Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2021 Salı

PROPAGANDA VE PSİKOLOJİK HAREKÂTIN ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ETKİLERİ

 
PROPAGANDA VE PSİKOLOJİK HAREKÂTIN ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ETKİLERİ




Doğan AÇAR*
* Doğan AÇAR, Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf Öğrencisi, Karabük Üniversitesi, Karabük, Türkiye                    
E-Posta: doganacar71@gmail.com

ÖZET
       Bu çalışma, propaganda ve psikolojik harekâtın, iletişim ve ulaşım olanaklarının gelişmesiyle çok daha önemli hale geldiği I. Dünya Savaşı’ndan; neredeyse diplomasinin yerini aldığı Soğuk Savaş Dönemine ve günümüze kadar gelişimini, uluslararası ilişkilerdeki etkilerini incelemektedir. Çalışmada propaganda ve psikolojik harekâtın uluslararası ilişkiler literatüründeki yeri bağlamında uluslararası sistemde hegemon güç veya söz sahibi olmak isteyen devletlerin hem kendi halkına hem de hedef devletlerin halklarına karşı uyguladıkları psikolojik harekâtların, bunun yanı sıra adeta politik reklamcılık şeklinde icra edilen propagandaların uluslararası ilişkilere nasıl etki ettiğini ve bunların çeşitleri irdelenmiştir.19. ve 20. yüzyılda kitle iletişim araçlarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması ile küçülen dünyada propaganda ve psikolojik harekâtların menzilinin genişlemesi ve 21. yüzyılda da bu gelişmelerin hız kazanarak devam etmesi propaganda ve psikolojik harekâta doğru orantılı olarak hız kazandırmıştır. Günümüzde özellikle sosyal medyanın yaygınlaşması ve uluslararası veya ulusal olaylara konu olması propaganda ve psikolojik harekâta yeni icra alanları kazandırmıştır. Öyle ki Arap Baharı’nın sosyal medya propagandaları ile çok kısa sürede, çok geniş kitlelere yayılmış, etkili olmuş ve hatta ulusal meseleler, uluslararası sorunlara bile dönüşmüştür.   
Ayrıca uygulanan bu tip operasyonlar aracılığıyla uluslararası sistemde hegemon güç olmak isteyen devletlerin kamuoyu oluşturma çabası içerisinde oldukları ve kendi politikaları çerçevesinde birey ve toplulukları yönlendirerek kazanımlarını arttırmaya veya korumaya gayret ettikleri savunulmuştur.   

1.GİRİŞ

   Başat güçler arasında tarihteki son silahlı büyük savaşın II. Dünya Savaşı olduğu düşünülmektedir. II. Dünya Savaşı sonrasında; gerek Soğuk Savaş Dönemi, gerekse Soğuk Savaş sonrası dönemde ya bölgesel çatışmalar yaşanmış ya da asimetrik savaş dediğimiz gayrinizami harp teknikleri kullanılarak hegemon güç olma mücadeleleri devam etmiştir. Bunun sebebi artık nükleer silahlarında geliştirilmesi ile savaşların yıkıcılığının artmasıdır.

   Asimetrik savaş açısından son derece önemli yeri olduğu düşünülen psikolojik harekât ve propagandanın devletlerin istihbarat teşkilatları, medya veya kamu kurumları aracılığı ile nasıl yürütüldüğü, tarihsel örnekleri ile bunları inceleyip, uluslararası ilişkilere nasıl etki ettiklerine bakarak gelecekteki öneminin ne olacağı araştırılmıştır. Bu bağlamda öncelikle psikolojik harekât ve propagandanın ne demek olduğunu bilmemiz gerekir.

2.PSİKOLOJİK HAREKÂT VE PROPAGANDA 

2.1. Psikolojik Harekât Nedir ?

   Psikolojik harekât, hedef devlet veya ordunun moralini ve stratejisini bozmaya, onu caydırmaya ve direncini kırmaya yönelik olarak sıcak savaş veya soğuk savaş dönemlerinde yürütülen faaliyetler bütünüdür. “Psikolojik harekâtın genel olarak amacı; hedef unsurlarda, harekâtı yürüten taraf hakkında olumlu bir düşünce alt yapısı oluşturmak, taraftarlar kazanmak ve karşıt grupları zayıflatmaktır. Bir diğer deyimle psikolojik harekât, ideolojik düzeyde yürütülen propagandaların karşılıklı olarak etkinliğini artırmayı veya azaltmayı amaçlar.”(Tezsever,2015:63)
   Psikolojik harekâtla ilgili ünlü Çinli General Sun Tzu’nun yaklaşık 2500 yıl önce yazdığı Savaş Sanatı isimli eserinin; 1910 yılında Thomas Cleary tarafından derlemesi ve çevirisi olan Savaş Sanatı (The Art Of War) isimli eserinde “III. Bölüm: Savaşta Strateji” bölümünde psikolojik harekâtın öneminden şöyle bahsedilmektedir: “(…) savaşların tümünde savaşarak zapt etmek en üstün başarı demek değildir. Üstün başarı düşmanın direncin savaşmadan kırmaktır. ”(Cleary,2008:49) Ayrıca, II. Dünya Savaşı’nda Müttefikler Başkomutanı olan “General Eisenhower, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, ‘Askerî bilimlerde yaşadığımız en büyük değişim, psikolojik savaşın belirli ve tesirli bir silah olarak gelişmesi dir’”(Tarhan,2014:11) demiş, diğer yandan “ünlü düşünür Gustave Le Bon ‘eğer iyi kullanılırsa psikolojinin dökümhanelerinde dünyanın en güçlü toplarından daha etkili silahlar dökülebilir” (Özdağ,2008:228) demiş ve psikolojik harekâtın önemini bu sözleriyle belirtmişlerdir.

   Görüldüğü üzere tarihte çok eskilerde düşman orduyu sindirmek, korkutmak veya içerisinde bölünme ve çözülmelere yol açmak için yapılan psikolojik harekât faaliyetleri, özellikle 19. yüzyıldaki iletişim ve ulaşım alanında yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte artık sadece düşman ordu üzerinde değil geniş halk kitlelerini ve düşman siyasi otoritelerini de menzilline almıştır. 20. ve 21. Yüzyıllarda yaşanan teknolojik gelişmelerle ve kitle iletişim araçlarıyla menzilini genişletmiş olan psikolojik harekât bu defa hız ve etkinlik kazanmıştır. I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin, Osmanlı tebaası olan Araplara yönelik uygulamaya koyduğu “bağımsızlık” propagandası sonuç vermiş ve stratejik avantaj bağlamında hilafet gücüne güvenen Osmanlı yönetimi ve cihat anlayışı ile savaşan Osmanlı Ordusu beklenmedik bir şekilde demoralize olmuş ve savaş stratejilerinin bozulmasına yol açmıştır. Yaklaşık yüz yıl önce icra edilmiş bu psikolojik harekâtın etkileri günümüzde bile Türk Toplumunun üzerinde halen devam etmektedir.
   Psikolojik harekâtın günümüzdeki uygulama alanına örnek teşkil etmesi açısından Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarat teşkilatı olan ‘Central Intelligence Agency (CIA)’ bünyesinde bulunan Planlar Yar Direktörlüğü (Deputy Director Plans)/Gizli Harekât Grubu, “CIA’nın bütün dünyadaki işçi, gençlik, öğrenci, serbest meslek, haber, basın ve yayın kuruluş ve dernekleriyle ilişkilerine bakar. Yarı askeri operasyonlar düzenler ve psikolojik savaşları yürütür.”(Tezsever,2015:97) Psikolojik harekâtın en etkin silahlarından birisi propagandadır.(Tarhan,2014:33)

2.2. Propaganda Nedir ve Propagandanın Türleri Nelerdir ?  

   Propaganda,  Latince’de “yayılması gereken” anlamına gelen “propagare” kelimesinden türemiş bir kelimedir. Propaganda, bir düşünce veya öğretiyi sözlü, yazılı, görsel ve benzeri yollarla başkalarına tanıtma, benimsetme ve yayma çabalarıdır.(TDK,2016) Propaganda da amaç, bir düşünce veya öğretiyi belirli bir kitleye aktarıp benimsetmek; bunun sonucunda hedef kitlenin davranışlarını ve düşüncelerini etki altına alarak istenilen görüş doğrultusunda yönlendirebilmektir. Propaganda, politik reklamcılık olarak da adlandırılabilir; örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin 20 Mart 2003’te başlattığı Irak Harekâtı öncesinde Voice of America – VOA ( Amerika’nın Sesi ) Radyosu bölgede Saddam rejimini kötüleyerek Irak Halkı’nın demokrasiye layık bir halk olduğunu vurgulamış ve halk nezdinde Saddam rejimini gayri meşrulaştıran bir propaganda uygulamıştır. Aynı propagandayı uluslararası kamuoyuna karşı uygulamış, Irak’a yönelik dış politikasını reklam etmek amacıyla harekâtın sebebi olarak hem 11 Eylül 2001 Terör Saldırıları sonrasında dünyada büyük yankı bulan küresel terörle mücadele amacını hem de Saddam’ın nükleer silah geliştirmesinin engellenmesi amacını taşıdığını ve harekâtı daha da meşrulaştırmak için Irak Halkı’nın demokrasi ve barış içinde, insan haklarına saygılı bir yönetime kavuşmasının sağlanmasının gerekliliğini savunmuştur. Nevzat Tarhan’a göre; beş tür propaganda mevcuttur.(Tarhan,2014:34)        
  
     1.   Beyaz Propaganda
     2.   Siyah (Kara) Propaganda
     3.   Gri Propaganda
     4.   Silahlı Propaganda
     5.   Karşı Propaganda
 

2.2.1. Beyaz Propaganda :

    Bu tür propagandalar açıktan yapılan ve kaynağın kendisini gizlemediği bir propaganda türüdür. Bu tür propagandalarda yalan haberlere ve iftiralara yer verilmez.  “Beyaz propagandanın malzemesi haberdir. Hasım tarafın hatalarını, suiistimallerini malzeme olarak kullanırlar. Bu malzemenin ne zaman, ne şekilde, nasıl ve hangi ölçüde kullanılacağı iyi planlanmalıdır.”(Tarhan,2014:35) Yayılan haber, rivayet ve görüşler doğruluğunu ortaya koydukça ve teyit edildikçe bu tür propagandaların etkisi artar, amacına ulaşması kolaylaşır ve hız kazanır. 
   Beyaz propagandalarda genelde kabul gören meşru konuları ele alır. Bu nedenle bu tür propagandaların kaynaklarında demokratik ortamın mevcut olması avantaj sağlar, genellikle “gelişmiş demokratik ülkelerde bu tür propaganda yöntemine sıkça başvurulur.”(Ziyaoğlu,1963:41) 

 
2.2.2. Siyah (Kara) Propaganda :

    Bu tür propaganda faaliyetleri olabildiğince gizli yürütülen ve kaynağın kendisini gizlediği bir propaganda türüdür. Bu tarz propagandalarda iftira, yalan haber, çarpıtma gibi benzeri ahlak dışı (politik etiklik bağlamında) yöntemler kullanılarak icra edilir. “Kara propagandanın ana amacı, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.”(Tarhan,2014:40)
   
2.2.3. Gri Propaganda :

   Bu tür propagandaların kaynağı ve doğruluğu tam olarak belli değildir. Güvenilir olmamakla birlikte yalanlanması da mümkün olmamaktadır. Çeşitli rivayetlerin yayılması ile yapılan bu tarz propagandalarla amaç hedef kitlenin kafalarında soru işareti oluşturarak, beyinlerde şüphe tohumları oluşturmaktır.  “Bu tarzda genellikle doğru bir olaya genellikle on tane yalan sokulup muhatabı küçük ve gülünç duruma düşürmek amaçlanır. Senaryo iyi yazılmışsa eğer; ‘rivayetler’ dilden dile dolaşır.”(Tarhan,2014:36)

  2.2.4. Silahlı Propaganda :

  Genellikle terör örgütleri gibi paramiliter grupların kullandığı bir propaganda türüdür. Bu propaganda türünde adından da anlaşılacağı üzere çeşitli silahlı veya bombalı eylemlerle hedef devlet yönetimi ve hedef kamuoyunu korku ve çaresizlik içerisine sürükleyerek istenilen menfaatlere ulaşılmaya çalışılır. “Basın için sıradan olayların haber değeri yoktur. Sıra dışı, aykırı olaylar medya için ‘rating’ yükselticidir ve yaşamsal gıda niteliği taşır. Teröristler sıra dışı, çarpıcı olaylar planlayarak medyanın, dolayısıyla halkın ilgisini kendi üzerlerine çekerler.” (Tarhan,2014:41-42)

  2.2.5. Karşı Propaganda :

  Aleyhte icra edilen propagandayı bertaraf etmek, etkisizleştirmek veya hem etkisizleştirip hem de etki altına alma amacıyla yapılan bir propaganda türüdür. Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a göre; karşı propagandanın icra ediliş şekli bakımından çeşitleri vardır. Bu karşı propaganda şekilleri şunlardır: (Tarhan,2014:49)
 Erken Karşı Propaganda: Hasım tarafın propaganda malzemesi olarak kullanabileceği ön görülen veya yapılan istihbarat faaliyetlerinin değerlendirilmesi sonucu bu kanıya varılan konuları istismar ederek hasım tarafın elindeki kozu çürütmek ve henüz hamle yapılmadan o hamleyi boşa çıkarmak için yapılır.
 Doğrudan Karşı Propaganda: Propagandistin ve yapılan propagandanın dikkate alındığı açıkça belli edilerek direkt iddianın reddi ile yapılan bir karşı propaganda yöntemidir. Aleyte olan iddianın tekrarlanması ve çelişki durumlarının oluşması açısından risklidir.
 Dolaylı Karşı Propaganda: Adından da anlaşıldığı üzere; doğrudan karşı propagandanın uygulanış biçimi bakımından tersidir. Yani söz konusu karşı tarafın dikkate alınmadığı izlenimi vererek ima yoluyla propagandasına karşı koyma yöntemidir.
 Hedef Şaşırtan Karşı Propaganda: Aleyhte propagandaya maruz kitlelerin dikkatlerinin başka noktalara çekilmesiyle söz konusu propaganda etkisiz hale getirilir.

2.3.Propaganda ve Psikolojik Harekâtın Tarihteki Uygulamalarına Dair Bazı 

Örnekler :

   Propaganda ve psikolojik harekâtın tarihte birçok örneği mevcuttur ancak uluslararası ilişkiler bağlamında bakılacak olursa birkaç örnek var ki gerçekten dikkate değerdir. Örneğin; Rönesans ve Reform hareketlerinin hız kazandığı Avrupa’da Protestanlığın önemli isimlerinden Martin Luther, Papa ve Katolik Kilisesi’nin üstünlüğüne son vermek için başlattığı hareketine taraftar toplamak amacıyla; Kilise’nin Müslüman Türklere karşı son derece başarısız olduğunu, Kilise’nin öğretilerinin Avrupa’yı ve Hristiyanlığı karanlıkta bırakan birer dogmalardan ibaret olduğunu ve buna son verilmezse Avrupa’nın ilerleyemeyeceğini ve Türklerin durdurulamayacağını öne sürmüştür. Luther’in bu aykırı hareketinin Avrupa’da yankı bulması ve taraftar toplaması, propagandasının başarıyla sonuçlandığının göstergesidir. Ama asıl önemli olan; Luther’in propagandasının, Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında Otuz Yıl Savaşları’na yol açması ve modern uluslararası ilişkilerin milâdı kabul edilen Westphalia Düzeni’nin ortaya çıkmasına yol açmasıdır.

   II. Dünya Savaşı sırasında Japonların, Amerika Birleşik Devletleri’nin Pasifik’teki askeri üssü Pearl Harbour’a saldırısı sonucu ABD’nin ağır kayıplar vermesi Amerikan kamuoyunda travmaya yol açması ile ABD yöneticileri bu saldırıyı bir propaganda malzemesi olarak kullanmış ve o zamana kadar aralarında savaş karşıtlarının da bulunduğu Amerikan kamuoyunu Mihver Devletlere karşı savaşma konusunda birleştirmiştir. ABD bu propagandayı uluslararası kamuoyuna yönelikte uygulamış ve Japonya’nın atom bombası ile vurulmasını meşrulaştırmayı amaçlamıştır.

   ABD’nin Japonya’ya karşı atom bombasını kullanmasının sonucu olarak dünyanın yeni tanıştığı ve son derece yıkıcı olan bu silah, müthiş bir caydırıcı etki yaratmış ve tüm dünyada psikolojik bir baskı oluşturmuştur. Bu baskıdan kurtulmanın yolunun; bu silaha sahip olmak olduğunu fark eden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, çalışmalarını nükleer silahlar üzerine yoğunlaştırmıştır. Sonrasında ABD ile SSCB arasında başlayan Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün “ilk vuruş kapasitesi” esasına göre nükleer silahlanma yarışları; karşılıklı bir psikolojik harekât örneğidir. Ancak bir yerden sonra oluşan psikolojik baskı o kadar büyümüştür ki tüm dünyayla birlikte hem ABD’yi hem de SSCB’yi de etkisi altına almıştır. Buna “Dehşet Dengesi” de denilmektedir. 1962’deki Küba Krizi’nde her iki gücünde savaşmayı göze alamaması; ki bu karşılıklı yok oluş demekti, bunun en somut örneğidir. Soğuk Savaş döneminin sonlarına doğru bakılacak olursa nükleer silahlanma yarışının uzaya da taşındığını görmekteyiz. Ancak 1980’de ABD Başkanı Ronald Reagan’ın açıkladığı ve “Yıldız Savaşları” olarak da bilinen “Stratejik Savunma Girişimi” ekonomik ve siyasi olarak zor günler geçiren rakip SSCB’yi zor duruma sokmuş ve SSCB, rakibinin bu hamlesine cevap verememiştir.

  Soğuk Savaş döneminde ABD ideolojik reklamını yapmak amacıyla propaganda aracı olarak Hollywood filmlerini etkin biçimde kullanmıştır.(Nye,2005:25) Örneğin; Rocky IV (1985) filminde, baş rol oyuncu Rocky Balboa (Sylvester Stallone) hem kendi hem de ülkesinin onuru için mücadele verir. Rakibi ise SSCB’nin boksörü Ivan Drago (Dolph Lundgren)’dur. Filmde önce rakip yüceltilmiş olsa da Rocky azimle verdiği mücadeleyi kazanmasını bilir ve hatta Rocky’nin zaferi sonucu Sovyet taraftarlar bile Rocky’i ayakta alkışlarlar. “Rocky herkese teşekkür eder ve kısa bir konuşma yapar. Konuşmasının en sonunda Ben değişebiliyorsam sizde değişebilirsiniz, herkes değişebilir diye bağırır. Bunun üzerine Sovyet Genel Sekreteri (Başbakan) ayağa kalkarak Rocky'i alkışlar ve diğer politbüro üyeleride alkışlamaya başlarlar.” (Wikipedia,2016) Benzer propaganda, Rambo serisinde ve dönemin diğer Hollywood filmlerinde de görülmektedir.

  Daha yakın tarihlere bakılacak olursa; 2010 yılında Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” olarak adlandırılan sivil halkın “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” taleplerini içeren hareketin sosyal medya üzerinden yürütülen kampanyalarla taraftar toplaması ve birkaç ay içinde Arap coğrafyasındaki hemen hemen aynı ekonomik ve siyasi durumları barındıran birçok ülkeye yayılması, kitle iletişim araçlarının gelinen son noktadaki etkilerini gözler önüne sermektedir.
  Günümüzden bir örnek vermek gerekirse; Suriye’de ve Irak’ta varlık gösteren bir terör örgütü olan IŞİD’in Avrupa’daki şiddet eylemleri, birçok Hristiyan-muhafazakâr partiler tarafından propaganda malzemesi yapılmak suretiyle Avrupa’da yaşayan Müslümanları bir anda Avrupa kamuoyu nezdinde sakıncalı insanlar grubuna oturtmuş Avrupa’da İslamofobi ve İslam karşıtı hareketler hız kazanmıştır.  

 3. SONUÇLAR VE ÖNERİLER

  Psikolojik harekât ve propagandanın varlığı çok eski tarihlere dayanır. Tarih boyunca; gerek I. Dünya Savaşı, gerek II. Dünya Savaşı ve gerek Soğuk Savaş dönemlerinde, uluslararası sistem yeniden şekilleniyorken hegemon güç olmak isteyen veya başat güçler arasına girmek isteyen devletlerin, psikolojik harekât ve propagandayı yöntem olarak seçtiği tarihten örneklerde sabittir.

  Tarih boyunca şekil, hız ve etkinliği gelişen psikolojik harekât ve propagandanın özellikle kitle iletişim araçlarının ilerlemesi ve küreselleşen dünyanın; deyim yerindeyse büyük bir köye dönüşmeye başlaması; günümüzde önemli yere sahip olmasını açıkladığı gibi, gelecekte de büyük önem arz edeceğinin açık bir göstergesidir. Bu tespit, kitle iletişim araçlarının sahip olunmasını önemli kıldığı gibi mümkün mertebe kontrolünün de sağlatılması hususunu ortaya çıkarmakta dır. Psikolojik harekâtın silahı propaganda; propagandanın başlıca silahı kitle iletişim araçlarıdır. Sadece saldırı silahına sahip olmak yetmez; aynı silahla gerçekleştirilecek bir saldırıya karşı da etkili bir savunma mekanizması geliştirilmelidir. Tıpkı füzelere karşı füze savunma sistemi gibi.

  Günümüzde internetin, kullanılan en yaygın, en hızlı kitle iletişim aracı olması, ülkemizin genç bir demografik yapıya sahip olması ve Türkiye de genç nüfusla doğru orantılı olarak internet kullanımının yıllar boyunca sürekli artan trende sahip olması ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2015 yılının Nisan ayı verilerine göre internet erişim imkânına sahip hanelerin oranının %69,5 olarak gerçekleşme si bize Türkiye’nin olası bir psikolojik harekâta açık hedef olduğunu göstermekte dir.(TÜİK,2016) Bu konuda ülkemizde  “iletişim güvenliği” konusunda bir kuruluş olarak 2005 yılında Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın kurulması ve 2007 yılında internet içeriklerinin düzenlenmesi hususunda yetkilendirilmesi bu hususunun ülkemizde de önemsendiğinin örneğidir.(TİB,2016) Unutulmamalıdır ki; devletler geçmişte olduğu gibi gelecekte de kazanımlarını artırmak veya korumak için psikolojik harekât ve propagandayı kullanmaya devam edeceklerdir. Bunun için psikolojik harekât ve propagandanın hem yöntemini hem araçlarını hem de karşı koyma kapasitelerini geliştirmek üzere teknoloji ve uzay araştırmaları, istihbarat, kamu diplomasisi ve siber güvenlik alanlarında faaliyetler artırılabilir. Bu konuda üniversiteler ve çeşitli ar-ge kuruluşları ise bu alanlardaki faaliyetleri bilgi ve insan kaynakları bakımından besleyerek destek görevi icra edebilir. Ayrıca olası bir psikolojik operasyona karşı alınacak tedbirler ve karşı-harekât faaliyetlerinin detayları hakkında, hükümet ve konunun uzmanları tarafından eylem planı oluşturulabilir.

KAYNAKÇA

1.Cleary, T. (2008). Savaş Sanatı. (Çev.A.Demir). 3.Baskı. İstanbul: Kastaş Yayınları
2.Nye, J. S. (2005). Yumuşak Güç. Ankara: Elips Kitapları
3.Özdağ, Ü. (2008). İstihbarat Teorisi. Ankara: Kripto Yayınları
4.Tarhan, N. (2014). Psikolojik Savaş. 20. Baskı. İstanbul: Timaş Yayınları 
5.TDK. (2016). Büyük Türkçe Sözlük. Erişim Tarihi: 15.04.2016, http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5717f3dd4387b7.17428367
6.Tezsever, S. (2015). Milli Güvenliğimiz İçinde İstihbarat. 3. Baskı. İstanbul
7.TİB. (2016). Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı Hakkında Genel Bilgiler. Erişim Tarihi: 18.04.2016 http://www.tib.gov.tr/tr/tr-menu-2-genel_bilgiler.html
8.TÜİK. (2016). Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması (2015). Erişim Tarihi: 18.04.2016. http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=18660
9.Wikipedia. (2016). Kategori:Soğuk Savaş Filmleri: Rocky IV. Erişim Tarihi: 17.04.2016. https://tr.wikipedia.org/wiki/Rocky_IV
10.Ziyaoğlu, R. (1963). Propaganda Sanatı. İstanbul: Halk Basımevi
***

15 Şubat 2018 Perşembe

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 5

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 5




Levitsky ve Way’a göre “yarışmacı otoriterlik” dünyada yaygınlaşmaktadır ve demokratikleşmeye de dirençlidir. Yazarlar, bu konuda, Putin döneminde Rusya, Meciar döneminde Slovakya, Gürcistan, Sırbistan ve Malezya gibi devletleri örnek olarak göstermektedir. 60 

Uluslararası İlişkiler yazını, hibrid rejimler ile uluslararası siyaset ilişkisi üzerinde çok az durmuştur. Daha önce de ifade edildiği gibi, Uİ disiplinin yoğunlukla tartıştığı husus demokratik barış teorisinin iddiaları ve karşı iddialar olmuştur. 
Bu açıdan bakıldığında, hem melez rejimlerin mahiyeti ve uluslararası sonuçları hem de demokratikleşme sürecinin kendisinin uluslararası sonuçları üzerine yeterince durulmadığı rahatlıkla iddia edilebilir. Oysaki, Freedom House’un 2014 
verilerine göre, son dönemlerde hibrit şeklinde tanımlayacağız otoriteryan rejimlerde belirgin bir artış yaşanmaktadır.61 
Bu durumun uluslararası neden ve sonuçları, UI disiplinin araştırma gündemine daha fazla girmesi gerekmektedir. 

Diğer yandan, acaba rekabetçi otoriterlik gibi yeni tür otoriterliğin uluslararası sonuçları ne olabilir? Örneğin, Levitsky ve Way tarafından “yarışmacı otoriter” rejimler arasında gösterilen Rusya’nın son Ukrayna/Kırım konusunda agresif bir siyaseti tercih etmesinde içerdeki siyasi rejimin doğasının etkisi olabilir mi? Bu ve buna benzer sorular artık uluslararası ilişkiler alanında daha çok sorulmalı ve bu konuda araştırmalar yapılmalıdır. 

Sonuç 

Soğuk Savaş’ın bitiminde dünyayı kaplayan liberal/demokrat coşkuyu gerilerde bırakalı uzun bir zaman oldu ve bu zaman içinde hem demokratikleşme sürecinin ilk başta tahmin edilenden daha karmaşık olduğu, hem de “geçiş dönemi” olarak görülen yarı-demokratik ya da yarı-otoriteryen yönetimlerin aslında oldukça dayanıklı oldukları ortaya çıktı. Diğer yandan, 21.yy’da girdiğimiz bu zamanlarda, yeni tür otoriter rejimlerin daha sofistike bir şekilde ortaya çıkmaları da dikkate şayandır. Adına ister “modern otoriterlik”, ister “seçimli otoriterlik” isterse de “yarışmacı otoriterlik” densin belli bir otoriterliğin gelişmeye başladığı görülmektedir. Şu halde, siyasi rejim-uluslararası politika ilişkilerini inceleyenlerin işi artık daha zordur. Diğer yandan, yalnızca iç siyasi dinamiklere dayanılarak yapılan demokrasi analizlerin günümüzde vuku bulan siyasi gelişmeleri açıklamada yeterli olmadığı da aşikârdır. O halde, bu makalede önerildiği gibi, uluslararası ilişkiler literatürü ile demokratikleşme çalışmalarının entegrasyonuna yönelik yeni eserlerin ortaya konulması araştırmaların açıklayıcı kavramsal gücünü şüphesiz arttıracak önemli bir faktördür. 

Son Notlar 


1 Larry Diamond ve Marc Plattner, The Global Resurgence of Democracy, Baltimore, The Johns Hopkins University Press, 1993. 

2 Eva Bellin, “The Robustness of Authoritarianism in the Middle East Exceptionalism in Comparative Perspective”, Comparative 
Politics, Cilt 36, No 2, 2004, ss. 139-157. 

3 Bu olaylar yeni bir akademik yazın üretmeye başlamıştır, örneğin, Hamid Shadi, Temptations of Power: Islamists and Illiberal 
Democracy in a New Middle East, Oxford, Oxford University Press, 2014; Larry Diamond ve Marc F. Plattner, Democratization 
and Authoritarianism in the Arab World, Baltimore, Johns Hopkins University Press, 2014; Kamran Bokhari ve Farid Senzai, Political 
Islam in the Age of Democratization, Basingstoke, Palgrave, 2013. 

4 Bu yöndeki eleştiri için, Laurance Whitehead, “Three International Dimensions of Democratization”, Laurance Whitehead (der.), 
The International Dimensions of Democratization: Europe and the Americas, Oxford, Oxford University Press, 2001, s. 3-25. 

5 Son dönem demokratikleşme kitapları uluslararası sonuçlarından ziyade demokrasinin tabiatı nedenleri ve ekonomik sebep-sonuç 
ilişkileri üzerine yoğunlaşmaktadırlar. Örneğin, Nathan J. Brown, The Dynamics of Democratization: Dictatorship, Development, 
and Diffusion, Baltimore, Johns Hopkins University Press, 2011; Christian Haerpfer et al., Democratization, Oxford, 
Oxford University Press, 2009; Jan Teorell, Determinants of Democratization: Explaining Regime Change in the World, 19722006, 
Cambridge, Cambridge University Press, 2010; Daron Acemoglu ve James A. Robinson, Economic Origins of Dictatorship 
and Democracy, Cambridge, Cambridge University Press, 2006. 

6 Peter Gourevitch, “The Second Image Reversed: The International Source of Domestic Politics”, International Organization, Cilt 32, 
No 4, 1978, s. 900. 

7 Robert Putnam, “Diplomacy and Domestic Politics: The Logic 
of Two-Level Games”, International Organization , Cilt 42, 1988, 

s. 427-60; Peter Gourevitch, “The Second Image Reversed: The 
International Source of Domestic Politics”, Cilt 32, No 4, s. 881911. 

8 Peter Gourevitch, “Domestic Politics and International Relations”, W. Carlsnaes, T. Risse and A. Simmons (der.), Handbook of 
International Relations, Londra, Sage, 2002, s. 321. 

9 G. O’Donnell, P. Schmitter ve L. Whitehead, Transitions from Authoritarian Rule, Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1986, s. 5. 

10 Nuno Severiano Teixeira, The International Politics of Democratization: Comparative perspectives, Londra, Routledge, 2011; Geoffrey Pridham, “The International Context of Democratic Consolidation: Southern Europe in Comparative Perspective”, Richard Gunther, P. Nikiforus Diamandorous, ve Hans-Jurgen Puhle (der.), The Politicals of Democratic Consolidation. Southern Europe in Comparative Perspective, Baltimore, The Johns Hopkins University Press, 1995; Jean Grugel, “Democratisation studies and globalization: the coming of age of a paradigm”, British Journal of Politics and International 
Relations, Cilt 5, No 2, 2003, s. 258. 

11 Hans Peter Schmitz, “Domestic and Transnational Perspectives on Democratization”, International Studies Review, Cilt 6, No 3, 2004, s. 419; Geoffrey Pridham, Designing Democracy, Basingstoke, Palgrave, 2005; Jeffrey Hayness, “Comparative Politics and ‘Globalisation’”, European Political Science , Cilt 2, No3, 2003; Laurance Whitehead, The International Dimensions 
of Democratization: Europe and the Americas, Oxford, Oxford University Press, 2001. 

12 Geoffrey Pridham, “European Union Accession Dynamics and Democratization in Central and Eastern Europe: Past and Future Perspectives”, Government and Opposition, Cilt 41, No 3, 2006, 373-400; M. Vachudova, Europe Undivided: Democracy, Leverage and Integration after Communism, Oxford, Oxford University Press, 2005; F. Schimmelfennig, S. Engert, ve H. Knobel, 
International Socialization in Europe: European Conditionality and Democratic Change, Basingstoke, Palgrave, 2006. 

13 Laurance Whitehead,. The International Dimensions of Democratization: Europe and the Americas (Birinci Baskı), Oxford, Oxford University Press, 1996. 

14 Laurance Whitehead, “Three International Dimensions of Democratization”, L. Whitehead (der.) The International Dimensions of Democratization: Europe and the Americas, Oxford, Oxford University Press, 2001, s. 3-25; B. Wejnert, “Diffusion, Development, and Democracy, 1800–1999”, American Sociological Review, 2005, Cilt 70, No 1, s. 53-81. 

15 Paul Kubicek, “The European Union and democratization in Ukraine”, Communist and Post-Communist Studies, Cilt 38, No 2, 2005, s. 271. 

16 Samuel Huntington, The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century, Norman, University of Oklahoma Press, 1991, s. 100-107. 

17 Ibid; John Markoff and Amy White, “The Global Wave of Democratization”, Christian W. Haerpfer et al (der.), Democratization, Oxford, Oxford University Press, 2009, s. 5573. 

18 Larry Diamond, “Is the Third Wave Over?”, Journal of Democracy, Cilt 7, No 3, 1996, s. 20-37. 

19 Jack S. Levy, “Domestic Politics in War”, Robert I. Rotberg ve Theodore K. Rabb (der.), The Origin and Prevention of Major Wars, New York, Cambridge University Press, 1989, s. 88. 

20 Dean Babst, “Elective Governments: A Force for Peace”, Wisconsin Sociologist, Cilt 3, 1964, s. 9-14. 

21 Miachale Doyle, “Kant, Liberal Legacies and Foreign Affairs: Part 
1”, Philosophy and Public Affairs, Cilt 12, 1983, s. 323-353. 

22 R. J. Rummel, “Libertarianism and International Violence”, The 
Journal of Conflict Resolution, Cilt 27, 1983, s. 27-71. 

23 Bruce Russet, Grasping the Democratic Peace, Princeton, Princeton, Princeton University Press, 1993; Bruce Russet ve John Oneal Triangulating Peace: Democracy, Interdependence and International Organizations, New York, Norton, 2001; Bruce Russet, “Neo-Kantian Perspective: Democracy, Interdependence and International Organizations in Building Secuirty Communities”, Emanuel Adler ve Michale Barnett (der.), Securty Communities, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 368-94; Karen Rasler ve William R. Thompson, Puzzles of the Democratic Peace: Theory, Geopolitics and the Transformation of World Politics, Basinkstoke, Palgrave 2005. 

24 Bruce Bueno de Mesquita et al., “An Instutional Explanation of the Democratic Peace”, American Political Science Review, Cilt 93, 1999, s. 791-807. 

25 Paul K. Huth ve Todd L. Allee, The Democractic Peace and Territorial Conflict in the Twentieth Century, Cambridge, Cambridge University Press, 2002. 

26 Christopher Lane, “Kant or Cant: the Myth of the Democratic peace”, International Security, Cilt 19, No 2, 1994, s. 5-49; Joanne Gowa, Ballots and Bullets: the Elusive Democratic Peace, Princeton, Princeton University Press, 1999; Sebastian Rosato, “The Flawed Logic of Democratic peace Theory”, American Political Science Review, Cilt 97, 2003, s. 585-602; Anna Geiss et al, Democratic Wars: Looking at the The Dark Side of the Democratic Peace, Londra, Palgrave, 2006. 

27 Örneğin, Jeff Bridoux ve Milya Kurki, Democracy Promotion: A Critical Introduction, Londra, Routledge, 2014; Milja Kurki, Democratic Futures: Revisioning democracy promotion, Londra, Routledge, 2013; Tony Smith, America’s Mission: The United States and the worldwide strugle for democracy, Princeton, Princeton University Press, 2012. 

28 Michael Doyle, “Liberalism and Foreign Policy”, Steve Smith et al. (der.) Foreign Policy, Theories, Actors, Cases, Oxford, Oxford University Press, 2008, s. 49-68. 

29 Giuseppe Di Palma, To Craft Democracies. An Essay on Democratic Transitions. Berkeley, University of California Press, 1990. 

30 Dankwart A. Rustow, “Transitions to Democracy. Toward a Dynamic Model”, Comparative Politics Cilt 2, 1970, s. 337-363. 

31 G. O’Donnell, P. Schmitter and Laurance Whitehead , Transitions from Authoritarian Rule, Baltimore, Johns Hopkins University Press, 1986. 

32 Philippe C. Schmitter, “Transitology: The Science or the Art of Democratization?”, Joseph S. Tulchin ve Bernice Romero (der.), The Consolidation of Democracy in Latin America. Boulder, Lynne Rienner Publishers, s. 11-41; Doh Chull Shin, “On the third 

Wave of Democratization. A Synthesis and Evaluation of Recent Theory and Research”, World Politics, Cilt 47, 1994, s. 135-70. 

33 Thomas Carothers, “Democracy Promotion under Clinton”, Washington Quarterly, Cilt 18, No 4, 1995, s. 13-25. 

34 Michael Cox, John Ikenberry and Takashi Inoguchi, American Democracy Promotion: Impulses, Strategies, and Impacts, Oxford, Oxford University Press, 2000. 

35 John Ehrman, The Rise of Neoconservatism: Intellectual and Foreign Affairs 1945-994, New Haven, Yale University Press, 1995; Stepan Halper ve Jonathan Clarke, America Alone: The Neo-Conservative and the Global Order, Cambridge, Cambridge University Press, 2004; Joshua Muravchik, Exporting Democracy: Fulfilling America’s Destiny, The AEI Press, Washington D.C, 1991. 

36 Charles Krauthammer, “In Defense of Democratic Realism”, The National Interest, sonbahar 2004, s. 15-25. 

37 Francis Fukuyama, America at the Crossroads: Democracy, Power and the Neoconservative Legacy, New Haven, Yale University Press, 2006. 

38 http://2001-2009.state.gov/p/eap/rls/rm/2005/56945.htm, (3 Eylül 2013’te erişim). 

39 http://georgewbush-whitehouse.archives.gov/nsc/nss/2002/ (3 Eylül 2013’te erişim). 

40 Ola Wæver, “Insecurity, security, and asecurity in the West European non-war communit”, E. Adler ve M. Barnett (der.), Security Communities, Cambridge University Press, 1998; Martin Kahl, “European Integration, European Security and the transformation in Central and Eastern Europe”, Journal of European Integration, Cilt 20, No 2-3, 2007, s. 156-157. 

41 Thomas Carothers, “The End of the Transition Paradigm”, Journal of Democracy, Cilt 13, No 1, 2002, s..5-21. 

42 Fareed Zakaria, The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad (Revised Edition), New York: Norton, 2007. 

43 Bu kavramın Türkiye örneği için bkz. Özbudun, “Turkey: How Far From Consolidation?”, Journal of Democracy, Cilt 7, No 3, 1996, s. 123-138. 

44 David Collier ve Steven Levitsky, “Democracy with Adjectives: Conceptual Innovation in Comparative Research”, World Politics, Cilt 49, No 3, 1997, s. 430-51. 

45 Robert A. Dahl, Polyarchy: Participation and Opposition, New Haven, Yale University Press, 1972. 

46 Samuel P. Huntington, “Democracy For The Long Haul”, Journal of Democracy, Cilt 7, No 2, 1996, s. 3-13. 

47 Carothers, “The End of the Transition Paradigm”. Tabii bu durum “transition” süreçlerinin bittiği anlamına gelmiyor: Sujian Guo ve Gary A Stradiotto, Democratic Transitions: Modes and Outcomes, Londra, Routledge, 2014. 

48 Edward D. Mansfield ve Jack Snyder, Electing to Fight: Why Emerging Democracies Go to War, Cambridge, MIT Press, 2005. 

49 William I. Robinson, Promoting Polyarchy: Globalization, US Intervention, and Hegemony, Cambridge, Cambridge University Press, 1996. 

50 Paul Cammack, Capitalism and Democracy in the Third World: The Doctrine for Political Development, Leicester, Leicester University Press, 1997. 

51 Samuel Huntington, “Political Development and Political Decay”, World Politics, Cilt 17, No 3, 1966, s. 386-430. 

52 Joseph Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, Londra, Routledge, 2010. 

53 Seymour Martin Lipset, “Some Social Requisites of Democracy: Economic Development and Political Legitimacy”, The American 
Political Science Review, Cilt 53, No 1, 1959, s. 69-105. 

54 Seymour Martin Lipset, Political Man, New York, Anchor Books, 1960. Lipset daha sonra bu görüşlerini yumuşatacaktır: Lipset, “The Social Requisites of Democracy Revisited: 1993 Presidential Address Seymour Martin Lipset”, American Sociological Review, Cilt 59, No 1, 1994, s. 1-22. 

55 Cammack, Capitalism and Democracy. 

56 Thomas Carothers, “How Democracies Emerge: The ‘Sequencing Fallacy’”, Journal of Democracy, Cilt 18, 2007, s.12-27. 

57 Charles Krauthammer, Democray in Retreat, New Haven, Yale University Press, 2013; Larry Dimanond, “Democratic Rollback. The Emergence of the Predatory State”, Foreign Affairs, Cilt 87, No 2, 2008; “What’s göne wrong with democracy”, The Economist, 1 March 2014. Daha az kötümser bir görüş için, Wolfgang Merkel, “Are dictatorship returning? Revisiting the ‘democratic rollback’ hypothesis”, Comptemporary Politics, Cilt 16, No 1, 2010, s. 1731. 

58 Steven Levitsky ve Lucan A. Way, Competitive Authoritarianism Hybrid Regimes After the Cold War, Cambridge, Cambridge University Press, 2010. 

59 Zakaria, The Future of Freedom. 

60 Rusya hakkında, örneğin, Thomas Ambrosio, Authoritarian Backlash: Russian Resistance to Democratization in the Former Soviet Union, Surrey: Ashgate, 2009. 

61 http://www.freedomhouse.org/article/freedom-house-sees-authoritarian-gains-eighth-year#.U0GQEfl_vy4 (3 Eylül 2013’te erişim). 


SAM Hakkında 


Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) 1995’de kanunla kurulmuş olup ve Mayıs 1995’ten beri aktif olarak faaliyet gösteren bir düşünce kuruluşu ve araştırma Merkezidir. Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), Türk dış politikasında karar alma mekanizmalarında görev yapanlara ilgili konularda bilimsel ve entelektüel danışmanlık ve geleceğe yönelik bir perspektif sağlamak amacıyla kurulmuştur. Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), Türkiye’den ve dünyadan akademisyenler ile yurt dışındaki muadil kuruluşlar ve hükümetlere bağlı kurumlarla araştırmalar yapmakta ve organizasyonlar düzenlemektedir. 
Bir yandan bölgesel düşünce kuruluşları ağı kurarken aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı birimlerine ve diğer devlet kurumlarına gerek duyuldukça danışmanlık hizmeti sağlamaktadır. 

Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), bir düşünce kuruluşu olarak güvenilir bilgi ve analiz üretme fonksiyonunun yanında, yerel ve küresel politika konularına ilgi duyan herkes için açık bir tartışma platformu olmaya devam etmektedir. Bunun sonucu olarak da giderek artan bir biçimde akademisyen ve karar alıcıları kurum içi ve dışı faaliyetlerde bir araya getiren bir cazibe merkezi haline gelmiştir. 
Bununla birlikte Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), giderek genişleyen bir yayın ağına da sahiptir. Stratejik Araştırma Merkezi (SAM)nin üç ayda bir yayımlanan geleneksel yayını olan, yurt içinden ve dışından akademisyenlerin makalelerine yer veren ‘Perceptions’ın yanı sıra, ‘Vision Papers’ ve ‘SAM Papers’ adlı iki yeni yayını da bulunmaktadır. Bunlardan ‘Vision Papers’ Sayın Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yazılarına, ‘SAM Papers’ ise güncel konularda akademisyenlerin görüşlerine yer vermektedir. 
Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), özellikle dış politika alanında var olan bilgi hazinesine yapmak istediği katkılar ve yapıcı tartışmalarla, Türkiye’nin insan ve bilgi sermayesini güçlendirme kararlılığıyla önde gelen bir düşünce kuruluşu ve araştırma merkezi olmaya devam edecektir.

T.C. Dışişleri Bakanlığı, Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Dr. Sadık Ahmet Cad. No. 8 Balgat- 06100 Ankara / Türkiye 
www.sam.gov.tr; strategy@mfa.gov.tr 
Tel: (+90) 312 292 40 76 Faks: (+90) 312 253 42 03 


***

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 4

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 4


İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden bir müddet sonra 1950’lerin başlarında Soğuk Savaş’ın iklimi bütün dünyada hissedilir olmuştur. 1960’larda da “dekolonizasyon” olarak da bilinen sömürgeciliğin sona ermesi ile uluslararası arenada Üçüncü dünya ” şeklinde adlandırılan “az gelişmiş” ve “gelişmekte olan” ülkeleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu devletlerin rejim olarak liberal demokrasiyi tercih etmeleri ya da liberal demokratik rejimlere sahip olmaları sadece bir rejim sorunu değil aynı zamanda özellikle ABD açısından küresel düzlemde stratejik bir mahiyet arz etmekteydi.49 

Böyle uluslararası bir siyasetin içinde, “demokratikleşme çalışmalarının” ilk ürünleri sayabileceğimiz “Siyasal Gelişme” literatürünün ortaya çıkması 
tabii ki sadece akademik bir merak ve rastlantı ile açıklanması zordur. Diğer bir deyişle, birçok araştırmacının da ortaya koyduğu gibi, bu dönemdeki siyasal araştırmalar şu veya bu şekilde dünya siyasetinin genel atmosferinden etkilenmişlerdir.50 

Demokratikleşme Çalışmalarının ilk öncülü olan Siyasal Gelişme tartışmaları aslında temelde şu soruya cevap aramaktaydılar: 

Modernleşme denen sürecin siyasi boyutu ne şekilde cereyan etmektedir? Ekonomik gelişme belli şekilde sanayi ve teknolojiyle anlaşılırken, siyasi boyutun gelişmesi nedir ve ne şekilde anlaşılır? Genelde gelişmişlik Batı (Batı Avrupa ve ABD) ile her yönden özdeşleştirildiği için teleolojik bir şekilde siyaseten gelişmenin “gelişmiş” Batı ülkelerinde olduğu gibi liberal demokrasinin 
nitelikleri ile tanımlanmaya başlanması şaşırtıcı olmamıştır. Ancak bir müddet sonra Üçüncü Dünya şeklinde tarif edilen ve kategorize edilen ülkelerin demokratikleşmelerin de sorun yaşanmaya ve halkın tribünlerden sahalara inmeye başlaması ile ortaya çıkan rejimlerin “patolojik” nitelikler yaşadığı iddia edilmeye başlanmış ve gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin 
patolojiye düşmeden nasıl modernleşip “liberal ülkeler” safında yer alacakları yukarıda ifade ettiğimiz literatürün cevaplandırmaya çalıştığı temel soru olmuştur. 

Bu bağlamda, başkanlığını ABD’nin çok önemli iki siyaset bilimcisinin, Gabriel Almond ve Lucien Pye’ın, yaptığı, “Social Science Research Council (SSRC) Committe on Comparative Politics” in kurulması çok önemlidir. Ford Foundation’ın finansa ettiği ve “Committe on Comparative Politics” tarafından denetlenen Princeton Üniversitesi kaynaklı bir çok akademik araştırma yukarıda ifade ettiğimiz sorulara cevap aramaktaydılar. Özellikle The Studies in Poltical Development serisi akademi dünyasında büyük ses getirmiş ve tartışmalara neden olmuştur. Bunların bazıları şunlardır: “The Politics of the Developing 
Areas” (Almond ve Coleman, 1960), “Education and Political Development” (Coleman, 1965), “Bureaucracy and Political Development” (Lapalombara, 1963) ve “Communication and 

Political Development” (Pye, 1963). Bu çalışmaların bir bölümü de siyasal kültür üzerinedir. Özellikle L. Pye, G. Almond ve S. Verba, daha sonra Medeni Kültür (Civic Culture) olarak isimlendirilecek olan araştırmalarında ilk başlarda modernleşme teorilerinin de büyük etkisinde kalarak “üçüncü dünyada” siyasi kültürleri analiz edip demokratikleşmeye uygun olup olmadıklarını anlamaya çalışmışlardır. Bu çalışmaların bir bölümü de doğrudan doğruya önemli olarak gördükleri ülkelere ayrılmıştır. 

Örneğin, D. Rustow’un E. Ward ile derlediği ve Türkiye ile Japonya’da “siyasi modernleşmenin” irdelendiği çalışma Türkiye’de de iyi bilinir: “Political Modernization in Japan and Turkey” (Ward ve Rustow 1964). 

Tabii sadece Princeton’dan çıkanlar değil, bu doğrultuda yayınlanmış başka önemli akademik çalışmalar da mevcuttur. Bunların arasında özellikle S. Huntington’ın o zamanlar yazmış olduğu bir makale ve sonra bu makalenin merkez fikri etrafında yazmış olduğu kitap oldukça etkili olacaktır. Huntington, 1965’te neşrettiği makalenin başlığı “Political Development and Political Decay” dir.51 

<   Kurumsal alt yapısı hazır olmadan demokratikleşmenin tehlikeli olduğunu farz etsek dahi, otoriter rejim altında da arzu edilen 

gelişmenin olacağının bir garantisi yoktur. >

Daha sonra 1968 yılında Huntington bu makaleyi geliştirerek “Political Order in Changing Societies” başlığı ile yayınlayacaktır. Huntington, çok özetle, bu eserlerdeki temel iddiası şudur: Modernleşme doğrudan doğruya siyasi gelişmeye (ki siz bunu demokrasi şeklinde okuyabilirsiniz) yol açmaz. Tam tersine şayet yeterince kurumsallaşma önceden gerçekleştirilmediyse (mesela, etkin bir devlet yapısı, etkin bir bürokrasi ya da etkin bir yargı) halkın siyasi sisteme katılışı siyasi gelişmişlikten çok siyasi çürümüşlüğe yol açabilecektir. 
Onun için, halkın siyasi sisteme dahil olması, yani aslında demokrasi, son derece dikkatlice yerine getirilmesi gereken bir olgudur. 

Aceleye getirilmemelidir, yoksa devrim, siyasi çürümüşlük benzeri patolojik ve endişe verici vakalar vukuu bulabilir. 

Aslında Huntington’ın daha sonra çok meşhur olacak olan bu görüşlerinde demokratik rejimde halkın katılımını sınırlayan ve demokrasiyi daha ziyade elitler arası bir mücadele olarak gören Schumpeter’in demokrasi görüşleri hakimdir. Joseph Schumpeter, bu görüşlerini “Capitalism, Socialism and Democracy” başlıklı kitabında ilk kez 1942 yılında neşretmiştir ve daha sonra bu 
elitçi demokrasi anlayışı “Schumpeter’ci demokrasi” şeklinde bilinecektir.52 

Diğer taraftan Huntington’ın bu muhafazakâr itirazı bir ölçüde gene 1960’larda demokrasinin kaynağı tartışmalarında sıkça atıf alan Seymour Martin Lipset’e idi. Çünkü Lipset aslında modernleşme ile demokrasi arasında doğrudan bir ilişki kurmuştu. 1959 yılında kaleme aldığı makalesinde bir ülkede demokrasinin yerleşmesi için o ülkede modernleşme ile gelen bazı ön şartların (kişi başına düşen gelir, okur yazarlık, telefon ve televizyon sayısı gibi) olması gerektiğini ifade etmiştir.53 Daha sonraki çalışmaları etkileyecek olan Lipset’in bu görüşlerini özetleyen meşhur cümlesi “daha zengin ülkelerde demokrasinin devam etme şansı daha fazladır”.54 

Sonuç itibarı ile baktığımızda, Soğuk Savaş mantığı içinde gelişen Siyasi Gelişme ve demokrasi yazını büyük ölçüde muhafazakâr ve kötümser bir yapı taşımaktaydı ve demokratikleşmeden endişe duyulmaktaydı. Sömürge sonrası dünyada sayıları mantar gibi artan “üçüncü dünya” ya da gelişmekte olan ülkelerin sosyal ve siyasi yapılarının özelliklerini inceleme ve açıklamak sadece 
akademik bir meraktan değil aynı zamanda ABD’nin küresel stratejisine de hizmet etmekteydi. Sadece ABD’deki siyaset bilimcileri değil devlet adamları da bu toplumların akıbetlerinin ne olacağını bilmek istemekteydi ve bu ülkelerin şu veya bu şekilde sosyalist olup Sovyetler Birliği saflarına geçmelerinden de endişeleniyorlardı. Bu nedenle yapılması gereken en akıllıca strateji bu ülkelerde kontrollü ve elit merkezli bir demokrasiye geçilmesi idi. Halkların siyasi sürece katılmaları ise genelde sorunlu bulunmuştu. Bir devletin kurumsal alt yapısı hazır değilse demokrasiye geçmek yeni patolojiler doğurabilecekti. 
Bu tarz düşüncenin Soğuk Savaş mantığında uzunca bir süre devam ettiği görülmektedir.55 

Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Komünizm “tehdidinin” ortadan kalkması ile birlikte, demokratikleşmenin yol açacağı düşünülen birçok sorun da ortadan kalkmış oldu. Bu nedenle, 1990’larda demokrasiye geçiş ve demokratikleşme literatürünün eskiye göre oldukça yapıcı ve iyimser bir niteliği haiz olduğu açıkça görülmektedir. 
Ancak, yukarıda da ifade edildiği gibi bilhassa 1990’ların ikinci yarısından itibaren ve 2000’li yıllarda demokrasiye geçen ülkelerin performanslarının arzu edilen seviyede olmaması ve bazı “yeni demokratikleşen” ülkelerde popülizmin ve aşırı milliyetçi ve kışkırtıcı söylemlerin ulusal, bölgesel ya da uluslararası çatışma ihtimalini arttırabileceği iddiası yükselmeye başlamıştır. Buna göre, demokratikleşme, soğuk savaş sıralarında iddia edildiği gibi, öyle bir anda değil de tedrici ve kademeli bir şekilde olursa daha sağlıklı olur. 

Ancak, bu düşünceler yukarıda bahsedilen soruna bir çözüm getirmediği ortadadır. 
Diğer bir deyişle, kurumsal alt yapısı hazır olmadan demokratikleşmenin tehlikeli olduğunu farz etsek dahi, otoriter rejim altında da arzu edilen gelişmenin olacağının bir garantisi yoktur.56 
Bu düşünce demokrasinin 21.yy.’da güçlenmesi yönünde karamsar bir hava yaratmıştır. Bu karamsar havayı hem akademik hem de popüler yayınlarda gözlemlemek mümkündür. Bunlara göre, 21.yy girdiğimizde, 1990’lardaki demokratik coşku yerini küresel bir olumsuz gidişata bırakmaktadır. Yazarlara göre, bu duruma nedenleri arasında şunlar sayılabilir: Batı yakasındaki 
ekonomik kriz, Batı dışı ve demokrat olmayan ülkelerin (mesela Çin) ekonomik başarıları, Latin Amerika’da güçlenen popülizm, artan terörle mücadele kavramı ve aşırı güvenlikleştirme (securitization) ve Batı’da gittikçe güçlenen aşırı sağ, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı.57 

Hibrid Rejimler, Yeni Otoriterlik ve Uluslararası Siyaset 


Soğuk Savaş sonrası dünyada, ilk demokratikleşme heyecanın ya da “coşku” duygusundan sonra, demokratik pekişme literatürünün daha gerçekçi bir zeminde demokratikleşme sürecini analiz ettiği zeminde, en dikkat çeken gelişmelerden biri de araştırmacıların uluslararası alandan ortaya çıkmaya başlayan rejimlerin ne şekilde adlandırılması gerektiği hakkındaki tartışmalar olmuştur. 2000’li yıllara geldiğimizde, liberal demokrasinin hala geçerli olduğu bir küresel iklimde, çok genel bir şekilde hibrid rejimler şeklinde ifade edilen, ancak daha tanımlayıcı adlandırmasının yapılması gereken rejimlerle karşı karşıya olduğumuz bir vakıadır. Bu duruma yukarıda değinmiş ve yarıdemokratik rejimlerin ortaya çıktığı ortamdan bahsetmiştik. Ancak, yeni yayınlara göre, hibrit rejimleri tanımlayan daha önceki kavramlar bu durumu açıklamak için yetersiz kalmaktadır. Levitsky ve Way’in ilk önce makale daha sonra da 2010 yılında genişleterek yayınladıkları çalışma “rekabetçi otoriterlik (competitive authoritarianism)” tanımı ile siyasi rejimler konusunda yeni durumu açıklama çabasına girişmişlerdir. 

 < Bir taraftan bu rejimler demokrasinin çok önemli olan özelliklerini taşırken, diğer taraftan liberal demokrasinin normatif olarak arzu edilen bütün veçhelerini, bilhassa da, “rekabetçi otoriter” rejimlerde olduğu gibi, özgürlükler ve siyasi alanda mücadele zeminin adil olmaları noktalarında ciddi sorunlar yaşanmakta dır. >



Levitsky ve Way, “rekabetçi otoriterlik” tipolojisinin Soğuk  Savaş yeni olduğu Yazarlar sonrası dönmede bir “fenomen” kanaatindedirler. bu “yeni” tür otoriterliğini geçmişteki otoriter rejimlerden faklı olduğunu düşünmektedirler. Rekabetçi otoriterliğin en belirgin özelliği bu ülkelerde görece rekabetçi bir ortamda hilesiz yapılan seçimlerin var olmasına rağmen seçimlerin adil bir platformlarda yapılmaması yanında seçim sonuçlarının otoriter hükümetler tarafından rejimin otoriter yönünü güçlendirmek için kullanılmasıdır.58 

Seçimlerin tek başına bir ülkede demokrasiyi getireceği çok önceden de biliniyor olmasına rağmen, Schedler, “seçimli otoriterlik (electoral authoritarianism) kavramı ile çok partili, düzenli seçimlerin yapıldığı rejimlerden bahsetmektedir. 
Schedlere’e göre, bu rejimlerde seçimler “demokrasinin” bir unsuru olmaktan ziyade, devletin ya da hükümetin gizli manipülasyonuna açık, resmi olarak var olmasına izin verilen muhalefet partilerinin hükümetteki parti ile rekabet etmesinin önünde bir çok görünen ya da görünmeyen engeller koyan rejimleri kastedilmektedir. 
Schedler’e göre, “seçimli demokrasiler” Eski Sovyet coğrafyasındaki birçok cumhuriyeti kapsamaktadır: 

Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Rusya gibi. Bazı Orta Doğu ülkesi yanında, Burkina Faso, Kamerun, Çad, Etiyopya, Gabon, Gambia ve Tanzanya gibi Sahra-altı Afrika yanında, Malezya ve Singapur gibi Asya ülkelerini kapsayan uzun bir liste bize sunmaktadır. 

Esasen birbirleri örtüşen bu yeni kavramsallaştırma arayışların ortak noktası yeni dönemde ortaya çıkan siyasi rejimlerin ilginç özellikleridir. Bir taraftan bu rejimler demokrasinin çok önemli olan özelliklerini taşırken, diğer taraftan liberal demokrasinin normatif olarak arzu edilen bütün veçhelerini, bilhassa da, “rekabetçi otoriter” rejimlerde olduğu gibi, özgürlükler ve siyasi alanda 
mücadele zeminin adil olmaları noktalarında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. 
Özgürlüklere bu rejimlerde kağıt üzerinde tam saygı gösterilir ancak fiiliyatta ise durum bambaşkadır. Muhalefet ve bilhassa medya hükümetin büyük baskısı altındadır. 

< Uluslararası ilişkiler literatürü ile demokratikleşme çalışmalarının entegrasyonuna yönelik yeni eserlerin ortaya konulması araştırmaların açıklayıcı kavramsal gücünü şüphesiz arttıracak önemli bir faktördür. >


Belki medya çalışanları, otoriter rejimlerde olduğu gibi, fiziki bir şiddete maruz kalmamaktadırlar ancak medya patronlarına yapılan büyük baskılar neticesinde medya çalışanları işsizlikle tehdit edilebilir. Diğer taraftan bu rejimlerde, büyük miktarda kayırmacılık (clientelism) görülmektedir. 
Devlet kurumları bu rejimlerde siyasallaşmıştır. Hükümete yakın olan örgütler ve iş dünyası ile hükümete muhalefet örgütlere hukukun uygulanması aynı değildir. Diğer bir deyişle, yasal cezaların uygulanması keyfidir. 

Diğer taraftan, bu rejimlerde hükümetin dolaylı olarak medya sahibi olması da önemli bir ayrıntıdır. Levitsky ve Way’e göre bu rejimlerde hükümetin bağlı bulunduğu siyasal parti de adeta “paralel bir devlet” gibi çalışır. Yazarlara göre bütün bunların neticesinde, demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan yarışmacılık ortadan kalkar ve siyasal alan adil olmaktan çıkar. 

Diğer bir deyişle, iktidar partisi, hegemonyasını sürdürebilecek her türlü imkanı varken muhalefetin adil olmayan bir şekilde sesi kısılmıştır. Bu nedenle bu ülkelerde tam bir demokratik rejimden bahsedilemez. Ancak bu rejimler literatürde sıkça bahsedilen “liberal olmayan demokrasiler (illiberal democracy)”59 den de farklıdır çünkü liberal olmayan demokrasilerde muhalefete yapılan doğrudan şiddet çok daha yaygındır. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 3

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 3



Bununla birlikte, yukarıda ifade edildiği gibi, DBT’nin savunucuları olduğu gibi bu yaklaşımı ampirik ve teorik düzlemde yerden yere vuran önemli çalışmalar da mevcuttur. Genelde, DBT’ye yapılan eleştirilerde tanım ve metodoloji konuları ön plana çıkmaktadır. Demokratik ve demokratik olmayan rejimlerin tanımlanması, savaş ve çatışma kavramları hakkında yeterli bir mutabakatın olmaması, savaş ve çatışma sınıflandırılmalarının ve niteliklerinin tam yapılmaması ve daha da önemlisi demokratikleşme gibi dinamik olan süreçlerin sayısal bir niteliğe büründürülmesi konularında ciddi görüş ayrılıkları devam etmekte ve DBT bu alanlarda eleştirilebilmektedir.26 

Diğer yandan, Uİ disiplini içinde değerlendireceğimiz bir diğer demokrasi ve uluslararası siyaset ilişkisi bağlamındaki çalışma alanı “demokrasinin desteklenmesi (democratic promotion)” şeklinde ifade edilebilir. Gelişmiş, zengin Batılı (ABD ve bazı AB ülkeleri) devletlerin “gelişmekte olan”, demokratikleşme miş ülkelere, zaman zaman bazı şartlar öne sürerek, demokrasiyi teşvik 
etmelerinin ne kadar etkin olduğu konusu sıklıkla akademik dünyada tartışılmaktadır. 27 

Teoriden Pratiğe Demokratik Barış Teorisi: 


“Transitology”, “Müdahaleci Liberalizm” ile Buluşunca Özellikle ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD hükümetinin gerçekleştirmeye çalıştığı popüler olarak Büyük Ortadoğu Projesi şeklinde bilinen “proje” ile birlikte Ortadoğu 
ve Kuzey Afrika bölgesinin demokratikleşmesi düşüncesi DBT’yi tekrardan güncel bir popüler ve akademik tartışma konusu olmasına neden olmuştur. 

 Ancak, DBT yalnızca teorik planda kalmış değildir. Bu teorinin güçlü iddiaları uluslararası siyasette birçok “derde” çare üretmede bir araç olarak zaman zaman görülmektedir. DBT bir kere gayet yalın ve anlaşılması kolaydır. İkincisi, yerine getirilebilecek bir vizyon verir. Bir çeşit uluslararası sosyo-politik mühendislikle yerine getirilebilir bir proje şeklinde görülebilir. Birçok devletin 
“demokrasiyi destekleme” (democratic promotion) düşüncesi esasen bu zihniyete dayanır. Örneğin, bu, Michael Doyle’la göre, uluslararası kurumsallaş ma ve liberal ekonomi gibi diğer liberal ilkelere ilave olarak liberal dış politika, liberal bir barış bölgesinin oluşturulması esasına dayanır.28 Ayrıca, bilhassa Soğuk Savaş sonrasında demokrasinin gittikçe minimalist ve prosedürel 
bir olgu olarak görülmeye başlanması bu rejimin, herhangi bir yapısal ya da kültürel ön şart (prerequisite) olmadan, dünyanın her yerine kolaylıkla gelişebileceği düşüncesinin gelişmesi DBT’nin faaliyet meşruluğunu arttırmıştır. Demokrasi evrensel olarak dünyanın her bölgesine uygulanabilen bir rejimdir artık. DBT buradan itibaren artık bir teori değil, dış politika uygulama alanı olarak görülmeye başlanmıştır. Buradaki ana fikir de şudur: Dünyadaki demokratik ülkelerin sayısı ne kadar artarsa liberal barış sağlama imkânı da o kadar artar. Şu halde yapılması gereken basittir: demokrasi ile yönetilen ülkeler sayısını arttırmak. 

“Transitiology”: Demokrasi Her Yere Taşınabilir Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Sosyalist Blok’un dünya siyasetinden silinmesi ile başlayan yeni dönemde liberal demokrasinin küresel yükselişinin ve bilhassa eski Doğu Blok’u ülkelerinin hızlı bir şekilde rejim değiştirmelerinin uluslararası sonuçları olmuştur. Bunun yanında, demokratikleşme çalışmaları açısından bakıldığında, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin hızlı bir şekilde eski rejimlerinden vazgeçerek liberal demokrasi ve pazar ekonomisine çifte geçiş yapacakları belli olduğunda, demokratikleşme literatürünün, küresel dönüşümü açıklamak için tekrardan revize edilemeye başlandığı görülmektedir. Yeni yazın demokrasiye geçiş tartışmaları üzerine yoğunlaşmış ve bu “demokrasiye geçişi” büyük ölçüde yapısal özelliklerden ziyade ülke içinde elitlerin rasyonel tercihleri neticesinde ortaya çıkmaya başlayan süreç anlamında tanımlamışlardır.29 Güçlenerek ortaya çıkmaya başlayan bu yazın, aslında demokrasiye geçişin ve demokratikleşmenin daha önce sıklıkla ifade edilen bir takım sosyal ya da ekonomik yapısal dönüşümlere çok bağlı olmadığını ve elitlerin karar vermeleri ile herhangi bir ülkenin demokrasiye geçiş yapabileceğini iddia etmektedir. Diğer bir deyişle demokrasiye istenirse geçilir ve herhangi bir ülke her daim demokratik bir rejime sahip olabilir. Bunu bir takım yapısal ya da kültürel ön şartlara bağlamak teorik ve pratik anlamda doğru olamayacaktır ki bu1990’larda demokrasinin küresel yükselişi ile birlikte kendini açıkça ortaya koymuştur. 

 < Siyasi elitler arasında eğer düzgün ve sağlıklı bir uzlaşma ortaya çıkabilirse demokrasi her yerde neşvünema gösterebilir. >


“Demokrasiye Geçiş (transition to demoracy) paradigması” şeklinde ifade edilen bu görüşlerin oluşmasında D. Rustow 1970 yılında neşredilen meşhur makalesi “Transitions to Democracy. Toward a Dynamic Model”, etkili olmuştur.30 Rustow elitlerin istedikleri takdirde bir ülkede demokrasiye geçilebileceğini ve bu konuda tek “ön şartın” o ülkede sınırları belli bir devletin ve ulusal bütünlüğün sağlanması olduğunu iddia eder. Ayrıca, özellikle de 1986 tarihinde O’Donnell, Schmitter ve Whitehead’in derledikleri Transitions from Authoritarian Rule serisi hakikaten de tam anlamıyla paradigma değiştiren/oluşturan bir seri olduğu 
daha sonra bu seriye verilen referansların çokluğu ile anlaşılabilir.31 Bu demokratik iyimserlik büyük ölçüde 1990’larda üretilen ve adına daha sonra “transitology” denilecek olan çalışmalarda görülmektedir.32 

Demokrasi çalışmalarında görülen bu söylem değişikliğinin bir sonucu da demokrasinin her yerde yaşayabilecek bir rejim olduğu düşüncesinin taraftar bulmasıdır. Bu nedenle, siyasi elitler arasında eğer düzgün ve sağlıklı bir uzlaşma ortaya çıkabilirse demokrasi her yerde neşvünema gösterebilir. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu anlayışta demokrasi genel olarak prosedürel, 
minimalist ve çoğu zaman Schumpeterci şeklinde bilinen elitler arasında seçim oyunu şeklinde algılanmaktadır. Bu şekildeki bir demokrasiyi, herhangi yapısal, kültürel ya da kurumsal ön şart olmadan dünyanın herhangi bir bilgesine taşımada teorik bir zorluk bulunmamaktadır. 

Her yere taşınabilir demokrasi düşüncesinin müdahaleci liberalizm ile birleşmesi DBT’nin teoriden pratiğe taşınmasını kolaylaştırmıştır. Bu düşüncenin, zaman zaman ABD ve AB tarafından dış politika enstrümanı olarak kullanıldığı 
görülmektedir. Örneğin Bill Clinton’ın bu fikre çok sıcak baktığı bilinmektedir.33 Bu nedenle bazen Bill Clinton dönemi ABD dış politikasına neo-Wilsoncu şeklinde ifade de kullanılmıştır.34 Ancak, yakın zamanda, bu fikrin bir dış politika unsuru haline gelmesini büyük ölçüde George W. Bush döneminde “Yeni-Muhafazakârlar (Neo-Conservative)” olarak bilinen çevrelere borçluyuz. Bu dönemde, “neo-con” diye bilinen çevrelerce bu doktrinin ön plana çıkarıldığı ve özellikle de 11 Eylül 2001 sonrası Orta Doğu “bataklığının” buralardaki devletlerde gerçekleştirilecek rejim değişiklikleri ile kurutulacağı fikrinin pompalanmaya başlandığı görülmektedir. Bihassa National Interest dergisinde bu düşüncenin propagandası sıklıkla yapılmaktaydı. Irving Kristol, Joshua Muravchik, Carl Gershman, Charles Krauthammer, ve William Kristol gibi etkili yazarların bu teoriyi ABD dış politikasını ana omurgası olması yönünde fikirler beyan etmekteydiler.35 

Burada demokrasi sadece normatif bir değer değil; aynı zamanda stratejik bir siyaset aracı olarak değer kazanmaktadır. “Neo-con” ekolünün önde gelenlerinden Charles Krauthammer The National Interest 2004 de yazmış olduğu makalenin adı “In Defense of Democratic Realism” idi. Bu makalede, Krauthammer, demokrasi ile stratejinin birleştiği noktaya yazar “democratic realism” adını vermiştir.36 Demokrasi bu yazarlara göre evrensel olarak yerleştirilebilir bir olgudur. 
Yani, siyaset biliminde minimalist/   prosedurel/Schumpeterci şeklinde ifade edilen, büyük ölçüde seçimlere ve kurumsal erklerin ayrılığı ve dengeleme ve kontrol sistemine dayalı bir rejimin adı olan demokrasi, herhangi kültürel, kurumsal ya da yapısal bir ön şart olmadan, dünyadaki herhangi bir ülkeye inşa edilebilir, yerleştirilebilir bir mahiyet arz etmektedir. Tabii bütün “neo-con”ların bu konuda aynı düşündüğünü iddia etmek doğru olmaz. Özellikle küresel sosyo-politik mühendislik tabiatı gereği gerçek muhafazakârların tüylerini diken diken 
etmiş olsa gerektir. Örneğin Francis Fukuyama, ilk başlarda “ Neocon ” liberallere yakın dururken daha sonra kendini bu gruptan koparmıştır.37 

Bu düşüncenin özellikle 11 Eylül sonrasında George Bush yönetimi üzerinde etkin olduğu görülmektedir. Bush’un 16 Kasım 2005 Kyoto’daki şu sözleri bu açıdan önemlidir: “ Hür ülkeler barışçıl ülkelerdir. Hür ülkeler komşularını tehdit etmezler…. Bu bölgede (Asya-Pasifik) hürriyet davasını ilerleterek, herkesin zenginliğine katkı sağlayacağız ve ancak özgürlükle gelebilecek barış ve istikrarı sağlayacağız…”38 

Bu bağlamda, 17 Eylül 2002 de ilan edilen ABD Milli Güvenlik Strateji belgesi ve “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika (Greater Middle East and North Africa)” projesi küresel terörizm ile mücadelede demokrasinin ve demokratikleşmenin rolünün altını kalın bir şekilde çizer.39 

Sadece ABD dış politika arayışında değil, yukarıda ifade edildiği gibi, AB’nin bilhassa genişleme stratejisi ve komşu ülkelere yönelik siyasetinde DBT etkisi görmek mümkündür. Liberal demokratik rejimlerle bir çeşit Avrupa güvenliğini sağlama siyaseti, yukarıda da ifade edildiği gibi, AB dış politika ve güvelik arayışlarına etkisi hissettirmiştir.40 

Ancak gerek DBT tartışmalarında gerekse de DBT’nin dış politikaya uygulanma konusunda Demokratikleşme Çalışmalarından yeterince yararlanmadığı görülmektedir. Daha doğrusu demokratikleşme sürecinin dinamiklerine yeterince eğilmediği görülmektedir. Bu konuda Uluslararası İlişkiler disiplini ile Karşılaştırmalı Siyaset ya da Demokratikleşeme Çalışmalarının bir araya yeterince gelmediği görülmektedir. Bununla birlikte, yakın zamanda, az da olsa bu konuda birkaç çalışmanın yapıldığını görmekteyiz. 

Transitiology ve Müdahaleci Liberalizmin Başarısızlığı ve Yeni Arayışlar 


Yukarıda genel hatları ile ortaya konulan “transitology” ile müdahaleci liberalizmin sentezinin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan karmaşık gerçekler karşısında teorik ve pratik alanlarda zorlanmaya başlandığı görülmektedir. DBT bağlamında Uluslararası İlişkiler literatürü Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkmaya başlayan iki büyük sorunla baş etmekte ve mevcut 
paradigma içinde kalarak teorik açıklamalar getirmekte zorluk çektiği görülmektedir. Öncelikle, Soğuk Savaş sonrasında karmaşıklaşarak daha fazla ortaya çıkmaya başlayan “hibrit rejimler” sorunu ve bir diğeri de demokratikleşme sürecinin karmaşık dinamikleri ve bunun uluslararası siyasete olan etkisi. 

“Demokratikleşme kolay bir zanaat değilmiş” ve Uluslararası Siyaset 


1990ların ikinci yarısından itibaren bazı bölgeler hariç bir çok bölgede demokrasi ye şöyle ya da böyle geçildiği ve genel seçimlerin yapıldığı görülmekle birlikte; artık demokrasiye geçilmenin tam olarak “demokratikleşme” olmadığı açıkça görülmeye başlanmıştır.41 Artık demokratikleşme çalışmaları daha karmaşık sorunlarla uğraşmaya başlamışlardır. Demokrasiye geçmek asla demokratikleş  me anlamına gelmemektedir. Huntington’ın ifadesi ile “ Üçüncü dalga demokrasileri ” nin birçoğunun demokrasiye geçseler dahi bu ülkelerdeki demokrasilerin birçok açıdan sorunlu olduğu, yeterince “derinleşemediği” veya “pekişemediği/ güçlenemediği” görülmeye başlanmıştır. Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte demokrasiye geçiş yapan birçok ülkelerde siyasal rejimlerin gittikçe melezleşme niteliği göstermeye başladığı görülmektedir. Bu nedenle, 2000’li yıllara doğru demokrasi çalışmalarının, diğer konular yanında, yoğunlaştığı iki çalışma alanı ortaya çıkmıştır: üçüncü dalga demokrasilerinin derinleşememesi; melez (hibrit) rejimlerin ortaya daha fazla çıkması. İkinci konunun bir özelliği de 20. ve 21. yy.da ortaya çıkan ve yaygınlık göstermeye başladığı düşünülen melez rejimlerin niteliklerinin ne olduğu tartışması son dönemde altı çizilmeye başlanmıştır. Hibrit rejimler konusunda 1990ların ikinci yarısından itibaren yayınlar yoğunlaşmaya başlamıştı. “Yarı-demokrasi” genel başlığı altında toplanabilecek bu rejimlerin en meşhur olanları şunlardır: “liberal olamayan demokrasi”,42 “delegasyoncu demokrasi”,43 “proto demokrasi”, 
“sınırlı demokrasi” ya da “düşük kaliteli demokrasi”.44 

Bu tanımlarda özellikle altı çizilen hususlar, seçim veya bazı demokratik kurumların varlığına rağmen bu rejimleri demokratik saymak birçok nedenden dolayı mümkün değildir. Bu nedenleri iki genel başlık altında toparlamak mümkün olabilir: Eğer çağdaş liberal demokrasilerinin iki genel boyutundan (demokratik katılım ve haklar ve özgürlükler) bahsetmek mümkünse,45 bu sorunlu rejimlerin sorunları da ya birinci boyutta (mesela bu rejimlerde sıkça görülebilen askeri vesayet sorunu) ya da ikinci boyutta (insan hakları ihlalleri sorunları gibi) ya da ve çoğu zamanda her iki boyutta birden görmek mümkündür. Bu sorunları, Huntington da “üçüncü dalga demokrasilerinin” birçoğunun paylaştığı ortak sorunlar olarak görmektedir.46 Carothers’in de ifade ettiği gibi “nerdeyse 100 ülke yakın zamanda demokrasiye geçmiş ülke olarak tanımlanırken, bunların çok azı, belki 20 den de az sayıda ülke” gerçek anlamda demokrasi yolunda ilerlemektedirler. Bu nedenle artık “geçiş paradigmasının sonu” ilan edilmiştir.47 

Demokratikleşme Çalışmaları, Uluslararası Barış ve Ardışıklık Tartışmaları 


DBT bağlamında demokratikleşme sürecinin dinamiklerinin de hesaba katılması ve bunun uluslararası sonuçları üzerine son yıllarda bazı çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Bu konuda, bu alanda tartışma koparan çalışma 2005’de yayınlanan Edward D. Mansfield ve Jack Snyder Electing to Fight: Why Emerging Democracies Go to War başlığı ile yayımlanmıştır.48 Mansfield ve Snyder esasen DBT’nin demokratikleşme dinamiklerine yeterince eğilmediği eleştirisi daha önce 1995 yılında da yapmıştır. 2005 çalışmasında bu eleştiri derinleştirilerek şu sonuca varılmaktadır: DBT ampirik olarak doğrudur.

 Ancak, yeni demokratikleşen bir ülke yerleşmiş demokrasiye sahip ülkelerden ve otoriter rejimlerden çok daha fazla savaşa yatkın bir ülkedir. Demokratikleşen ülkelerdeki bu savaşa yatkınlık, yazara göre, demokratik kurumsallaşmanın yeterince olgunlaşmadığı bir ortamda, güç mücadelesi içinde olan elitlerin halka ulusçu bir ideolojiyle yaklaşması ve neticede bu devletlerin uluslararası ortamda savaşa ve çatışmaya daha yakın olması ile ilgilidir. Bu nedenle, otoriter rejimleri demokratikleştirerek uluslararası barış ve güveliği sağlayacağını düşünen DBT dış politika uygulayıcıları büyük bir yanlışlık yapmaktadırlar. Yazarlara göre, demokratikleşme süreci uluslararası barış ve güvenlik açısından tehlikeli bir süreçtir ve pervasızca demokrasi tehlikeye yol açabilmektedir. Olması gereken demokratikleşmenin belli bir sıra, tertip ve düzen “sequence” ile birlikte olmasının gerekliliğidir. 

Buna göre, demokrasiye geçilmezden önce siyasal kurumsallaşmanın oturması gerekir. 

 Demokratikleşme sürecinin uluslararası sonuçları açısından oldukça kötümser bir manzara çizen yazarlar esasen bu konuda yerleşmiş bir geleneğin peşinde gitmektedirler. Bu olumsuz geleneğin büyük ölçüde Samuel Huntinton’ın Political Order in Changing Societies ve daha sonraki yazdıklarından esinlendiğini görülmektedir. 

 < Olması gereken demokratikleşmenin belli bir sıra, tertip ve düzen “sequence” ile birlikte olmasının gerekliliğidir. Buna göre, Demokrasiye geçilmezden önce Siyasal kurumsallaşmanın oturması gerekir. >


Doğrusu, Soğuk Savaş sırasında da demokratikleşme ile uluslararası güvenlik açısından endişe verici olduğu söylenen analizler çoğunlukla ABD menşeli akademisyenler tarafından ortaya konulmuştu. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***