18 Şubat 2018 Pazar

HİLAL-İ AHMER CEMİYETİ’NİN KURUMSAL TARİHİNDE ÖNEMLİ BİR DENEYİM: TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912). BÖLÜM 1

HİLAL-İ AHMER CEMİYETİ’NİN KURUMSAL TARİHİNDE ÖNEMLİ BİR DENEYİM: TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912). BÖLÜM 1






OYA DAĞLAR MACAR* 
* Prof. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü, İstanbul / TÜRKİYE, 
oyadr@ticaret.edu.tr 

Giriş 


Trablusgarp Savaşı, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son toprak parçasını kaybederek, bu coğrafyadaki egemenliğinin sona erdiği bir savaştır. 1881’de 
Fransızlar Tunus’u, 1882’de de İngilizler Mısır’ı işgal etmişlerdi. Tunus’un Fransızların eline geçmesi, 1870 gibi geç bir tarihte ulusal birliğini tamamlamış ve bir an önce Avrupa güçler dengesinde yer bulmaya çalışan İtalya’yı hayal kırıklığına uğratmıştı. İtalya, kuruluşundan itibaren, siyasi bütünlüğünü ekonomik açıdan güçlendirecek sömürge arayışına girmişti. Gelişen sanayisi ve artan nüfusu için hammadde ve pazara olan ihtiyacı bunu öncelikli bir amaç haline getirmişti. Fakat 19. yüzyılın sonuna kadar Ortadoğu ve Afrika’nın büyük kısmı çoktan Avrupalı büyük güçler tarafından paylaşılmıştı. Bu durumda İtalya, henüz sömürgeleştirilmemiş toprakları hızla ele geçirmenin yollarını aramaya başladı ve gözünü Doğu Akdeniz ile Kızıldeniz’e çevirdi. Dış politikasını buna göre düzenleyerek, genel olarak Doğu’yu da içine alan büyük bir coğrafyayı kendi yaşam alanı yani terra irredenta1 olarak belirledi. Üstelik bu amaç uzun yıllar İtalyan dış politikasının vazgeçilmez temel unsurlarından biri haline geldi. 

İtalya’nın yaşam alanı olarak belirlediği coğrafyada ilk ele geçirmeyi planladığı yerler Arnavutluk ve Tunus idi. Fakat Tunus’un Fransızlar tarafından işgali 
bu planı değiştirmesini zorunlu hale getirdi. Bundan sonra gözünü Avrupalı güçlerin egemenliği altında bulunan Afrika kıtasında az sayıdaki bağımsız devletten biri olan Habeşistan’a (Etiyopya) çevirdi. Bir Doğu Afrika ülkesi olan Habeşistan, İtalya’ya maden ve hammadde bakımından önemli bir yarar getirmeyecek olsa da coğrafi konumu nedeniyle ticari olarak büyük avantaj sağlayabilecek bir yerdi. Habeşistan’ın Kızıldeniz’e kıyısı olması onu İtalya için çok önemli bir hale getiriyordu. 

Çünkü 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde Kızıldeniz doğuya ve batıya giden gemilerin ana güzergahı haline gelmişti. Bunda 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı’nın 
büyük payı vardı. Kanal Kızıldeniz ile Akdeniz’i birleştirerek, Kızıldeniz’i ekonomik bir çekim merkezi haline getirmişti. Bu yüzden İngiltere ve Fransa başta 
olmak üzere büyük Avrupalı devletler hem sömürgelerine kolayca ulaşabilmek hem de bölgenin ticaret yolları üzerinde hakimiyet kurabilmek için Kızıldeniz 
çevresinde işgallere başladılar. İtalya da Akdeniz ve Kızıldeniz’de etkin bir güç olabilmek için 1882 yılından başlayarak Kızıldeniz’in Batı kıyılarını ele geçirmeye 
çalıştı. 1890’da Kızıldeniz’in kuzeyinde yer alan Eritre’yi bir İtalyan sömürgesi haline getirmeyi başardı. 1896’da ise Habeşistan’a saldırdı. Fakat Adwa Savaşı 
olarak bilinen savaşta ağır bir yenilgiye uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı.2 

Habeşistan’ı işgal girişiminin sonuçsuz kalmasının ardından İtalya Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Trablusgarp’a (bugünkü Libya) yöneldi.3 
Bu rası Doğu Akdeniz ticaret yolunun üzerinde bulunan ve zengin maden yataklarına sahip bir yerdi. Aynı zamanda Orta Afrika’ya giriş kapısı konumuyla yükselen İtalyan endüstrisi için coğrafi olarak en kolay erişilebilir pazar durumundaydı.4 Daha da önemlisi artan İtalyan nüfusu için önemli bir yerleşim yeriydi. Savaştan önce İtalyanlar tarafından yapılan bir hesaplamayla burada 12.000.000 nüfusu besleyebilecek zenginlikte geniş vahalar ve verimli topraklar bulunuyordu.5 

Fabio Grassi’ye göre, “İtalyan sömürge politikası Trablusgarb’ı sömürgeleştirmekten ziyade yerleşim için kullanmayı amaçlamıştı.”6 
Bu, o dönemin bazı İtalyan gazetelerinde de dile getirilmişti. Örneğin Trablusgarp işgalinin en ateşli savunucularından biri olan Guiseppe Bevione’nin 13 Haziran’da La Tribuna gazetesinde yayınlanan makalesinde Trablusgarp’ın alınmasının, İtalyanların yurtdışına göçüne en kalıcı çözüm olacağı vurgulanmış tı.7 Tüm bu beklentiler Trablusgarb’ı İtalyan milliyetçilerinin gözünde vazgeçilmez hale getiriyordu. Üstelik İtalya’ya yakın olması ve zayıf Osmanlı Devleti’nin elinde bulunması, bölgeyi ele geçirme şansını arttırıyordu. Osmanlı’nın burasını savunması oldukça zordu. Çünkü Osmanlı ile Trablusgarp toprağı arasında bir kara bağlantısı olmadığı gibi, Fransa’nın Tunus’u, İngiltere’nin de Mısır’ı işgaliyle bu yollar üzerinden Trablusgarp’a asker çıkarma ihtimali de bulunmuyordu. İtalyanlar güçlü donanmaları sayesinde 
Trablusgarp’a deniz ablukası uygulayabilirler, kıtadaki Avrupa devletleri ile de anlaşarak Osmanlı’nın karadan geçiş yollarını kesebilirlerdi. Tüm bu planlar 
çerçevesinde İtalyanlar Trablusgarp’ı ele geçirmek için ciddi hazırlıklara başladı.8 

Söz konusu hazırlıklarını iki yönde sürdürdü: Trablusgarp’ta İtalyan varlığını arttırarak ve uluslararası anlaşmalarla kendini güvence altına alarak. 1890’lı yıllardan itibaren İtalyanlar bölgeye bir taraftan göçmen gönderirken, bir taraftan da ülkeye ekonomik ve sosyal yatırımlarda bulundular. 1902’ye gelindiğinde İtalya, Trablusgarp’a yapacağı işgal için dört büyük devletin (İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu) onay ve desteğini alan anlaşmaları yapmayı da başarmıştı.9 

1910’da tüm diplomatik hazırlıkları tamamlayarak, işgal için gerekli bahaneler arayışına girdi. Aynı yıl Osmanlı Devleti, büyük bir stratejik hata 
yaparak, Trablusgarp’ı askeri olarak boşalttı. Burada sürekli olarak bulundurduğu bir tümen askeri 1910’da alevlenen Yemen isyanına göndererek jandarma vazifesi görecek kadar bir kuvvet bıraktı. Ayrıca depolarda bulunan silahları da “yenileme” gerekçesi ile İstanbul’a aldı. Tüm bu gelişmeleri yakından takip eden İtalya, Osmanlı valisi ve kumandanın da görevden alınmasıyla, işgal için zamanın geldiğini düşünerek harekete geçti.10 

Osmanlı Devleti tarafından uzun yıllar ihmal edilip, uygarlık açısından geri bırakıldığı ve ülkedeki İtalyanlara ve diğer yabancılara kötü muamele edildiği 
gerekçesini ileri sürerek, 28 Eylül 1911’de Osmanlı Devleti’ne bir nota gönderdi. 11

 Söz konusu notada Osmanlı Devleti’nin 24 saat içinde Trablusgarp’ı İtalyanlara teslim etmesi isteniyordu. Osmanlı Devleti kendisine gönderilen bu notayı 
kabul etmedi ve 29 Eylül 1911’de iki devlet arasında savaş başladı.12 

Trablusgarp Savaşı’nda Askeri Sağlık Hizmetleri ve Hilal-i  Ahmer Cemiyeti Öncelikle Trablusgarp Savaşı’nda askeri sağlık hizmetlerinin oldukça yetersiz 
olduğunu belirtmek gerekir. Askeri sağlık hizmetlerinde 19. yüzyılın son çeyreğinde bazı yeni düzenlemelere gidilmeye başlanmıştı. Bunda 1897 Osmanlı - Yunan Savaşı’nda edinilen acı tecrübelerin oldukça payı vardı. Bu savaştan sonra orduda sıhhiye bölüklerinin kurulmasına ve erlere verilen kurslarla sıhhiyeci ve tezkereciler (sedyeci) yetiştirilmeye, tıp eğitimi ve hasta bakımı geliştirilmeye çalışılmıştı. Fakat bunlar henüz gelişme aşamasındaydı ve ciddi eksiklikler vardı.13 

Trablusgarp Savaşı’nda ordu birliklerinin hekim sayısı bir düzineyi bile bulmuyordu.14 Bu yüzden savaş içinde askeri sağlık hizmetleri bir fırka sıhhi kademe teşkilatı ile Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti ve bazı yabancı Kızılay ve Kızılhaç sağlık heyetleri tarafından yürütüldü. 15 Ayrıca yurtiçinden ve yurt dışından gelen gönüllü doktorlar ve sağlık görevlileri de çeşitli yerlerde görev alarak, sağlık hizmeti verdiler. Bununla birlikte askeri ve sivil sağlık hizmetlerinin verilmesinde Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti her zaman ön planda oldu. 16 

Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti Trablusgarp Savaşı’nda aslında henüz yeni kurulmuş bir kurumdu. İlk olarak 1868 yılında Mecruhin ve Marda-yı Askeriyeye 
İmdad ve Muavenet Cemiyeti adıyla kuruluş çalışmalarına başlanmış, fakat resmi anlamda ancak 14 Nisan 1877’de Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti adıyla hizmete geçebilmişti.17 Aynı yıl gerçekleşen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ilk savaş tecrübesini yaşayan Cemiyet, savaşın sona ermesiyle birlikte etkinliğini kaybetmişti. Bu savaşta ülke içinden ve özellikle Müslüman ülkelerden gelen yardımlarla toplanan paraların (70 bin Osmanlı lirası) kalan kısmı da Osmanlı Bankası’na yatırılmıştı. Cemiyet’in ikinci kez faaliyete geçmesi 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı ile oldu. Fakat savaş sona erince, tıpkı ilkinde olduğu gibi, Cemiyet yeniden etkinliğini kaybederek adeta uykuya yatırıldı. 

Cemiyetin üçüncü kez canlandırılması II. Meşrutiyet döneminin yenilikçi ve Batıcı gelişmelerine rastladı. 7 Nisan 1911’de bir araya gelen Cemiyet üyeleri, 
yaptıkları iki toplantının ardından “padişahın himayesinde” “ ihyaen tesis” (yeniden yapılanma) edildi.18 

Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti yeniden yapılanmasından birkaç ay sonra Osmanlı Devleti’nin İtalya ile karşı karşıya geldiği Trablusgarp Savaşı’nda faaliyet gösterdi.19 Kurduğu sabit ve seyyar hastanelerle ve tıbbî malzeme tedarikiyle, savaş boyunca birçok yerdeki sağlık hizmeti ihtiyacını karşıladı. Örneğin ilk Hilal-i Ahmer heyetinin Trablusgarp’a geldiği tarihte, burada altı askeri doktor ve Paris’ten gönüllü olarak gelen beş doktordan başka hiçbir tıbbî kadro yoktu.20 Savaşın başında yoğun İtalyan taarruzları karşısında, askerlerle birlikte, Bingazi’den Trablus’a çekilen ve bütün hastane malzemeleriyle ilaçları sahil kentlerinde bırakmak zorunda kalan askerî sağlık heyetinin yardımına Hilal-i Ahmer koşmuş ve gereksinmelerini karşılamıştı.21 1911’de Enver Bey Harbiye Nezareti Sıhhiye Reisi Dr. Nail Bey’e şifreli bir telgraf göndererek, Derne’deki hastane için acele iki doktor ve iki eczacı talebinde bulunduğunda, Hilal-i Ahmer Gülhane eski Sıhhiye Hizmetleri Müdürü Dr. Hasan Kadri (Dirim) Bey ile Fransa’da savaş cerrahisi tahsilinden henüz yeni dönmüş olan Op. Dr. Muhittin Bey görevlendirilerek, ihtiyaç karşılanmıştı.22 Benzer şekilde Hums’ta, Bingazi’de, Garian’da ve ihtiyaç görülen birçok yerde Hilal-i Ahmer savaşın sonuna kadar hizmet verdi.23 Savaş boyunca yürüttüğü faaliyetler, yaptığı düzenlemeler ve ortaklaşa yaptığı çalışmalar Hilal-i Ahmer’e büyük tecrübeler kazandırdı. Trablusgarp Savaşı, Cemiyet tarihinde birçok ilklerin yaşanmasına neden oldu. Bu yüzden Cemiyetin kurumsal tarihinde önemli bir iz bıraktı. 

Hilal-i Ahmer Amblemi 




Trablusgarp Savaşı ile birlikte Cemiyet artık geçici süre hizmet veren bir kurum olmaktan çıkarak sürekli hale gelmiş ve gerçek kimliğini kazanmıştır. Öte 
yandan bu savaşta Cemiyetin amblemi de artık geçici olarak değil, daimi bir şe-kilde kullanılmaya başlamıştır. Cemiyetin önemli üyelerinden biri olan Dr. Besim 
Ömer Paşa 1907’te Londra’da toplanan Kızılhaç Konferansı’nda ve hemen akabinde toplanan La Haye Konferansı’nda hilal/ay ambleminin uluslararası bir 
sembol olarak kullanılmasını dile getirmiş ve bu çabaları 10 Mayıs 1912 tarihli Washington Kızılhaç Konferansı’nda konferansa katılan tüm üyelerin onayıyla, 
sonuç vermiştir.24 

Trablusgarp Savaşı’nın başlarında, hilal sembolünün yaygın olarak kullanımı tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. Örneğin ilkyardım çadırlarında ve hastane 
çadırlarında amblem yerine, havadan kolayca fark edilebilmesi ve asker ve mücahitlerin siyah olan çadırlarından ayırılabilmesi için beyaz renkli çadırlar 
kullanılmıştır. Bu uygulama Erkan-ı Harbiye Dairesi’nin aldığı bir karar olarak Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın imzasıyla Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne 
bildirilmiştir.25 Bunun sebebi, amblemin uluslararası alanda henüz resmi olarak kabul edilmemiş olması değildir. Çünkü amblem uluslararası alanda resmi olarak onaylanmasa bile 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’ndan beri fiilen zaten kullanılıyordu.26 Bunun sebebi, Cemiyetin yeniden canlandırılmasından yaklaşık beş ay gibi çok kısa bir süre sonra savaşa girilmesi ve malzemeler süratle tedarik edildiği için amblemle ilgili bir hazırlığın yapılamaması olsa gerektir. 
Bunu Trablusgarp’a gönderilen yardım heyetlerinin malzeme tedarikinden anlıyoruz. Örneğin Trablusgarp’a ilk gönderilen heyetin başkanı 
Dr. Kerim Sebati Bey çadır bezi ve gerekli sıhhi malzemeleri (ilaç, sedye, cerrahi aletler, mutfak malzemeleri ve konserveler) satın almak üzere heyetten ayrı olarak Paris’e gitmişti. 27 Burada, Hilal-i Ahmer Cemiyeti genel merkez üyesi Besim Ömer Paşa, Âkil Muhtar Bey ve Dr. Nihat Reşat Bey ile bir araya gelen Kerim Sebati Bey, 200 koli malzeme satın aldıktan sonra Marsilya’ya geçmiş ve burada İstanbul’dan gelen Osmanlı Hilal-i Ahmer heyetine dahil olmuştu. Daha sonra Transatlantik Vapuru ile Tunus’a giden heyet, Paris’ten satın alınan çadır bezleriyle Tunus’ta 13 çadır diktirdikten sonra vakit kaybetmeden Aziziye’ye doğru yola çıkmıştı.28 Yapılan bu yolculuktan, Hilal-i Ahmer sağlık heyetinin cepheye bir an önce ulaşabilmek için oldukça hızlı hareket etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu sırada Cemiyetin ambleminin bilhassa çadırlara dikilememiş olması ihtimali yüksektir. Savaş için gerekli malzemenin hızla tedarik edilmek zorunda kalındığını, Cemiyetin önemli üyelerinden biri olan Besim Ömer Paşa şöyle dile getirmişti; “İtalya muharebesinden birkaç ay mukaddem (birkaç ay önce) yeniden teşekkül eden Hilal-i Ahmer’in ne eşyası ve çamaşırı, ne de edevât-ı cerrahiye ve ispençyariyesi (eczacılık malzemeleri) vardı. Trablusgarp ve Bingazi’ye gönderdiği he’yetler rüesasına (başkanlarına) Paris, Marsilya, Tunus, Isfax (Safakes), İskenderiye ve Kahire’de eşya-yı lâzıme tedâriki için tevdiât-ı nakdiyede bulunmuş idi.”29 Savaşın ilerleyen dönemlerinde malzeme tedarikinin sağlanması ve yapılan yardımlarla, sorunlar büyük ölçüde giderilmiş ve buna bağlı olarak Hilal-i Ahmer amblemi yaygın olarak kullanılmıştır. 



Gönüllülerin Kabulü ve Sağlık Görevlilerinin Yetiştirilmesi 

Savaşın ilk aylarında Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Trablusgarp’ta savaşan Osmanlı askerlerine sıhhi yardım yapmak üzere gazetelere ve dergilere ilan 
vererek, operatör, cerrah, eczacı ve hastabakıcı aramıştır.30 Bu ilanlarda kabul edilecek kişilerin 20-30 lira karşılığında, Cemiyet tarafından oluşturulacak heyetlerle Trablusgarp’a gönderilecekleri belirtilmiştir. Bu ilan üzerine çok sayıda doktor ve sağlık görevlisi gönüllü olarak müracaatta bulunmuştur. Sonunda 22 kişilik bir heyet oluşturularak, Ekim 1911’de deniz yoluyla Trablusgarb’a doğru yola çıkarılmıştır. İlk heyetin ardından basın kampanyaları devam etmiş, hastanelerde, tıp fakültelerinde ve sağlıkla ilgili gerçekleştirilen neredeyse tüm toplantılarda bu konu gündeme getirilmiştir.31 

Yapılan başvurular arasında Viyana’da32, Fransa’da tıbbî tahsilde bulunmuş, Fransızca, İngilizce, Arapça ve hatta yerel diller bilen nitelikli doktor ve eczacılar 
olduğu dikkati çekmektedir. Hatta içlerinde iletişim sorununa yardımcı olabilmek için Galatasaray Sultanisi’nden mezun olan Fransızca ve İngilizce hocalığı yapan 
bir kişi de bulunmaktadır.33 

Trablusgarp savaşı için yapılan gönüllü başvurularda kullanılan kavramlar ve dil oldukça dikkat çekicidir. Çünkü birçok gönüllü doktor, cerrah, eczacı ve 
sağlık görevlisi, Osmanlı Devleti’ne yaptıkları başvurularda kendi görevlerini belirtmelerinin yanı sıra hangi amaçla bu savaşa katıldıklarının da altını çizmişlerdir. Bazılarında Trablusgarp ve Bingazi’ye gitmenin “vatana ve millete yapılacak en mukaddes hizmet olduğu” vurgusunun yapıldığı görülmektedir. Örneğin, 19 Mart 1912 tarihinde gitmek isteyen Dr. Mustafa Bey’in müracaatında “Trablusgarp ve Bingazi’ye operatör aranıldığını gördüm. Böyle bir günde millete ve vatana hidmet etmeyi herşeyden mukkaddes bildiğimden hüsn-ü rızamla oralara gönderilmemi istirham ederim efendim”34 ifadeleri yer almaktadır. Bu tip başvurularda kullanılan “vatan” millet”, “vatan uğruna 
ölmenin şerefi”, “vatan için çarpışmanın kudsiyeti ve mukaddesatı” gibi ifadeler bu savaşta milliyetçi bir söylemin oluşmuş olduğunu düşündürtmektedir. Benzer 
bir söylem Enver Paşa’nın yazdıklarında da görülmektedir. 4 Eylül 1911 tarihinde kaleme aldığı bir yazıda, “halkın ruhunda büyük bir vatanseverlik buluyorum. Silah altına çağırılan ve benimle aynı trene binen ihtiyat askerleri milli marşlar söylüyor ve hepsi birden kendilerini büyük bir sevinçle Müslim ve gayr-i müslim diye takdim ediyorlardı” ifadelerini kullanarak, Trablusgarp’a giden gönüllü askerlerin ruh hallerini tanımlamıştır.35 Enver Paşa’nın belirttiği bu “vatansever” ruhun Türkçü bir milliyetçilikten ziyade daha toprak temelli bir düşünceye dayandığı anlaşılıyor. Nitekim savaş başladıktan sonra Hilal-i Ahmer’e yapılan bazı yardımların, tam da bu söylemleri kullanarak, Gayr-i Müslimler tarafından yapılmış olması bu çerçevede değerlendirilebilir. Örneğin, İzmir’de tıbbî malzeme ticareti yapan Albert Danon Efendi, 1911 Ekiminde İzmir Hilal-i Ahmer şubesine tıbbi malzeme yardımında bulunmuş ve bu yardımı “İtalyanlara karşı fedakârane bir suretle vatanımızı müdafaa uğrunda mecruh olan asker kardaşlarımıza…” verilmek üzere yaptığını ifade etmişti.36 

Öte yandan savaşa katılanların yazılarında, resmi dökümanlarda ve Hilal-i Ahmer’e yapılan yardımlarda “İslam” vurgusunun da baskın bir biçimde yapıldığını belirtmek gerekir. Savaşın en başından itibaren özellikle Müslüman ülkelerin desteğinde “İslamiyet” ve “din kardeşliği” gibi söylemlerin oldukça önemli ve birleştirici faktörler olarak öne çıktığı görülmektedir. Nitekim İtalyanların Trablusgarb’ı işgal etme niyetini öğrendiklerinde, Trablusgarp halkının ileri gelenleri ve eşraf, 20 Eylül 1911’de bir toplantı düzenleyerek, İslam halifesine ve Osmanlı Saltanatına bağlılıklarını kesin bir dille ifade etmişlerdir. Toplantıda İslam Halifesi’ne ve Osmanlı saltanatına olan mukaddes bağlarına karşı her ne suretle tecavüz edilirse edilsin ölünceye kadar bütün kuvvetleri ile karşı koymaya karar verilmiş ve memleketlerinin her türlü tecavüze karşı korunması için Osmanlı Hükûmeti tarafından her türlü tahkimatın yapılması ve gerekli tedbirin alınması talep edilmişti.37 

Savaş başladıktan sonra da Bosna, Hindistan ve Mısır gibi Müslüman ülkelerden yapılan gönüllü sağlık görevlisi başvurularında ve Hilal-i Ahmer için yapılan 
maddi yardımlarda da sık sık “İslami” kimliklerin vurgulandığı görülmektedir.38 Örneğin Tunus’un Safakes şehrindeki yerli halkın Hilal-i Ahmer’e yaptığı yardımlardan ötürü Cemiyetin gönderdiği teşekkür mesajına, “Dinen vacip bir şeyi yaptığımız zaman yapana teşekkür olunmaz. Nasıl ki bir insan namazını kıldığı zaman ona teşekkür olunur mu! Her Müslüman vatan uğrunda aziz canını ve bütün malını feda etmeye hazırdır” cevabı verilmişti.39 

Yapılan başvuruların dili ve uslûbunun yanı sıra içerikleri de incelenmeye değer. Örneğin başvurulardan biri Paris’te eğitim görmüş ve Selanik Merkez Hastanesi’nde operatör olarak görev yapan Dr. Aziz Sami’ye ait. Dr. Aziz Sami Bey Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin gazetelere verdiği ilan üzerine Trablusgarp’ta tabip olarak çalışmak üzere, 1 Nisan 1912’de başvuruda bulunmuştur. Fakat bu başvurunun diğerlerinden farklı bir yanı olduğu görülüyor. Dr. Aziz Sami Bey başvuru talebini dile getirdikten sonra, o sırada Osmanlı ordusunda görülen ve ciddi ka-yıplara yol açan humma-yı tifoidi (tifo ateşi) hastalığının ortadan kaldırılabilmesi için de bazı önerilerini dile getiriyor. Daha önce Cezayir, Tunus ve diğer Fransız sömürgelerinin ordularında görülen ve çok ciddi kayıplara yol açan bu hastalığın, Fransız Tıp Akademisi azası bir bakteriyoloğun bulduğu serumla ortadan kaldırıldığını belirtiyor. Bu serumun Osmanlı Tıp Fakültesinde de uygulandığını söyleyen Dr. Aziz Bey, bu serumun Trablusgarp’taki askerler için alınarak tatbikini öneriyor. Bu tatbikat için kendisinin tıbbi tecrübesinden de faydalanılabileceğini, çünkü kendisinin bir yıl önce Trabzon vilayetinde ortaya çıkan kolera salgınının tedavisinde ve yok edilmesinde cansiperane bir şekilde çalıştığını anlatıyor. İstenildiği takdirde kendisinin Paris’teki serumun mucidi olan doktorla bağlantıya geçip, serumu alabileceğini ve uygulamak üzere Trablusgarp ’a  hareket edebileceğini ifade ediyor. 40 




Trablusgarp Savaşı için yapılan gönüllü başvurularının kabul edilip edilmemesi ilk başlarda Hilal-i Ahmer’in karşılaştığı önemli sorunlardan biri olmuştur. 
Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’ne yurtiçinden ve yurt dışın-dan gelen gönüllü doktor ve hastabakıcı başvurularının içinde Prusya, Avusturya gibi Hıristiyan ülkelerden yapılan gönüllü hastabakıcı başvuruları da vardı. Hilal-i Ahmer tüm bu başvuruların savaşta eşgüdüm içinde çalıştığı Harbiye Nezareti’ne de ileterek, nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda bilgi almaya çalıştı. Bunun üzerine Harbiye Nezareti tâbi olduğu “Seferde Hidemat-ı Sıhhiye Nizamnamesi”nde konuya ilişkin düzenlemeleri incelemiş fakat söz konusu nizamnamenin yetersiz olduğunu anlamıştır. Kısa zamanda yeni bir nizamname hazırlamak mümkün olmadığından, Harbiye Nezareti bu konuyla ilgili Alman nizamnamesini aynen Türkçeye çevirerek, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne göndermiştir. “Gönüllü Hastabakıcı Nizanmamesi” adıyla düzenlenen bu nizamname 10 Haziran 1912’de işleme konmuştur. Hem savaş hem de barış dönemlerini kapsayan nizamnamenin genel olarak üç bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Gönüllü hastabakıcılık başvurularının hangi koşullarda ve nasıl kabul edilecekleri, teskereci (sedyeci), hastabakıcı ve diğer memur ve şahısların eğitimi ve son olarak hastabakıcı ve teskerecilerin görev ve yetkileri. Nizamname hükümlerine göre, gönüllü hastabakıcılar tarafsızlık sembolü olan kol bantlarını, kimlik belgeleriyle birlikte savaş süresince yanlarında taşımak zorundaydılar. Hilal-i Ahmer gönüllü hastabakıcılık için kendine yapılan  başvuruları bu yeni nizamname çerçevesinde inceleyerek değerlendirdi ve bu çerçevede birçok doktor, cerrah ve sağlık görevlisini istihdam etti. 41 

Trablusgarp Savaşı, aynı zamanda, Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin sağlık personeli yetiştirme konusunda ilk deneyimini yaşadığı savaştır. Savaş sırasında 
onlarca teskereci (sedyeci) ve hastabakıcı yetiştirilmiştir. Örneğin Aziziye Hastanesi’nde yaralı sayısının artmasına bağlı olarak ortaya çıkan acil ihtiyaç üzerine, teskereciler yetiştirilmiş ve bunlar “teskere (sedye) kolları” adıyla savaş boyunca etkin hizmet vermişlerdir. Hilal-i Ahmer, Araplardan seçtiği 96 kişiye kurslar düzenleyerek eğitmiş ve üç teskere kolu oluşturmuştu. Bu teskere kolları, her birisekiz teskere ve 32 teskereci, bir tabip ve bir hastabakıcıdan oluşuyordu. Alet-edevatları da gayet iyiydi. Bu birim sayesinde cephede yaralanan askerlerin hızla bakım yerlerine ulaşmaları ve tedavi edilmeleri mümkün oldu. Teskere kollarının tamamı erkekti ve ücretli olarak görev yapıyorlardı. Teskere kollarının çalışmalarından başarılı sonuçlar alınması üzerine dördüncü bir kol daha oluşturuldu. 42 

Savaş sırasında teskerecilerin yanısıra hastabakıcılar da yetiştirildi. Bu konudaki ilk uygulama Garian Hastanesi’nde yapıldı. Bölgede ortaya çıkan humma-i tifoidi 
(tifo ateşi) ve dizanteri salgına dönüşerek, neredeyse hastanenin bütün kadrosunun ölmesine ya da hastalanıp iş göremez hale gelmesine neden olmuştu. 
Hastanede Hilal-i Ahmer heyetinden Dr. Mehmet Emin Bey’den iş yapabilecek kimse kalmayınca, yerli halktan kişilerin hastabakıcı olarak yetiştirilmesine gidildi. 

Dr. Emin Bey Garian halkından ve gençlerinden hastane hademesi olarak seçtiği kişilere hastabakıcılığı öğreterek, sıhhî personel ihtiyacını bir nebze de olsa 
karşılamaya çalıştı.43 Ayrıca iş yoğunluğuna ve ihtiyaca göre farklı zamanlarda bölgedeki yerel erkekler arasından hemşire ve hademeler de eğitilerek, görevlendirildiler. 

Tüm bunlar Hilal-i Ahmer’in Trablusgarp Savaşı’nda hastabakıcılık ve diğer yardımcı sağlık kolları yetiştirmesinde önemli tecrübeler oldu. Ayrıca 
bu çalışmalarla sağlık kadrosu alma ve yetiştirme konusunda kanuni altyapı da oluşturulmaya başlandı. Trablusgarp Savaşı’nda hastabakıcı, teskereci ve tımarcı (pansumancı) olarak görev yapan kişilerin tamamı erkekti.44 Hemşire sayısı son derece azdı ve bunlar genellikle yabancı kadınlardı. Örneğin Mısır’daki Journal d’Egypte de la Nil gazetesinin sahibinin eşi Bayan Vincent ile gazete muhabirlerinden M. Colsa’nın eşi Bayan Colsa gönüllü hemşirelik yapanlardandı.45 Trablusgarp’a gönderilen Kızılhaç heyetlerinde kadın hemşire adı geçmemektedir. Fakat iyi eğitilmiş erkek hastabakıcılar bulunmaktadır. Bunlarla kıyaslandığında Hilal-i Ahmer hastanelerinde görev yapan hastabakıcıların henüz çok yeterli olmadıkları anlaşılmaktadır. Ama bu hastabakıcılar bazı hastanelerde Kızılhaç ekibiyle birlikte çalışarak, önemli deneyimler kazanmışlardır. Garian’da görev yapan Dr. Mehmet Emin Bey, burada bulunan Alman ve İngiliz Kızılhaç heyetleri hakkında izlenimlerini 
yazarken, Hilal-i Ahmer ile Kızılhaç heyetlerini kıyaslamış ve bu bağlamda hastabakıcıların yetersizliklerini şöyle dile getirmiştir. 

“Doğru söylemek lazım gelirse bizim Hilal-i Ahmer heyetleri maatteessüf Alman ve İngilizler gibi mevcudiyetlerini gösterememişlerdir. Bizim heyetleri 
bunlarla mukayese eder isek kendimizi bilâmübalağa (abartısız) sıfır mertebesinde görürüz. Bu satırlar hâşâ Cemiyet-i muhteremeyi tahtie (yanlışını 
çıkarma) maksadıyla yazılmış olmayıp, hakikati olduğu gibi arz etmeyi vazifeden addeyledim. Cemiyet henüz teşekkül etmiş olduğu bir sırada nâgâhan (birdenbire) harp zuhur etmesi üzerine derhal birçok fedakârlıklar ihtiyar eyleyerek (katlanılarak) darülharbe iki heyet gönderilmesi el-hakk 
(doğrusu) seza-vâr-ı şükrandır (teşekküre layıktır). İnşallah ileride Avrupa heyat-ı sıhhiyesi misüllü mükemmel (kat kat mükemmel) heyetler teşkiline muvaff akiyet hâsıl olur.”46 

Dr. Mehmet Emin Bey’in bu değerlendirmeleri, konuyla doğrudan ilgili olan ve olayların bizzat içinde yer alan bir kişi olarak, şüphesiz çok önemlidir. Burada 
kendisinin de altını çizdiği gibi, İngiliz ve Fransız Kızılhaç heyetleriyle karşılaştırma yapılırken, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin çok yeni kurulmuş bir kurum olduğu 47 ve sağlık hizmeti verme konusunda henüz yeterli bir donanıma ve deneyime sahip olmadığının bilhassa göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Ayrıca kadro yetiştirmek için gereken maddi olanaklar da son derece kısıtlıdır. Savaşa başlarken Cemiyetin elinde 15 bin liranın altında bir sermayesi olduğu, malzemesinin ise neredeyse olmadığı dikkate alınmalıdır.48 

Yabancı Kızılhaç ve Kızılay Heyetleriyle İşbirliği 




Savaş boyunca Hilal-i Ahmer yabancı Kızılhaç ve Kızılay heyetleriyle işbirliği ve uyum içinde çalıştı. Bu onun hem sağlık hizmetlerinin savaş içinde nasıl yürütüleceği konusunda yabancı heyetler üzerinde gözlemler yapmasına ve deneyimler kazanmasına hem de uluslararası alanda tanınırlığının artmasında son derece önemli olmuştur. Ayrıca yabancı Kızılhaç ve Kızılay heyetleriyle yaptığı işbirliği sırasında kendi eksiklerini de yakından görme fırsatı yakalayarak, daha sonraki savaşlarda (Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı) bu eksikleri tamamlayarak, çok daha etkin faaliyetler gösteren bir kurum olmasının önünü açmıştır. 

Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne Alman ve İngiliz Kızılhaçı ile Mısır Kızılay Cemiyeti sağlık yardımı yapmıştır.49 Bu cemiyetlerin gönderdiği sağlık 
heyetleri Derne, Garian, Şehat, Tobruk, Bingazi ve Suse’de seyyar hastaneler ve nekahathaneler kurmuşlardır. 50 Sağlık heyetlerinin yanı sıra Almanya, Rusya, 
Fransa, Bulgaristan, Cezayir,51 Hind Müslümanları, Mısır, Bosna ve Güney Afrika Müslümanları da Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne maddi yardımlarda bulunmuştur.52 
Örneğin savaşın başından 26 Kasım 1911 tarihine kadar Mısır’da Hilal-i Ahmer için toplanan para 6000 liraya ulaşmıştır.53 Güney Afrika Müslümanları 
1600 pound toplayarak, Kasım 1911’de Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne yollamışlardır.54 Hint Müslümanları ise Trablusgarp’ta savaşan Osmanlı yaralıları için 7 bin 603 frank değerinde bir yardım toplayarak, Osmanlı Hilal’i Ahmer Cemiyeti’ne göndermiştir.55Ayrıca Hint Müslümanlarının en önemli isimlerinden biri olan Seyid Emir Ali başkanlığında Londra’daki Hindistan Müslüman Derneği (London All India Moslem League) savaş başlar başlamaz, İngiliz gazetelerine ilan vererek, hem Osmanlı Hilal-i Ahmer’i için hem de Trablusgarp’taki yaralı, hasta, dul ve yetimleri için yardım toplamıştır.56 

Yapılan sağlık yardımlarının içinde Mısır Kızılay’ı verdiği hizmetlerle bilhassa öne çıkmaktadır. Savaş süresince Mısır Kızılay’ı Trablusgarp’ta 250 yataklı üç 
hastane açarak, oldukça yararlı hizmetlerde bulundu.57 Mısır Kızılayı tarafından düzenlenen ve Hidiv Paşa’nın annesinin desteğiyle oluşturulan sağlık heyeti 27 
Ekim 1911’de Trablusgarp’a gitmişti. Dört hekim ve 30 tımarcıdan oluşan bu heyet yanlarında 20 çadır ve önemli miktarda alet ve teçhizat da getirmişti.58 Savaş devam ederken Mısırlı Prens Ömer Tosun Paşa İskenderiye’den ilaç sandığı göndermiş ve bu ilaçlar Derne’deki Hilal-i Ahmer Hastanesi’nde kullanılmıştır.59 
Cemiyet önce Bingazi yakınlarında bulunan karargaha bir sağlık heyeti göndermiş, Derne’de de örnek bir hastane kurmuştur. Söz konusu hastane Derne’den 15 km geride Aynımansur denilen mevkiide, karargâhın biraz açığında kurulmuştur. Savaş başladıktan sonra İtalyanların uzun menzilli toplarla yaptıkları bombardımandan korunabilmek için hastane 1-2 km. geriye çekilmiştir. 60 Mısır Kızılay Hastanesi, ameliyat, pansuman, eczane, hasta çadırları, personel, mutfak, erzak, eşya çadırları ve bir poliklinik ile tam teşekküllü bir seyyar hastane kompleksiydi. Çadırların her birisi için hizmet etmek üzere ‘Neffaka’ diye isimlendirilen, yerli halktan kadınlar bulunuyordu.61 Hastanede hariciye ve dahiliye olmak üzere iki servis vardı. Hariciye servisinde harp yaralıları, kaza ve cerrah vakalarına bakılıyordu. 

Dahiliye servisine ise bronşit, pnomoni, sıtma, dizanteri, frengi, bel soğukluğu, blefarit ve trahom vakaları geliyordu.62 Mısır Kızılay Cemiyeti, savaşta 
Osmanlı Hilal-i Ahmer heyetleriyle etkin bir çalışma içinde bulunarak, ilaç ve tıbbî araç gereç temininde oldukça büyük katkılarda bulundu. 

Alman Kızılhaç’ı Şubat 1912’de Tunus üzerinden Trablusgarp’a üç doktor ve 12 erkek hastabakıcıdan meydana gelen bir sağlık heyeti gönderdi.63 
Ekip beraberinde 360 deve ve 16 kamyon ile 48 ton sıhhiye malzemesini de götürmüştü.64 Yolda 12 hastabakıcıdan ikisi tifodan yaşamını yitirdi.65 
Alman Kızılhaç heyeti Garian’da bir hastane açtı. Bu hastane çok iyi donanımlı bir hastane kampıydı. Hastanenin başında iki Alman ve iki Türk hekim vardı. 
Bu kampın içinde bir hastane binası ile her biri 30-40 hasta alabilen altı büyük çadır bulunuyordu. Hastane binası savaştan önce Türkler tarafından okul olarak 
inşa edilmişti. Aslında Hastane binasının üçte biri subayların ikametine tahsis edilmişti. Binanın bir odası röntgen için bir odası da ameliyathane olarak kullanılıyordu. Almanlar burada mükemmel bir hastane düzeni kurmuşlardı. Hastane kampı gayet iyi bir yerde konumlanmıştı. Kampın etrafı zeytin ağaçlarıyla çevrelenmişti ve tepelerden esen rüzgarı doğrudan alabiliyordu. Tepelerden gelen serin ve temiz hava hastaların iyileşmesine yardım ediyordu. Yemekler açık havada, büyük bir zeytin ağacının gölgesinde, yere sabitlenmiş iki uzun masada yeniyordu. Kamp hastanesinde temizliğe büyük önem veriliyordu. Özellikle suların kaynatılarak içilmesine ve temiz çamaşırların kullanılmasına özen gösteriliyordu. Çamaşırlar kampın yakınında kurulmuş olan bir çamaşır  hanede bir grup kadın tarafından her gün düzenli bir şekilde yıkanıyordu. Mutfak ve çöp konularında da gayet titiz yürütülen bir düzen mevcuttu. Hastane hekimleri sadece askerlere değil, çevre halkına da sağlık hizmeti vermekteydi. Okul binasında kurulan poliklinikte, hastane hekimlerinden biri her gün iki saat çevre halkının muayene ve tedavisi ile meşgul oluyordu. 

Prof. Goebel ve yardımcıları büyük bir gayret, ciddiyet ve özveriyle çalışıyorlardı.66 Heyet Garian’da 8 Şubat-9 Haziran 1912 tarihleri arasında hizmet verdi ve bu süre zarfında 31 yaralı, 54 hastayı yatılı olarak tedavi etti. 750 kişi de poliklinikte ayakta tedavi gördü.67 Savaşta Prof. Goebel’in yaptığı deve ambulansları hasta taşınmasında oldukça yararlı oldu ve bu tip ambulanslar savaş boyunca birçok yerde kullanıldı.68 Alman Kızılhaç üyeleri Garian’ın yanı sıra 27 Şubat’tan 11 Mart’a kadar Aziziye’deki hastanede de çalıştı.69 

İngiliz Kızılhaçı ise Osmanlı Devleti’ne ise iki cerrah, bir yardımcı cerrah ve beş erkek hastabakıcıdan oluşan bir sağlık heyeti göndermişti. Harcamalarının bir 
kısmını İngiltere’de yaşayan Hint Müslümanları bir kısmını da İngiliz hükümeti karşılamıştı. Heyetin tamamı İngiliz sağlık görevlilerinden oluşuyordu. Trablusgarp’ta altı aylık bir süre için görev yapmak üzere gönderilen bu heyet, 16 Şubat 1912’de Marsilya’dan Safakes’e doğru yola çıkmış, buradan da çölü motor ve develerle geçerek Trablusgarp’a ulaşmıştı. 70 İngiliz Kızılhaçı savaş sırasında Zenuba’da bir sahra hastanesi açtı ve Garian’da hizmet verdi. Ayrıca, Aziziye’deki yerli halka kıyafet ve malzeme göndererek yardım yaptı.71 

Trablusgarp Savaşı’nda Filistin Yahudileri Osmanlı Devleti’ne hem sadakatlerini ortaya koyan gösteriler yaptılar hem de sağlık heyeti gönderebilmek için 
bir cemiyet kurdular. Trablusgarp’taki yaralı ve hasta askerlere doktor ve hemşire yardımı yapacak olan bu Cemiyet, kendini Kızılhaç benzeri bir yardım kuruluşu olarak tanımlıyor ve Yahudilerin yüzlerce yıllık evrensel sembolü olan altı köşeli Davut Yıldızı /Kızılkalkan (Magen David Adam)’nı kullanıyordu. Bu ambleme atfen, kendilerine Mogen David Society adını vermişlerdi. Mogen David Society çalışanları kollarında kızılhaç amblemi yerine, beyaz zemin üzerine kızıl renkli altı köşeli Yahudi yıldızının bulunduğu kol bantlarını taşıyorlardı. Kurulduktan sonra Uluslararası Kızılhaç Komitesi’yle yazışarak, Kızılhaç /Kızılay gibi bir kuruluş olarak uluslararası alanda tanınmak istediler. Bu onlara aynı zamanda savaşta dokunulmazlık sağlayacaktı. Cemiyetin kuruluşu Osmanlı Hükümeti tarafından da olumlu karşılanmış ve desteklenmişti. 72 

Filistin Yahudilerinin Trablusgarp’a sağlık yardımı gönderme çabalarında, burada yaşayan ve savaş dolayısıyla oldukça zor duruma düşen Yahudi cemaatine 
yardım yapma gayreti de vardır. Savaşın başında Trablusgarp’ta aşağı yukarı 2000 civarında Yahudi yaşadığı iddia ediliyordu. Savaş başladığında birçoğu ülkeyi terk etti. Bunların bir kısmı Malta’ya ve asıl çoğunluğu da Tunus’a göç etmişti. Ayrıca çarpışmalar süresinde Trablusgarp’taki Alliance okulları da kapanmış fakat daha sonra İtalyan komutanın emriyle açılmıştı. Trablusgarp’ta yaşayan Yahudilere yardım etmek için Alliance Israelite Universelle devreye girdi. Zor durumdaki Yahudilere bölgedeki Kızılhaç heyetlerinin yardım etmesi için görüşmeler yaptı. Mogen David Society’nin göndereceği heyetin de muhtemelen Trablusgarp Yahudilerine destek olmasının koşullarını oluşturmaya çalıştı. Ayrıca Paris’teki Merkez Komitesi de Yahudilerin durumlarıyla ilgili bir rapor hazırladı. Bu raporda, özellikle Tunus’a gitmiş olanların yardıma ihtiyaç duydukları ve en büyük arzularının bir an önce evlerine dönme olduğu belirtiliyordu. Merkez komite hem Trablusgarp Yahudilerinin geri dönmesine yardımcı olmak ve seki koşullarını yeniden sağlayabilmek için çaba harcadı. Bu çerçevede ilk olarak Trablusgarp’ta yeni bir okul inşa etmek için 30.000 dolarlık bir bütçe ayırdı. Okulun inşası için bölgeye teknisyen, mühendis, tüccar vs. göndermeye karar verdi. Diğer yandan savaş bittikten sonra İtalyanların Yahudilere hoşgörülü olması yönünde beklentilerinin yüksek olduğunu da açıkladı.73 

Hilal-i Ahmer’in Sivillere Yaptığı Yardımlar 

Trablusgarp Savaşı’nda Hilal-i Ahmer’in verdiği sağlık hizmetleri sadece askerlerle sınırlı değildir. Savaş süresince hastanelerin içinde ya da hemen yanında açtığı polikliniklerle sivil halka da etkin bir sağlık hizmeti sağladığı görülür. Sivil halka verilen sağlık hizmetleri tıbbî açıdan önemli olduğu kadar toplumsal olarak Osmanlı imajının ve nüfuzunun bölgedeki gücüne yaptığı katkı açısından da önemlidir. Bunu açıklayabilmek için önce Trablusgarp’taki Osmanlı varlığına ve İtalyanların bölgede etkin olabilmek için yürüttükleri faaliyetlere bakmak gerekir. 

Osmanlı açısından bakıldığında, Trablusgarp’ta savaşmak sadece muharip güçlerin niteliği ve niceliği açısından değil, buradaki Osmanlı varlığının gücü ve 
toplumsal farklılıklar açısından da büyük zorluklar içeriyordu. Trablusgarp Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında birçok açıdan ihmal ettiği bir vilayetti. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi zorluklar nedeniyle buraya doğru dürüst bir yatırım yapılmamış, sosyal hizmet götürülememiş, dolayısıyla Osmanlı varlığı bölgede oldukça zayıf bir düzeyde kalmıştı. Bu durum İtalyanlara karşı yapılacak mücadeleyi daha da zorluyordu. Tripoli adıyla kaleme aldığı eserinde Enver Paşa, Trablusgarp’a yönelik oldukça ilginç ve önemli tespitlerde bulunuyor. Enver Paşa Almanca olarak kaleme aldığı kitabında şu değerlendirmeleri yapmıştı: 

“Libya’da mütecanis yani aynı kökten, aynı cinsten ve birbirine kaynaşmış bir Libya milleti yoktu. Bu böyle olunca ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son devrinde 
bu toprakların tamamen ihmal edilip kendi kaderine bırakıldığını da düşününce, İtalyan saldırısı üzerine buraya koşan genç subayların hemde bu ihmal ve terk 
edilmişliğin bütün manzarası her noktada meydanda iken, nasıl bir dil ve hedef birliği ile bu halkları kendi etrafında toplayabileceklerini düşünmek, hakikaten güçtü. Bir ülke ki, ona hiçbir şey götürmemişizdir. Bir halk ki, hem de bizim tarafımızdan sefaletin, yokluğun, bakımsızlığın en kötü şartları içinde yaşatılmıştır. Ne iskele, ne yol, ne yapı, ne idare, eğitim, sıhhat ve ne de gerekli tesislere malikti. Evet Libya halkını bu kasvetli sefalet ve ihmal içinde yaşatan da gene bizdik. 
….. Meşrutiyetten sonra da her şey eskisi gibi kaldı. Hatta Trablus topraklarından askerlerin çekilişi, silahların taşınışı, son ümitleri de kırmıştı. Trablus’ta az çok 
bir varlık göstermek isteyen vali ve müşir İbrahim Paşa’nın, İtalyan basınının baskısı ile yerinden alınışı, aklı eren Trabluslular üzerinde şok tesiri yapmıştı. 
… O halde şimdi oraya giden genç subaylar ne diyeceklerdi? Hangi hedefler, hangi sloganlarla halkı peşlerine takabileceklerdi? Ve yapılacak davete kimler gelecek, kimler baş eğecek, bu zabitlerin emrinde kimler hayatlarını feda eyleyeceklerdi? Bu soru cidden önemli bir soruydu. Ve oraya koşan insanlar hakikaten çetin bir dava karşısındaydılar. Kaldı ki Trablus toprakları halkı veya halkları ile bir dil birliğimiz de yoktu.”74 

Enver Paşa’nın Trablusgarp’a ilişkin bu endişeleri, aslında önemli bir Osmanlı subayının kaleminden çıkan samimi bir öz eleştiri ve gerçekçi değerlen dirmelerdi. 

Osmanlı’nın son yüzyılda Trablusgarp’taki varlığının giderek azalması hiç kuşkusuz İtalyanların işine gelmişti. Ortaya çıkan bu boşluğu doldurmak için 
Trablusgarp’da toprak satın alma, bankalar, iktisadi kuruluşlar kurma gibi iktisadi faaliyetleri yanısıra yetimler yurdu, okullar, hastaneler gibi sosyal kurumlar kurma konusunda da etkin bir faaliyet içinde oldular. Ayrıca bölgenin ekonomik imkanlarını, araştırmak üzere bölgeye bilimsel heyetler gönderdiler. 75 Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını araştırmak amacıyla maden araştırma heyetleri kurarak, Osmanlı Devleti’nin de onayıyla incelemeler yaptılar. 76 İtalyanların hem ekonomik bakımdan piyasaya hakim olmak hem de yerli halkın elindeki toprakların İtalyanlara geçmesini sağlamak için kurdukları en önemli kurum ise şüphesiz Banco di Roma isimli ünlü İtalyan Bankası’ydı. Bu banka, emlak rehin alarak karşılığında, devlete ve yerli halka kredi verdi. Yani önce borçlandırıp sonra da ifl asa sürükledi. Böylece kısa sürede neredeyse tüm piyasayı ele geçirdi.77 Öte yandan 1873’te Osmanlı topraklarından mülk edinme hakkı elde ederek, 1890’lı yıllarda önemli miktarda İtalyan sermayesini Trablusgarp’a akıttı. Ayrıca kendi kültürünü bölgede etkin kılmak için farklı düzeylerde okullar açtı. 1911’e gelindiğinde Trablusgarp genelinde 
İtalyan okullarının sayısı 10’a çıkmıştı. Halka hoş görünmek ve halk nazarında itibar kazanmak amacıyla birçok yerde hastane, dispanser ve postaneler 
açtı ve iki ayrı gazete kurdu.78 İtalyan milliyetçileri Trablusgarp’a yaptıkları tüm bu yatırımlarla kendilerini ‘cömert’, ‘ilerici’ ve yerli nüfusu ‘medenileştirici’ bir 
konumda görüyor ve bu yüzden yerli halkın kendilerini büyük bir memnuniyetle karşılayacaklarını düşünüyorlardı.79 Böyle bir düşüncenin oluşmasında, Mart 
ayından itibaren Trablusgarp’a gönderilen İtalyan gazete muhabirlerinin oldukça büyük payı vardı. Bu muhabirler hükümet tarafından “Trablusgarp’ı okuyucunun 
zihninde doğru olmasa bile yaratıcı detaylarla canlı tutmak üzere” Libya’ya gönderilmişlerdi. Birçoğu yazılarında çok abartı detaylar ve yanıltıcı bilgiler 
kullandılar. Örneğin bunlardan biri olan La Stampa gazetesi muhabiri Guiseppe Bevione, hem bölgeyi gezerek hem de buraya gelen jeologlar grubuyla görüşerek, bölgedeki yerli halkın Türk yönetiminden nefret ettiğini ve İtalya’ya sempati duyduğunu yazmıştı.80 

İtalyanların Trablusgarp genelinde yürüttükleri tüm bu faaliyetler, bölgeyi bilen devlet adamları ve birçok Osmanlı subayı tarafından da endişeyle izlenmiştir. 
Örneğin Trablusgarp mebusu Sadık Bey, İtalyanların Trablusgarp’taki faaliyetlerini şu şekilde dile getirmiştir: 

“İtalya Trablusgarp’taki cürretli hareketlerine Abdülhamit döneminde başlamıştı. Trablusgarp’ta zorla Banco di Roma müessesesini kurmuş, Binga-
zi’de de bir postane açmıştı. Trablusgarp’ta halifeye bağlı milyonlarca Müslüman meşrutiyet idaresinden çok şeyler bekledikleri halde ümitleri boşa 
çıkmıştı. İstibdad döneminde başlayan bu hareketler, meşrutiyet idaresinde de onun bıraktığı yerden devam etti. Trablus her konuda ihmal edildi. İtalyan 
emellerini herkesten fazla bilmesi lâzım gelen eski Roma Elçisi sadrazam Hakkı Paşa kabinesinin Trablusgarp’ta ilk icraatı Banco di Roma’nın 
resmiyetini tasdik etmek oldu. Bundan sonra İtalya’nın faaliyeti kat kat artmaya başladı…”81 

İtalyanların faaliyetlerini yazılarında dile getiren diğer bir kişi de Ahmet Şerif Bey idi. Trablusgarp Savaşı’nın başında yazdığı bir yazısında şunları dile getirmişti: 

“İtalya’nın, Banko di Roma diye bir sarraflık kurumu var. … Banko di Roma, beş on seneden beri, Trablus şehri’nde ve Vilayet’iyle, Bingazi sancağının bazı yerlerinde şubeler açtı., fabrikalar yaptı. Zamandan ve durumdan faydalanarak, çeşitli şekillerde, birtakım arazi elde etti. Halka gayet hafif şartlarda ve adeta yalvararak, bir hayli para dağıttı. Banko di Roma, böylece diğer devletlerin, başka kıtalarda ta’kip ettiği usulü taklid ettiğini zannediyordu. Sonunda bundan yedi sekiz ay evvel, vaktin geldiğine hükmetti. Çünkü bütün arz-ı mev’ûd’da (Filistin), İtalya nüfuzu kurulmuş ve yerleşmiş, bütün halk bir kurtarıcı olan İtalya’yı beklemekte idi.“82 Fakat ilginç bir şekilde Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlar yerli halktan bekledikleri desteği tam olarak göremediler. Savaşın ilanından önce Trablusgarp ileri gelenleri ve eşrafı ortak bir toplantı düzenleyerek, Osmanlı’nın yanında yer aldıklarını açıkladılar. Savaş başladıktan sonra Enver Paşa’nın Osmanlı padişahının/ halifesinin damadı olduğunun duyulmasıyla, başta Sunusiler (Senusiler) olmak üzere, birçok kabile Osmanlı subaylarıyla İtalyanlara karşı başarılı bir direnişe 
geçtiler.83 İtalyan işgaline karşı Arap kızları da direnişe ciddi destek verdiler. New York Times gazetesi muhabiri bu kızların savaş sırasında yaptıkları mücadeleyi gördüğünde büyük şaşkınlık yaşamış ve bu durumu “Trablusgarp’taki Arap Amazonlar” başlığı ile gazeteye taşımıştır. Yaşları 16-18 arasında değişen Arap kızları kendi aralarında örgütleniyor ve yaptıkları işe göre isimler alıyorlardı. Bu isimler genellikle cesaret ve gücü temsil eden anlamlar taşıyordu. Arap amazonları, cephe içlerine kadar gidip yaralı ve ölüleri taşıyarak adeta bir Kızılay/Kızılhaç hemşiresi gibi hizmet veriyor, askerlere su getiriyor ve ellerinden gelen her işi büyük bir maharetle yapıyorlardı. Muhabir, kendisi haber yapıncaya kadar bu kızlardan kimsenin haberinin olmadığını, oysa bunların çok cesur işler başardıklarını ve birçoğunun da hayatlarını kaybettiklerini yazmıştı.84 Şüphesiz bu kızların askerle birlikte mücadele etmesi, cephedeki askerin moralini ve cesaretini de arttırıyordu. Yerli halkın Osmanlı’ya verdiği bu desteğin yanında, İtalyanlara verilen destek oldukça sınırlıydı. İtalyanlar sınırlı sayıda kabilelerle işbirliği yapabildiler. İçeriden gerekli desteği bulamadıklarından, yoğun bombardımana rağmen, uzun süre kıyı bölgelerden içeri girmeyi başaramadılar. Bu durum Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’taki Arap kabileleri arasında “islamî” kimliğiyle, son derece etkili bir güç olduğunu ortaya koydu.85 

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki varlığının ve nüfuzunun giderek artmasında, en başta belirtildiği üzere, Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin faaliyetlerinin de 
etkisi vardı. Hilal-i Ahmer Cemiyeti yerli halkı savaş boyunca kendine bağlamada ve savunma desteği almada, etkili bir çaba içindeydi. Çeşitli yerlerde açtığı sabit 
ve seyyar hastanelerde sadece yaralı ve hasta askerlere tıbbî hizmet vermekle kalmamış, aynı zamanda poliklinikler açarak yerli halka da sağlık hizmeti sağlamıştı. 

Bu, Hilal-i Ahmer’in her açtığı hastanede genel bir politika haline gelmişti. Polikliniklerde hastaların teşhis ve tedavilerinin yanı sıra yemek de veriliyordu. 
Örneğin ilk Hilal-i Ahmer heyeti dört ay süren görevleri boyunca 200 yaralı, 550 tifüs hastasını ve 1000’den fazla aşiret mensubunu poliklinikte tedavi etti, ilaçlarını verdi ve yemeklerini sağladı. Polikliniklerde ayrıca koruyucu sağlık hizmetleri (aşı) verildi, hatta çocuklar sünnet edildi.86 Örneğin Derne’de 40 okul çocuğuna, yine Mara’da, Şehat, Beşare ve birçok yerde okul çocuklarına ve zaviye üyelerine, aşiret üyelerine aşı yapıldı. Garian’da bulunan Hilal-i Ahmer Hastanesi’ne bağlı poliklinikte çevre halkından birçok kişi muayene ve tedavi edildi, dört yüz çocuğa sünnet yapıldı. 87 Bingazi Hastanesi’nde Hz. Muhammed’in doğum günü sebebiyle bölge sakinlerinden 250’den fazla çocuk sünnet edildi.88 

Tüm bu hizmetlerden dolayı yerel halk Osmanlı Hilal-i Ahmer’ine ve dolayısıyla burada savaşmaya gelen Türk subaylarına sempati ve minnet duymuştur.89 
Enver Paşa’nın altını çizdiği sefalet ve yokluk ortadan kaldırılamadıysa da, uzun bir süre sonra Osmanlı Devleti’nden sağlık yardımı alan Trablusgarp halkıyla 
samimi bir manevi bir bağ kurulduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Enver Paşa’nın vurguladığı Trablusgarp halkıyla dil birliğinin 
olmaması sorununa da, kendi alanı içinde çözüm bulma yoluna gitmiştir. Verdiği ilanlarla sadece doktorları değil, Arapça ya da yöre halkının dillerini bilen farklı 
meslekten kişileri de görevlendirerek, daha etkin bir hizmet sunmaya çalışmıştır. Arapça bilen doktorlar özellikle polikliniklerde görevlendirilmişlerdir. Örneğin 
bunlardan biri cerrah olarak Bingazi’deki Mısır Kızılay Hastanesi’nde görev yapan Dr. Muhyiddin Bey’dir.90 

Hilal-i Ahmer doktorlarının içinde yerli halkın bildiği ve saygı duyduğu bazı kişilerin yer alması, Hilal-i Ahmer yardımlarının halkın gözünde daha da önemli 
hale gelmesinde etkili olmuştur. Örneğin Osmanlı Hilal-i Ahmerinin görevlendirdiği ve Aziziye Hastanesi’nde hizmet veren Dr. Rasim Ferit Bey, Trablusgarp’ın Hums sancağı valisinin oğluydu ve Hums’ta Ferit Paşa ismiyle kurulmuş meşhur bir cami bulunuyordu. Paris’te eğitim alan Dr. Rasim Ferit Bey, iyi bir doktor olmasının yanı sıra, bu kimliğiyle de halk arasında saygı gören, önemli bir kişiydi. 91 

Özetle, savaşın bütünü içinde Hilal-i Ahmer’in faaliyetlere bakıldığında, onun son derece önemli bir sosyal politika yürüttüğünü ve savaşın başarısına başka 
açılardan da katkı sağladığını söylemek mümkündür. 

Trablusgarp savaşında Hilal-i Ahmer’in faaliyetleri, yerli halkın askeri sağlık hizmeti konusundaki düşüncesini ve geleneksel uygulamalarını da büyük ölçüde 
değiştirmiştir. Abdulkarim Abu Shwerib’in belirttiğine göre, Trablusgarp Savaşı’ndan önce savaş yaralıları, evlerinde tedavi görmek için akrabaları tarafından köylerine taşınırdı. Hilal-i Ahmer ile birlikte bu durum değişmişti. Hilal-i Ahmer’in tedavi konusunda iki görevi vardı. Bunlardan birincisi; mücahitlerin tedavi görebilmeleri için komşu köylere doktor ve tıbbi ekipmanlar göndermek, ikincisi ise çatışmalar sonrasında yaralıları cephe gerisindeki Hilal-i Ahmer hastanelerine naklederek tedavi etmekti.92 

Trablusgarp Savaşı’nda Hilal-i Ahmer’in toplumsal imajının da yavaş yavaş oluşmaya başladığını söyleyebiliriz. İtalyanlar, savaş sırasında Arap kabilelerin Osmanlı’ya destek vermesinde, Arapların haç sembolüne (ve bunu taşıyan İtalyan Kızılhaçı’na) duydukları tepkinin de etkili olduğunu iddia etmişlerdir. Kızılhaçı Hıristiyan ve daha da önemlisi bir haçlı sembolü olarak gördükleri için destek vermemişlerdir.93 Bu durumda hilal sembolünün “sağlık yardımı”nı temsil etmesinin yanı sıra Arap kabileleri için “Müslüman birliği”ni de temsil eden bir sembol olarak algılandığı, yerli halk üzerinde birleştirici bir etki uyandırdığı anlaşılmaktadır. Halkın bu kabulü, yeni kurulan Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, toplum üzerinde nasıl bir imaj oluşturduğunu anlamamız açısından son derece önemlidir. 

Osmanlı Hastane Gemilerine El Konması 

Trablusgarp Savaşı iki devletin resmi ordularıyla karşıkarşıya geldiği bir savaş değil, asimetrik bir savaştı. Bu savaşta İtalyanlar ordularıyla savaşırken Osmanlı Devleti ulaşım engeli ve askeri yetersizliklerden ötürü bölgeye kendi ordusunu gönderememiştir. Bu yüzden İtalyanlarla mücadele, gönüllü subayların Arap kabilelerini dayanışma için örgütlemeleriyle yürütülmüştür. Osmanlı Devleti (İttihat ve Terakki) Trablusgarp’ta savaşmak isteyen gönüllü subaylara dolaylı yollardan desteklemiş, Harbiye Nezareti giderleri için gönüllülere 100 altın lira vermiştir. Öte yandan, savaşın başında Mısır ve Tunus’un tarafsızlığı ilan edilmişse de, bu iki ülkenin milliyetçileri Trablusgarp’a giden gönüllülere yardım etmiştir. 94

Ayrıca savaş süresince Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a cephane takviyesi yapılmıştır. İtalya ise bu durumun bir an önce sona erdirilmesi için İngiltere ve 
Fransa’ya protesto göndermiştir. 
Bu konuda, Fransa ile bir gerginlik de yaşamıştır. Bilhassa Tunus üzerinden yapıldığını iddia ettiği kaçak savaş malzemesi ticaretinin açık bir tarafsızlık ihlali olduğuna söyleyerek, Paris’e protesto göndermesi üzerine, Fransa İtalya’nın da Tunus üzerinden deve ve erzak sağladığını, ayrıca Trablusgarp Savaşı’nda kullanmak üzere Fransa’dan uçak satın aldığını söyleyerek, İtalya’ya beklemediği bir yanıt vermiştir. Fakat bu olay, Fransızların kaçak savaş malzemesi ve asker geçişine göz yumdukları anlamına gelmemektedir. Hem Fransa hem de İngiltere, savaşın başında ilan ettikleri tarafsızlık yükümlülüklerini uygulamak amacıyla, bu geçişleri önlemeye de çalışmışlardır. 95 Fakat sınır noktalarının Libya’daki direnişe sempati duyan Müslüman Tunuslu ve Mısırlı görevlilerin denetiminde olmasından dolayı, bu durumun önüne geçememişlerdir.96 

Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a ulaşmaya çalışan gönüllü Türk subaylarının pek çoğu gerçek kimliklerini gizleyerek, sahte isim ve kimlikler kullanmışlardır. 
Giden gönüllülerin içinde dönemin Berlin Ateşesi Binbaşı Enver Bey, Paris Elçiliği Ateşemiliteri Fethi Bey (Okyar), Rauf Bey (Orbay), Ömer Fevzi Bey 
(Mardini) Bey ve Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) gibi önemli isimler vardı.97 Gönüllü subaylar genellikle gazete muhabiri, doktor ya da sağlık görevlisi olarak kimlik düzenleyip, asker olduklarını gizliyorlardı. Örneğin, Enver Paşa için Mısır’da düzenlenen hüviyette Enver Paşa bir doktor ve aynı zamanda bir akademinin şeref üyesi olarak görülüyordu. Bu tür kimlikler savaş sırasında kişilere dokunulmazlık sağladığından Osmanlı subayları tarafından çokça tercih edilmişti. 
Türk subaylarının sağlık görevlisi kimliğini kullanarak Trablusgarp’a gizli yollarla gitmeleri, savaş içinde sağlık görevlileri aleyhine gelişen bazı olayların yaşanmasına neden oldu. Çünkü bu durum bir süre sonra İtalyan istihbaratı tarafından fark edildi. Gönüllü subayların Trablusgarp’a gidişini önlemek için özellikle doktor ve sağlık görevlisi kimliği taşıyan herkes çok sıkı bir takibe alındı, geldikleri yerlerde kontroller arttırıldı, hatta dokunulmazlıkları yok sayılarak savaş hukukuna aykırı bazı uygulamalara gidildi. 98 

Trablusgarp Savaşı boyunca Akdeniz’in iç kesimlerinde ve Kızıldeniz’de gezinen İtalyan savaş gemileri, Osmanlı’ya ait sivil gemileri ve hastane gemilerini 
durdurarak mücahitleri Aziziye, Derne ve Bingazi gibi bazı karargahlara giden Türk “özel teşkilat” subayı ve askerleri oldukları gerekçesiyle teftiş etmiş, yolculuğunu engellemiş hatta el koymuştu.99 

Bunun ilk örneklerinden biri Tunus’un Safakes limanında gerçekleşmişti. İtalyanlar Trablusgarp’a gönderilen ilk Hilal-i Ahmer heyetini taşıyan Transatlantik vapurunu Tunus’ta durdurarak, el koymuşlardı. Gerekçe olarak, heyettekilerin sağlık görevlisi değil, asker olduklarını göstererek, gönderilme lerine engel olmak istemişlerdi. Bu durum karşısında Tunus Hükümeti Hilal-i Ahmer sağlık heyetini sınavdan geçirmek zorunda kaldı. Askeri bir binbaşı doktor tarafından yapılan sınavda heyet üyelerinin tamamının sağlık görevlisi olduğu anlaşıldıktan sonra Trablus’a hareket etmelerine izin verildi.100 Bu olayı Hilal-i Ahmer heyetinde depo memuru olarak görevlendirilen Ahmet Şerif Bey, Tanin’e gönderdiği bir yazıda kaleme almıştı. Ahmet Şerif Bey yazısında, kendilerine Marsilya’dan katılan dokuz subayın Tunus’taki Safakes şehrinde zabıtalar tarafından gemiden çıkartılmadığını ve geri gönderildiklerini belirterek, Hilal-i Ahmer heyetiyle ilgili de birçok kontrollerin yapıldığını, ihtiyat tedbirleri alındığını, doktorlar, cerrahlar ve hastabakıcıların Fransız askeri doktorları tarafından sıkı bir imtihana tâbi tutulduklarını, sadece kendisinin bu imtihana sokulmadığını yazmıştı. 

Ahmet Şerif Bey, İtalyanların bu sıkı kontrolleri ve içinde bulunduğu heyetin maruz kaldığı bu muamele ile ilgili bir de şu değerlendirmeyi yapmıştı; 

“Eğer insaflı olarak söylemek gerekirse, Tunus hükümeti bu tedbirleri almakta o kadar haksız değildi. Çünkü Trablus’a gitmek üzere, Tunus’tan geçmek isteyen bazı subaylarımız pek ihtiyatsız hareket etmiş, birer grup halinde geçmek istemişlerdi, hatta, birkaç subay, Tunus sınırını geçince, sınır muhafızlarının karşısında, elbiselerini değiştirerek, askeri üniformalarını giymişlerdi. Bu gibi durumlar, Tunus’da hemen hemen, Fransızlardan fazla olan, İtalyanların dikkatli bakışlarından kaçamazdı. İtalyanlar son derece uyanık davrandılar, her yerde, vapurlara, memurlar tayin ettiler, daima şikayet ettiler, gürültü kopardılar. Bu sıralarda meydana gelen Tunus Olayı da eklendi ve Fransa, çaresiz bir durumda kaldı”. 101 

Bu yazı 30 Aralık 1911 tarihli Tanin gazetesinde “Ahmed Şerif Bey’in 19111912 yıllarında Trablusgarb Gezisi İle İlgili Notları” başlığıyla yayınlanmıştır. Ertesi 
gün Ahmet Şerif Bey’in bazı değerlendirmelerine okuyuculardan gelen tepkiler üzerine gazete tarafından bazı açıklamalar yapıldı. Bu açıklamalarda konumuzla 
ilgili ilgi çekici noktalardan biri, söz konusu yolculukta aslında Ahmet Şerif Bey’in de gerçek kimliğini değiştiren ve bu şekilde Trablusgarp’a giden kişilerden biri 
olduğuydu. Gazetenin açıklamasında, “Ahmet Şerif Bey Trablusgarp’ta Tanin gazetesi muhabiri olarak bulunmaktadır. Aslında bu yüzden geçiş serbestisi hakkına sahiptir. Hilal-i Ahmer kafi lesinde bulunmasının ise hem yolda kafi leye yardımda bulunmak hem de, bu şekilde, güvenlik içinde seyahat etmek amacından ileri geldiği açıktır” deniyordu.102 

Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanların hastane gemilerine el koymaları yukarıda anlatılan olayla sınırlı kalmadı. Benzer bir olayın savaşın en başında Süveyş 
Kanalı’nda da yaşandığını görüyoruz. Kayseri ismindeki hastane gemisine İtalyanlar tarafından el konmuş, mürettebatının çoğu da savaş sonuna kadar esir tutulmuştur. 
Aslında bu gemi Yemen’de çıkan isyanı bastırmak amacıyla gönderilecek askerlerin nakline tahsis edilmişti. Fakat gemi henüz yoldayken Trablusgarp Savaşı’nın çıktığı haberi alınmış ve bunun üzerine geminin Yemen’e gönderilmesinden vazgeçilmişti. 26 Kasım 1911’de geminin hastane gemisi olarak kullanımına karar verildi ve gerekli resmi işlemler yapılarak hastane gemisine dönüştürüldü. Ardından gemiye Hilal-i Ahmer bayrağı çekilerek Hudeyde’ye gönderildi. Savaş hukuku gereğince, geminin hastane gemisine dönüştürüldüğü Roma’daki Almanya Sefareti vasıtasıyla İtalyan yetkililerine de bildirilmişti. Fakat Kayseri hastane gemisi Süveyş Kanalı’na ulaştığı sırada İtalyan donanması tarafından durduruldu ve yapılan incelemenin ardından el konuldu. İtalyan yetkililer Kayseri hastane gemisinin Kızıldeniz’e asker nakliyatı için gönderildiğini ve vapurda doktor oldukları söylenen kişilerin da aslında subay olduklarını iddia ediyorlardı. 
Osmanlı kaynaklarında ise geminin Hudeyde’ye giderek zayıf ve hasta askerleri aldıktan sonra İstanbul’a dönmek üzere gönderilen bir hastane gemisi olduğu 
belirtiliyordu.103 
İtalyanlar Kayseri hastane gemisinde bulunan sıhhiye memurlarını serbest bırakarak, gemi mürettebatını esir almışlar ve gemiyi önce Massava’ya oradan da İtalya’ya göndermişlerdi. Osmanlı Devleti geminin serbest bırakılması için diplomatik girişimlerde bulunduysa da savaş sonuna kadar bir sonuç alamadı. Kayseri hastane gemisi ve esir alınan mürettebatı bir yıla yakın İtalya’da esir olarak tutuldu. Ancak savaşın sonunda imzalanan Ouchy (Uşi) Antlaşması (18 Ekim 1912) 104 gereği Osmanlı Devleti’ne iade edildiler.105 

İtalyanlar tarafından el konulan gemilerden bir diğeri Manouba/ Manuba gemisi idi. Fransa’nın Tunus üzerinden yapılan kaçak asker ve savaş malzemesi 
sevkiyatını önleyememesi üzerine İtalya Marsilya ve Tunus arasında seyreden ve içinde Türk subaylarının da bulunduğu büyük Fransız gemilerinden ikisine el konulması emrini verdi. Carthage ve Manuoba ismini taşıyan bu iki gemiye, Sardinya kıyısı açıklarında seyrederken, el konuldu.106 Manouba gemisinin içinde Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarafından Trablusgarp’a gönderilen ikinci sağlık heyeti de bulunuyordu. Dr. Emin Muhammed liderliğinde 29 kişiden (3 hekim, 24 hemşire ve 2 sayman) oluşan Hilal-i Ahmer heyeti 4 Ocak günü İstanbul’dan ayrılmış ve 17 Ocak 1911’de Paris’ten kendilerine katılanlarla Marsilya’da buluşarak, Manouba gemisiyle Tunus’a hareket etmişti. Heyet Tunus’a doğru yola çıktıktan bir gün sonra (18 Ocak 1912) İtalyan savaş gemileri tarafından tutuklandı ve savaş esiri olarak Sardinya’daki Cagliari limanına götürüldü. Heyet üyelerinin tutuklanma gerekçesi olarak; sağlık heyetini taşıdığı söylenen geminin içinde kaçak para ve subayların olması gösteriliyordu. İtalyanlar bu iddia ile Osmanlı Devleti’nin 1869 Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini ileri sürüyorlardı. Fakat hem iddia doğru değildi 
hem de tutuklanan geminin Fransızlara ait olması başka bir uluslararası sorun yaratıyordu. 107 Gemide Osmanlı Hilal-i Ahmer Heyeti’nin dışında 70 kişi daha 
bulunuyordu. Tutuklama Fransa’daki politik ve ticari çevreleri harekete geçirdi. Fransız Temsilciler Meclisi’nin birçok üyesi de konuyla ilgili Dışişleri Bakanı Poincare’den bilgi istedi. Bakan Poincare ise Roma’daki Fransız elçisi aracılığıyla olayı protesto etti ve derhal bu yanlışın düzeltilmesini talep etti.108 Fransa’nın harekete geçmesine rağmen, İtalyanlar Osmanlı Hilal-i Ahmer heyetinin üyelerini on gün boyunca tutuklu bıraktıktan sonra Roma’dan getirtilen İtalyan bir hekim ve tıp heyeti tarafından sınava tâbi tuttular. Sınav sonucunda tutukluların hepsinin tabip ve hastabakıcı oldukları anlaşılınca, Fransızların da müdahalesiyle, serbest bırakılarak ikinci defa Marsilya’ya gönderildiler.109 Buradan Tunus’a giden ekip Tunus Müslümanları tarafından tam bir kahraman gibi karşılandı. Heyeti görmeye gelen kalabalık o kadar büyüktü ki, heyet üyeleri Tunus’a çıkamadı. Onun yerine Cerba limanına yönlendirildiler. Fakat bu sefer de gemilerinin etrafı Müslümanlarla dolu sandallar tarafından çevrildi. Halk heyet üyelerine çok büyük sevgi ve nümayişlerde bulundu. Tunus İslam Heyeti de heyeti ziyaret ederek, o günün hatırasına hazırlanmış ve üzerinde “Aux Prisonniers de Kagliyari Leyr Ami Tunisien” yazılmış, doktorlara birer altın saat, hastabakıcılara da gümüş tütün tabakalar hediye ettiler.110 

Heyet tüm bu sevgi gösterilerinin ardından Tunus’un Safakes limanından ayrılarak Aziziye’deki karargaha 1911 Şubat’ında ulaşabildi. 111 İtalyanlar tarafından tutuklanan Manouba gemisinin Fransız bandıralı olması İtalya ile Fransızlar arasında da diplomatik bir krize neden olmuştu. Dönemin İtalyan başbakanı Giovanni Giolitti Trablusgarp Savaşı’na dair yazdığı hatıratında, Manouba gemisinin esir edilmesini ve Fransızların olaya tepkisini şöyle anlatmıştı: 

“18 Kanunisani’de bir İtalyan torpidosu, bu defa da Manube112 namındaki Fransız yolcu vapuruna Sardinya’nın güneyinde rast gelerek, vapurun içinde 
bulunan 29 kişiden mürekkep Türk Hilal-i Ahmer Heyeti’nin hakikat halde Türk zabiti olduğu bahanesiyle teslimini talep etmiş ve bunları alarak 
Cagliari Limanı’na götürmüştü. Fransız vapuruna vuku bulan bu tecavüzler, Fransız kamuoyunda birden bire büyük bir galeyan hasıl etmiş ve o vakit 
yeni başvekil ve Hariciye Nazırı olan Mösyö Poincaré gayet şiddetli bir nutuk iradına mecbur olmuştu. Bu nutukta Mösyö Poincaré meselenin halli 
için Lahey Mahkemesi’ne gitmeye hazır olduğunu ve fakat mahkemeye gitmeden evvel İtalya’nın tevkif ettiği gemi ile bilhassa Türk Hilal-i Ahmer 
Heyeti’ni derhal Fransa’ya iade etmesini talep edeceğini söylemiş ve bu hususta şiddetle ısrar ettiğinden nihayet İtalya hükümeti hem 29 Türk’ü hem 
de tevkif ettiği vapuru, hiçbir müzakere başlamadan evvel iadeye mecbur olmuştur. Bu suretle Hilal-i Ahmer heyeti bir müddet sonra İtalyan gemilerinin 
gözü önünde tekrar Tunus yoluyla Trablusgarb’a gitmiştir. Bu Hilal-i Ahmer heyeti Dr. Emin Bey isminde bir zatın riyaseti altındaydı. Bu doktorların 
elyevm nerede olduğu ve ne yaptığı malum değildir”.113 

Manouba olayı, İtalyanların uluslararası alanda hesap vermek zorunda kaldığı bir olaya dönüşmüştür. Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti bu olaydan dolayı 
İtalya’yı Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ne şikayet etmiştir. Uluslararası Kızılhaç Komitesi de bu şikayeti İtalyan Kızılhaç Örgütü’ne ileterek, Manouba gemisindeki sağlık heyetine esir muamelesi yapılmaması konusunda yetkilileri uyarmıştır. İtalya ise Kızılhaç Komitesi’ne olumsuz cevap vererek, hukuk dışı uygulamasına devam etmiştir.114 

Manouba gemisi olayı, 1912’de yapılan Washington Uluslararası Kızılay Konferansı’na Osmanlı delegesi olarak katılan Dr. Besim Ömer Paşa tarafından da gündeme getirilmiştir. Söz konusu konferansta Cenevre Sözleşmesinin kararları hatırlatılarak, İtalya’nın bu hareketi protesto edilmiştir. 115 

Daha önce bahsedildiği üzere Trablusgarp Savaşı’nda esir alınan “Kayseri” ismindeki hastane gemisi Kızıldeniz’de esir alınmış, Almanya’nın devreye girmesi ve diplomatik çabalarıyla kurtarılabilmişti. 116 

30 Eylül 1911’de Hilal-i Ahmer bayrağı taşıyan Kızılırmak hastane gemisi de İtalyanların baskısına maruz kalmıştı. 745 zayıf ve güçsüz Osmanlı askerini Hudeyde’den alarak yola çıkan gemi, İtalyan taaruzu ile karşılaşınca yoluna devam etmesinin tehlikeli olacağına kanaat getirilerek, Port Said Limanı’nda beklemeye alınmıştı.117 

Trablusgarp Savaşı’nda hastane gemileri ve sağlık heyetlerine yapılan bu hukuk dışı uygulamalar üzerine, Osmanlı Devleti tıbbî malzeme taşıyan gemileri 
güvence altına almak amacıyla farklı bir uygulamaya gitmiştir. 1906 tarihli Ce-nevre Sözleşmesi’nin 14. maddesi118 gereğince sağlık malzemeleri ile tıbbî araç ve gereçlere el konulamayacağı hükme bağlanmıştı. Fakat savaş sırasında Yemen’e sevk edilecek tıbbî ilaçlara İtalyanların el koymasını önlemek amacıyla, ilaç sandıklarının Hilal-i Ahmer tarafından tarafsız bir ülke gemisi ile sevk edilmesi yoluna gidildi.119 İtalya’nın bu durumda tarafsız devletle arasında çıkacak siyasî bir krizi göze alamayacağı düşünülmüştü. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder