KOPENHAG VE ABERYSTWYTH EKOLLERİ ÇERÇEVESİNDE 21. YÜZYILDA GÜVENLİĞİN DEĞİŞEN KAPSAMI VE BOYUTU. BÖLÜM 1
Mesut Şöhret*
* Gaziosmanpaşa Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Programı Doktora Adayı,
sohretmesut@yahoo.com
ULUSLARARASI GÜVENLİK KONGRESİ - 2013 KOCAELİ..
Özet
Yaşadığımız dünyada son yıllarda meydana gelen siyasi ve ekonomik gelişmeler her alanda olduğu gibi güvenlik alanında da radikal ve hızlı değişimler yaşanmasına neden olmuştur.
Bu nedenle henüz başlarını yaşamakta olduğumuz 21.yüzyılda güvenliğin anlamı başta olmak üzere kapsamı ve boyutu da son 20–30 yıllık dönemle karşılaştır dığımızda farklılık göstermektedir. Öncelikli olarak gelinen noktada güvenlik denilince artık sadece askeri güvenlik anlaşılmamak ta, insan hayatını doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendiren her türlü sorun bir güvenlik konusu haline gelmekte ve sadece belirli bir bölgeyi değil birçok bölgeyi etkileyebilmektedir. Güvenlik konusunda yaşanan bu hızlı değişim ve dönüşüm sürecini açıklamaya çalışan Kopenhag ve Aberystwyth ekolleri gerçekten de klasik güvenlik yaklaşımlarından farklı açılardan güvenlik konularına bakarak güvenliğin kapsam ve boyutunu değişik bir noktaya taşımaktadır. Bu nedenle bu çalışmada güvenliğin zaman içinde yaşadığı değişim ve dönüşümleri kronolojik olarak ortaya koymak yerine son dönemde güvenliğin kapsam ve boyutunda yaşanan değişimler ifade edilerek bu alanda yaşanan değişimleri farklı şekillerde ele alan Kopenhag ve Aberystwyth ekollerinin savunduğu görüşler güncel örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır.
Giriş
Güvenlik bir kelime ve kavram olarak insanlığın oluşumundan beri üzerinde en çok konuşulan konulardan biri olmuştur. Neredeyse her anımız “güvenlik”ten bir şekilde bahsederek geçiyor olsa da güvenliğin ne anlama geldiği genellikle muğlaktır. Bunun nedeni yetersiz çaba harcıyor olmamız değil güvenliğin “türe(til)miş bir kavram (derivative concept)” olmasıdır. Güvenlik ne demektir sorusunun tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olacak tek bir cevabı yoktur.1 Kişilerin ve toplumların güvenlik anlayışı, onların siyasi bakış ve felsefi dünya görüşünden veya bulundukları coğrafyaya göre farklılık göstermektedir.
Neredeyse tüm sosyal bilimler içinde kullanılan bu kavrama her disiplin farklı anlamlar ve değerler yüklemektedir. Uluslararası ilişkiler disiplini içinde ise bu kavram sistem seviyesinden birey seviyesine kadar ve tüm değişkenlerle birlikte incelenmesi zorunlu bir kavram olarak görülmektedir. Kavramın uluslararası ilişkilerde ele alınışının disiplinin gelişimi ile birlikte olduğunu görmek mümkün dür. Öyle ki güvenlik konularının uluslararası ilişkiler disiplini içinde tartışıldığı ilk dönemlerde savaş konuları ön planda olurken sonraki dönemlerde barış konuları ön plana çıkmaya başlamıştır. İki savaş arası dönem olarak tabir edilen 1918 – 1939 yıllarında ise güvenliğin çok disiplinli ve çok boyutlu bir alan olarak
algılanmaya başladığını görebiliriz. Çünkü bu dönemde uluslararası kuruluşlar, uluslararası hukuk, demokrasi, silahsızlanma ve siyaset teorisi gibi yeni kavramlar ve söylemlerin kullanılmaya başlamıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan soğuk savaşın ilk döneminde ise John Herz tarafından güvenlik ikilemi olarak ifade edilen güç kazanma çalışmaları ile Arnold Wolfers’ın güvenliğe değer yargılı yaklaşımları çerçevesinde ulusal güvenlik konusunda mutlak güvenliğin yokluğu ve güvenliğin muğlâklığı görüşü hakim olmuştur. Bu kapsamda tabir edilen geleneksel güvenlik anlayışı güvenliği; devlet merkezli, askeri tehdit odaklı bir bakış açısı içinde yorumlamış ve büyük ölçüde suni ve abartılı tehditler güvenlik gündemini belirlemiştir.
Bu dönemde özgüven ve bağımsızlık konuları, ulusal güvenliğin temel unsurunu oluşturmuştur.
Soğuk Savaş döneminin “suni” korkular üzerine kurulmuş geleneksel güvenlik anlayışı günümüzde devletler arasında karşılıklı bağımlılığın ve küreselleşmenin etkisiyle yerini “gerçek” korkulara bırakmıştır. Çünkü bu yeni dönemde tehditler hem genişlemiş hem de derinleşmiştir. Bu gelişme güvenlik alanında geleneksel güvenlik anlayışının terk edilmeye başlanmasına ve bu bağlamda yeni bir güvenlik anlayışının doğmasına sebep olmuştur. Çünkü bu yeni dönemde ve yaşadığımız 21. yüzyılda Güvenlik sadece devletlerin fiziksel anlamda hayatta kalmalarını (survival) değil aynı zamanda değerleri, toplumsal ilişkileri ve insanların hayat tarzları ve standartlarının korunmasını da içermektedir.
Bu durum ister istemez yeni tehditleri bu yeni tehditlere karşı yeni güvenlik tanımlamalarını ve bu yeni tanımlamalara karşı yeni mücadele araçlarını da beraberinde getirmiştir. Çünkü bu yeni dönemde “çevre güvenliği”, “bilgi güvenliği”, “birey güvenliği”, “toplum güvenliği” “ekonomi güvenliği” “doğal kaynakların güvenliği” v.b başlıklar altında yeni güvenlik alanları şekillenmeye
başlamıştır. Böylesi bir değişim süreci hiç kuşkusuz devletlerin ve uluslararası örgütlerin de güvenlik algılamalarını dönüştürmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, günümüzde birçok devlet için siber tehdit gibi bazı yeni tehditler askeri tehditten daha ön plana çıkabilmektedir.
Geleneksel olmayan bu yeni tehditlerle mücadele araçları da farklıklar göstermeye başlamıştır.
Örneğin devletlerin siber bir tehditle mücadele edebilmeleri konvansiyonel askeri güçle mümkün değildir. Bunun yerine siber suçlarla mücadele edebilecek teknik personelin olması ve kendisini bu tehditlere karşı koruması için güçlü teknolojik bir alt yapıya sahip olmaları daha önemlidir.
Güvenlik kavramında ve bizzat güvenliğin kendisi çerçevesinde yaşanan bu hızlı gelişmeler kuşkusuz uluslararası ilişkiler disiplini içinde yer alan teorik yaklaşımların konuya bakış açılarında değişime sebep olmuş ve daha da önemlisi bu yeni dönemi ve yeni güvenlik konseptini açıklamak amacıyla yeni teoriler geliştirilmiştir. Bu kapsamda ortaya çıkan veya geliştirilen yeni güvenlik yaklaşımlarının uluslararası ilişkiler disiplini içinde yer almaları her ne kadar 1990’lı yılların ilk yarısında görülse de bu yaklaşımların kökenlerinin daha eskilere dayandığını söylemek mümkündür. Buna göre Tarihsel olarak yeni güvenlik çalışmalarının attığı ilk adım, Soğuk Savaş döneminin, güvenliği “iki süper güç arasındaki çekişmenin doğrudan silahlı çatışmaya dönüşmemesi durumu” şeklinde “dar” olarak tanımlamasının dünya nüfusunun güvensizliklerini yansıtmakta yetersiz kaldığını ortaya koymak olmuştur.
Bu noktada askeri güvenlikten belki de daha önemli olan “sosyoekonomik eşitsizliklerin azaltılmasının önemi” gibi o dönemde low politics olarak görülen konular uluslararası politikanın gündeminde üst sıralara bir türlü yer alamamıştır. Bu dönemde bu güvenlik anlayışı biraz da şartların dayatması ile “dar” tutulmuştur. Güvenliğin askerî hatta nükleer olmayan boyutları gündeme getirilememiştir. Diğer taraftan söz konusu bu dar kapsamlı güvenlik anlayışı içinde meydana gelen değişimleri ya da kırılma noktalarını kısaca özetlersek
karşımıza şu noktaların ve şu yaklaşımların öne çıktığını söyleyebiliriz.
Bağlantısızlar Hareketi: Bu hareketin temel ilkesinde de vurgulandığı gibi ABD ve SSCB arasındaki soğukluk dışında da dünya da güvensizlikler bulunmaktadır. Başka bir deyişle dünyada sadece ABD ve SSCB yoktur. Bu bloklar dışında kalan yerlerin de güvenlik sorunları bulunmaktadır.
Karşılıklı Bağımlılık Yaklaşımları: Kuzey–Güney tanımlamaları kapsamında dünyanın yeni bir uluslararası ekonomik düzene ihtiyacı olduğunu ortaya koyan bu yaklaşımlar gelişmiş devletler ile gelişmemiş devletler arasındaki ekonomik yapının gelişmemiş devletler aleyhine her geçen gün daha kötüye gittiğine vurgu yaparak daha adil bir ekonomik düzen ihtiyacını ortaya koymuşlar ve güvenliğin belki de ekonomik ve sosyal adalet yönünü ifade etmişlerdir. Karşılıklı bağımlı lığın çatışma riskini azaltacağını öne süren kuramcılar, işbirliği ve uzlaşma zeminine dayanan işbirliği eksenli bir güvenlik yaklaşımı öne sürmüşlerdir.
Bu nedenle söz konusu düşünürlerin güvenlik çalışmalarına katkısının, çatışma
yerine işbirliği odaklı bir güvenlik anlayışı getirmeleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Dünya Düzeni Yaklaşımları: Mevcut sisteme alternatif olarak sunulan sürdürülebilir dünya düzenlerine ilişkin görüşlerin genel yapısını çizen bu yaklaşımların ortaya koyduğu görüşler 1960’lı ve 1970’li yıllarda oldukça tartışılmıştır. Söz konusu teorik yaklaşımlar, realizmin gücünü ve hegemonyasını kıramasalar da getirdikleri eleştiri ve önerilerle Soğuk Savaş sonrasındaki eleştirel güvenlik yaklaşımlarına ve yeni güvenlik anlayışına uygun teorik zemin hazırlamışlardır. Buna karsın bağımlılığın karşılıklılık mantığını reddederek bu
olgunun işteşliği yerine tek taraşılığını ele alan Neo-Marksist yaklaşımlar, bağımlılık tezleri üzerinde durmaktadır. Neo-Marksist düşünürler, Marksizmin burjuva-proletarya ekseninde ortaya koduğu sınıf mücadelesi sorunsalını bir bakıma yeniden üreterek uluslararası ilişkiler ve sistem okumalarını merkez-çevre tipolojisi üzerinden kurgulamışlardır. Bu bağlamda asıl çatışmanın Doğu ve Batı arasında değil, metropol ve uydu, gelişmiş ve azgelişmiş, merkez ve çevre; başka bir ifadeyle Kuzey ve Güney arasında yaşandığını öne sürmüşlerdir. “Kuzeyin güvenliği=Güneyin güvensizliği” şeklinde özetlenebilecek güvenlik-güvensizlik paradoksunun Kuzey ve Güney arasına sıkışmışlığını ifade etmişlerdir. Coğrafya-mekan temel alınarak askeri-ideolojik eksende ortaya konulan jeopolitik yaklaşımların yerine, ekonomi-politik ekseninde sosyo-ekonomik analizler öne süren Neo-Marksist çalışmaların; klasik güvenlik anlayışına getirdiği yeni bakış açısının ekonomik güvenlik modeli olduğu ifade edilebilir. Bu yönüyle söz konusu Neo-Marksist teorik perspektif, günümüz yeni
güvenlik anlayışının ve eleştirel-alternatif güvenlik yaklaşımlarının öncüsü sayılabilir.
Alternatif Savunma Yaklaşımı: Çeşitli toplumsal hareket ve kampanyalarla insanları bilgilendirerek Avrupa’nın her yanında güvenlik ilişkilerinin dönüşümü nü kolaylaştıran bu yaklaşımla güvenlik konularında farkındalık (awareness) oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda 1980‘li yıllarda organize edilen Nükleer Silahsızlanma Kampanyası ve Avrupa’nın Nükleer Silahsızlanması gibi kampanyalar dikkat çekmiştir.
Feminist Yaklaşım: Uluslararası ilişkiler disiplinine farklı bir açıdan bakan feminist uluslararası ilişkiler kuramı, disiplinin merkezi olgularını ve epistemolojik temellerini cinsiyet üzerinden eleştirmektedir. Buna göre mevcut uluslararası ilişkiler sistemi, realizmin güvenlik çalışmalarında olduğu gibi anarşik ve tehlikeli bir dünyada devletin bekası için gerekli olan güç, otonomi ve rasyonalite gibi kavramlar “ideal erkek” tipi üzerine kurgulandığından uluslararası sistem bir bakıma erkeklerin sistemi olarak ifade edilmiştir.
Bu bağlamda feminist güvenlik yaklaşımı; realist anlayışın reddi, soyut ve sistematik söylemin sorgulanması, kadınları günlük yaşamları ve güvenlik arasında güçlü bir bağın mevcudiyetinin bilinmesi, hakim devlet anlayışının eleştirisi ve dönüşüme uğrayan şiddetin yapısal olduğunun kabulü üzerine kurulmuştur.2 Direkt şiddet, devletler ve onların uluslararası çatışmaları üzerine
odaklanırken; yapısal şiddet, sosyal grup ve bireylerin güvensizliği ile ekolojik tehditlerin yarattığı dünya güvensizliğini içermektedir.3 Bu tanımlamadan hareketle, uluslararası sistemdeki erkek merkezli kurgu dahilinde gerçekleşen direkt şiddet, yapısal şiddeti kökleştirmiştir. Feminist kuramın güvenlik anlayışına göre yapısal şiddetin çıktıları, sistem tarafından görülmez kılınan / varsayılan kadınların güvenliğini tehdit etmekte ve gündelik yaşamlarının her alanına etki etmektedir.
Geleneksel Güvenlik Kuramını Çürütmeyi Amaçlayan Yaklaşımlar: Kuzey/Güney ve “Üçüncü Dünya” yaklaşımlarının öğrencileri tarafından geliştirilen bu yaklaşımlar Batı tarafından desteklenen ulusal güvenlik projelerinin dünyanın geri kalanında sahip olduğu karışık sicile işaret ederek “içeriyi” güvenli, sadece dışarıyı “güvensiz” varsayan geleneksel kuramı çürütmeyi amaçlamaktadır.
11 Eylül Sonrası Yeni Güvenlik Yaklaşımları: 11 Eylül 2001’de ABD’ye düzenlenen terör saldırıları güvenlik konusundaki belirsizlikleri de beraberinde getirmiş ve asimetrik tehdit gibi yeni terimler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle 11 Eylül, geleneksel güvenlik yaklaşımlarının dünyadaki mevcut güvensizliklere çözüm olmak bir yana onları tespit etmekten bile ne kadar uzak kaldığını bir kez daha hatırlatmıştır. Bu saldırı bir bakıma dünya politikasını anlamaya çalışırken hem savaşa hem de barışa, hem sert hem de yumuşak güce, hem devletlere hem de devlet dışı aktörlere ilişkin konularla doğrudan ilgilenilmesi ihtiyacının önemini ortaya çıkarmıştır.4
Güvenlik algılamalarında meydana gelen değişimin en önemli sebeplerinden birisi, artık tehdidin tek boyutlu, devletten devlete olma klasik konumundan çıkarak, asimetrik ve çok boyutlu bir konuma ulaşmasıdır. Bu durum, günümüz tehditleri ile mücadelede geleneksel yapılanma ve anlayışların geçerliliğini tamamen yitirdiğine işaret etmektedir. Bunun yanında risk ve tehditlerin kaynağının, zamanının ve şeklinin önceden tahmin edilmesinin Soğuk Savaş döneminin aksine imkansız bir hale geldiği yeni güvenlik ortamında, mücadele alanı bütün dünya olarak ortaya çıkmıştır.”5 Genel bir değerlendirme yapıldığında tek boyutlu ve dar kapsamlı geleneksel güvenlik yaklaşımlarının özellikle soğuk savaş sonrası dönemde terk edilmeye başlandığını söylememiz mümkündür. Bu durumun başlıca sebepleri ise şu şekilde sıralanabilir.
Güvenlik Alanında Yeni Tehditlerin Ortaya Çıkması: Siber Terör, bilimsel çalışmaların ekolojik dengeyi bozma girişimleri (genetik bilimi), yeni tür hastalıklar (Kuş gribi, SARS) v.b Geçmişte Var Olan Fakat Güvenlik Alanı İçinde Düşünülmeyen Konuların Güvenlik Alanına Eklemlenmesi: Birey Güvenliği, Çevre Güvenliği, İş güvenliği, finansal güvenlik v.b konuların high politics olarak görülmeye başlanması Geleneksel Güvenlik Tehditlerinin Dönüşüm Yaşaması: Terör, savaş, organize suçlar (mafya) v.b tehditlerin kabuk değiştirmesi ve yeni formlarda ortaya çıkmaları.
Bu nedenle soğuk savaş sonrası söz konusu yaklaşık 25 yıllık dönemde geleneksel güvenlik yerine ulusal güvenliğin ekonomik güvenlik, çevre güvenliği ve insan güvenliği olarak bilinen ekonomik, çevre ve insan boyutlarının da olduğu yönündeki görüşler yaygınlık kazanarak güvenlik konusunun çok boyutlu ve daha geniş kapsamlı bir hal almasını sağlamıştır. Kapsayıcı güvenlik (comprehensive security) olarak ifade edilen bu yaklaşımlar temel olarak güvenliği geniş bir perpektiften ve bir bütün olarak görmektedirler.
Çünkü Kapsayıcı güvenlik anlayışı; hiçbir ülkenin kendi güvenliğini, aynı zamanda başka bir ülkenin güvenliğini artırmadan sağlayamayacağı ilkesine dayanmaktadır. Hiçbir ülke, diğer ülkeleri kendi güvenliğine tehdit olarak algıladığı sürece güvenlikte olamaz.6
Bu yaklaşıma ve güvenliğin bölünmezliği anlayışına uygun olarak, sivil araçların kullanıldığı, kalkınma ve refahın öncül amaç olduğu, “komşular arasında doğrudan güvenlik konularını işaret etmeden, var olan korkuların iyileştirilmesi; tüm ülkelerin kendi aralarındaki işbirliğinin desteklenmesi; güvenlik ve barışın devletler arasındaki işbirliği ile geliştirilmesi” ilkelerine uygun bir gelişim süreci geçirdiğini söylemek mümkündür.
Benzerlik ve farklılıkların eş zamanlı olarak iç içe girdiği ve arttığı 21. yüzyıl küresel sisteminde güvenlik ve tehdit tanımlamaları da çeşitlenmektedir. Bu noktada güvenliğin yeniden kavramsallaştırılmasında ortaya çıkan eğilimler şunlardır.7
Güvenlik kavramlarının genişlemesi, derinleşmesi ve sektörleşmesi Gösterilenin devletten insanlar ya da insanlığa (insan güvenliği) kayması Yeni güvenlik tehlikelerinin (tehdit, çatışma alanları, hassasiyet ve riskler) algılanması ve yeni güvenlik kaygılarının güvenlikleştirilmesi Yeni algılanan güvenlik tehlikeleri ve kaygılarıyla ve etki altında olan ve savunmasız insanlara bir “beka ikilemi” arz eden yeni çevresel tehlike, risk ve afetlerle yüzleşmek ve baş etmek için yeni askeri olmayan stratejiler araştırmak.
Güvenliğin genişlemesi, çeşitlenmesi ve derinleşmesi geleneksel güvenlik literatürünü ciddi biçimde tehdit etmekte; kimin güvenliği, neyin güvenliği, ve kimden/neden koruma gibi güvenlik soruları çerçevesinde alternatif güvenlik çalışmaları gündeme gelmektedir.
Aşağıdaki tabloda yer sorulan bu sorulara cevap vermesi ve günümüzdeki güvenlik yaklaşımlarını özetlemesi bakımından önemlidir.
Tablo1: Genişletilmiş Güvenlik Kavramları8
Bu noktada doğrudan güvenlik çalışmaları yapan ve güvenliğe ilişkin ortaya ciddi tezler koyan Kopenhag Ekolü ve Aberystwyth Ekolleri yeni güvenlik anlayışı inşa etmeye çalışmaktadır.”9 Bu çalışmada söz konusu bu iki ekolün yeni güvenlik çalışmalarına nasıl katkılar sağladığı ve güvenlik konusuna getirdikleri açıklamalar ile savundukları argümanlar ortaya konulmaktadır. Bununla birlikte her iki teorik yaklaşımın benzer ve farklı noktaları ile bu teorilere getirilen başlıca eleştiriler de açıklanmaktadır.
KOPENHAG EKOLÜ VE GÜVENLİĞİN ÇOK BOYUTLU YAPISI
21. yüzyıl yeni güvenlik yaklaşımlarının çıkış noktası olarak görülen Kopenhag Ekolü, güvenliği; devletlerin ve toplumların tehditlerden kurtulma arayışları ve rakiplere karşı bağımsız kimliklerini ve işlevsel bütünlüklerini koruma yetenekleri olarak tanımlamaktadır.
Bu yaklaşım sebebiyle soğuk savaş sonrası dönemde güvenliğin çok boyutlu yapısını ön plana çıkararak günümüz şartlarında güvenlik çalışmalarında diğer teorik çalışmalara göre bir ayrışmaya neden olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu bu teorik yaklaşımın genel çerçevesi her ne kadar 1970’ler ve 1980’lerdeki siyaset ve güvenlik çalışmalarındaki geniş ve dar güvenlik kavramları tartışmasına dayansa da uluslararası ilişkiler disiplini içinde bir teorik ekol olarak yer bulması 1985’te Kopenhag Üniversitesi’nde Barış ve Çatışma Araştırma Enstitüsü’nün kurulmasıyla olmuştur. Bu ekol yıllar içinde gelişerek yine Kopenhag Üniversitesinde kurulan CAST (Center for Advanced Security Theory – İleri Güvenlik Teorisi Merkezi) ile de kurumsallaşmıştır. Teorinin ön plana çıkmasında ve son dönem güvenlik çalışmalarında bu denli popüler olmasında ekolün kurucuları olarak kabul edilen Ole Weaver ve Barry Buzan’ın yaptıkları ortak ve bireysel akademik çalışmaların büyük etkisinin olduğu söylenebilir.
Kopenhag ekolünün zaman içinde gelişimi incelendiğinde teorinin başlangıçta daha çok Avrupa güvenliği üzerine odaklandığını ve Avrupa’nın güvenliğini de daha çok askeri olmayan boyutlar üzerinden ele aldığı görülmektedir.10 Bir başka deyişle Kopenhag Ekolü askeri olmayan yani geleneksel olmayan tehditleri ve devlet merkezli güvenlik anlayışını sorgulayarak kapsamlı güvenlik anlayışı içeren (toplumsal gruplar, bireyler, devlet, hatta tüm insanlık) yaklaşımı gündeme alması güvenlik çalışmalarında devlet merkezli klasik güvenlik
yaklaşımının göz ardı ettiği, yeni güvenlik referans nesnelerine odaklanmıştır. Genel olarak incelendiğinde Kopenhag Ekolü’nün üç temel konu üzerinde
şekillendiğini söylemek mümkündür.
Bunlar; güvenlik sektörleri, güvenlikleştirme ve bölgesel güvenlik yapılanmaları dır.
1.1 Kopenhag Ekolüne Göre Güvenliğin Etkilendiği Ana Sektörler
Kopenhag Ekolü’nun güvenlik çalışmalarına getirdiği en önemli katkılardan bir diğeri ise insan topluluklarının güvenliğinin etkilendiği beş ana sektörü güvenlikleştirme teorisine uyarlamasıdır. Bir başka deyişle Kopenhag Ekolü belirsiz, ucu açık ve göreceli bir kavram olan güvenliği tek boyutluluktan kurtararak, çok boyutlu bir zemine taşımıştır. Okul’un burada öne çıkardığı asıl husus yalnızca askeri tehditlerin toplumlar için tek güvensizlik kaynağı olmadığıdır. Diğer sektörlerdeki güvensizlikler de bir tehdit kaynağı olarak
hem kendi başına hem de askeri sektöre taşınarak bir güvensizlik kaynağı oluşturmaktadır. Güvenliği sektör temelinde incelemenin önemli bir katkısı, sektörler arasındaki özel ilişki tiplerinin tanımlanarak birbirinden etkileşimini de ortaya koymaktır.
Ekolün kategorize ettiği bu sektörler, askeri güvenlik, siyasal güvenlik, ekonomik güvenlik, toplumsal güvenlik ve çevresel güvenliktir.11 Bu sektörleri kısaca şu şekilde detaylandırmak mümkündür.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder