimiz rahat etmedi, hiç içimiz rahat
etmedi […] davacıyım yani, öyle bir şey olsa çok davacıyım yani vallahi. (Kars 5)
Burada kullanılan “öç alma” sözü, adalet anlayışını da yansıtmaktadır. Kişinin kendi öznelliği içinde mağduriyetinin giderilmesini “öç alma” kavramıyla özdeşleştirmesi ve adaletin böyle tecelli edeceğini düşünmesi, hukukla ilişki kurmadığının bir göstergesidir. Böyle bir durumda da hükümetlerin ya da kendi hakkını savunacak güçlülerin yargı üzerindeki müdahalesi haklı bir durum olarak görülmektedir. 

Bazı görüşmeciler, bu bakımdan, hiç düşünmeden hükümetin yargıya müdahale etmesi gerektiğini vurgulu bir biçimde söylemekten çekinmemişlerdir (örneğin Kars 7).

Yargının Tarafsızlığına Dair Algılar..,

Yargının tarafsızlığına ilişkin sorulara aldığımız cevaplar, yargıya güven konusunda
elde ettiğimiz verilerle uyumlu bir tablo oluşturuyor. Görüşmelerin toplamından
çıkan sonuç, yargının tarafsızlığına dair inancın zayıf olduğudur. Tarafsızlıktan
sapma nedenlerine ilişkin algılarda ise, meselenin doğasına uygun biçimde, bir
çeşitlilik gözlenmektedir.
Görüşmecilerin bir kısmı, mahkemelerin taraflı davrandığı yönündeki algıyı paylaşmış olmakla birlikte, bu konuda genelleme yapmaktan kaçınmışlardır. 
Bu düşüncede olan görüşmecilerin bir kısmı, somut bir gerekçe göstermeden, mahkemelerin “bazen taraflı olabildikleri”ni söylemiştir (örneğin Erzurum 2). 
Karslı bir görüşmeciye göre, “zaman ile şey yapıyor yani, zamanına göre yani adam diyorum ya ağırlık nasıl oluyorsa taraflı da oluyor tarafsız da oluyor”. 
(Kars 2) 
Bir başka Karslı görüşmeci de, tarafsızlığın mahkemeye veya suça göre değişebildiğini söylüyor:
O […] yargıya göre değişir bence, yani oradaki yargılayan kişinin insafına kalmış
bir şey taraflı tarafsız… Adalet yerini bulmuyor bence. Ha bazı şeylerde buluyor,
bazı suçlarda buluyor, bakıyorsun tam adaletli bir şey oldu ama bazı da bulmuyor.
(Kars 3)
Bazı görüşmeciler ise, daha somut konuşmuşlar; mahkemelerin tarafsızlığını bozan belli faktörler bulunduğunu, bunlar devreye girdiğinde tarafsızlıktan sapmalar yaşandığını belirtmişlerdir. Mesela Karslı bir görüşmeci, “kayırmacılık” hallerinde mahkemelerin tarafsız karar vermedikleri kanaatinde:
Bazen taraflı da oluyor, bazen tarafsız da oluyor. Dediğim gibi bizim ülkede, bizim
ülkede yani bu gibi şeyler çok oluyor gerçekten taraflı da çok oluyor tarafsız da
oluyor. Demin de dedim ya adamı olan, bir şeyi sırtında olan, dayın olunca kurtarıyorsun.
Dayın olmayınca gerçekten zor senin için. (Kars 1)
Aynı düşünceyi farklı ifadelerle dile getiren görüşmecilerden birine göre, “durumdan mıdır, paradan mıdır yani, böyle bir şey var”. (Kars 5) Bir başkasının sözleri şöyle:
“Mahkemeler adamı olanın, parası olanın yeridir.” (Kars 11)
Bu kanaat bir başka görüşmeci tarafından veciz bir şekilde ifade edilmiştir: “Yeri
geldiğinde taraflı!” (Kars 8) “Yeri geldiğinde” tabiri, mahkemelerin nerede mesafeli
(tarafsız), nerede öznel davranacağına ilişkin bir “farkındalığa” sahip olunduğunu
düşündürmektedir.
Bir başka görüşmecinin algısı da aynı doğrultudadır: “[Mahkemeler] bazen adil
olmayabiliyor. Şahıslara karşı özel tavırla karar verilebiliyor.” (Kars 9) Aynı görüşmeci, katıldığı duruşmalarda belirli kişilere özel davranıldığını gördüğünü söylüyor:
“[Mahkemeye] gittiğimde de öyle bazı kişilerin ismine dayalı veyahut da şahsına,
[…] çıkarlarına dayalı sorular da sorulduğunu gördüm.”
Bazı görüşmeciler ise, bu konuda tereddütlü konuşmuşlar, ama sonuçta yargının
taraflı davrandığı yönünde şüpheler dile getirmişlerdir:
Mahkemelerle daha önce hiç işim olmadığı için pek o konuda bilgim yok, ama
[taraflı] olabilir niye olmasın, Türkiye’de her şeyden şüphe ediyoruz. (Kars 6)
Emin değilim, tam olarak güvenim yok, yani adaleti[n] bir şekilde taraf tutmadığını...
(Van 1)
Bazı görüşmeciler, mahkemelerin “taraflı” olduğu konusunda kesin bir kanaate
sahip (örneğin Kars 16; Kars 17; Kars 18; Nusaybin 1; Van 1; Van 2; Van 3; Diyarbakır
3). Bu konuda hiçbir tereddüt duymayanlar da var: “Taraflıdır, muhakkak!” 
(Kars 11)
Mahkemelerin tarafsızlığını etkileyen faktörler arasında en fazla vurgu yapılanı,
“devleti ilgilendiren konular” şeklinde kodlanabilir. Bunu, ayrı bir başlık altında
incelemekte yarar var.

Yargıda Devletçilik

Görüşmecilerin önemli bir bölümü, mahkemelerin “devleti ilgilendiren konularda
tarafsız davranmadığı” kanısında. Böylece, Demokratikleşme Sürecinde Hâkim ve Savcılar kitabında tespit ettiğimiz “yargının devletçi olduğu” şeklindeki algının, görüştüğümüz yurttaşlar tarafından da paylaşıldığı görülüyor.

Görüşmecilerin bir kısmı, yurttaş ile devlet karşı karşıya geldiğinde, mahkemelerin
devletten yana karar verdiğine ilişkin algıyı kısa ve net sözlerle dışa vurmuşlardır.
Karslı bir görüşmeciye göre, “ne kadar, yani ne kadar yanlı, devlet yanlısı olursan,
mahkeme seni o kadar koruyor, başka bir şey yok”. (Kars 4) Bir başka görüşmeci,
devlet yerine “sistem”i koyuyor: “Taraflı, genelde yani sistem yanlılarını savunuyor […] apaçık bir şekilde.” (Nusaybin 1)

Buna karşılık, bazı görüşmeciler, konuyu daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirmiş ler; tarafgirlik konusunda değişik örnekler vermişlerdir. Mesela Diyarbakırlı bir görüşmeci, esasen hukukun işlevinin devleti korumak olduğunu vurgulamak suretiyle, yargının devletçiliğini kadim ve evrensel bir olgu olarak tanımlamıştır:
Hukuk, devleti koruyor. Bu eskiden beri böyledir. Bildiğim kadarıyla daha Hititler,
Asurlardan beri ve günümüz çağdaş devletlerinde de hukuk hep devleti koruyor.
Batı yurttaşı koruyor görünse de orda da öyledir. Mesela Hititlerde herhangi bir
suç işlediğinizde bunun bedeli alınıyor, ama devlete karşı bir suç işlediğinizde
sizinle birlikte tüm aileniz de öldürülüyor. Buna benzer durumlar 80’lerden sonra
buralarda da çok yaşandı. Mesela Rahşan affında tüm hırsızlar, tecavüzcüler serbest bırakıldı, ama düşünce suçluları içerde... (Diyarbakır 3)
Aynı görüşmeci, sadece bu yüzden devletin gerçek anlamda bir devlet olamayacağı kanısında:
Bence her şey yurttaş eksenli olmalı. Devlet yurttaşı koruyamıyorsa ne işe yarar
ki? Bizde ise tam tersi bir sistem mevcut eskiden beri. Meclis ve asker kendilerine
göre bir hukuk oluşturmuşlar. [...] Bana göre yargı bağımsız değil. Tamamen
devletin ve iktidarların baskısı altındadır ve bu iktidarlar da çoğu zaman başka bir
gücün etkisindedir. Bana öyle geliyor. (Diyarbakır 3)
Hukukun öncelikle yurttaşı daha güçlü olan karşısında koruması gerektiği, genel
olarak paylaşılan bir görüş. Sivaslı görüşmeci, bu görüşü özlü bir biçimde ifade ediyor:
“Yurttaşlarını korumayan bir hukuk nasıl devletini korusun!” (Sivas 2)
Bir görüşmeci, “Şemdinli Olayı”nı örnek göstererek, yargının baskı altına alındığını,
bu nedenle tarafsızlıktan uzaklaştırıldığını vurguluyor:
[Yargı tarafsız] davranmıyor. İşte son dönemde yaşanan görevsizlik kararları,
ardı ardına... Bu Şemdinli olayı sonrasında yine patlamalarda da karşınıza çıkacak
görevsizlik kararları... Şimdi bir yerde it itin kuyruğunu ısırmayana kadar da
gidebilecek durumda bizdeki durum. Yani devletin çok büyük baskısı var. Güçler
ayrılığı ilkesi, yargının bağımsızlığı ilkesi yalnızca bugünün tartışma konuları da
değiller zaten. (İstanbul 2)
Bu görüşmeciye göre, yargının tarafsız olmamasının nedeni, “hukukun/yargının
üzerindeki baskı”:
Bir kere hani hukukun üstünde büyük bir baskı var, yargının üstünde büyük bir
baskı var. Adalet sağlanması açısından her zaman işte ideale yakın olmayabiliyor.
Bu baskının birçok nedeni var. Mesela siyasî nedenler, ekonomik nedenler
olabiliyor. (İstanbul 2)
Görüşmeciye göre, bu baskıların etkili olmasında, hâkim ve savcıların aldıkları
ücretlerin düşüklüğü de rol oynuyor:
Türkiye’de tabii yani şimdi bir hâkim olarak düşünürsek kendimizi, aldığınız cüz’i
maaşla her zaman, özellikle kamu davalarında, işte devletin taraf olduğu davalarda tarafsız davranmamız ne kadar söz konusu olur, ne kadar olmaz? (İstanbul 2)
Bu nedenlerden dolayı, bu görüşmeci, “ben devlete karşı haklı durumda bile olmak
istemem, yani davalık olmak istemem. Çünkü bilirim ki çok uğraştıracak. İlla ki
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar da düşüneceğim” demektedir. 
(İstanbul 2)
Samsun’da görüştüğümüz eğitimli kişi, bir mahkemede devlet ile yurttaş karşı karşıya kaldığında, yurttaşın dezavantajlı olduğunu belirtmiş, AİHM’e başvuruların
ardında bu olgunun yattığını söylemiştir:
[Mahkemede] bir taraf devletse o konuda sıkıntılar vardı, hâlâ da var. Fakat [...]
o sıkıntıların aşılmasında ulusal düzeydeki yüksek yargı, onun ötesinde Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi belki bu konuda bir sigorta görevi üstlenmeye başladı.
Neden derseniz, AİHM kararları Adalet Bakanlığı’nın web sitesinde var, oraya
girip bakıyorsunuz, her konuda ne olmuş... Nedir, adil yargılama, işte nedir bizim
ülkemizde en çok istinat eden suçlar adil yargılama hakkı, verilen yanlış kararlar,
sürenin çok uzunluğu, gerekli prosedürün işletilmemesi, aklıma gelenler bunlar...
Orayı bir sigorta olarak görüyorum kendi adıma... Yani AİHM özellikle devletle
yurttaş arasındaki adil davranılmayan davalarda olayı en azından adaleti yerine
getiriyor, yerine getirilmesini sağlıyor... Evet, devletle yurttaş arasındaki sorun da
belki son zamanlarda bu biraz düzelme eğilimine girdi, çünkü aldığımız sonuçlar
da iç hukuka yol göstermeye başladı... Bunu hissediyoruz, görüyoruz. (Samsun 1)
Gölcüklü deprem mağduru görüşmeci, deprem sonrasında yaşadığı hukuk sürecini
değerlendirirken, mahkemelerin yurttaşın değil, devletin yanında tutum takındığını
anlatıyor:
Sen kendi yönlendirdiğin, devletin yönlendirdiği, dedim ya avukatın gelip de
bana deprem suçlu diyebiliyorsa, deprem suçlu... Hâkime hanım da, işte Hazine
avukatının söylediğini yazıyor, yazdırıyor, evet herhalde yaz diyor ya. Şey olarak
orada nedir, işte Hazine avukatı demiştir, deprem suçlu, hâkime hanım da aynen
yazdırmıştır. Olayın böyle bir ret cevabı verildi, tabii ki bu ret cevabı da temyize
yollandı şu an, ben temyizden iki sene sonra gelmesini anlayamıyorum, dava bitiyor... (Kocaeli 1)

Van’da görüştüğümüz kişiler, devlete ait bir aracın karıştığı trafik kazası davası
nedeniyle yaşadıklarını şu şekilde aktardılar:
Yav ne anlatayım, arkadaşın aracıyla benim araç kaza yaptı. Neden şey, Milli Egemenlik Caddesi iki yüzlü cadde, bariyerlerle bölünmüş yol. Ben şuradan geliyorum o da karşıdan geliyor, döndü sokağa girdi, ben yandan çarptım. Akşamüstü,
M. Abiler geldi oraya yanlış hatırlamıyorsam. [O araç] tamamen benim hattıma
girdi, yani önüme girdi, ben yandan vurdum. Yüzde yüz suçlu duruma düştüm.

[…] O zaman geldiler, müdürleri falan polislerle bir diyalogları oldu, yüzde yüz
suçlu ben oldum. Biraderin, gerçi o kavgayı başlatan biraderim oldu da, o andaki
şeylerden ben idareci de oldum hatta. Dedim, kavga çıkartma, mahkemeye gittik.
Yüzde yüz suçlu olan ben oldum, mahkemede bunu dile getirdim, ben defalarca
olay yerine keşif istedim, bana haber gelmeden karar verildi. Karar bize tebliğ
edildi, bana işte, neticede sen suçluymuşsun. Gittim savcılığa işte itiraz dilekçesi
de verdim. Ne yaptımsa, tekrar oraya bir keşif çıkartamadım. Olayı gelsin görsünler kaza yerinde, benim raporum elimde. (Van 3)
Olay bana intikal ettiği zaman ben geldim. Dediler bak […] anlıyoruz, biraz mürekkep yalamışız anlıyoruz. S.’nin hareket ettiği kesim ana yol, ana yoldan geliyor.
TEK’in arabası tali yoldan çıkıyor. TEK’in arabalarına, ambulanslara emniyet arabalarına öncelik var, ama bu hiçbir siren miren yapmıyor. Normal bir TEK’in arıza arabası, aradan, tali yoldan çıkıyor. Hava da biraz yağmurluydu herhalde, S. de frene basınca tak diye vuruyor. Trafik çekme olayına baktığın zaman, bu tali yoldan çıkıyor, yüzde yüz suçlu. Ama nedir, öbür yanda işte devlet görevlisi, bakım aracı, S. de köylü... Zaten ben olayın yanına geldiğim zaman onlar olayı çözmüşler, yani onların amirleri gelip, Emniyet’te trafikte olayı halletmişler zaten. Biz keşif falan da istedik, biz de araya bazı insanları sokmaya çalıştık ama onlar... (Van 1)
Bu olay sonucunda bu iki yurttaşın mahkemelere olan güveni sarsılmıştır. Görüşmecilerden biri, bu duyguyu kısa ve dolaysız bir biçimde dile getiriyor:
Hayır, [mahkemelere] güvenmiyoruz. Çünkü adaletli davranılmıyor. Çok da uzuyor.
Torpil giriyor araya. Belli kısım, devletin belli kesimlerinde hâkimlere torpil
veriyorlar... (Van 3)
Van’daki görüşmeciler “Şemdinli Davası”nı yakından izleme fırsatını da bulmuşlardır.
Bu davanın gidişatı, onlarda yargıya güveni iyice sarsmış, yargının tarafsız
olmadığı algısını pekiştirmiştir:
Hani neticede Şemdinli olayları, şuna gelecektim; dün önümüzdeydi mahkeme,
şurada, şu kapı mahkeme zaten. E görüyorum, yani ben onun adaletine nasıl
güveneyim? Adamla aynı fikirde değilim yani, o da başımda olmasın. Savcıya
yapılanlar, rektör vardı olaylarda. Mesela bunlar hep adaleti [...] Tamamen taraflı,
tamamen siyasî konular. Tamamen taraflı, tamamen haksızlık yapıldı. (Van 1)
Nihayet bu adalet varsa da bir savcıdır. Bir savcı iddianamesini yazar. Peki, bu
nihayet yargının önüne gelir. (Van 2)
Hepimizin fikri var. Van’da kimi konuştursanız bu savcıya hakaret edildi. Adalet
sisteminde olan bir kişi hakarete uğradı, adaletsizliğe uğrar. (Van 1)
Olabilir, savcı yanlış yapabilir ama görevinden... (Van 2)
Danıştay’ı var... (Van 1)

Niye görevden alıyorsun? (Van 2)

Hepimizi yaraladı, yani bu bir adalete olan güvenimizi burada sarsılmasın mı
yani? Neticede kısaca çıkaracağımız yorumu hukuk adına utanç verici bence.
Hukuk adına utanç verici, alınan karar, verilen cezalar utanç verici... Olan güven
de kayboluyor bu tür şeylerle hocam. İnsanın olan güveni bile kayboluyor bunları
görünce. Bu Van’da genel kanaattir. (Van 1)
Yargının devlet lehine yorum yaparak karar verdiğine ilişkin bir başka örneği, Ankara’da görüştüğümüz öğretim üyesi vermiştir:
Doktora yaparken, hükümet lisansüstü öğrenimden de harç alınacağına ilişkin bir
kararname çıkardı. Bunun üzerine biz itiraz ettik. Çünkü Yükseköğretim Kanunu’nda “lisansüstü öğrenimden harç alınmaz” diye kesin bir hüküm vardı. Neticede Danıştay’da yürütmenin durdurulması için dava açtık. Verilen karar şoke
ediciydi. İlgili daire, alınacak olan “harç” değil, “eğitime katkı payı”dır, dolayısıyla
yasadaki hüküm ihlal edilmemektedir, diye bir karar verdi. Bu tamamen
lafzî bir yorumdu, hukukla mukukla ilgisi yoktu. Böyle bir durumda yargıya nasıl
güvenip, kendi haklarınızla ilgili olarak devlete karşı dava açacaksınız? Nitekim
bu karar sonrasında benim yargıya güvenim tamamen yok oldu. (Ankara 1)
Tarafsızlık meselesine sınıfsal açıdan bakan görüşmeciler de oldu. Antalya’da
görüştüğümüz kişi, alacağı tazminatın mahkemenin başlangıcındaki faizi ile sonuçlandığı andaki faizi arasındaki farkı, işverenlerin hukuk sistemi üzerindeki etkisine bağlıyor:

Benim mahkememin başladığı tarihlerde, atıyorum faizler yüzde 18’di, sonuçlandığında yüzde 8’di. Oradan tabii kayıp, her şey yani işverenin lehine dönüyor.

Yani hukuk sistemi işverenlerin lehine mi işliyor diyorsunuz?

Çünkü onlar yapıyorlar kanunları. (Antalya 1)

Kimi görüşmeciler de, hâkim ve savcıların ideolojik görüş ve siyasal tercihlerinin,
kararlarını ve tutumlarını etkilediğini ima ederek, bu durumun yargıya güvensizlik
yarattığını vurguladılar:
Yani şu anda ne bileyim hepsi kendine göre belli bir görüş altına girmeye başladılar.
Kimileri dünya görüşe, dinî görüşe, kimileri bakıyorsunuz siyasî görüş olarak
ayrılmaya başladılar. Ee bir bakıyorsunuz tamamen haklıyken haksız duruma
düşebiliyorsunuz. (Bursa 1)
Bu görüşmeciye göre yargı “siyasallaşmıştır”:
Bir hukuk devletiyiz ve bu durumun olması demokrasiye, Anayasa’ya aykırı bir
durum. Yargı daha önce de dediğim gibi bağımsız olmalı ve hiçbir siyasal olay ve
kurumla ilişkilendirilmemelidir. (Sivas 2)
Diğer Sivaslı görüşmeci de, “yargının siyasallaşması”ndan şikâyet etmekte; “Anayasa’yla yönetilen bir hukuk devletinde demokrasiye aykırı bir durum olmamalıdır” diyerek, bir yandan da demokrasiye vurgu yapmaktadır. (Sivas 1)
Denizlili görüşmeci ise, AKP iktidarıyla birlikte, özellikle “yaşam tarzı” meselesine
bağlı olarak, yargının hükümetten etkilenme ihtimalinin arttığını düşünüyor:
[Mahkemeler siyasî iktidarın] etkisi altında diye düşünmüyorum, ama işte bu
böyle bir kayırmacılık olabilir diye de düşünüyorum. Yani sarhoşun hakkını eğer
oradaki hâkim veya avukat neyse o böyle bir partiye üye ise büyük ihtimalle...
Hâkim partiye üye olamaz devlet memuru olduğu için ama!
Siyasî düşüncesi hani, işte o iktidarı benimsemişse eğer ne bileyim bir dindar birini
kayırır diye düşünüyorum. Bunun cevabı zaten ülkede olan şey... (Denizli 1)
Antalyalı görüşmeciden de benzer bir yorum alınmıştır. Bu görüşmeciye göre, Adalet Bakanı’nın AKP’ye karşı açılan kapatma davası hakkında yaptığı açıklamalar, yargıyı baskı altına almaya yöneliktir:
Siyasallaşma yani görünüyor, çünkü hani bu en basitinden, en yakın zamanda
AKP’nin kapatılması olayıyla ilgili. Adalet Bakanı olaya müdahale edebiliyor ya
da fikir yürütebiliyor. Hâkimleri, savcıları etkileyebiliyor dışarıdan.
Hükümetin yargının üzerinde etkisi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Düşünüyorum. (Antalya 1)
İstanbullu eğitimli görüşmeciye göre, hükümetin yargıyı doğrudan baskı altına
almasına gerek yok, bu durum kendiliğinden de meydana gelebilir:
Bir tereddüdüm var. Çünkü bakınca şeyi görüyoruz, yani ben – eğer yanılıyorsam
lütfen düzeltin– hani ortaya çıkan yolsuzluklar, ıvır zıvır Kemal Unakıtan’ın çocuğunun işte şeyi çıktı, bunların üzerine üzerine gidilmesi... Ama bunlar belki Sulh Ceza’nın, yargının işi mi bilmiyorum ama bunların bir şekilde sonuçlarının olması, en basitinden ya bu doğru mu bilmiyorum Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlunun işte […] görülmesinden sonra tutulmaması... Aynı şeyi Recep Tayyip Erdoğan Başbakan veyahut da Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı değil, Recep Tayyip Erdoğan Kasımpaşalı kasap olsaydı oğlu bu işi yapsa bu şekilde mi olurdu her şey? [Yargının tarafsız olduğunu söylemek] çok zor. Yani bunu söylemek çok zor. (İstanbul 1)

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***