ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 2
1. Bush’tan Obama’ya Kalan Sorunlu Miras:
Irak ve IŞİD’e Giden Yol
ABD Başkanı Barack Obama 2008’de göreve geldiğinde, Ortadoğu özelinde üç önemli sorunla karşı karşıyaydı. Bunlardan birincisi Irak’ta istenen istikrarın sağlanamaması ve ülkedeki yaklaşık 140,000 Amerikan askeri, ikincisi Afganistan operasyonu ve Irak işgali nedeniyle dünya genelinde ve Ortadoğu özelinde artan Amerikan karşıtlığı, üçüncüsü de İran’ın nükleer faaliyetleriyle ilişkiliydi.
Göreve geldiği ilk dönemde üç konuyla ilgili George W. Bush döneminden farklı bir politika izleyeceği sinyali veren Obama, önceliğinin Irak’taki Amerikan askerlerini çekmek olduğunu ifade etmiş ve bölgedeki Amerikan imajını yenilemek için George W. Bush döneminden farklı olarak daha ılımlı bir retorik kullanmaya başlamıştı. Irak savaşı ve Amerikan karşıtlığı gibi faktörlerin yanında yaşadığı ekonomik krizin de etkisiyle Ortadoğu’ya yönelik angajmanını düşürme ye başlayan Obama yönetimi, bir yandan genel savunma harcamalarında kesintiye giderken diğer yandan Irak’taki Amerikan askerlerinin çekilme
işlemlerinin 2011 Aralığında tamamlanacağını duyurmuştu. Başta Basra Körfezi olmak üzere Ortadoğu genelinde bir güç boşluğunun ortaya çıkmaması için, bölge ülkeleri ittifak ilişkisi çerçevesinde daha yüksek hacimli silah satışlarıyla
desteklenmeye başlanmıştı.
Bununla beraber, biri Irak iç siyasetindeki köklü dönüşüm, diğeri Arap baharı olmak üzere iki gelişme, ABD’nin yeni politikasını Ortadoğu bağlamında zorlamaya başlamıştır. Zira Amerikan askerleri Irak’tan çekilirken arkalarında istikrarlı bir Bağdat yönetimi bırakamamıştı. Nuri El-Maliki’nin özellikle 2010’da başlayan ikinci döneminde uyguladığı politikalar, Irak’ta zaten pamuk ipliğine bağlı dengeleri sarsmaya başlamıştı.
Bir taraftan Sünni Arapları sistemden dışlayan Maliki, diğer taraftan Kürt gruplarla petrol gelirlerinin paylaşımı ve ihtilaflı bölgeler konusunda sorunlar yaşamakta ve uyguladığı politikalardan diğer Şii gruplar da rahatsızlık
duymaktaydı.
Irak’ta güvenlik sorunları Maliki’nin politikalarından önce de bulunmaktaydı ancak bu durum
Maliki’nin kutuplaştırıcı politikaları ile süreklilik kazandı. Örneğin IŞİD’in henüz saha kontrolünü ele geçirmediği 2013 yılında Irak’ta gerçekleştirilen bombalı saldırılar sonucunda ayda ortalama 800’ün üzerinde Iraklı öldürülmekteydi.
Dolayısıyla Maliki yönetimi ve uygulamaları, Irak’taki bütün tarafların ortak bir uzlaşma zemini bulmasının önünde en önemli engeldi.
Ancak ABD, Irak’ta giderek kötüleşen bu durum karşısında angajmanını düşük düzeyde sürdürmeye devam etmiş, Maliki’ye karşı çıkmamış, hatta kerhen desteğini sürdürmüştü. ABD’nin bu politikası ülkedeki krizi derinleştiren önemli
bir faktör olarak rol oynamış ve ülkenin kırılganlığını arttırmıştı.
2. Arap Baharı,
Obama’nın Kırmızı Çizgilerive Suriye Obama yönetimi, Arap baharı ile başlayan Ortadoğu’daki dönüşüm sürecinin ilk aşamalarında da açık bir pozisyon almaktan çekinmişti. Nitekim 2010 yılının sonunda başlayan halk hareketleri sonucunda Tunus’ta ve Mısır’da iktidarlar değişmiş, Obama ise bundan yaklaşık altı ay
sonra 19 Mayıs 2011’de “bölgedeki değişim hareketlerini desteklediğini” belirtmekle beraber – Irak tecrübesine atıfta bulunarak- güç kullanma yoluyla yapılan rejim değişikliğinin zor ve maliyetli olduğunu da vurgulamıştı.1
Bu bağlamda Irak ve Afganistan’da yaşanan tecrübelerin etkisiyle, askeri müdahalelerle yapılan rejim değişikliklerinde ABD’nin artık öncü rolü oynamayacağı deklare edilmekteydi. Bir anlamda ilan edilmemiş bir Nixon doktrinine benzeyen ve güvenlik politikalarında Vietnam sendromunun gölgesinde gelişen düşük profilli Amerikan politikası, Libya’da Kaddafi güçlerine karşı düzenlenen askeri harekâtta da kendini göstermişti.
Zira Libya’da düzenlenen operasyonda “geriden liderlik” olarak ifade edilen pozisyonu takınan Obama yönetimi,2 daha önce olduğunun aksine bu operasyona öncülük etmemiş, geri planda kalarak sadece bazı taktik katkılarla destek vermeyi tercih etmişti.
Ortadoğu’daki değişimin kısa bir zaman dilimi içinde ve hızlı bir akışla gerçekleşmesi nedeniyle Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik dış politikası gerek bölgede gerekse Amerikan kamuoyunda ilk dönemlerde çok fazla sorgulanma mıştı. Ancak Suriye’de 2011 yılının Mart ayından itibaren başlayan halk hareketi ve sonrasında gelişen iç savaş, Amerikan politikalarının ciddi şekilde
sorgulanmasına yol açtı ve Obama pozisyonunu, kerhen de olsa revize etmek zorunda kaldı.
Bu çerçevede Esad rejiminin sivillere yönelik katliamları sonucunda henüz 2,000 Suriyeli hayatını kaybetmişken Obama ilk kez 2011 Ağustos’unda
“Esad’ın gitmesi gerektiğini” açık bir şekilde ifade etmiş, ancak bu söylemi retorikten ibaret kalmıştı. Sahada Esad güçleriyle çatışan muhaliflerin ve ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin en büyük beklentisi, ABD’nin uluslararası
bir koalisyon oluşturarak Esad yönetiminin sivillere yönelik katliamının durdurul ması veya en kötü ihtimalle muhaliflere askeri ve lojistik destek verilmesiydi. Ancak Obama yönetimi, bunun yerine sahadaki muhaliflere öldürücü olmayan lojistik yardım ve istihbari bilgi sağlamayı tercih etmişti.
Suriye’de ölü sayısının 20,000’in üzerine çıktığı ve sahadaki insani durumun giderek daha kötü bir hal aldığı 2012 yılında uluslararası toplumdan gelen ‘insani müdahale’ taleplerine karşı Obama, 21 Ağustos 2012’de yaptığı açıklamada,
Şam yönetimine yönelik doğrudan askeri müdahale için kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi olarak ilan etmişti.3 Bir anlamda Suriyelilerin
konvansiyonel silahlarla öldürülmesine müdahale etmeyeceğini ancak kimyasal silah kullanımına karşı çıkacağını açıklayan Obama’nın kırmızı çizgisinin çiğnendiği daha önceleri iddia edilse de, Esad rejimi tarafından 23 Ağustos 2013’te gerçekleştirilen Guta saldırısı, söz konusu kırmızı çizginin açık bir ihlali olmuştu. Bu kimyasal saldırı sonrasında Esad rejimine yönelik bir Amerikan müdahalesinin artık kaçınılmaz olduğu düşünülmekteydi.
Bu bağlamda müdahalenin Esad rejimine son vermek için mi yoksa sadece kimyasal silah stokunun ortadan kaldırılmasına yönelik mi olacağı tartışmaları
yaşanırken, Suriye’nin Kimyasal Silah Sözleşmesi’ne katılması ve elindeki kimyasal silahları teslim etmesi karşılığında Obama yönetimi müdahaleden vazgeçmişti. Bu dönemde BM verilerine göre Suriye’de ölü sayısının 100,000’in
üzerine çıktığı ifade edilmekteydi.
3. Radikalizmin Artması,
IŞİD ve ABD 2000’li yıllarda ortaya çıkan iki gelişme, Ortadoğu genelinde ve Irak ile Suriye özelinde radikal örgütlerin ve bu örgütlere katılımın artmasına neden olmuştur. Irak’tan başlamak gerekirse, 2003 Mart’ında yaşanan Amerikan işgali ve 2011 Aralığı’na kadar devam eden Amerikan askeri varlığı, daha önce Afganistan, Çeçenistan, Bosna gibi yerlerde savaş tecrübesine sahip yabancı savaşçıların Irak’a girmesine ve örgütlenmelerine neden olmuştu. Irak’ın işgaliyle beraber ülkenin “Sünni Arap” kimliğinin ortadan kalkması ve özellikle Sünni Arap kesimin yeni oluşturulan sistemden dışlanması, söz konusu örgütlere yerel katılımın artmasında önemli bir faktör olmuştu. Bu sorunun farkına varan ABD, Sünni grupları yeniden şekillenen sisteme entegre etmeye çalışmış, yerel aşiretlerle uzlaşma yoluna giderek desteklerini almış ve bu sayede söz konusu örgütlerin hareket alanlarını büyük ölçüde sınırlandırmıştı. Ancak Maliki yönetimi nin özellikle Amerikan askeri varlığının ülkeden çekilmesinden sonra uyguladığı politikalarla Sünni gruplar yeniden sistemden dışlanmaya başlamıştır. Bu durum ise Bağdat yönetimine karşı mücadele eden radikal örgütlere yerel katılımın ve desteğin artmasına neden olmuştur.
Nitekim birçok Sünni Arap, Maliki’nin politikalarına duydukları tepki nedeniyle bu örgütlere katılmasa bile en azından örgütlerle mücadele etmemiştir.
Suriye’ye bakıldığında ise radikal örgütlerin sayısının ve etkisinin artması, Suriye’deki iç savaşın uzamasıyla doğru orantılı bir seyir izlemiştir.
Zira Suriye’de halk hareketinin başladığı 2011 yılı içinde ülkede sayıları yüzlerle ifade edilen yabancı savaşçı bulunmaktaydı. Bunlar arasında daha ziyade Arap baharındaki dönüşümün yaşandığı Libya, Tunus ve Mısır’dan gelenler ço-
ğunluğu oluştururken, El-Kaide ile ilişkili olan veya El-Kaide gibi örgütlerin çizgisine sahip kişi sayısı oldukça sınırlıydı. Ayrıca ilk aylarda yabancı savaşçılar ın çoğunun temel motivasyonu Esad rejiminin devrilmesiydi. Çünkü bu kişiler
Suriye’ye kendi ülkelerinde yaptıkları devrimin benzerini gerçekleştirmek için gelmişti. Bu nedenle ilk dönemde Esad karşıtı gruplar birbirlerine saldırmaktan ziyade Esad güçlerine karşı mücadele etmekte ve bu mücadelede zaman zaman
işbirliğine gidebilmekteydi.
Bununla beraber, muhalif grupların kendi içindeki örgütlenme sorunları, ülke dışından bekledikleri silah ve lojistik desteği alamamaları, Esad rejiminin bilinçli bir şekilde uyguladığı politikalar ve dışarıdan El-Kaide zihniyetine sahip daha
fazla kişinin gelmesi ile beraber Suriye’de radikal örgütlerin etkisi giderek artmaya başlamıştır.
Bu noktada muhaliflerin askeri ve lojistik destek alamaması, buna karşılık radikal örgütlerin hem askeri hem finansal açıdan üstün durumda bulunmaları
ve Esad rejiminin uyguladığı bilinçli politikaların etkili olduğunu vurgulamak gerekir.
Zira savaşma kabiliyeti yüksek, silah donanımı iyi ve finansal açıdan mensupları nı tatmin eden radikal örgütler, özellikle bazı bölgelerde saha hâkimiyeti ni ele geçirmekte zorlanmamış ve Esad rejiminin hareketsizliği de bu örgütlerin
sahada elde ettikleri başarılarda önemli bir rol oynamıştır.
Esad rejimi, bu örgütlerle doğrudan mücadele etmek yerine daha ziyade Özgür Suriye Ordusu’nun üzerine gitmeyi tercih etmiş ve bu durum da kaçınılmaz olarak söz konusu örgütlerin sahadaki kazanımlarını pekiştirmelerine yol açmıştır. Ilımlı muhalefet ise büyük ölçüde Suriye Ordusu’ndan kaçan askerlerin beraberlerinde getirdiği silahlarla ve dışarıdan alabildikleri sınırlı silah ve mühim mat desteğiyle hem Esad güçlerine hem de bu örgütlere karşı mücadele etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Suriye’deki iç savaşın uzamasıyla hem ülkeye gelen yabancı savaşçı sayısı artmış hem de ılımlı muhalefetin büyük ilerlemeler kaydedememesi nedeniyle radikal örgütlere yerel katılım artmıştır. Bu örgütler içindeyse hareket tarzı ve etkisi açısından IŞİD ön plana çıkmıştır.
Buradan hareketle radikal örgütlerin gerek Irak gerekse Suriye’de etkisini arttırması, aslında öngörülemeyen bir gelişme değildi. Bu durum, öngörülebilir olduğu gibi, önlenebilirdi. Nitekim Irak’ta Maliki’nin kutuplaştırıcı ve özellikle
Sünni Arapları sistem dışına iten politikaları önlenebilseydi, IŞİD’e yerel halk desteği günümüzdeki kadar olmaz ve IŞİD Irak içinde harekete geçmeye çalıştığında, ciddi bir Sünni Arap muhalefetiyle karşılaşırdı. Öte yandan, Suriye’de ılımlı muhalefet desteklense ve Esad rejiminin gerçekleştirdiği katliamlara karşı yaptırımlar uygulanabilseydi, IŞİD’in sahada kalıcı kontrolü
söz konusu olmaz, örgüte özellikle yerel katılımlar düşük düzeyde kalabilirdi. Ancak Obama yönetimi, Irak ve Suriye’de radikalizmin artması sürecinde, genel Ortadoğu politikasıyla uyumlu olarak sürece müdahil olmamış ve deyim
yerindeyse seyirci kalmıştır. Bu noktada sürece müdahil olmaktan kastedilen, Suriye ve Irak’ta Amerikan askeri müdahalesi değildir. Zira bu noktaya gelmeden çok sayıda politika alternatifi bulunmaktaydı ve bunlar uygulanmış olsaydı, bugün IŞİD’in söz konusu ülkelerde ve bölge genelinde oluşturduğu tehdit konuşulmayacaktı.
4. IŞİD’le Mücadele Stratejisinin Arka Planı,
IŞİD her ne kadar Irak kaynaklı ortaya çıksa da, esas kazanımlarını Suriye’de elde etmiş ve 2014 Haziran’ında Musul’u işgaliyle beraber Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerinde saha hâkimiyetini ele geçirmiştir. IŞİD’in Suriye’de kontrolü altında
bulundurduğu topraklar, muhaliflere yönelik saldırıları ve Irak’ta gerçekleştirdiği katliamlar ilk aşamada ABD ve uluslararası toplumun gündeminde fazla yer bulmamıştı. Bununla beraber, IŞİD’in Irak’ta ilerleyişini sürdürmesi ve ülkedeki etnik ve dini gruplara karşı gerçekleştirdiği katliamlar, kafa kesme şeklindeki infaz görüntüleriyle beraber IŞİD tehdidi konusunda farkındalığın artmasına neden olmuş ve Obama yönetimini harekete geçirmiştir. Nitekim hâlihazırda Nuri El-Maliki’nin politikaları nedeniyle parçalanmanın eşiğine gelen Irak’taki
istikrarsızlık, IŞİD’in ilerleyişiyle beraber farklı bir noktaya gelmişti. Bunun üzerine ABD, Irak’ı parçalanmadan kurtarmak için daha önce kerhen destekledi ği Maliki’den desteğini çekmiş, Sünni Arap ve Kürt grupların desteğini almak
amacıyla yeni bir başbakan belirlenmesi sürecini desteklemiştir. Bu bağlamda 30 Nisan 2014’te yapılan seçimlerden üç ay sonra Fuad Masum Cumhurbaşkanı olarak seçilebilmiş ve yeni Irak hükümeti yoğun pazarlıklar sonucunda seçimlerden ancak 5 ay sonra 2014 yılının Eylül ayında kurulabilmiştir.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder