15 Şubat 2018 Perşembe

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 3

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 3



Bununla birlikte, yukarıda ifade edildiği gibi, DBT’nin savunucuları olduğu gibi bu yaklaşımı ampirik ve teorik düzlemde yerden yere vuran önemli çalışmalar da mevcuttur. Genelde, DBT’ye yapılan eleştirilerde tanım ve metodoloji konuları ön plana çıkmaktadır. Demokratik ve demokratik olmayan rejimlerin tanımlanması, savaş ve çatışma kavramları hakkında yeterli bir mutabakatın olmaması, savaş ve çatışma sınıflandırılmalarının ve niteliklerinin tam yapılmaması ve daha da önemlisi demokratikleşme gibi dinamik olan süreçlerin sayısal bir niteliğe büründürülmesi konularında ciddi görüş ayrılıkları devam etmekte ve DBT bu alanlarda eleştirilebilmektedir.26 

Diğer yandan, Uİ disiplini içinde değerlendireceğimiz bir diğer demokrasi ve uluslararası siyaset ilişkisi bağlamındaki çalışma alanı “demokrasinin desteklenmesi (democratic promotion)” şeklinde ifade edilebilir. Gelişmiş, zengin Batılı (ABD ve bazı AB ülkeleri) devletlerin “gelişmekte olan”, demokratikleşme miş ülkelere, zaman zaman bazı şartlar öne sürerek, demokrasiyi teşvik 
etmelerinin ne kadar etkin olduğu konusu sıklıkla akademik dünyada tartışılmaktadır. 27 

Teoriden Pratiğe Demokratik Barış Teorisi: 


“Transitology”, “Müdahaleci Liberalizm” ile Buluşunca Özellikle ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD hükümetinin gerçekleştirmeye çalıştığı popüler olarak Büyük Ortadoğu Projesi şeklinde bilinen “proje” ile birlikte Ortadoğu 
ve Kuzey Afrika bölgesinin demokratikleşmesi düşüncesi DBT’yi tekrardan güncel bir popüler ve akademik tartışma konusu olmasına neden olmuştur. 

 Ancak, DBT yalnızca teorik planda kalmış değildir. Bu teorinin güçlü iddiaları uluslararası siyasette birçok “derde” çare üretmede bir araç olarak zaman zaman görülmektedir. DBT bir kere gayet yalın ve anlaşılması kolaydır. İkincisi, yerine getirilebilecek bir vizyon verir. Bir çeşit uluslararası sosyo-politik mühendislikle yerine getirilebilir bir proje şeklinde görülebilir. Birçok devletin 
“demokrasiyi destekleme” (democratic promotion) düşüncesi esasen bu zihniyete dayanır. Örneğin, bu, Michael Doyle’la göre, uluslararası kurumsallaş ma ve liberal ekonomi gibi diğer liberal ilkelere ilave olarak liberal dış politika, liberal bir barış bölgesinin oluşturulması esasına dayanır.28 Ayrıca, bilhassa Soğuk Savaş sonrasında demokrasinin gittikçe minimalist ve prosedürel 
bir olgu olarak görülmeye başlanması bu rejimin, herhangi bir yapısal ya da kültürel ön şart (prerequisite) olmadan, dünyanın her yerine kolaylıkla gelişebileceği düşüncesinin gelişmesi DBT’nin faaliyet meşruluğunu arttırmıştır. Demokrasi evrensel olarak dünyanın her bölgesine uygulanabilen bir rejimdir artık. DBT buradan itibaren artık bir teori değil, dış politika uygulama alanı olarak görülmeye başlanmıştır. Buradaki ana fikir de şudur: Dünyadaki demokratik ülkelerin sayısı ne kadar artarsa liberal barış sağlama imkânı da o kadar artar. Şu halde yapılması gereken basittir: demokrasi ile yönetilen ülkeler sayısını arttırmak. 

“Transitiology”: Demokrasi Her Yere Taşınabilir Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Sosyalist Blok’un dünya siyasetinden silinmesi ile başlayan yeni dönemde liberal demokrasinin küresel yükselişinin ve bilhassa eski Doğu Blok’u ülkelerinin hızlı bir şekilde rejim değiştirmelerinin uluslararası sonuçları olmuştur. Bunun yanında, demokratikleşme çalışmaları açısından bakıldığında, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin hızlı bir şekilde eski rejimlerinden vazgeçerek liberal demokrasi ve pazar ekonomisine çifte geçiş yapacakları belli olduğunda, demokratikleşme literatürünün, küresel dönüşümü açıklamak için tekrardan revize edilemeye başlandığı görülmektedir. Yeni yazın demokrasiye geçiş tartışmaları üzerine yoğunlaşmış ve bu “demokrasiye geçişi” büyük ölçüde yapısal özelliklerden ziyade ülke içinde elitlerin rasyonel tercihleri neticesinde ortaya çıkmaya başlayan süreç anlamında tanımlamışlardır.29 Güçlenerek ortaya çıkmaya başlayan bu yazın, aslında demokrasiye geçişin ve demokratikleşmenin daha önce sıklıkla ifade edilen bir takım sosyal ya da ekonomik yapısal dönüşümlere çok bağlı olmadığını ve elitlerin karar vermeleri ile herhangi bir ülkenin demokrasiye geçiş yapabileceğini iddia etmektedir. Diğer bir deyişle demokrasiye istenirse geçilir ve herhangi bir ülke her daim demokratik bir rejime sahip olabilir. Bunu bir takım yapısal ya da kültürel ön şartlara bağlamak teorik ve pratik anlamda doğru olamayacaktır ki bu1990’larda demokrasinin küresel yükselişi ile birlikte kendini açıkça ortaya koymuştur. 

 < Siyasi elitler arasında eğer düzgün ve sağlıklı bir uzlaşma ortaya çıkabilirse demokrasi her yerde neşvünema gösterebilir. >


“Demokrasiye Geçiş (transition to demoracy) paradigması” şeklinde ifade edilen bu görüşlerin oluşmasında D. Rustow 1970 yılında neşredilen meşhur makalesi “Transitions to Democracy. Toward a Dynamic Model”, etkili olmuştur.30 Rustow elitlerin istedikleri takdirde bir ülkede demokrasiye geçilebileceğini ve bu konuda tek “ön şartın” o ülkede sınırları belli bir devletin ve ulusal bütünlüğün sağlanması olduğunu iddia eder. Ayrıca, özellikle de 1986 tarihinde O’Donnell, Schmitter ve Whitehead’in derledikleri Transitions from Authoritarian Rule serisi hakikaten de tam anlamıyla paradigma değiştiren/oluşturan bir seri olduğu 
daha sonra bu seriye verilen referansların çokluğu ile anlaşılabilir.31 Bu demokratik iyimserlik büyük ölçüde 1990’larda üretilen ve adına daha sonra “transitology” denilecek olan çalışmalarda görülmektedir.32 

Demokrasi çalışmalarında görülen bu söylem değişikliğinin bir sonucu da demokrasinin her yerde yaşayabilecek bir rejim olduğu düşüncesinin taraftar bulmasıdır. Bu nedenle, siyasi elitler arasında eğer düzgün ve sağlıklı bir uzlaşma ortaya çıkabilirse demokrasi her yerde neşvünema gösterebilir. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu anlayışta demokrasi genel olarak prosedürel, 
minimalist ve çoğu zaman Schumpeterci şeklinde bilinen elitler arasında seçim oyunu şeklinde algılanmaktadır. Bu şekildeki bir demokrasiyi, herhangi yapısal, kültürel ya da kurumsal ön şart olmadan dünyanın herhangi bir bilgesine taşımada teorik bir zorluk bulunmamaktadır. 

Her yere taşınabilir demokrasi düşüncesinin müdahaleci liberalizm ile birleşmesi DBT’nin teoriden pratiğe taşınmasını kolaylaştırmıştır. Bu düşüncenin, zaman zaman ABD ve AB tarafından dış politika enstrümanı olarak kullanıldığı 
görülmektedir. Örneğin Bill Clinton’ın bu fikre çok sıcak baktığı bilinmektedir.33 Bu nedenle bazen Bill Clinton dönemi ABD dış politikasına neo-Wilsoncu şeklinde ifade de kullanılmıştır.34 Ancak, yakın zamanda, bu fikrin bir dış politika unsuru haline gelmesini büyük ölçüde George W. Bush döneminde “Yeni-Muhafazakârlar (Neo-Conservative)” olarak bilinen çevrelere borçluyuz. Bu dönemde, “neo-con” diye bilinen çevrelerce bu doktrinin ön plana çıkarıldığı ve özellikle de 11 Eylül 2001 sonrası Orta Doğu “bataklığının” buralardaki devletlerde gerçekleştirilecek rejim değişiklikleri ile kurutulacağı fikrinin pompalanmaya başlandığı görülmektedir. Bihassa National Interest dergisinde bu düşüncenin propagandası sıklıkla yapılmaktaydı. Irving Kristol, Joshua Muravchik, Carl Gershman, Charles Krauthammer, ve William Kristol gibi etkili yazarların bu teoriyi ABD dış politikasını ana omurgası olması yönünde fikirler beyan etmekteydiler.35 

Burada demokrasi sadece normatif bir değer değil; aynı zamanda stratejik bir siyaset aracı olarak değer kazanmaktadır. “Neo-con” ekolünün önde gelenlerinden Charles Krauthammer The National Interest 2004 de yazmış olduğu makalenin adı “In Defense of Democratic Realism” idi. Bu makalede, Krauthammer, demokrasi ile stratejinin birleştiği noktaya yazar “democratic realism” adını vermiştir.36 Demokrasi bu yazarlara göre evrensel olarak yerleştirilebilir bir olgudur. 
Yani, siyaset biliminde minimalist/   prosedurel/Schumpeterci şeklinde ifade edilen, büyük ölçüde seçimlere ve kurumsal erklerin ayrılığı ve dengeleme ve kontrol sistemine dayalı bir rejimin adı olan demokrasi, herhangi kültürel, kurumsal ya da yapısal bir ön şart olmadan, dünyadaki herhangi bir ülkeye inşa edilebilir, yerleştirilebilir bir mahiyet arz etmektedir. Tabii bütün “neo-con”ların bu konuda aynı düşündüğünü iddia etmek doğru olmaz. Özellikle küresel sosyo-politik mühendislik tabiatı gereği gerçek muhafazakârların tüylerini diken diken 
etmiş olsa gerektir. Örneğin Francis Fukuyama, ilk başlarda “ Neocon ” liberallere yakın dururken daha sonra kendini bu gruptan koparmıştır.37 

Bu düşüncenin özellikle 11 Eylül sonrasında George Bush yönetimi üzerinde etkin olduğu görülmektedir. Bush’un 16 Kasım 2005 Kyoto’daki şu sözleri bu açıdan önemlidir: “ Hür ülkeler barışçıl ülkelerdir. Hür ülkeler komşularını tehdit etmezler…. Bu bölgede (Asya-Pasifik) hürriyet davasını ilerleterek, herkesin zenginliğine katkı sağlayacağız ve ancak özgürlükle gelebilecek barış ve istikrarı sağlayacağız…”38 

Bu bağlamda, 17 Eylül 2002 de ilan edilen ABD Milli Güvenlik Strateji belgesi ve “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika (Greater Middle East and North Africa)” projesi küresel terörizm ile mücadelede demokrasinin ve demokratikleşmenin rolünün altını kalın bir şekilde çizer.39 

Sadece ABD dış politika arayışında değil, yukarıda ifade edildiği gibi, AB’nin bilhassa genişleme stratejisi ve komşu ülkelere yönelik siyasetinde DBT etkisi görmek mümkündür. Liberal demokratik rejimlerle bir çeşit Avrupa güvenliğini sağlama siyaseti, yukarıda da ifade edildiği gibi, AB dış politika ve güvelik arayışlarına etkisi hissettirmiştir.40 

Ancak gerek DBT tartışmalarında gerekse de DBT’nin dış politikaya uygulanma konusunda Demokratikleşme Çalışmalarından yeterince yararlanmadığı görülmektedir. Daha doğrusu demokratikleşme sürecinin dinamiklerine yeterince eğilmediği görülmektedir. Bu konuda Uluslararası İlişkiler disiplini ile Karşılaştırmalı Siyaset ya da Demokratikleşeme Çalışmalarının bir araya yeterince gelmediği görülmektedir. Bununla birlikte, yakın zamanda, az da olsa bu konuda birkaç çalışmanın yapıldığını görmekteyiz. 

Transitiology ve Müdahaleci Liberalizmin Başarısızlığı ve Yeni Arayışlar 


Yukarıda genel hatları ile ortaya konulan “transitology” ile müdahaleci liberalizmin sentezinin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan karmaşık gerçekler karşısında teorik ve pratik alanlarda zorlanmaya başlandığı görülmektedir. DBT bağlamında Uluslararası İlişkiler literatürü Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkmaya başlayan iki büyük sorunla baş etmekte ve mevcut 
paradigma içinde kalarak teorik açıklamalar getirmekte zorluk çektiği görülmektedir. Öncelikle, Soğuk Savaş sonrasında karmaşıklaşarak daha fazla ortaya çıkmaya başlayan “hibrit rejimler” sorunu ve bir diğeri de demokratikleşme sürecinin karmaşık dinamikleri ve bunun uluslararası siyasete olan etkisi. 

“Demokratikleşme kolay bir zanaat değilmiş” ve Uluslararası Siyaset 


1990ların ikinci yarısından itibaren bazı bölgeler hariç bir çok bölgede demokrasi ye şöyle ya da böyle geçildiği ve genel seçimlerin yapıldığı görülmekle birlikte; artık demokrasiye geçilmenin tam olarak “demokratikleşme” olmadığı açıkça görülmeye başlanmıştır.41 Artık demokratikleşme çalışmaları daha karmaşık sorunlarla uğraşmaya başlamışlardır. Demokrasiye geçmek asla demokratikleş  me anlamına gelmemektedir. Huntington’ın ifadesi ile “ Üçüncü dalga demokrasileri ” nin birçoğunun demokrasiye geçseler dahi bu ülkelerdeki demokrasilerin birçok açıdan sorunlu olduğu, yeterince “derinleşemediği” veya “pekişemediği/ güçlenemediği” görülmeye başlanmıştır. Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte demokrasiye geçiş yapan birçok ülkelerde siyasal rejimlerin gittikçe melezleşme niteliği göstermeye başladığı görülmektedir. Bu nedenle, 2000’li yıllara doğru demokrasi çalışmalarının, diğer konular yanında, yoğunlaştığı iki çalışma alanı ortaya çıkmıştır: üçüncü dalga demokrasilerinin derinleşememesi; melez (hibrit) rejimlerin ortaya daha fazla çıkması. İkinci konunun bir özelliği de 20. ve 21. yy.da ortaya çıkan ve yaygınlık göstermeye başladığı düşünülen melez rejimlerin niteliklerinin ne olduğu tartışması son dönemde altı çizilmeye başlanmıştır. Hibrit rejimler konusunda 1990ların ikinci yarısından itibaren yayınlar yoğunlaşmaya başlamıştı. “Yarı-demokrasi” genel başlığı altında toplanabilecek bu rejimlerin en meşhur olanları şunlardır: “liberal olamayan demokrasi”,42 “delegasyoncu demokrasi”,43 “proto demokrasi”, 
“sınırlı demokrasi” ya da “düşük kaliteli demokrasi”.44 

Bu tanımlarda özellikle altı çizilen hususlar, seçim veya bazı demokratik kurumların varlığına rağmen bu rejimleri demokratik saymak birçok nedenden dolayı mümkün değildir. Bu nedenleri iki genel başlık altında toparlamak mümkün olabilir: Eğer çağdaş liberal demokrasilerinin iki genel boyutundan (demokratik katılım ve haklar ve özgürlükler) bahsetmek mümkünse,45 bu sorunlu rejimlerin sorunları da ya birinci boyutta (mesela bu rejimlerde sıkça görülebilen askeri vesayet sorunu) ya da ikinci boyutta (insan hakları ihlalleri sorunları gibi) ya da ve çoğu zamanda her iki boyutta birden görmek mümkündür. Bu sorunları, Huntington da “üçüncü dalga demokrasilerinin” birçoğunun paylaştığı ortak sorunlar olarak görmektedir.46 Carothers’in de ifade ettiği gibi “nerdeyse 100 ülke yakın zamanda demokrasiye geçmiş ülke olarak tanımlanırken, bunların çok azı, belki 20 den de az sayıda ülke” gerçek anlamda demokrasi yolunda ilerlemektedirler. Bu nedenle artık “geçiş paradigmasının sonu” ilan edilmiştir.47 

Demokratikleşme Çalışmaları, Uluslararası Barış ve Ardışıklık Tartışmaları 


DBT bağlamında demokratikleşme sürecinin dinamiklerinin de hesaba katılması ve bunun uluslararası sonuçları üzerine son yıllarda bazı çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Bu konuda, bu alanda tartışma koparan çalışma 2005’de yayınlanan Edward D. Mansfield ve Jack Snyder Electing to Fight: Why Emerging Democracies Go to War başlığı ile yayımlanmıştır.48 Mansfield ve Snyder esasen DBT’nin demokratikleşme dinamiklerine yeterince eğilmediği eleştirisi daha önce 1995 yılında da yapmıştır. 2005 çalışmasında bu eleştiri derinleştirilerek şu sonuca varılmaktadır: DBT ampirik olarak doğrudur.

 Ancak, yeni demokratikleşen bir ülke yerleşmiş demokrasiye sahip ülkelerden ve otoriter rejimlerden çok daha fazla savaşa yatkın bir ülkedir. Demokratikleşen ülkelerdeki bu savaşa yatkınlık, yazara göre, demokratik kurumsallaşmanın yeterince olgunlaşmadığı bir ortamda, güç mücadelesi içinde olan elitlerin halka ulusçu bir ideolojiyle yaklaşması ve neticede bu devletlerin uluslararası ortamda savaşa ve çatışmaya daha yakın olması ile ilgilidir. Bu nedenle, otoriter rejimleri demokratikleştirerek uluslararası barış ve güveliği sağlayacağını düşünen DBT dış politika uygulayıcıları büyük bir yanlışlık yapmaktadırlar. Yazarlara göre, demokratikleşme süreci uluslararası barış ve güvenlik açısından tehlikeli bir süreçtir ve pervasızca demokrasi tehlikeye yol açabilmektedir. Olması gereken demokratikleşmenin belli bir sıra, tertip ve düzen “sequence” ile birlikte olmasının gerekliliğidir. 

Buna göre, demokrasiye geçilmezden önce siyasal kurumsallaşmanın oturması gerekir. 

 Demokratikleşme sürecinin uluslararası sonuçları açısından oldukça kötümser bir manzara çizen yazarlar esasen bu konuda yerleşmiş bir geleneğin peşinde gitmektedirler. Bu olumsuz geleneğin büyük ölçüde Samuel Huntinton’ın Political Order in Changing Societies ve daha sonraki yazdıklarından esinlendiğini görülmektedir. 

 < Olması gereken demokratikleşmenin belli bir sıra, tertip ve düzen “sequence” ile birlikte olmasının gerekliliğidir. Buna göre, Demokrasiye geçilmezden önce Siyasal kurumsallaşmanın oturması gerekir. >


Doğrusu, Soğuk Savaş sırasında da demokratikleşme ile uluslararası güvenlik açısından endişe verici olduğu söylenen analizler çoğunlukla ABD menşeli akademisyenler tarafından ortaya konulmuştu. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder