ULUSAL GÜVENLİK KAVRAMININ TARİHSEL VE DÜŞÜNSEL TEMELLERİ BÖLÜM 1
Politik Teoriler, Tehditler, Ulusal Çıkarlar, Ulusal Güvenlik,Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ,İdealizm, Realizm, Liberalizm, Marksizm,
Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü
fbirdisli@ksu.edu.tr
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 31 Yıl:2011/2 (149-169 s.)
Özet;
Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü
fbirdisli@ksu.edu.tr
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 31 Yıl:2011/2 (149-169 s.)
Özet;
Ulusal güvenlik kavramı ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de hazırlanan Ulusal Güvenlik Anlaşması’yla (National Security Act) siyasal yazına kazandırılmıştır.
Tehditler ve çıkarlar bağlamında devlet kurumları arasında eş güdümü sağlamayı amaçlayan bu belgede ulusal güvenlik, sadece tanımlayıcı bir kavram olarak kullanılıp içeriği açıklanmamıştır. Soğuk Savaş yıllarında ise NATO’ya bağlı ülkeleri komünizm tehdidinden korumak üzere yapılandırılan ulusal güvenlik kavramı, giderek ülkelerin iç ve dış politikalarını belirlerken kullandıkları bir referans halini almıştır. Kavram olarak oldukça yakın bir geçmişe sahip olan ulusal güvenliğin içeriği aslında siyaset biliminin temel kuramları olan İdealizm, Realizm, Liberaliz ve Marksizm tarafından biçimlendirilir. Bu nedenle ulusal güvenlik politikalarını çözümlerken kullanılabilecek elverişli veriler üretmeyi amaçlayan bu makale sözü edilen kuramları tarihsel ve betimsel yöntemlerle irdeleyerek ulusal güvenlikle olan ilişkilerini ortaya koymaktadır.
1. Giriş
Bir politika olarak “Ulusal Güvenlik” her ne kadar 20’nci yüzyılın siyasal koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıksa da düşünsel temelleri oldukça gerilere
dayanır. Sosyal bilimlerde hiçbir nesne ve olayın boşlukta oluşmadığı, mutlaka deterministik bir yönünün bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle yeni gibi
görünen birçok kavrama retrospektif yaklaşmak onun tanımlanmasını kolaylaştırmaktadır.
Ayrıca her somut eylem ya da davranışın öncelikle soyut (düşünsel) bir temele dayandığı düşünüldüğünde yalın bir fikirden bilime geçmek için iyi temellen dirilmiş bir ontolojiye ihtiyaç duyulur. Ulusal güvenlik kavramının irdelenmesinde de bu nedensellik yaklaşımı kanımızca doğru bir başlangıçtır. Çünkü insanlar
için güvenlik duygusu ve ihtiyacı öncelikle ontolojiktir.
Bunlardan farklı olarak güvenlik kavramının irdelenmesinde ayrıca bir dikotomiye (melzum) gereksinim duyulur. Çünkü ontolojik güvenliği kavramak öncelikle sezgiseldir. Bu nedenle zihin göreceli bir etkinliğe ihtiyaç duyar.
Örneğin nasıl ki güzel çirkinle bilinir, gece gündüzle anlaşılır, güvende olma hali ise tehditlere, daha açık bir ifadeyle öncelikle tehditlerin uzaklaştırılmasına ya da ortadan kaldırılmasına bağlıdır.
Bu nedenle güvenlik kavramı irdelenirken tehditlerle birlikte ele alınır. Güvenlik bir politika olarak düşünüldüğünde, yani güvenlik politikası söz konusu olduğunda “güç” ve “çıkarlar”ın da kavramlar listesine eklenmesi gerekir. Bu durumda ulusal güvenlik politikasının bileşenleri, baştan sona doğru; güvenliğin ondan türetileceği bir “tehdit”, bu tehdidi uzaklaştırarak fiili güvenliği doğuracak “güç”, bu gücü ortaya koyacak bir “eylem” bu eylemlere amaçsal bir yön çizecek olan “çıkarlar” ve son olarak da bu güç ve eyleme meşruiyet zemini sağlayacak bir “politika”dan oluşur. Güç, politika, meşruiyet gibi kavramlar ise siyasal düşünceler in temel kavramları olarak siyasal kuramlar içinde yerini alır.
Bu nedenle de ulusal güvenlik politikalarını şekillendiren düşünceler de kaynağını İdealizm, Realizm, Liberalizm ya da Marksizm’den almaktadır.
Bu bağlamda ulusal güvenlik çalışmaları için kullanışlı veriler üretmeyi amaçlayan bu makale güç, tehdit ve çıkarlar gibi anahtar kavramları kullanılarak güvenliği temel siyasal düşünce akımları içinde incelemektedir. Bu doğrultuda öncelikle etimolojik bir tanımlamaya yer verilmekte ardından ulusal güvenlik kavramı açıklanmaktadır.
Bu bağlamda ulusal güvenlik çalışmaları için kullanışlı veriler üretmeyi amaçlayan bu makale güç, tehdit ve çıkarlar gibi anahtar kavramları kullanılarak güvenliği temel siyasal düşünce akımları içinde incelemektedir. Bu doğrultuda öncelikle etimolojik bir tanımlamaya yer verilmekte ardından ulusal güvenlik kavramı açıklanmaktadır.
2. Kavramsal Olarak Ulusal Güvenlik
Türkçede güvenlik kelimesi, itimat ya da inanmak anlamına gelen güven (küven) kökünden türetilmiştir. 8 ile 11’nci yüzyıl arasında Orta Asya Türkçesinde
ün, nam, iktidar anlamında kullanılan “küve” ya da “küv” kelimeleri kelimenin etimolojik kökenini oluşturur. Böbürlenmek, mağrur olmak anlamına da gelen
“küven” kökünden dolayı kelime 19’ncu yüzyıla dek ağırlıklı olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır. Güvenlik ise sıfatlardan soyut ad ya da adlardan işlev belirten ad türeten –lik ekinin eklenmesiyle elde edilir. Bu haliyle günümüz Türkçesinde kullanılan “güvenlik” dil devrimi bünyesinde türetilmiş bir kelimedir.1
Her dilde bu anlamı içeren bir kavram olmasına karşın güvenlik kelimesinin uluslararası alanda kullanılan İngilizce karşılığı “security” kelimesidir. Latince
“securus” kelimesinden türeyen kelime kaygıdan üzüntüden emin olma, emniyet hali gibi anlamlara gelmektedir. “Se” ve “cura” eklerinin bileşiminden oluşan kelimede “se” eki Latince’de “free from” yani bir şeyden emin olma ya da özgür olma anlamına gelir, “cura” ise “care” yani kaygı üzüntü anlamına gelmektedir.
Yine Latince “securitas” ya da “securus”den türetilen “security” kelimesinin yazında kullanımına 1432 tarihinden itibaren rastlamak mümkündür.2
Güvenlikle ilgili uluslararası alanda yapılan çalışmalardaki temel yaklaşımların da “security” kelimesinin bu etimolojik kökeni ile uyum halinde olduğu görülmektedir.
Çünkü günümüzde güvenlikle ilgili çözümlemeler özellikle emniyet yani tehlikeden uzak olma güvencesi (freedom from fear) ve gereksinimleri karşılayabilme
güvencesi (fredoom from wants) üzerinden yapılmaktadır3.
3. Politik Bir Kavram ve Bir Politika Olarak “Ulusal Güvenlik”
“Ulusal Güvenlik” kavramı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Herry S. Truman döneminde kongre tarafından çıkartılan “National Security
Act” (Ulusal Güvenlik Yasası, 18 Ekim 1947) ile üne kavuşmuştur. 4 Salt bir kavramdan çok politikaya atıf yapmaktadır. Bu tarihten sonra ulusal güvenlik kavramıyla birlikte ulusal güvenlik politikaları konuşulmaya ve belirlenmeye başlanmıştır.5
Bu kavramlar BM’in kurucu anlaşması olan Atlantik Şartında Başkan Roosevelt tarafından tanımlanan dört özgürlükten ikisidir.
Bunlar;
a) Freedom of speech (İfade Özgürlüğü)
b) Freedom of worship (İbadet Özgürlüğü)
c) Freedom from wants (İhtiyaçlarını karşılayabilme konusunda güvende olmak)
d) Freedom from fear (Korkulardan emin olmak)
Ulusal güvenlikte öne çıkan diğer önemli iki kavram “ulusal çıkarlar” ve “tehditler”dir. Ulusal çıkar kavramı ulusal güvenlikten daha önce kullanılmaya
başlanmış, hatta 1930’lu yılların ekonomik bunalımı sırasında güçlü ulusaltı (subnational) örgütlenmelerin ve baskı gruplarının maddi çıkarlarını kollamaya
yönelik uygulamalara referans yapıldığı gerekçesiyle ABD’de şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir.6 Çünkü 1929 yılına gelene kadar ABD ekonomisinin %50’si 200
holdingin eline geçmiş ve 1930’lu yıllarda yaşanan ekonomik krizle birlikte ABD’nin sosyal ve siyasal hayatı da alt üst olmuştur.7 Bu nedenle “ulusal çıkarların”
gözetildiği öne sürülen ekonomik ve siyasal önlemlerle aslında ABD ekonomisini ellerinde tutan şirketlerin çıkarlarının korunduğu eleştirisi dile getirilmiştir.
Ulusal güvenliğe yönelik tehditler ise her zaman göreceli ve oldukça muğlâk bir anlayışla ele alınmış, gerçekte neyin ya da nelerin tehdit olarak algılanacağı
korunmak istenen değerlerin merkezinde yer alan özneye göre değişmiştir. Örneğin devlet merkezli yaklaşımlarda (state centric) devletin kurumsal yapısını ve rutin işleyişini bozmaya yönelik her türlü girişim bir tehdit olarak algılanırken demokratik ve bireysel özgürlükler pahasına önlemler almaktan çekinilmemiştir.
İnsan merkezli yaklaşımlarda (human centric) ise devlet bireylerin çıkarlarını gözetmesi ve bireylere hizmet etmesi gereken bir araç olarak düşünüldüğünden
devletin küçültülmesi pahasına demokratik ve liberal değerler öne çıkartılmaktadır.
Her iki durumda da tehdit kavramı ulusal güvenliğin önemli bir bileşeni olmakla birlikte içerik ve tanım olarak her türlü suiistimali önleyecek açıklıktan uzaktırlar.
Ulusal güvenlik kavramının ilk kez dile getirildiği “Ulusal Güvenlik Yasası” ise başlangıçta her ne kadar Amerikan ulusal çıkarlarını korumak ve bu konuda
kurumsal koordinasyonu sağlamak amacını taşımışsa da, Soğuk Savaş yıllarında “ulusal güvenlik” adeta bir ideolojiye dönüşerek sadece Amerikan müttefiklerinin
sınırlarını komünizm tehlikesine karşı korumanın ötesine geçip Batı değerlerine karşı her türlü meydan okumayı karşılayacak biçimde yeniden tanımlanmıştır.
Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu idelolojik yapılanmanın bozulmasıyla ulusal güvenliğe olan ideolojik yaklaşım terk edilmiş, başta Birleşmiş Milletler
(BM) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından ulusal güvenlik yeniden tanımlanmıştır. Daha çok ekonomik ve liberal değerlerin ön plana çıkartıldığı yeni
ulusal güvenlik yaklaşımı ise bu haliyle insan merkezli güvenlik görünümündedir. BM tarafından yapılan tanımlamada güvenlik; ekonomik güvenlik, sağlık güvenliği, gıda güvenliği, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik, politik güvenlik şeklinde yedi alt bölümde ele alınmıştır.8 “Copenhagen Peace Researches Institute”(COPRI)’de ise güvenlik beş sektör altında toplanarak askeri güvenlik, ekonomik güvenlik, sosyal güvenlik, çevresel güvenlik ve politik güvenlik biçiminde tanımlanmıştır.9
Ulusal güvenlik politika ve düşüncesi kapsam ve içeriği nedeniyle uluslararası ilişkiler disiplini içinde ele alına gelmiştir. Fakat küreselleşmeye bağlı olarak
devletler, milletler arasında karşılıklı etkileşimin artması güvenlik alanlarını daraltmış ve güvenliği daha kırılgan hale getirmiştir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin çıkarları doğrultusunda tanımlanan yeni güvenlik yaklaşımı kapsam ve içerik yönünden genişleyerek derinleşmiştir. Bu nedenle ulusal güvenlik konusu uluslararası ilişkilerde bir alt konu olmaktan çıkarak başlı başına bir alan haline gelme eğilimindedir.
Bu durumda ulusal güvenliğin düşünsel temelleri yeni ulusal güvenlik politikalarını çözümlemek açısından son derece önem kazanmaktadır.
başlanmış, hatta 1930’lu yılların ekonomik bunalımı sırasında güçlü ulusaltı (subnational) örgütlenmelerin ve baskı gruplarının maddi çıkarlarını kollamaya
yönelik uygulamalara referans yapıldığı gerekçesiyle ABD’de şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir.6 Çünkü 1929 yılına gelene kadar ABD ekonomisinin %50’si 200
holdingin eline geçmiş ve 1930’lu yıllarda yaşanan ekonomik krizle birlikte ABD’nin sosyal ve siyasal hayatı da alt üst olmuştur.7 Bu nedenle “ulusal çıkarların”
gözetildiği öne sürülen ekonomik ve siyasal önlemlerle aslında ABD ekonomisini ellerinde tutan şirketlerin çıkarlarının korunduğu eleştirisi dile getirilmiştir.
Ulusal güvenliğe yönelik tehditler ise her zaman göreceli ve oldukça muğlâk bir anlayışla ele alınmış, gerçekte neyin ya da nelerin tehdit olarak algılanacağı
korunmak istenen değerlerin merkezinde yer alan özneye göre değişmiştir. Örneğin devlet merkezli yaklaşımlarda (state centric) devletin kurumsal yapısını ve rutin işleyişini bozmaya yönelik her türlü girişim bir tehdit olarak algılanırken demokratik ve bireysel özgürlükler pahasına önlemler almaktan çekinilmemiştir.
İnsan merkezli yaklaşımlarda (human centric) ise devlet bireylerin çıkarlarını gözetmesi ve bireylere hizmet etmesi gereken bir araç olarak düşünüldüğünden
devletin küçültülmesi pahasına demokratik ve liberal değerler öne çıkartılmaktadır.
Her iki durumda da tehdit kavramı ulusal güvenliğin önemli bir bileşeni olmakla birlikte içerik ve tanım olarak her türlü suiistimali önleyecek açıklıktan uzaktırlar.
Ulusal güvenlik kavramının ilk kez dile getirildiği “Ulusal Güvenlik Yasası” ise başlangıçta her ne kadar Amerikan ulusal çıkarlarını korumak ve bu konuda
kurumsal koordinasyonu sağlamak amacını taşımışsa da, Soğuk Savaş yıllarında “ulusal güvenlik” adeta bir ideolojiye dönüşerek sadece Amerikan müttefiklerinin
sınırlarını komünizm tehlikesine karşı korumanın ötesine geçip Batı değerlerine karşı her türlü meydan okumayı karşılayacak biçimde yeniden tanımlanmıştır.
Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu idelolojik yapılanmanın bozulmasıyla ulusal güvenliğe olan ideolojik yaklaşım terk edilmiş, başta Birleşmiş Milletler
(BM) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından ulusal güvenlik yeniden tanımlanmıştır. Daha çok ekonomik ve liberal değerlerin ön plana çıkartıldığı yeni
ulusal güvenlik yaklaşımı ise bu haliyle insan merkezli güvenlik görünümündedir. BM tarafından yapılan tanımlamada güvenlik; ekonomik güvenlik, sağlık güvenliği, gıda güvenliği, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik, politik güvenlik şeklinde yedi alt bölümde ele alınmıştır.8 “Copenhagen Peace Researches Institute”(COPRI)’de ise güvenlik beş sektör altında toplanarak askeri güvenlik, ekonomik güvenlik, sosyal güvenlik, çevresel güvenlik ve politik güvenlik biçiminde tanımlanmıştır.9
Ulusal güvenlik politika ve düşüncesi kapsam ve içeriği nedeniyle uluslararası ilişkiler disiplini içinde ele alına gelmiştir. Fakat küreselleşmeye bağlı olarak
devletler, milletler arasında karşılıklı etkileşimin artması güvenlik alanlarını daraltmış ve güvenliği daha kırılgan hale getirmiştir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin çıkarları doğrultusunda tanımlanan yeni güvenlik yaklaşımı kapsam ve içerik yönünden genişleyerek derinleşmiştir. Bu nedenle ulusal güvenlik konusu uluslararası ilişkilerde bir alt konu olmaktan çıkarak başlı başına bir alan haline gelme eğilimindedir.
Bu durumda ulusal güvenliğin düşünsel temelleri yeni ulusal güvenlik politikalarını çözümlemek açısından son derece önem kazanmaktadır.
4. Ulusal Güvenliği Biçimlendiren Düşünce Akımları
Siyaset biliminde olduğu gibi ulusal güvenlik yaklaşımlarını şekillendiren düşünceler İdealizm, Realizm, Liberalizm ve Marksizm’den kaynaklanmaktadır.
Bu nedenle politika kavramından yola çıkarak güvenlik, tehdit, güç, çıkar gibi güvenliğin temel bileşenleri bu siyasal düşünceler arasında aranacaktır.
Bu nedenle politika kavramından yola çıkarak güvenlik, tehdit, güç, çıkar gibi güvenliğin temel bileşenleri bu siyasal düşünceler arasında aranacaktır.
4.1. İdealizm:
Politika kavramının normatif ve ontolojik olarak ilk kullanım şekli Platon ve Aristo’da görülmektedir.10
Platon ve Aristo politikayı faziletli bir yaşam ve bu yaşamı mümkün kılan toplumsal düzeni sağlayacak bir araç olarak düşündüklerinden aynı zamanda idealizmin ilk düşünürleri olarak görülürler. Platon düşüncesinde derin etkileri bilinen Sokrat ise yaşam için ideal olanın gücü elinde bulunduran tarafından belirlendiğini söyleyerek 11 bu idealizmden uzaklaşır.
Bu düşüncenin güvenlik teorilerine yansıması ise gerçekte tehditlerin ve düşmanlıkların olmadığı, tehditlerin insan davranışları sonucunda ortaya çıktığı, insan davranışlarının ise çevreden etkilendiği dolayısıyla çevresel koşulların
değiştirilmesiyle ve eğitimle insan davranışlarının değiştirilebileceği şeklindeki idealist düşünüştür.
Aristo düşüncesinin en dikkat çekici yönü ise olaylara teleolojik yaklaşımıdır. Teleolojik düşüncede her şey doğal sonucuna göre değerlendirilir.12
Aristo “Poetica” adlı kitabında “akıllı bir adam gibi akıllı bir devlet de yaşamı en iyi bir sona göre tasarlamalıdır” der. Ayrıca Aristo’ya göre iyi insanlar içlerinden iyi
yönetimler çıkartır iyi yönetimler ise insanları daha iyiye doğru biçimlendirir.
Bu düşüncenin güvenlik teorilerine yansıması ise gerçekte tehditlerin ve düşmanlıkların olmadığı, tehditlerin insan davranışları sonucunda ortaya çıktığı, insan davranışlarının ise çevreden etkilendiği dolayısıyla çevresel koşulların
değiştirilmesiyle ve eğitimle insan davranışlarının değiştirilebileceği şeklindeki idealist düşünüştür.
Aristo düşüncesinin en dikkat çekici yönü ise olaylara teleolojik yaklaşımıdır. Teleolojik düşüncede her şey doğal sonucuna göre değerlendirilir.12
Aristo “Poetica” adlı kitabında “akıllı bir adam gibi akıllı bir devlet de yaşamı en iyi bir sona göre tasarlamalıdır” der. Ayrıca Aristo’ya göre iyi insanlar içlerinden iyi
yönetimler çıkartır iyi yönetimler ise insanları daha iyiye doğru biçimlendirir.
Bu durumda doğru tasarlanmış bir yaşam, doğru tasarlanmış bir yönetimle mümkündür ve sonuçta bu tasarım her türlü tehlikeden uzak güvenli bir hayatı sonuç verecektir.13
İdealist teorilerin en göze çarpan niteliği büyük düşüşler ve savaşlar sonrasında yaşanan umut arayışlarıyla birlikte yükselişe geçmesidir. Bu gerçeğin yansıması
daha ilk elden Atina’nın çöküş döneminde yaşayan Aristo düşüncesinde görülebileceği gibi, I. Dünya ve II. Dünya Savaşı sonrasında ki barış arayışları
arasında da fark edilebilir.
İdealist teorilerin en göze çarpan niteliği büyük düşüşler ve savaşlar sonrasında yaşanan umut arayışlarıyla birlikte yükselişe geçmesidir. Bu gerçeğin yansıması
daha ilk elden Atina’nın çöküş döneminde yaşayan Aristo düşüncesinde görülebileceği gibi, I. Dünya ve II. Dünya Savaşı sonrasında ki barış arayışları
arasında da fark edilebilir.
İdealizm, ütopyacı görüntüsüyle gerçek yaşamı birebir şekillendirecek bir güce hiçbir zaman ulaşamamış gibi görünse de E.H.Carr’ın 14 görüşüne göre idealizm,
18.yüzyıl aydınlanma felsefesinin, 19. yüzyıl liberalizminin ve 20. yüzyılın Wilson Prensipleri’nin arka planını şekillendiren bir olgu olmuştur.15
Hatta ünlü çıkarların uyumu (harmony of interest) doktrinine16 göre idealizm realizmle birlikte bir senteze girmiştir.17
18.yüzyıl aydınlanma felsefesinin, 19. yüzyıl liberalizminin ve 20. yüzyılın Wilson Prensipleri’nin arka planını şekillendiren bir olgu olmuştur.15
Hatta ünlü çıkarların uyumu (harmony of interest) doktrinine16 göre idealizm realizmle birlikte bir senteze girmiştir.17
Bu sentezi 21. yüzyıla damgasını vuran neoliberal politikalarda da görmek mümkündür.
Çünkü sermayenin liberalleşmesini savunan neoliberalism, serbest piyasa koşullarının en iyi ekonomik ve sosyal düzeni sağlayacağını öne sürerken idealizm insan davranışların etkilemek için en iyi çevresel koşulların sağlanması ya da koşulların iyileştirilmesini savunmaktadır. Bu noktada neoliberal savlar ile idealizm birbiriyle örtüşür.
4.2. Realizm:
Ulusal güvenlik politikalarının düşünsel temellerini oluşturan diğer bir yaklaşım ise realizmdir. Realizm en kolay biçimde idealizmin karşıtı olarak tanımlanabilir.
Bu kısa tanımlamanın nedeni realistlerin, idealistlerin yaklaşım ve amaçlarını reddetmeleridir. İdealistler her şeyin öncelikle insanı değiştirmekle mümkün olabileceğini savunurlarken, realistler bunun azınlık için söz konusu olsa bile çoğunluk için gerçekleşmesinin imkânsızlığını öne sürerek reddederler.
Aslında realistler sosyal ve politik değişim konusunda idealistlerden daha fazla iyimser olmalarına rağmen insan doğasına olan farklı yaklaşımları nedeniyle
farklı görüşler taşırlar. Realistlere göre çıkar, hırs, güç gibi konularda insanların olduğu gibi kabul edilmesi ve bunların siyaset içinde doğru yönlendirilmesi yine
siyaseten olumlu sonuçlar doğurabilir.18
Realizmin en önde gelen isimlerinden biri Machiavelli’dir. 16. yüzyılda İtalyan Rönesans’ı döneminde yaşamış olan Machiavelli’nin (1469–1527) düşüncelerinde,
döneminde yaşanan siyasal ve sosyal karmaşanın izleri açıkça görülebilir. Yaşadığı dönemde İtalyan şehir devletleri arasındaki birliğin dağılmaya başlaması
Machiavelli’yi devlet merkezli ve güce odaklı bir düşünce etrafında bir çare aramaya itmiştir. Çok başarılı bir diplomat olmamasına rağmen çok değişik görevler üstlenmesi dikkatli gözlemlerde bulunmasına olanak sağlamıştır.
Machiavelli’ye göre güvende olmanın temel kaynağı güçlü bir savunmaya ve otoriter bir yönetime sahip olmaktır.19 Ayrıca devletin varlığını devam ettirmenin
yolu iyi kanunlara ve güçlü ordulara sahip olmaktan geçer. Fakat bir hükümdar güçlü ordulara sahip olmadan da iyi kanunlara sahip olamaz.20 Cömertlik vb. nitelikler iktidarı elde etmeye yardımcı olsa da iktidarı devam ettirmek için yeterli olmaz.
Aslında realistler sosyal ve politik değişim konusunda idealistlerden daha fazla iyimser olmalarına rağmen insan doğasına olan farklı yaklaşımları nedeniyle
farklı görüşler taşırlar. Realistlere göre çıkar, hırs, güç gibi konularda insanların olduğu gibi kabul edilmesi ve bunların siyaset içinde doğru yönlendirilmesi yine
siyaseten olumlu sonuçlar doğurabilir.18
Realizmin en önde gelen isimlerinden biri Machiavelli’dir. 16. yüzyılda İtalyan Rönesans’ı döneminde yaşamış olan Machiavelli’nin (1469–1527) düşüncelerinde,
döneminde yaşanan siyasal ve sosyal karmaşanın izleri açıkça görülebilir. Yaşadığı dönemde İtalyan şehir devletleri arasındaki birliğin dağılmaya başlaması
Machiavelli’yi devlet merkezli ve güce odaklı bir düşünce etrafında bir çare aramaya itmiştir. Çok başarılı bir diplomat olmamasına rağmen çok değişik görevler üstlenmesi dikkatli gözlemlerde bulunmasına olanak sağlamıştır.
Machiavelli’ye göre güvende olmanın temel kaynağı güçlü bir savunmaya ve otoriter bir yönetime sahip olmaktır.19 Ayrıca devletin varlığını devam ettirmenin
yolu iyi kanunlara ve güçlü ordulara sahip olmaktan geçer. Fakat bir hükümdar güçlü ordulara sahip olmadan da iyi kanunlara sahip olamaz.20 Cömertlik vb. nitelikler iktidarı elde etmeye yardımcı olsa da iktidarı devam ettirmek için yeterli olmaz.
Ayrıca halkı birlik içinde tutabilmek ve bu yolla güvenliği sağlayabilmek
adına bir hükümdar zalimlikle suçlanmaktan da korkmamalıdır. Machiavelli bir hükümdar için korkulmanın mı yoksa sevilmenin mi daha iyi olduğunu sorgularken eğer her ikisinin bir arada olması mümkün olmadığı takdirde korkulmanın daha güvenli olduğunu öne sürer. Çünkü insanoğlu kendisini sevdiren kişiden daha az kendisini korkutan kişiye zarar verir ya da başka bir deyişle daha çok kendisini korkutan kişiye zarar vermekten sakınır. Kimi insanlar ise çıkarları söz konusu olduğunda sevgi bağını kolayca koparabilirler.21 Machiavelli’nin bu ve benzer düşünceleri otoriter yönetim ve devlet merkezli realist güvenlik yaklaşımlarına ilham kaynağı olmuştur.
adına bir hükümdar zalimlikle suçlanmaktan da korkmamalıdır. Machiavelli bir hükümdar için korkulmanın mı yoksa sevilmenin mi daha iyi olduğunu sorgularken eğer her ikisinin bir arada olması mümkün olmadığı takdirde korkulmanın daha güvenli olduğunu öne sürer. Çünkü insanoğlu kendisini sevdiren kişiden daha az kendisini korkutan kişiye zarar verir ya da başka bir deyişle daha çok kendisini korkutan kişiye zarar vermekten sakınır. Kimi insanlar ise çıkarları söz konusu olduğunda sevgi bağını kolayca koparabilirler.21 Machiavelli’nin bu ve benzer düşünceleri otoriter yönetim ve devlet merkezli realist güvenlik yaklaşımlarına ilham kaynağı olmuştur.
Devlet merkezli realist güvenlik yaklaşımından söz açılmışken Jean Bodin (1530-1596)’den bahsetmemek mümkün değildir. Politik düşüncelerini egemenlik
kavramı etrafında olgunlaştıran Bodin, Avrupa’daki iç savaşlar ve din savaşları içinde egemenliği sorgulayarak Batı siyasal düşüncesinde yer alan “ulusal egemenlik” kavramına giden yolun başında durur.22 Devleti, egemen ve tebaa üzerine kurgulayan ve egemenliği devletin olmazsa olmaz şartı olarak gören Bodin egemenliği şiddet üzerine oturtur. Bodin’e göre egemenliği yaratan şiddettir. Çünkü sözleşme ya da doğal hak düşüncesi içinde kalarak egemenliğin sorunları çözülemez. Ayrıca Bodin’in egemenlik tanımı sadece tebaa üzerindeki denetimi değil aynı zamanda toprak üzerindeki denetim anlamını da içerir. Böylelikle Bodin’in ulusal egemenlik düşüncesi devlet merkezli realist ulusal güvenlik politikalarının önemli dayanaklarından biri halini almıştır.
Realizmin diğer bir önde gelen düşünürü ise Hobbes’dur (1588-1679). Hobbes’da Machiavelli gibi siyasal bir kargaşanın ortasında doğmuş ve yaşamıştır.
O doğduğunda İngiltere, İspanya ile savaşmaktadır. Elli iki yaşındayken parlamento taraftarlarıyla kral yanlıları arasındaki yükselen tansiyon nedeniyle Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Birkaç sene sonra da (1643) İngiltere’de sivil savaş çıkar ve Hobbes’un muhalefet ettiği parlamento taraftarları zafer kazanır. Savaştan sonra İngiltere Krallığı, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of England) haline gelmiştir ve Cromwell’in püriten23 ve otoriter yönetimi altındaki atmosferde Hobbes, Leviathan (1652) isimli ünlü eserini yazar. Bu eserde Hobbes devleti mutlak güç ve yetkilere sahip bir egemen olarak tanımlamaktadır.
Gerek Machiavelli ve gerekse Hobbes’un yaşadığı zamanın şartlarıdüşünüldüğünde eserlerinin ve fikirlerinin günün koşullarını yansıttığı görülebilir.
Her ikisinin en önemli ortak özellikleri cumhuriyet ya da krallıktan çok öncelikle devlet yanlıları olmalarıdır. Hobbes’a göre devletin amacı bireysel güvenliktir ve güvenliği sağlamanın yolu “bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermekten geçer”24 bunu sağlamak için insanların haklarından gönüllü olarak vaz geçmeleri gerekir. Bu haliyle Leviathan sosyal sözleşme teorisinin en eski örneklerinden biri olarak değerlendirilir.
kavramı etrafında olgunlaştıran Bodin, Avrupa’daki iç savaşlar ve din savaşları içinde egemenliği sorgulayarak Batı siyasal düşüncesinde yer alan “ulusal egemenlik” kavramına giden yolun başında durur.22 Devleti, egemen ve tebaa üzerine kurgulayan ve egemenliği devletin olmazsa olmaz şartı olarak gören Bodin egemenliği şiddet üzerine oturtur. Bodin’e göre egemenliği yaratan şiddettir. Çünkü sözleşme ya da doğal hak düşüncesi içinde kalarak egemenliğin sorunları çözülemez. Ayrıca Bodin’in egemenlik tanımı sadece tebaa üzerindeki denetimi değil aynı zamanda toprak üzerindeki denetim anlamını da içerir. Böylelikle Bodin’in ulusal egemenlik düşüncesi devlet merkezli realist ulusal güvenlik politikalarının önemli dayanaklarından biri halini almıştır.
Realizmin diğer bir önde gelen düşünürü ise Hobbes’dur (1588-1679). Hobbes’da Machiavelli gibi siyasal bir kargaşanın ortasında doğmuş ve yaşamıştır.
O doğduğunda İngiltere, İspanya ile savaşmaktadır. Elli iki yaşındayken parlamento taraftarlarıyla kral yanlıları arasındaki yükselen tansiyon nedeniyle Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Birkaç sene sonra da (1643) İngiltere’de sivil savaş çıkar ve Hobbes’un muhalefet ettiği parlamento taraftarları zafer kazanır. Savaştan sonra İngiltere Krallığı, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of England) haline gelmiştir ve Cromwell’in püriten23 ve otoriter yönetimi altındaki atmosferde Hobbes, Leviathan (1652) isimli ünlü eserini yazar. Bu eserde Hobbes devleti mutlak güç ve yetkilere sahip bir egemen olarak tanımlamaktadır.
Gerek Machiavelli ve gerekse Hobbes’un yaşadığı zamanın şartlarıdüşünüldüğünde eserlerinin ve fikirlerinin günün koşullarını yansıttığı görülebilir.
Her ikisinin en önemli ortak özellikleri cumhuriyet ya da krallıktan çok öncelikle devlet yanlıları olmalarıdır. Hobbes’a göre devletin amacı bireysel güvenliktir ve güvenliği sağlamanın yolu “bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermekten geçer”24 bunu sağlamak için insanların haklarından gönüllü olarak vaz geçmeleri gerekir. Bu haliyle Leviathan sosyal sözleşme teorisinin en eski örneklerinden biri olarak değerlendirilir.
Hobbes yaşadığı yılların siyasi çalkantıları karşısında bireysel olarak da realist davranmayı tercih ederek ayakta kalmaya çalışmıştır. Örneğin Avam Kamarası’nın
1666’da dine karşı saygısızlık ve ateizm’e karşı çıkardığı yasa tasarısı nedeniyle Leviathan kitabı incelemeye alınınca tehlikeli gördüğü yazılarını yakmıştır.
Onun bu ruh hali ve tutumu görüşlerine insana karşı bir güvensizlik ve rasyonalizm olarak yansımıştır.
Machiavelli gibi Hobbes’a göre de üstünlük arayışı ve güç sahibi olmak, temel ulusal çıkar olarak görülür. Bu nedenle savaş ve güvenlik konuları üst düzey
bir politika olarak kabul edilirken toplumsal ve kültürel konular ile ekonomi alt politika (low politics) sayılır.25 Bu bağlamda realistlerin görüşleri uluslararası ilişkiler alanında güç hiyerarşisini savunan ve savaşı doğal bir durum olarak algılayan ve hazırlıklı olmayı öngören muhafazakâr yaklaşıma da (conservatism) kaynaklık etmiştir.26
1666’da dine karşı saygısızlık ve ateizm’e karşı çıkardığı yasa tasarısı nedeniyle Leviathan kitabı incelemeye alınınca tehlikeli gördüğü yazılarını yakmıştır.
Onun bu ruh hali ve tutumu görüşlerine insana karşı bir güvensizlik ve rasyonalizm olarak yansımıştır.
Machiavelli gibi Hobbes’a göre de üstünlük arayışı ve güç sahibi olmak, temel ulusal çıkar olarak görülür. Bu nedenle savaş ve güvenlik konuları üst düzey
bir politika olarak kabul edilirken toplumsal ve kültürel konular ile ekonomi alt politika (low politics) sayılır.25 Bu bağlamda realistlerin görüşleri uluslararası ilişkiler alanında güç hiyerarşisini savunan ve savaşı doğal bir durum olarak algılayan ve hazırlıklı olmayı öngören muhafazakâr yaklaşıma da (conservatism) kaynaklık etmiştir.26
Realizmin önemli düşünürlerinden bir diğeri olan Spinoza (1634-1677) siyasi düşüncelerinde güçlü devlet egemenliğine olan taraftarlığıyla Hobbes’la aynı
noktada buluşur. Fakat Spinoza’ya göre devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir. İnsanların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamak için onları bütün korkulardan uzak tutmak ve doğal haklarını güçlendirmek gerekir. Ayrıca devletin görevi onlara ne yapacaklarını söylemekten çok akıllarını emniyet içinde kullanmalarını sağlamak ve fiziksel varlıklarını geliştirmelerine yardımcı olmaktır.27 Tam bu noktada Spinoza bir yandan devletin asıl görevinin özgürlükleri savunmak olduğunu söylerken diğer yandan otoriteye her türlü başkaldırıyı da hoş karşılamayarak aslında bir çelişki içine düşer.28
noktada buluşur. Fakat Spinoza’ya göre devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir. İnsanların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamak için onları bütün korkulardan uzak tutmak ve doğal haklarını güçlendirmek gerekir. Ayrıca devletin görevi onlara ne yapacaklarını söylemekten çok akıllarını emniyet içinde kullanmalarını sağlamak ve fiziksel varlıklarını geliştirmelerine yardımcı olmaktır.27 Tam bu noktada Spinoza bir yandan devletin asıl görevinin özgürlükleri savunmak olduğunu söylerken diğer yandan otoriteye her türlü başkaldırıyı da hoş karşılamayarak aslında bir çelişki içine düşer.28
Çünkü yönetimin kötü olması durumunda bile güvenliğin ancak itaatle sağlanacağını savunur. Ayrıca Spinoza demokrasinin en doğal hükümet biçimi olduğunu savunmakla kral yanlısı Hobbes’tan ayrılır.29
4.3. Liberalizm:
Güvenlik teorilerinin önemli kaynaklarından bir diğeri de liberalizmdir. Bireysel özgürlüklerin ve yaygın temsilin savunucuları olarak görülen liberalizm’in önde gelen düşünürleri John Locke (1632-1704), Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ve John Stuart Mill (1806-1873) kabul edilmektedir. Aslında Antik Yunandan, Rönesans’a kadar birçok düşünürün fikirleri arasında liberal düşünceye ait bir şeyler bulmak mümkündür. Örneğin realizmin önemli düşünürlerinden biri olarak tanıttığımız Hobbes kendinden önceki düşünürlerin önemli bir kısmından farklı olarak devletin meşruiyet kaynağının Tanrı olduğu fikrine karşı çıkmış ve devleti özgürlüklerin korunması ve devamı için gerekli görmüştür. Liberalizmin bu kaynak çeşitliliği, düşünce dünyasında da farklı fraksiyonlara neden olmuştur. Bu nedenle günümüzde liberalizm; politik liberalizm, kültürel liberalizm, ekonomik liberalizm, sosyal liberalizm, muhafazakâr liberalizm ve neoliberalizm başlıkları altında incelenmektedir.
Liberalizmin özgürlükler noktasında insan doğasını dikkate alan yönü nedeniyle politik düşüncede realizm’le birlikte idealizm’e karşı daha yaygın bir konumu
bulunmaktadır.30 Liberalizm’in, realizm ve idealizm’den en önemli farkı insanın doğasını dikkate alarak onu değiştirmeye çalışmak yerine pozitif yönde
yönlendirmeyi tercih etmiş olmasıdır. Bu temel yaklaşım liberal düşüncenin tüm fraksiyonlarında da ortak bir nokta olarak görülebilir. Bunun dışında liberal düşünce içinde zaman zaman yaşanan önemli çatışma ve karşıtlıklar liberalizm’in farklı düşüncelerle senteze girmesinden kaynaklanır.
Bu farklılıkları kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
**
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder