3 Şubat 2018 Cumartesi

Suriye’de Türkiye’yi Bekleyen Tehditler,

Suriye’de Türkiye’yi Bekleyen Tehditler,

14.08.2017



Suriye Sahasında askeri gelişmeler artık iç aktörlerin kendi aralarındaki güç dağılımına bağlı olarak şekillenmiyor. Rejim, muhalifler, SDG/YPG ya da DEAŞ’ın dış destek olmaksızın birbirlerine karşı üstünlük kurma şansı son derece zayıf. Dış aktörlerin aralarındaki pazarlıklar ve mutabakat neticesinde hangi aktörün nereye doğru ilerleyeceği konusunda kararlar alınıyor.

Suriye’de son birkaç aylık döneme bakıldığında rejim güçlerinin ciddi bir ilerleme sağladığı görülüyor. Rejim ilerleyişi DEAŞ aleyhine gelişiyor ve bu askeri başarı sadece Rusya ve İran’ın verdiği destekle açıklanamaz. Türkiye, Rusya ve İran tarafından başlatılan Astana sürecinin devamı olarak çatışmasızlık bölgeleri anlaşması imzalandı ve Suriye’de muhaliflerin kontrolündeki dört ayrı bölgede ateşkes ilan edildi. Bu durum Suriye iç savaşının temel çelişkisi olan rejim-muhalifler çatışmasında kısmen rahatlamayı beraberinde getirdi. Çatışmaların seviyesindeki azalma Rusya/İran kampı liderliğindeki rejim güçlerinin farklı çatışma alanlarına yönelmesine imkan sağladı. Suriye’nin batısını şimdilik güvence altına aldığını düşünen rejim, ülkenin doğusundaki DEAŞ bölgelerine doğru hızla ilerliyor. Rejim bir taraftan DEAŞ ile mücadele ederken diğer taraftan ABD desteğinde genişleyen YPG/PKK alanlarına da sınır çekmeye çalışıyor. Rejim güçleri son olarak Rakka-Deyr ez Zor yolunu kontrol altına alarak YPG/PKK’nın Rakka sonrası hedefinde yer alan Deyr ez Zor’a ilerleme imkanlarını sınırlandırdı. Bunun da ötesinde Rakka’ya bağlı birçok yerleşim rejimin kontrolüne geçiyor ve Rakka şehir merkezi de güneyden kuşatılıyor. Dolayısıyla rejim ilerleyişi sadece DEAŞ’ı değil en az onun kadar ABD ve YPG/PKK’yı da kaygılandırıyor. Son dönemde PYD’lilerin “Suriye’de İran projesinin DEAŞ’tan daha tehlikeli olduğunu” söylemeleri de bu yüzden.

DEAŞ’tan Sonra ne olacak?


Rusya/İran/rejim ittifakı Deyr ez Zor için elini güçlendirmiş olsa da Rakka merkezde inisiyatif şimdilik ABD/SDG/YPG kampında. Rakka merkezine operasyon başlamadan önce DEAŞ militanlarının büyük ölçüde şehri boşalttığı, Deyr ez Zor’a çekildiği ve SDG/YPG’nin zorlanmadan şehri alacağı iddiaları gündeme getirilmişti. Ancak bunun gerçeği yansıtmadığı operasyon devam ettikçe anlaşılıyor. Haziran ayında başlayan operasyonunun üzerinden geçen yaklaşık 1,5 aylık süre içinde şehrin ancak yüzde 40’ı DEAŞ’tan temizlendi ve DEAŞ bu süre içinde SDG/YPG’ye çok ağır kayıplar verdirdi. ABD’li yetkililerin ifadelerine göre şehirde halen 2 bin civarında DEAŞ militanının kaldığı tahmin ediliyor. Bu DEAŞ militanlarının şehirden kaçış imkanı kalmadı ve bir anlamda intihar eylemcisi olarak savaşmaya devam edecekler. Önümüzdeki süreçte SDG/YPG ağır kayıplar vermeye devam edecek ancak en nihayetinde şehrin SDG/YPG kontrolüne geçeceği şüphesiz.

YPG Rakka’yı da tek taraflı ilan ettikleri “federasyona” dahil etmek niyetinde. Rakka’da DEAŞ sonrasında nasıl bir yol haritası izleneceğini anlamak için Münbiç ve Tel Abyad gibi iki çarpıcı örnek bulunuyor. YPG/PKK bu yerleşimler DEAŞ’tan kurtarıldıktan sonra yönetimin yerel halkın elinde olacağı sözünü vermişti. Yerel meclisler kuruldu ve göstermelik bazı isimler üzerinden meşru bir yönetim modeli oluşturulduğu görüntüsü verildi. Ancak işbaşına getirilen isimlerin ne toplumsal karşılığı bulunuyor ne de esas güç bu yapılarda. Güvenlik alanında da yine yerel unsurlardan teşkil edilen askeri konseyler kuruldu ancak bunların da güç hiyerarşisi içinde PKK’lı kadrolara karşı hiçbir söz hakkı bulunmuyor. Bu yerleşimlerde zorunlu göçe maruz bırakma, yerel halkın mallarına el koyma, demografik değişim amaçlı bölge dışından sivilleri şehirlere taşıma gibi adımlar atıldı. Rakka için de YPG/SDG daha şehir ele geçirilmeden yerel meclis oluşturmuştu. SDG bünyesine de olabildiğince fazla Arap unsuru dahil etmeye çalıştılar. Ancak Rakka’nın akıbetinin de Münbiç ve Tel Abyad’dan farklı olmasını beklemek gerçekçi değil.

Rakka konusunda YPG’nin esas sıkıntısı şehir DEAŞ’tan temizlendikten sonra başlayabilir. Son operasyonlarla birlikte Rakka merkeze 10 km kadar yaklaşan Suriye Rejimi ve İran güçleri de YPG’nin “federasyon” planına belki Türkiye’den daha fazla karşı çıkıyor. Çatışmasızlık bölgeleri anlaşması ile muhalifler tehdidini şimdilik donduran rejim ve İran, DEAŞ sorununu hallettikten sonra YPG’ye yönelebilir.

Rusya ise Suriye’de federasyon ve YPG’nin rolü konusunda İran ve rejimden farklı düşünüyor. Rusya’nın hazırladığı Suriye için anayasa taslağında “Kürtlere otonomi” öngörülüyor. Rusya zaman zaman YPG’ye destek verdi ve Türkiye’ye karşı koruma kalkanı oluşturdu. Bütün bunlara rağmen Rusya’nın Suriye’deki önceliği kesinlikle YPG değil. Rusya’nın Suriye’deki gerçek müttefikleri rejim ve İran. Rusya’nın federasyon konusunda önce kendi müttefiklerini ikna etmesi gerekiyor. Ancak her iki aktörün de buna ikna olması zor ve giderek güçlenmelerine paralel olarak YPG ile sürdürülen taktiksel işbirliğine ihtiyaçları da azalıyor. Ancak bu durum yakın vadede rejim-YPG çatışması yaşanacağı anlamına gelmiyor. Her iki kanat için ortak tehdit olan Suriyeli muhalifler varlığını koruduğu sürece tarafların birbirine olan ihtiyacı devam edebilir. İç savaşın ilk yıllarında PYD/YPG Türkiye’nin Suriye rejimi üzerinde oluşturduğu baskıyı çok iyi bir şekilde fırsata dönüştürmüştü. Suriye rejimi Türkiye ve Türkiye’nin desteklediği muhaliflerin Suriye’nin kuzeyinde ilerlemesindense PYD’ye alan açmıştı. Şimdi de Suriye rejimi YPG üzerindeki Türkiye baskını kullanarak Rakka, Afrin ve Münbiç gibi yerler başta olmak üzere YPG alanlarına geri dönmenin hesabı içinde olabilir.

YPG, ABD koruması devam ettiği sürece kontrol ettiği bir karış toprağı kimseye vermeme konusunda kararlı. Ancak ABD korumasının kalkması ya da zayıflaması ihtimaline dönük olarak B planı da var. Bunun için de rejim ile irtibatını kesmiyor ve mecbur kalırsa bahsi geçen yerleri rejime bırakmayı tercih edebilir.

Suriye’de son dönemde gündeme gelen bir diğer çatışma alanı İdlib. Halep’in rejim kontrolüne geçmesi sonrasında bir sonraki hedefin İdlib olacağı beklentisi hakimdi. İdlib birkaç açıdan önem taşıyor. Öncelikle Suriyeli muhaliflerin bütün olarak kontrol ettiği tek vilayet ve şehir merkezi. İkincisi Suriye’nin Halep dahil bütün bölgelerinde varılan ateşkes anlaşmaları neticesinde silahlı gruplar ve siviller İdlib’e taşındı. Buna bağlı olarak 2,5 milyon civarında sivilin ve diğer bütün bölgelere kıyasla sayı olarak çok daha fazla savaşçının bir arada olduğu bir şehir. Üçüncüsü DEAŞ’tan sonra hedef tahtasına oturması beklenen El-Kaide ve onunla bağlantılı örgütlerin ana üssü konumunda. El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusret Cephesi daha önce El-Kaide ile bağını kopardığını açıklayıp Şam’ın Fethi Cephesi adını almıştı. Ancak herkesin genel kabulü bu örgütün El-Kaide’nin kolu olmaya devam ettiği yönünde.

İdlib’in Kaderi 


Astana süreci ile birlikte İdlib’te muhaliflerin kendi arasında gerginlik yaşanmaya başladı. Astana sürecini kabul ederek ateşkese uyan ÖSO grupları ile bu süreci “devrime ihanet” olarak değerlendiren Nusret Cephesi liderliğindeki kamp arasında artan gerginlik sıcak çatışmaya döndü. Astana’nın temel hedeflerinden biri radikaller ile ılımlılar arasında ayrım sağlayarak radikalleri elimine etmekti. Astana süreci kendiliğinden İdlib’te safları daha belirgin hale getirdi. Radikal gruplar Nusret Cephesi liderliği altında Hayat Tahrir eş Şam (HTŞ) adı altında birleşti. ÖSO grupları ise Faylak eş Şam ve Ahrar eş Şam liderliği altında bir araya gelerek HTŞ’ye karşı koruma sağlamaya çalıştı. Nusra Cephesi’nden sonra İdlib’in en güçlü gruplarından biri olan Ahrar eş Şam, Astana Süreci’ne katılmış olsa da İdlib’teki kamplaşmada tarafsız yer almaya çalışıyordu. Türkiye’nin İdlib’e Türk askerlerinin yerleştirilebileceği açıklamasını takiben hedefin kendisi olacağını düşünen HTŞ grubu ön hamle yaparak büyük çoğunluğu Ahrar eş Şam kontrolünde olan İdlib’in en stratejik bölgelerini ele geçirdi. Temmuz ayı içinde yaşanan çatışmalar neticesinde HTŞ Bab al Hawa sınır kapısı, sınır kapısının yakınlarındaki yerleşimler, Türkiye-İdlib sınırında yer alan birçok yerleşim ve İdlib şehir merkezinde kontrolü büyük ölçüde ele geçirdi.

Nusret Cephesi’nin son hamlesi ile İdlib sanki El-Kaide kontrolünde yeni bir “İslam Emirliği” görüntüsüne büründü. Gerçeği yansıtmayan bu tablo Türkiye dışında her aktörün işine geliyor. Rusya/İran/rejim kampı Suriye’nin doğusunda kontrol sağladıktan sonra enerjisini muhtemelen İdlib’e yönlendirecek. Nusret Cephesi kontrolünde bir İdlib sayesinde “terörle mücadele” söylemi zemin kazanacak, İdlib operasyonuna uluslararası destek artacak. Başta ABD olmak üzere çok daha fazla ülke Türkiye’nin yakın ilgi alanı içinde yer alan bir bölgeye müdahil olma fırsatı elde edecek. Yakın zaman önce ABD’nin DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk ABD’nin İdlib’te El-Kaide varlığından duyduğu kaygıyı Türkiye’yi de itham ederek gündeme getirmişti. ABD’nin YPG ile ittifakının mimarlarından McGurk’ün bu konuşmasında sarf ettiği şu sözler son derece önemli: “Bazı DEAŞ bölgelerinde sınırı nasıl kapattıysak ve kimsenin geçmemesini sağladıysak, bunu İdlib’te de yapmayı düşünebiliriz.” Bu ifade iki anlama gelmekte. Birincisi Suriye’de DEAŞ ile mücadele sona erdikten sonra ABD’nin dikkati HTŞ’ye kayacak ve doğrudan müdahil olacak. İkincisi ve Türkiye açısından daha tehlikeli olanı Türkiye’nin kendi sınır bölgesinde askeri operasyonlar yapabileceklerinin sinyalini vermesi ve bunu yaparken DEAŞ ile mücadeleyi örnek vererek akla YPG ile ittifakı getirmesi. Zira son haftalarda ABD’nin muhaliflere yardımı öngören programı da sonlandırdığını açıkladığını düşündüğümüzde ABD’nin kimin ile sınırı kapatmayı düşündüğü sorusu akla geliyor.

Terörle mücadele söylemi üzerinden her aktör Suriye’de kendi planını uygulayabilmek için DEAŞ’ı araçsallaştırdı. ABD ve YPG, DEAŞ ile mücadele üzerinden kendi nüfuz alanlarını oluştururdu ve Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyindeki oyunun dışında itmeye çalıştı. Fırat Kalkanı buna karşı bir meydan okumaydı ve stratejik bir hamleydi. Şimdi de El-Kaide üzerinden İdlib’te yeni düzen kurma çabaları görülmekte. İdlib’e dönük dış güçlerin müdahalesinin Türkiye açısından yaşamsal tehditler yaratacağı ortada. İdlib, HTŞ’nin kontrolüne geçtiği oranda ılımlı-muhalif ayrımı önemini kaybedecek ve toplu bir imha söz konusu olacak. İdlib’te yaşayan 2,5 milyon sivilin doğal göç hattı Türkiye olacak. Bunların arasına İdlib’ten çıkmak durumunda kalan radikal savaşçıların da karışması riski söz konusu. En önemlisi Türkiye-İdlib sınırına da yabancı güçler konuşlanabilecek. Türkiye zaten uzun zamandır İdlib’te ılımlı kampın güçlenmesini sağlayacak şekilde pozisyon alıyor. Ancak HTŞ’nin ılımlı kamp karşısında aşırı güçlü olması bu politikanın şimdilik sonuç üretmesini engelledi. Ancak Türkiye’nin bir şekilde İdlib’in “El-Kaide emirliği” olduğu argümanını ortadan kaldırması gerekiyor. Yoksa El-Kaide ile mücadele üzerinden dayatılan Türkiye karşıtı bir düzenle mücadele etmek durumunda kalabilir ve en önemlisi YPG ile mücadelesinde elindeki en önemli kozlardan biri olan İdlib’i kaybedebilir.

Bu yazı 13 Ağustos 2017 tarihinde Star Gazetesi Açık Görüş sayfasında “Suriye’de Türkiye’yi bekleyen tehditler ve fırsatlar” başlığıyla yayımlanmıştır.

http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14485?dil=tr



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder